Etiket arşivi: Mustafa Nutku

Helal Gıda ve Çocuklar

Yakın bir geçmişte medyada, helal gıda konusuyla ilgili üzerinde durulabilecek iki haber yer aldı. 3 Eylül 2015’de, Risale Haber’de Ömer Çiftçi’nin tercümesi olarak yayınlanmış bir haber şöyleydi:

“İngiltere’de bir pizza firmasının müşterilerine haber vermeden başlattığı Helal Menü uygulaması İngiltere’de tartışmalara yol açtı.

İngiltere’de bir pizza şirketi geçtiğimiz günlerde menüleri içerisine ekstra olarak helal menü ekleyince, ülkedeki Müslüman ve Yahudiler rahatsız oldu. Şirketin birdenbire böyle bir uygulama başlatması, ülkedeki restoran ve süpermarketlerdeki etleri satılan hayvanların kesim teknikleri ve hangi hayvanın eti olduğuna dair şüphelerin doğmasına yol açtı.

Uygulamayı başlatan pizza şirketine bir gece içerisinde sorular yağdı. The Independet’te yer alan habere göre, Helal menü öncesi sattıkları menülerde hangi hayvanların etlerini, ne şekilde kestiklerine dair sorular sorulan pizza şirketi açıklama yapmadı.

Uygulama üzerinden ülkede market ve restoranlarda satılan etler konusunda da Müslüman ve Yahudi toplulukta şüpheler başladı. Şirketlerin de bu konuda herhangi bir bilgilendirme yapmaması, endişelerin artmasına yol açıyor. İngiltere’deki Müslümanlar sosyal medya üzerinden tepkilerini belirtmekte gecikmedi. Twitter’da #Helalhysteria (helal endişe) hashtag’i altında tepkilerini belirtti.

Tepki gösterenler İngiltere’deki her gıda firmasının etleri hakkında bilgilendirilmek istedi. Müslümanlar helal et standartlarının tüm İngiltere’de geçerli olmasını ve firmaların etler konusunda bilgilendirme yapmasını isterken, Yahudiler de etlerin kendi dinlerinde Koşer adı verdikleri standartlara uygun olması gerektiğini savundu.

İndependent’in haberine göre kendisine bu tartışmalar ile ilgili mikrofon uzatılan Başbakan David Camerontartışmalara müdahil olmaktan kaçınıyor.”

“Helal Gıda Hatıraları” başlığı altında daha önce, İngiltere’deki kasaplık hayvanlar (büyükbaş, küçükbaş hayvanlar ve kümes hayvanları) hakkında yerinde yaptığım gözlem ve incelemelerden bahsetmiştim. Orada yaşayan inançlarına bağlı Müslümanlar ve Yahudiler, yalnız kendi usullerine uygun olarak hazırlanmış kasaplık hayvan etlerini tükettiklerini ve şüpheli gördükleri etlerden uzak durduklarını yazmıştım. Bu sebeble, bir pizza firmasının menüleri arasına ekstra olarak helal menü eklemesiyle o firmanın ve ayni sektördeki diğer firmaların o zamana kadar sattıkları menülerin helal olmadığı şüphesinin İngiltere’deki Müslüman ve Yahudilerde ilk defa doğmuş olduğu, bana gerçekle bağdaşan bir durum intibaı vermiyor; haberi veren Independent gazetesi, sadece o zamana kadar helal gıda hassasiyetini gerektiği şekilde göstermemiş olan bir kısım Müslüman ve Yahudinin bu olay karşısında aldıkları tavırdan bahsetmiş olabilir..

2015 Yılının Ağustos ayında medyada yer alan diğer bir haberde ise, ülkemizde daha önce okul kantinlerinde kola ve gazlı içecek satışını yasaklayan Millî Eğitim ve Sağlık bakanlıkların, çikolata, kek, gofret, muffin, lolipop ve şeker gibi ürünlere de satış yasağı getirdiği bildiriliyordu. Her iki bakanlıktaki uzmanlar tarafından tesbit edilmiş olabilecek teferruatlı gerekçelerinin tümünün neler olduğunu bilmemekle beraber, çoğunu tahmin edebiliyor ve şimdiye kadar savunduğumuz ve bundan sonra da savunmak istediklerimizle uyumlu olması sebebiyle, gerekçelerini açıklamayı karar mercii bakanlıklara bırakarak, alınan kararı genel olarak olumlu bulduğumuzu belirtmek istiyoruz.

Konuyla ilgili haberde, 2015-2016 eğitim-öğretim yılından itibaren, okul kantinlerinde satılamayacak gıdalar ve içeceklerin şunlar olduğundan bahsedilmekteydi:

“-Enerji içecekleri, gazlı içecekler, aromalı içecekler (soğuk çay), kolalı içecekler, aromalı doğal mineralli içecekler.

-Aromalı şurup, aromalı içecek tozu, aromalı su, meyveli içecek, meyveli içecek tozu, meyveli doğal mineralli içecek, yapay soda, meyveli şurup, sporcu içecekleri, sporcu suları, meyve nektarı, meyve suyu konsantresi.

-Tüm çikolata türleri ve gofretler.

-Tüm şeker ve şekerleme türleri (jöle şekerleme, sert şekerlemeler, yumuşak şeker, lolipoplar vb.).

-Guarana, guarana özü, eklenmiş kafein içeren ürünler.

-Kremalı, çikolata dolgulu, jöleli kekler ve pastalar (yaş pastalar, ekler, kruvasan, donut, parfe, mozaik pasta, muffin, cupcake vb.).

-Tatlandırıcı içeren yiyecek ve içecekler.

-Hindistancevizi sütü ve kreması.

-İlköğretim okullarında çay ve kahve tarzı içecekler.”

 

İlgili haberde, okul kantinlerinde satılabilecek gıdalar ve içeceklerin ise şunlar olduğundan bahsedilmekteydi:

“-Meyveler, çiğ tüketilebilen sebzeler (mevsimine uygun olarak), salatalar (zeytinyağı ve limon eklenebilir).

-Kuru meyveler (30 gram, ambalajlı, kaplamasız ve şeker katkısız).

-Kuruyemişler (30 gram, ambalajlı, soslanmamış, tuzsuz, kabuksuz).

-İçme suyu (şeker veya tatlandırıcı eklenmemiş).

-İçme sütü (UHT/pastörize süt).

-Taze sıkılmış meyve ve sebze suyu (şeker ilavesiz olmalı, 250 ml’den büyük olmamalı).

-Yoğurt (100-150 gram, paketli).

-Ayran (200 ml’lik paketli).

-Peynir (pastörize).

-Günlük haşlanmış yumurta.

-Çeşnili ekmekler (çeşnisi sert kabuklu meyveler, kurutulmuş meyveler, yağlı tohumlar, baharat olacak).

-Tam buğday ekmeği, tam buğday unlu ekmek, karışık tahıllı ekmek vb. ürünlerden yapılan yumurta, peynir, taze domates, havuç, marul, biber ve benzeri sebzeler içeren sandviçler (içinde turşu olmayacak).

-Doğal mineralli su.

-Şekersiz sakızlar.”

Okul kantinlerinde satılması yasaklanmış gıda ve içecekler listesindekilerin bir kısmının helallik ve sağlık yönünden, bir kısmının da kantinlerdeki daha faydalısına yönlendirmek için yasak listesine konulmasının uygun olduğu kolaylıkla söylenebilir.  Mesela çikolata türlerini sevmeyen çocuk yok gibidir; bunların kantinlerde satışı serbest bırakılsa, okuldaki talebeler tarafından bunlar satın alınıp açlık hissi giderilir; kantinde satılan ve daha faydalı olan gıdalar tüketilmezdi. İçecekler konusunda da ayni şey söylenebilir; bu sebeble bunlar okul kantinlerinde satılması yasak olan gıdalar listesine dahil edilmişlerdir.

“Helal gıda ve çocuklar” denilince, “Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye” konusunda doçentlik tezi hazırlamış;   bu tezi daha sonra birkaç baskı yaparak 650 sayfalık büyük boy bir kitap halinde yayınlanmış olan değerli hadis profesörü merhum İbrahim Canan’ı hayırla hatırlayarak, onun kitabından konumuzla ilgili kısımları iktibas etmeden geçemeyeceğiz.

Bahsini ettiğimiz kitabının “Hz. Peygamberin Sünnetinde Bedeni Terbiye” adlı bölümünde Prof.Dr.İbrahim Canan, öncelikle “Beslenme” mevzuu üzerinde durmuş ve beslenme ile ilgili olarak şu mühim hususlara dikkati çekmiştir: “İnsan hayatındaki yeri nisbetinde, dinde de son derece ehemmiyetli bir mevki işgal eden beslenme konusu, insanla birlikte ortaya çıkmış bulunan insanlığın en eski problemlerinden biridir. Eskiliğine rağmen ehemmiyetinden bir şey kaybetmeyen ve yeryüzünde hayat var oldukça kaybetmeyecek olan beslenme, hemen hemen içtimai hayatın diğer bütün problemlerinin merkezinde yer almaktadır. Çalışma, sağlık, güvenlik, beynelmilel münasebetler, kalkınma ve az- çok, uzak-yakın, doğrudan-dolaylı olarak beslenme ile ilgilidir.

Konunun bütün bu genişliğine rağmen, burada temas edeceğimiz hususlar mahduttur: 1-Gidanın tesiri, 2-Sünnette beslenme rejimi, 3-Çocuğun beslenmesi.

1-GIDANIN TESİRİ: İnsan ruhunun bineği olan cesedin hayatiyeti her şeyden önce beslenmeye bağlıdır. Şu halde bedenî terbiyede en mühim hususlardan biri, ferdin beslenme meselesidir. Bu konuya verilen ehemmiyet sadece ferdî cesedin biyolojik muvazenesi endişesinden ileri gelmez. Alınan gıdanın cesetten öte, ruhî hayata da içtimaî hayata da tesir edeceğine inanılır. Gerek ferd ve gerek cemiyet olarak ruhî ve manevî hayat, alınan gıdanın keyfiyet, kemiyet ve cinsine tabi olarak iyi veya kötü istikamette inkişaf edecektir. Hatta Dihlevî ‘beden ve ahlâkın tegayyür ve değişmesinde en kuvvetli âmilin gıda olduğunu söyler (Dihlevî, Mevlânâ Abdü’l-Ganî, v.1296, İncâhu’l Hâce Alâ Sünen-i İbni mâce 2, 806).

Şu halde gıdanın tesiri denilince sadece çocuklar mevzubahis olmuyor, doğumdan ölüme kadar her yaştaki insan söz konusudur. Üstelik bu inanç yeni değildir. Çok eski devirlerden beri ‘insanlığın fert ve cemiyet olarak alın yazısını yapan âmillerden biri’ kabul edilmiştir (S. Irmak, Soğukta ve Hastalıkta Beslenme, Okat Yayınevi, İstanbul, s.120).Hz. Muhammed tarafından da teyid edilmiş olan bu inanç, zamanımızda da değerinden bir şey kaybetmemiş, belki ilmî tahkiklere kavuşarak daha sağlamlaşmıştır.”,,,

2-SÜNNETTE GIDA REJİMİ: Gıdanın ehemmiyeti ve bunun insanların ferdî ve içtimaî hayatlarındaki şümullü tesirine olan inancı kısaca belirttikten sonra, kişinin arzu edilen terbiyevî istikamette gelişmesi için sünnette nasıl bir gıda rejimi teklif edilmiştir, keyfiyet, kemiyet ve âdab olarak neler tavsiye edilmiştir? Onu görelim.

Bu meseleye sadece sünnette değil, Kur’an-ı Kerim’de de birçok defalar temas edildiğini görürüz. İkisi birlikte nazara alınınca şu prensipleri çıkarmak mümkündür: 1-Gıdalar temiz olmalıdır, 2-Yemede israftan kaçınmalıdır, 3-Yiyecekler çeşitli (mütenevvi) olmalıdır. 4-Bazı âdaba riayet edilmelidir. Şimdi bunları izah edelim:

Gıdalar Temiz olmalıdır. Kur’an-ı Kerim pek çok seferler, yeryüzündeki ‘rızık olarak verilenlerin temizlerinden’ (Kur’an, Bakara 2, 57, 172; A’raf 7, 160; Tâhâ 20, 81), ‘temiz ve helal olanlarından’   (Kur’an, Bakara 2, 168; Enfâl 8, 69; Nahl 16, 114; Mâide 5, 68) yenilmesini emretmektedir.   Buralarda ‘temizlik’ şartı ile kimyevî yapısı yönünden ‘beden ve akla’ zararlı olmaması kastedildiği (Bak, İbnu Kesir Tefsir 1, 358) ‘helallik şartı ile de dinen haram edilmemiş rızıklardan olmasının kastedildiği (A. e 1, 361) belirtilir ki, diğer bazı âyetler yenmesi yasaklanan bu haram rızıkları açıklar. ‘Allah size (eti yenen hayvanlardan) boğazlanmaksızın ölmüş olanı, akan kanı, domuz etini v Allah’tan başmkası için kesilenleri kesin olarak haram kıldı. (….)’ (Kur’an, Bakara 2, 172; Nahl 16, 115), Kezâ faiz (Kur’an, Bakara 2, 275); hırsızlık (Kur’an, Mâide 5, 38) ve hileli yollarla elde edilen (Kur’an, Mutaffifîn 83, 1-4.), zekâtı verilmeyen (Kur’an, Tevbe 9, 34) kazançlar da haram ilan edilmiştir. Ebû Dâvud , Et’ime 33 (3, 355, 3802-3807 HI).yer alan Hadis bunlara ilaveten ayrıca parçalayıcı dişi olan vahşi hayvanlarla pençeli olan vahşi kuşların, kedi ve köpeklerin, ehli eşeğin v.s. etini de haram kılmıştır.

İbrahim Canan’ın kitabında yukarıda bahsedilenlerden başka,  gıdaların temiz olmasının lüzumu ve önemi ile başka bilgilere de kaynakları gösterilerek yer verilmekte, daha sonra “Sünnette Beslenme Rejimi”nin ikinci prensibi olarak “Yemede israftan kaçınmak” konusundan ayni şekilde kaynaklarıyla bahsedilmektedir. İsrafın lügatta haddi mütecaviz sarf ve harç eylemek (…) taât-ı Hak’dan gayri yere malı sarf ve infak eylemek ( Kâmu-i Okyanus 2, 777) diye açıklandığı, Kur’an’da israfın yasaklanmakla beraber meşru olup israf olmayanla israf olanın hududunun tayin edilmediğini, fakat sünnette diğer hususlarda olduğu gibi yeme hususunda da israf olanla israf olmayanın hududunun vâzıh olarak açıklandığı belirtilmektedir. Gıdaların temiz olması mevzuunda olduğu gibi, bu bu mevzuda da kitaptaki geniş açıklamaları aynen nakletmemize yer darlığı sebebiyle imkân bulunmamaktadır. Merak edenler, bahsettiğimiz kitabı satın almak imkanını bulamazlarsa, büyük bir kütüphanede bulabilecekmeri  o kitabın ilgilendikleri kısımlarındaki  geniş bilgileri  bulup okuyabilirler.

Sünnette beslenme rejiminin üçüncü prensibi olan yiyeceklerin çeşitli (mütenevvi) olması, bugün modern tıbbın da gerekçelerinden bahsederek tavsiye ettikleri arasındadır. Sünnette beslenme rejiminin dördüncü prensibi olan “Bazı âdaba riayet” meselesi de geniş bir konu olup bu da burada yer darlığı sebebiyle bahsedemeyeceğimizden, ilgili kitaplar bulunarak onlardan öğrenilebilir.

Helal gıda ve çocuklarla ilgili olarak hadis profesörü merhum İbrahim Canan’ın kitabından yukarıdaki gibi bazı iktibaslar yaptıktan sonra, onun altı yıl önce Ekim ayında bir trafik kazasında vefatını da ibretli ve mühim bir hatıra olarak nakletmekte fayda görüyorum:

13 Ekim 2009’dan 14 Ekim 2009 tarihine girilirken, Prof.Dr.İbrahim Canan’ı Yalova’dan İstanbul’a getiren otobüs de İstanbul’a giriyordu. O gece Prof.Dr.İbrahim Canan için çok farklı bir gece olacaktı. Kader-i İlâhî,  onun yetmiş yıllık kazançlı âhiret ticaretiyle geçirdiği dünya hayatını noktalamak için, Sancaktepe’deki otobüs terminalini Azrail (a.s.) ile buluşma yeri olarak tespit etmiş gibiydi.

Onun vefatını duyan çok kişinin birbirleriyle anlaşmış gibi hemen gayriihtiyarî sordukları: “- Olay nasıl olmuş?” sorusuna cevap olarak anlatılanlar gerçek bir “hikaye” olmakla beraber; “asıl gerçek”; hayatın en büyük gerçeği olan “ölüm”dü.

Ona: “- Tamam..” denilmişti; “- Senin dünya imtihanın bitti.. Bu kadar..” Ve hayatın en büyük gerçeği olan ölüm, şimdiye kadar bu dünyaya gelip bu dünyadan göçmüşlerdeki gibi, bir şekilde onun için de tecelli etmiş; o da ebedî hayatta kendisine sermaye olabilecek iyi amelleriyle, bu fanî dünyadan bakî âleme göç etmişti.

15 Ekim Perşembe günü onun cenaze namazının kılınacağı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camiine öğle namazına gittim. Namaz vaktine 15 dakika kadar vakit olduğu halde, caminin hem içi hem de avlusu caddeye kadar dolmuştu. Ezan okunurken, alt katta kitap satış bürosu önündeki bahçede çakıl taşlarının üzerinde namaza hazırlanırken, birisi masa örtüsü veya perde gibi bir şey getirdi; onun üzerinde öğle namazını ve cenaze namazını eda ettik.

İbrahim Canan’ın ders ve dinî sohbet yaptığı yerlerden birinin müdavimi olan Kasım isimli bir ders arkadaşından bizzat dinlediğim bir rüya da şöyleydi: O ders arkadaşı, İbrahim Canan’ın defninden sonra, merhumla sağlığında birlikte ders yaptığı kitaplardan Lem’alar adlı eserden, Peygamberimiz’in (s.a.v.) ümmetine kemal-i şefkat ve merhametinden bahseden  Dördüncü Lem’ayı okurken, “Ömrünü bütün ümmetine çok şefkatli ve merhametli olan Peygamberimiz’in (s.a.v.) hadislerine vakfetmiş olan İbrahim Canan’a vefatında, Peygamberimizin o şefkat ve merhameti ona  acaba nasıl tecellî etmiştir?” düşüncesi aklından geçmiş. O gece, bu merakını cevaplandırır gibi rahmanî bir rüya görmüş. Rüyasında kazanın oluşu ve İbrahim Canan’ın servis minibüsünün çarpmasıyla vefatı anında birden Peygamberimiz (s.a.v.) görünmüş, İbrahim Canan’ı şefkat ve merhametle kucaklamak için eğilirken, orayı bir nur kaplamış; İbrahim Canan ışık saçan bir kitap suretine dönüşmüş ve kanatlanarak uçmuş…Allah rahmet eylesin.

(Mustafa NUTKU)

Yoktan Var Olmak ve Varken Yok Olmamak..

“Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu”

Hiçbir şey yoktan var olmaz; varken de yok olmaz” birleşik cümlesi, “Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu” adı altında ortaöğretimden başlayarak Genel Kimya kitaplarının ilk sahifelerinde ve kimyanın temel kanunları arasında yer alır.

Acaba, bu birleşik cümle doğru mudur; gerçekten de hiçbir şey yoktan var olmaz mı ve var olan bir şey yok olmaz mı?

Bu eğer doğru değilse, niçin hâlâ ortaöğretimden başlayarak, öğretim kurumlarımızdaki Genel Kimya kitaplarında kimyanın temel kanunlarından biri olarak yer almakta devam etmektedir?

İslâm İnancı Bakımından Bu Kimya Kanununa Bakış

İslâm inancı bakımından bu kimya kanununa bakıldığında, Allah’ın (c.c.) isimleri, Kur’an âyetleri ve hadislere göre hiçbir şeyin yoktan var olmayacağı cümlesi çok yanlıştır; fakat hiçbir şeyin varken yok olmayacağı da ilk cümlenin tam aksine, doğrudur!

Laik sistemde ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun sınırlamaları içerisindeki okullarımızın resmen kabul edilmiş olan ders kitaplarında rastlanamasa da, Amerika’daki bazı okulların kimya ders kitaplarında “Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu” ifadesinin hemen ardından parantez açılıp (Ancak Allah bunu yapabilir!) cümlesinin yazılı olduğu bilinmektedir.

Bu birleşik cümlenin söylenmesindeki niyet ve kast edilen manâ esas alınır. Bunun, “Hiçbir şey yoktan var olmaz” şeklindeki ilk cümlesi, Allah’ın (c.c.) “Hâlık” (Yaratıcı, yoktan var eden) ismini ve onunla ilgili âyet ve hadisleri inkâr niyeti ile söylenmedikçe, onu kimya ile alâkalı olsun veya olmasın, söyleyen kişilerin “maksadını aşan sözleri” sayılabilir ve onları mesul etmeyebilir.

Hiçbir şeyin varken yok olmayacağı ise, zaten bir hakikatin ifadesidir. Bunun İslâm’daki delili ise, Allah’ın (c.c.)“Hafîz” (Muhafaza eden) ve diğer bazı isimleri, bu mevzu ile ilgili Kur’an âyetleri ve hadislerdir.

Lavoisier Kimdir?

1743-1794 yılları arasında yaşamış olan bu Fransız kimyacı, kimya biliminde teraziyi sistematik olarak devamlı kullanarak kendisinden önce yapılmış deneylerin neticelerini değerlendirmiş; kendi deneyleri ile takviye edilmiş izahlar yapmış ve bunların neticesinde kimya reaksiyonlarına giren maddelerin ağırlıkları toplamının o reaksiyonlardan çıkan maddelerin ağırlıkları toplamına eşit olduğunu, “Maddenin Sakımı Kanunu” olarak ifade etmiştir. Bu kanun ifadesinin kimya bilimi içerisinde aksinin iddia edilememesi, ancak yirminci yüzyılın başına, Einstein’in “Özel İzafiyet Teorisi”ne kadar devam etmiştir.

Einstein’in Özel İzafiyet Teorisinin Bu Kanuna Getirdiği Değişiklik Nedir?

1905 yılında, Alman Fizikçi Albert Einstein, maddenin yoğunlaşmış bir enerji olduğunu, enerjinin maddeye, maddenin de enerjiye E=mc² (E: erg-enerji, m: gram-kütle, c: cm/s-boşluktaki ışık hızı) basit formülüne göre dönüşebileceğini bilim âlemine kabul ettirmiştir.

“Einstein’in Özel İzafiyet Teorisi” içerisinde yer alan ve E=mc² formülüyle kısaca ifade edilen madde-enerji eşdeğerliliği ve birbirine dönüşümü bağıntısı, kâinattaki kanunların en mühimlerinden birinin keşfi olarak, bilim âleminde çok mühim bir inkılap teşkil etmiştir.

Bilim ve teknolojide “Atom Çağı”, Einstein’in izafiyet teorileriyle başlamıştır. Atom bombasının yapılabilmesinin başlıca teorik temeli E=mc² ile ifade edilen madde-enerji eşdeğerliliği ve dönüşümüne dayanmaktadır. “Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu” da, bundan sonra “Einstein’in Madde ve Enerjinin Birlikte Sakımı Kanunu” olarak düzeltilmiş; fakat önceki haliyle de Genel Kimya kitaplarında yer almakta ve uygulanmakta devam etmiştir.

Niçin Her İkisi de Hâlâ Doğru Kanunmuş Gibi Kabul Ediliyor?

“Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu”nun daha sonra “Einstein’in Madde ve Enerjinin Birlikte Sakımı Kanunu” şeklinde değiştirilmiş ve düzeltilmiş olmasına rağmen, Genel Kimya ders kitaplarında kimya biliminin tarihçesinde yer alan ve önceki zamanlarda doğru zannedilmiş bir kanun olarak değil de niçin hâlen doğru kabul edilen temel kimya kanunları arasında bahsedildiğinin ve kimyada uygulandığının, bu mevzu ile ilgilenenlere açıklanmasında fayda vardır.

Bu Kanunun Doğru Kabul Edilmesine İhtiyaç Duyulan Haller Nelerdir?

Bu kanunun pratikte doğru kabul edilmesine ihtiyaç duyulan hallerden biri, adî (nükleer olmayan) kimya reaksiyonlarıyla ilgili kimya problemlerindeki hesaplamaların neticesini daha basit ve yeterli bir biçimde verebilmektir. Çünkü, kâinattaki kütle-enerji eşdeğerliği ve birbirine dönüşümü ile ilgili E=mc² formülünden hesaplanabilecek kütlenin enerji eşdeğeri çok büyük; buna karşılık enerjinin kütle eşdeğeri de çok küçüktür. Isı çıkışıyla meydana gelen en şiddetli (ekzotermik) reaksiyonlarda da maddenin kısmen enerji haline dönüşmesi ile toplam kütlede meydana gelebilecek eksilme miktarı ve dışarıdan en fazla enerji verilerek gerçekleştirilebilecek (endotermik) reaksiyonlarda da alınan enerjinin maddeye dönüşmesi ile toplam kütlede meydana gelebilecek artış miktarı, en hassas terazilerle bile tartılabilme sınırının (yüz binde bir gram) çok aşağısında ve kimyada hesaba katılmasına hiç lüzum olmayacak kadar azdır.

Ekzotermik veya endotermik cinsten âdi kimya reaksiyonlarıyla ilgili problemlerde, reaksiyonlardaki kütle kaybı veya kütle artışının hesaba dahil edilmemesiyle yapılan hata, kimyacıların çalışma hassasiyetlerinin çok dışında kalır. “Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu”nun tam doğru olmadığı yirminci yüzyılın başından beri bilinmesine rağmen, halen de en büyük ölçekli âdi kimya reaksiyonlarının hesaplamaları da toplam kütlede hiç kayıp veya artış olmamış gibi kabul edilerek yapılır.

Kimya Denklemlerinin Katsayılarını Denkleştirebilmek

Bu kanunun pratikte tümüyle doğruymuş gibi kabul edilmesini gerektiren diğer bir hal de, kimya denklemlerinin katsayılarının denkleştirilmesinin lüzumudur. Kimya denklemlerinin katsayıları denkleştirilirken, ekzotermik ve endotermik âdi kimya reaksiyonlarında E=mc² formülüne göre toplam kütlenin bir miktarının enerjiye dönüşüp eksilmesi veya alınan enerjiden bir miktar kütle meydana gelmesi hesaplamalarının yapılmaması daha uygundur. Böylece, âdi kimya reaksiyonlarında, neticeye tesirinin önemsizliği sebebiyle gereksiz işlemler ve hesaplar olmaması için, “Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu”nun kimya biliminin uygulamalarında doğru gibi kabul edilmesi bir ihtiyaçtır. Bunun kimya bilimi uygulamalarında kullanılabilmesi için de, Genel kimya ders kitaplarında, kimyanın temel kanunları arasında yer verilmekte devam edilir.

E=mc² Formülü, Âdi Kimya Reaksiyonlarına da Uygulansa Ne Olurdu?

Basit bir misal verecek olursak, bir gram maddenin enerji haline dönüşerek madde halinden çıkması halinde E=mc² formülüne göre meydana gelebilecek enerji: E=1g x (30 000 000 000cm/s)²= 900 000 000 000 000 000 000erg ’tir. Bunun kalori eşdeğeri ve o kadar kalorinin kaç ton kok kömürünün yanmasıyla meydana gelebilecek ısıya eşdeğer olduğu hesaplanırsa, bir gram maddenin kütlesinin tamamen enerjiye dönüşmesiyle açığa çıkabilecek enerjinin, yaklaşık 7500 ton kok kömürünün bir anda yanmasıyla açığa çıkabilecek ısı enerjisine eşdeğer olduğu bulunur.

Bu misalin neticesini diğer bir şekilde de ifade edersek; ekzotermik veya endotermik âdi kimya reaksiyonlarının tümünde, E=mc² basit formülüne göre teorik olarak toplam kütlede eksilme veya artış aslında varsa da, bu kütle miktarı değişimleri bahsetmeye hiç lüzum olmayacak kadar az olduğundan; ihmal edilmesi gerekir.

Nükleer Reaksiyonlarda Kütle Kaybı Hesapları İhmal Edilmez

Nükleer reaksiyonlarla ilgili hesaplarda ise, E=mc² formülüne göre kütle-enerji eşdeğerliği ve dönüşümündeki toplam kütle değişimi miktarları ihmal edilemez. (Meselâ: Atom bombası, hidrojen bombası, nükleer santraller, güneş ve yıldızlarda meydana gelen çok büyük enerjilerin eşdeğeri olan kütle kayıpları)

Einstein tarafından, aslında 1905 ten itibaren “Lavoisier’in Kütlenin Sakımı Kanunu” değiştirilmiş olmasına rağmen, kimya denklemleriyle ilgili katsayıların denkleştirilmesinde ve kimya hesaplarında niçin Lavoisier’in bu kanunu tümüyle doğruymuş gibi, kimya ders kitaplarında yer verilmesinin ve kimyanın uygulamalarında kullanılmakta devam edilmesinin sebebi budur.

Bu Mevzuun İzahının Önemi Nedir?

Lavoisier’in 1789’da neşrettiği “Kütlenin Sakımı Kanunu” tümüyle doğru olmamasına ve Einstein’in 1905’de neşrettiği madde-enerji bağıntısıyla yanlışının belirtilip düzeltilmiş olmasına rağmen, eski şekliyle pratikte hâlâ doğru kabul edilmesinin yukarıda bahsedilen sebeblerle, kimya öğretiminin ders kitaplarında temel kimya kanunları arasında ve kimyanın tatbikatında hâlâ yer almaktadır. Fakat bunun bahsedilen gerçek yönünü gizleyerek veya saptırarak kötüye kullanmak için, biyoloji biliminde “Darwinizm”le yapılmaya çalışılan manevî tahribatın benzerini, güya kimya bilimine dayanarak yapmaya çalışanlar olabilir.

Bu Mevzudaki Yanlış Saptırmaları Yapanlar Kimlerdir?

Bu mevzudaki yanlış saptırmaları yapanlar, ya bu mevzuun cahili olanlar veya bilerek kötü niyetle hareket eden kişilerdir. Bunlar, bilhassa yarım-okumuş bazı cahillerin ve dar görüşlü kişilerin zihnini bulandırıp; maddenin ezeliyeti ve inkâr-ı uluhiyet yanlışlarının müdafaasında, “Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu”nu kendi inkârlarının sahte bir delili gibi kullanmağa çalışabilir.

Bu durumda, Lavoisier’in ismi ve onun adıyla birlikte bahsedilen “Maddenin Sakımı Kanunu”, belki kıyamete kadar bütün ortaöğretim ve yüksek öğretim Genel Kimya kitaplarında yer alabilecek; fakat ayni zamanda bazı hakikat tahrifçilerine sahte delil, aldatma ve saptırma vasıtası da olabilecektir.

Lavoisier’in Dünyadaki Mükâfatı ve Cezası

Lavoisier böylece, Kütlenin Sakımı Kanununun pratikte doğru kabulü ve uygulanması ile hem kimya bilimine hizmet etmiş olmak, hem de bu kanunu ifade eden birleşik cümlesinin bazı yanlış anlamalara ve anlatmalara da müsait ilk cümlesiyle, maddenin ezeliyeti ve inkâr-ı Uluhiyet yanlışçılarına sahte bir delil vermiş olmak durumundadır.

Âhirette kendisi hakkındaki hükmün ve karşılaşacağı durumun ne olacağını, tabii ki ancak mutlak adalet ve hüküm sahibi olan Allah (c.c.) bilir; bu mevzuda Allah’tan başka hiç kimse hüküm veremez. Fakat, Kader-i İlâhi sanki onun bu mevzudaki sevabının da günahının da, dünyadaki karşılıklarını peşinen vermiş gibidir.

Lavoisier Niçin Giyotinle İdam Edilmiştir?

Lavoisier isminin yukarıda bahsedilen sebeblerle Genel Kimya kitaplarında kıyamete kadar yer almakta devam edecek gibi gözükmesi, ona dünyada şan ve şöhret mükâfatı sayılabilirken, 1789’daki Fransız İhtilalinden sonra onun, ihtilalcilerin bazı suçlamalarına maruz kalıp neticede 1794’te giyotinle başı kesilerek feci şekilde idamı da, ona işkence ile öldürülmek hariç, dünyada verilebilecek en büyük ceza olmuştur.

Kendisi hakkında, zulüm içinde tecellî eden bir adalet mi var?

Hikmetini tam bilemeyiz; fakat, ona verilen giyotinle başı kesilerek idam edilmek cezası –isnat edilen suçla alâkasından ziyade- kimya biliminde kendisine atfedilen o kanunun ilk cümlesiyle alâkalı da olabilir.

Doğrusunu mutlaka Allah bilir; fakat, onun giyotinle idamı belki de manâsı saptırılmağa müsait o kimya kanunu cümlesiyle manen idamına sebeb olduklarının günahlarından, “Sebeb olan yapan gibidir” kaidesiyle aldığı hisselerin dünyadaki peşin bir cezası veya kefareti olabileceğini ve böylece kendisi hakkında zulüm içinde tecelli eden bir adaletin olduğu ihtimalini de düşündürmektedir.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Okyanuslar “ASİT”e Dönüşür mü?

Bu yazının başlığı birçoklarına hayret verici ve anlaşılmaz gibi gelse de, aslında okyanusların aside dönüşmesinden daha fazla, okyanusların aside dönüşmemesi hayret edilecek bir şeydir!İlköğretim seviyesindeki kadar bile kimya bilenlerin de bildiği gibi, yerküremizi çepeçevre saran havada kütle bakımından %78 azot, %21 oksijen, %1 de argon, neon, karbondioksit ve su buharı, karışım halinde bulunur.

Soy gazlar” olarak adlandırılan helyum, neon, argon, kripton ve radon haricindeki bütün gazlar gibi, azot gazı da serbest halde ve havadaki diğer gazlarla karışım halindeyken, iki atomlu molekül halinde bulunur.

Azot molekülündeki iki azot atomu birbirlerine üçlü bağla bağlıdır; bu onun kararlı bir molekül olmasına, yani kolaylıkla atomlarına bölünüp başka atomlarla bileşik yapmamasına sebep olur. Buna azot elementinin inert (âtıl) olmak özelliği denir.

N2  + 172 000 kal. ® N + N   (Çok güç)

Azot molekülü azot atomlarına kolay ayrılmaması bakımından çok kararlı (inert) olmasına rağmen, su beraberinde oksijenle yükseltgenip (oksidasyona uğrayıp) bileşik yapabilir.
N2  + 5/2 02 +  H2O ® 2 HNO3   (Çok yavaş)
Ancak, bu reaksiyon çok yavaş olarak meydana gelir. Bu reaksiyon çok yavaş olarak meydana gelmeseydi, atmosferin azot ve oksijeninin tamamı, okyanusların suyu ile birleşerek nitrik asit meydana getirebilirdi. Bu şekilde, en dehşet verici küresel felaket senaryolarından daha dehşetli bir küresel felaket senaryosu olarak okyanuslar, hem asitlik hem de oksitleyicilik özelliği gösterdiğinden çok tahripkâr kuvvetli bir asit olan nitrik asite dönüşür; bu olayda havanın oksijeni ve azotu da tükenebilirdi. Büyük kıyametin kopması hariç, bundan daha büyük bir küresel felaket belki de olamazdı.
Hızlı olduğu takdirde böylesine dehşetli bir küresel felaketi netice verecek olan bu kimya reaksiyonunun hiç olmaması da arzu edilemez; okyanus kimyasında hava azotundan canlıların ihtiyacı olan azotlu bileşiklerin teşekkülü için, bu reaksiyon şimdiye kadar olduğu gibi,  çok yavaş olarak meydana gelmelidir.
Bazı dinsiz filozoflar ve bozuk felsefî cereyanlar, insanı ilah (?) gibi göstermeğe çalışırlar.
İnsan, kâinatın en mükemmel mahlûku olmasına rağmen, onu tehdit eden tehlikelere karşı aczi nihayetsiz gibidir. Buna dair verilebilecek çok sayıda misallerden biri de, yukarıda genel kimya kitaplarından 2-3 satır halinde naklettiğimiz, azot molekülünün su beraberinde oksijenle yükseltgenip nitrik asit meydana getirmesi reaksiyonunun hızını, şimdiye kadar olduğu gibi,  kendine hem zarar vermeyecek hem de  fayda verecek  şekilde ayarlamaktan ve bu ayarı sabit tutmaktan, insanın âciz oluşudur. 
Okyanusların nitrik aside dönüşmesi, ayrıca havadaki bize çok lazım olan oksijen ve azotun da bu şekilde tükenmesi, bu reaksiyonun hızının çok yavaş olması sebebiyle en büyük bir küresel felaket haline gelmiyorsa, hem kimya bilgisi olarak bunu öğrenip hem de;
“- Bu reaksiyonun hızını ayarlayan ve ayarını bozulmadan devam ettiren Kim’dir?” diye hiç düşünmeyecek miyiz?
Bunu düşünmeyi aykırı gördüğümüz bir “şey” varsa, böyle bir durumda asıl aykırılığın o “şey”in kendisinde mi olduğunu ciddî bir şekilde düşünmemiz icap etmez mi?
Kendimizi ve çevremizi tanımağa ilk başladığımız andan itibaren tabiatta cereyan eden kanunların değişmeden devam etmekte olduğuna bakarak,  bu kanunları ezelî, asıl ve değişmez olarak tevehhüm etmek hatasına düşmemeliyiz. Kanun varsa, o kendiliğinden var olmamıştır; o kanunu koyan vardır. Kanun hükmünü icra ediyorsa, bunu kanunun kendisi yapmamaktadır; o kanunun hükmünü icra eden vardır. Bütün âlemin hükümranlığını elinde bulunduran Allah,  hükümran olduğu âlemde carî kanunları koymuş ve icra etmektedir. Kanunu koyan, onu değiştiremez mi? Daha önde gelen, kanun mudur; yoksa o kanunu koymak selahiyeti ve kudreti midir?
Yaratıcı’nın yaratmasının hem ibda (hiç yoktan) hem de inşa (mevcut maddelerden) şeklinde olduğuna dair misaller, bilhassa her Bahar mevsiminde tekrar tekrar bize gösterilmiyor mu?
Hiç yoktan varlık âlemini yaratan ve ona nizam veren kanunları koyanı, kendi koyduğu kanunların esiri (?) gibi vehmetmek, bunu değiştiremeyeceğini veya yeniden başka bir kanun koyamayacağını (Hâşâ) zannetmek, ona noksan sıfat izafe etmek değil midir? Halbuki O, noksan sıfatlardan münezzehtir ve en mühim zikir kelimelerinden olan “Subhanallah” da bunu ifade eder.   
Kur’an’da, halen içinde yaşadığımız bu dünya için Allah’ın belirlediği ömür müddetinin sonunda bu dünyanın  ve kâinatın değişime uğrayacağını bize haber veren çok sayıda âyet vardır. Bunlara“Kıyametle alâkalı âyetler” denilir:
 73/14, 74/8-10, 81/1-6, 101/1-5, 75/1-15, 77/1-19, 50/20, 54/1-2, 54/46, 7/187,  25/25, 20/105-108, 56/1-10, 27/82-85, 15/85, 31/34, 34/3, 39/67, 40/18, 40/59, 42/17,  43/61, 45/27, 18/47, 18/8,  18/99, 16/61, 16/77, 21/1, 21/104, 21/109-111, 21/96-97, 21/98, 52/1-12, 67/25-27, 69/1-3, 69/13-17, 70/1-3,  70/5-14, 78/1-5, 78/17-20, 79/1-8, 79/34-36, 79/42-46, 84/1-6,  30/12-14, 33/63, 47/18, 55/40, 22/1-2, 22/7.  
Bu âyetlerden başka, kıyametten bahseden çok sayıda da hadis vardır.  
Kıyameti ve kıyameti hatırlatan büyük âfetleri meydana getirmekte Allah için hiçbir güçlük yoktur. Kıyamet mutlaka gelecektir. Allah isterse, her an her şey olabilir. İnsanlar için imkânsızlık çoktur;   fakat Allah için imkânsızlık yoktur.
İnsan, aslî vazifesinin idrâki içerisinde, onu Yaratan ve imtihan için bu dünyaya Gönderenin maksadına uygun olarak bu dünyada yaşayabilmeli ve “Allah’a itaat” sırrını kavrayabilmelidir. 
Bu devirde, genelde “Tabiat kanunları” olarak bahsedilen; “Allah’ın âdetullah kanunları”na itaatle nasıl dünya işlerinde başarılı olabiliyorsa, ebedî âhiret hayatının başarısı için de, Allah’ın kendisine kitabıyla ve peygamberiyle gönderdiklerine iman ile itaat etmelidir.
 
İnsanın hakikî ve en büyük başarıyı kazanıp onun mükâfatını alması böyle mümkün olabilir.

İğne (enjeksiyon), burun damlası, göz damlası, kulak damlası orucu bozar mı?

Ramazan ayı başlıyor. Günlük namaz vakitlerimiz güneş takvimi, oruç ve dinî bayram günlerimiz ise kamerî takvime göre belirlendiğinden, bu iki takvim arasındaki gün farkı sebebiyle, her yıl Ramazan orucunun başlangıcı ve dinî bayramlar, kullandığımız Güneş takviminde bir önceki yıla göre 11 gün önce olmaktadır.

Geçen yıla nisbeten günlerin ve oruçlu geçirilmesi gereken zamanın bu yıl daha uzun olması sebebiyle, orucu bozan hallere karşı daha dikkatli olunması gerekmektedir.

Orucu bozan hallerle ilgili aşağıdaki bilgiler http://www.diyanet.gov.tr ve daha mufassal olarak http://www.diyanet.gov.tr/turkish/basiliyayin/ilmihal.pdf web sitelerinde yer almakla beraber, iğne (enjeksiyon) , burun damlası, göz damlası, kulak damlası gibi ilaçların kullanılması mevzuunda da, çok katî bir zaruret hali yoksa, Ebu Hanife’nin içtihadına göre orucu bozduğunun dikkate alınarak oruç tutulması daha doğru olacaktır.(Ek bir bilgi dip notta verilmiştir)

—————————————————————————————————

Orucu Bozan Haller

Giriş Temel Bilgi Orucu Bozar mı? Diyanet’e Göre Mehmet Ali Demirbaş’a Göre

Kısa Özet : Yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmak orucu bozar. Ağızdan alınan hap, şurup, pastil vs maddeler orucu bozar. Ancak iğne yaptırmak konusunda farklı görüşler mevcuttur. Daha detaylı bilgi aşağıda bulunmaktadır.

Orucun yasakları, doğrudan söylenirse yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktır; tersinden söylenirse orucun yasakları, orucun bozulmasına sebep olan şeylerdir. Bölüm başında da belirttiğimiz gibi oruç, yeme, içme ve cinsel ilişkiden kaçınmaktır. Dolayısıyla bu üç hususa dikkat edildiği takdirde oruç tutulmuş olur. Bununla birlikte bazı davranışların, sayılan bu üç şeyin kapsamına girip girmediği konusunda gerekli veya gereksiz tereddütler oluşabilmektedir. Yine orucun bozulmasına yol açmamakla birlikte, orucun genel havasına, anlam ve gayesine yakışmayan şeyler konusunda da dikkatli olmak gerektiği için burada günlük hayatta karşılaşılabilecek bazı durumlara kısaca işaret etmek istiyoruz.

ORUCUN MEKRUHLARI

Öteden beri fıkıh ve ilmihal kitaplarında mekruh olarak nitelendirilen şeylerin bir kısmı, orucun anlam ve gayesine yakışmayan şeyler, bir kısmı da biraz ileri gidildiği takdirde orucun bozulmasına sebep olabilecek şeylerdir. Meselâ bir şeyi tatmak ve çiğnemek mekruhtur; çünkü ağza alınan bir şeyin yutulma tehlikesi bulunmaktadır. Fakihler yine aynı gerekçeyle, bir insanın eşiyle öpüşmesini, ona sarılmasını mekruh saymışlardır. Çünkü bu davranış, orucu bozacak bir fiili işlemeye götürebilir. Esasen bir insanın eşiyle öpüşmesi oruca zarar vermez. Nitekim Âişe vâlidemiz, Peygamberimiz’in oruçlu iken hanımlarıyla elleşip şakalaştığını ve öpüştüğünü anlatmıştır (İbn Mâce, “Sıyâm”, 19; Muvatta, “Sıyâm”, 13).

Aşırı titizlikleri gereği misvak kullanmayı dahi mekruh sayanlar bulunmakla birlikte, âlimlerin çoğunluğu bunu mekruh görmemişlerdir. Günümüzde yaygın olduğu şekliyle ağız ve diş temizliğinin diş fırçası ve diş macunu kullanılarak yapılması da oruca zarar vermez; üstelik aksatılmaması gereken yerinde bir davranış da olur. Ağız ve diş temizliğini gündüz yapmamayı tercih edenler, bunu mutlaka sahurdan sonra yapmış olmalıdır. Oruçlunun normal temizlik için veya cünüplükten temizlenmek için yıkanması mekruh olmamakla birlikte, serinlemek maksadıyla yıkanması oruç esprisine aykırılık gerekçesiyle mekruh sayılmıştır. Oruçlunun güzel koku sürünmesi veya güzel kokan bir şeyi özel olarak koklaması da mekruh sayılmaz.

Ayrıca, esasen orucu bozmamakla birlikte, oruçlunun direncinin kırılmasına ve güçsüz düşmesine yol açan, kan aldırmak vb. şeyler mekruhtur. Konunun başında sahurun geciktirilmesi ve iftarın vakit girer girmez yapılmasının anlamına ilişkin olarak söylediğimiz hususlar burada da geçerlidir.

ORUCU BOZAN ŞEYLER

Yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmak orucu bozan şeylerdir. Bunların hangi durumda sadece kazâ, hangi durumda kazâ ile birlikte kefâreti gerektirdiğini görelim.

a) Kazâ ve Kefâreti Gerektiren Durumlar

Orucu bozup hem kazâ hem de kefâreti gerektiren durumların başında ramazan günü oruçlu iken yapılan cinsel ilişki gelmektedir. Zaten Peygamberimiz oruç kefâreti hükmünü, o zaman vuku bulan böyle bir cinsel ilişki olayı üzerine vermiştir. Oruç kefâreti konusunda eldeki tek örnek ve delil de budur. Bu bakımdan bütün fıkıh mezhepleri, ramazan günü oruçlu iken bilerek ve isteyerek normal cinsel ilişkide bulunmanın, hem kazâ ve hem de kefâreti gerektireceği konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bir şey yiyip içmenin kefâreti gerektirip gerektirmediği konusu ise mezhepler arasında tartışmalıdır. Hanefîler, bilerek ve isteyerek bir gıda veya gıda özelliği taşıyan her türlü maddeyi almayı da bu hükme kıyas ederek, bu durumda da hem kazâ hem de kefâret gerekeceğini söylemişlerdir.

Bilerek ve isteyerek kaçınılması gereken üç şey (yeme, içme, cinsel birleşme) dışında bir sebeple orucun bozulması durumunda kefâret gerekmeyip sadece kazâ gerekir.

b) Sadece Kazâyı Gerektiren Durumlar

Oruç yasaklarının başında yeme ve içme geldiğini, oruçlunun kasten yiyip içmesinin kazâ ve kefâreti gerektirdiğini biliyoruz. Buna ilâve olarak Hanefî fakihleri, beslenme amacı ve anlamı taşımayan ve esasen yenilip içilmesi mûtat (normal, alışılmış) olmadığı gibi insan tabiatının meyletmediği şeylerin yenilip içilmesi durumunda da orucun bozulacağını, fakat bunun kefâreti gerektirmeyeceğini söylemişlerdir. Çiğ pirinç, çiğ hamur, un, ham meyve yemek veya fındık, badem ve cevizi kabuğuyla yutmak böyledir. Bunlar yiyecek maddesi olmakla birlikte, bunların bu şekilde yenilmesi normal değildir ve hem de bunlar bu halleriyle insanın iştah duyacağı ve yemek isteyeceği şeyler değildir. Fakihler, şehvetin normal cinsel birleşme dışında tatmin edilmesinin de aynı kapsamda değerlendirileceğini belirtmişlerdir.

Fakihler ağza giren yağmur, kar veya doluyu isteyerek yutmayı, su içme kapsamında değerlendirerek orucu bozacağını; fakat, kişinin kastı olmaksızın boğaza inen yağmur, kar ve dolunun orucu bozmayacağını söylemişlerdir.

Kusma, kasten yapılmadığı durumlarda orucu bozmaz. Kasten yapıldığında ise, sadece ağız dolusu olması halinde bozar.

Baştan beri ortaya koymaya çalışılan oruç tutma esprisi ve orucun anlam ve amacıyla pek bağdaşmayan muhtemel bütün davranışları ve olayları tek tek sıralamak mümkün olmadığı için bu konuda şöyle bir açıklama getirmek doğru olur: Orucun anlamı, Allah rızâsı için, gerek beslenme gerekse tat ve keyif alma kasıt ve arzusu içeren yiyip içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak, özetle nefsi iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmektir. Bu yasağın ihlâli sayılan her davranış orucun mâna ve gayesine aykırıdır. Yeme, içme ve cinsel ilişki sayılan her davranış orucu bozar, kazâ edilmesini gerektirir. Kasıtlı olarak yapılırsa hem kazâ hem kefâret gerekir.

Bayılma ve delirmenin orucu bozan şeylerden sayılması, esasen oruç yasaklarının ihlâli ile ilgili olmayıp, bütün mükellefiyetlerde ön şart olan bilinçlilik halinin geçici veya sürekli olarak yitirilmesi ile ilgilidir. Bu halin kapladığı günlerin kazâ edilmesinin istenmeyişi de aynı sebebe bağlıdır.

Unutarak bir şey yemek ve içmekle oruç bozulmaz. Peygamberimiz oruçlu olduğunu unutarak yiyip içenlerin oruca devam etmelerini, onları Allah’ın yedirip içirdiğini söylemiştir (Buhârî, “Savm”, 26; Müslim, “Sıyâm”, 17). Fakat yanlışlıkla (hata) yiyip içmek bundan farklı olup Hanefîler’e göre orucu bozar. Meselâ; bir kimse oruçlu olduğunun farkında olduğu halde kasıtsız olarak yanlışlıkla bir şey yese veya içse, diyelim ki abdest alırken ağzına aldığı sudan yutsa veya denizde yüzerken su yutsa orucu bozulur ve kazâ lâzım gelir.

Şâfiîler orucu bozma kastı bulunmadığı için yanlışlıkla bir şey yiyip içmenin orucu bozmayacağını söylerken, Mâlikîler orucun anlamının (imsak) ortadan kalkmış olduğu gerekçesiyle, ister unutma isterse yanlışlık sonucu olsun, bir şey yiyip içmekle orucun bozulacağını söylemişlerdir.

Sabah vaktinin girip girmediği konusunda şüphesi bulunan kimse yiyip içmeye devam ederken o esnada ikinci fecrin doğmuş olduğu ortaya çıksa oruç bozulur ve kazâ etmesi gerekir, kefâret gerekmez. Aynı şekilde güneşin battığını zannederek iftar ederken güneşin henüz batmadığı anlaşılsa yine kazâ gerekir. Hanefî mezhebinde ağırlıklı görüş böyledir. Ancak, bu durumda kefaretin gerekeceğini söyleyenler de vardır. Zira kişi, her iki durumda da zannı ile hareket etmiş ve yanıldığı ortaya çıkmış ise de zanların kuvvet derecesi aynı değildir. Birinci durumdaki zan güçlüdür; çünkü aslolan gecenin devam ediyor olmasıdır. İkinci durumdaki zan ise, bunun tersine zayıftır; çünkü aslolan gündüzün devam ediyor olmasıdır. Bu bakımdan güneşin batıp batmadığından şüphe eden kimse hemen iftar etmemeli, durumun netleşmesini beklemelidir. İmsak ve iftar vakitlerini gösteren bir takvim ve saatin bulunmadığı durumlarda kişi, kendi bilgi ve tecrübesiyle ictihad ederek ona göre davranır.

Unutarak yiyip içtikten sonra orucunun bozulmuş olduğu zannıyla veya gece niyetlenemeyip gündüz niyetlendikten sonra, gündüz yapılan bu niyetin niyet sayılmayacağı zannıyla günün geri kalan kısmında bilerek bir şey yiyip içmek veya cinsel ilişkide bulunmak orucu bozar.

Orucu bozacak fakat kefâreti de gerektirmeyecek bir davranıştan sonra, kişinin yiyip içmeye başlaması halinde, kural olarak kefâretin gerekmeyeceği belirtilmişse de, burada aslolan kişinin oruç tutma veya bozma konusundaki gerçek niyetidir. Amellerin niyetlere göre olduğu şeklindeki genel dinî ilkenin anlamı da budur.

Bir şey yiyor veya içiyorken imsak vaktinin girdiğini anlayan kimse derhal yemeyi ve içmeyi bırakmalıdır. Bile bile yemeye veya içmeye devam etmesi halinde Hanefî imamlara göre bu kişiye kefâret gerekir.

c) İlâç Kullanmanın ve İğne Yaptırmanın Hükmü

Ağızdan alınacak hap, şurup ve pastil gibi şeylerin orucu bozacağında görüş birliği bulunmaktadır. Çünkü bunlar doğrudan mideye inmekte, esasen tedavi amaçlı olsa bile dolaylı olarak beslenme niteliği de taşımaktadır.

Göze, burun veya kulağa damlatılan ilâcın orucu bozup bozmayacağı konusu ise tartışmalıdır. Kimi âlimler, göze damlatılan ilâcın orucu bozmayacağı, kulak ve burna damlatılanın bozacağı görüşünde ise de, bunlardan burun içinin yemek borusuyla ve mideyle doğrudan bağlantısının bulunduğu, gözün dolaylı olarak boğaza açıldığı, kulağın ise mideyle böyle bir bağlantısının bulunmadığı düşünülürse, bunlardan sadece buruna konan ilâçlar hakkında ihtiyatlı olmak gerektiği sonucu çıkar(1). Böyle olunca, burna enfiye çekmek, boğaza inecek şekilde bol miktarda su çekmek gibi davranışlar orucu bozar. Bu organlara konan ve tamamen tedavi amaçlı ilâç ve damlalar ise orucu bozmaz. Çünkü bu son sayılan davranışın yeme ve içme, yani beslenme ve oruca karşı direnç kazanma faaliyeti sayılması isabetli olmaz.

İğne yaptırma meselesine gelince: Deri altına veya adaleye zerkedilen veya damardan yapılan iğnenin orucu bozup bozmayacağı konusu, ilk fakihlerin, yaralayıp vücuda giren bıçak vb. katı cisimler ile derin yara üzerine sürülen merhemin orucu bozup bozmayacağına ilişkin tartışmalarına göre belirlenmeye çalışılmıştır. Şöyle ki;

a) Ebû Hanîfe’nin “derin yara üzerine sürülen ve karın veya beyne ulaşan ilâcın/merhemin orucu bozacağı” yönündeki görüşünü alanlar, iğneyle vücuda bir şey zerkedilmesi durumunda orucun bozulacağını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşte hareket noktası, tabii yollar dışından da olsa vücuda bir şeyin girmiş olmasının orucu bozacağı fikridir. İğne veya damar yoluyla alınan ilâç, serum veya aşı vücudun içine akıtılmış olmakta ve bütün vücuda yayılmaktadır. Beslenme sayılıp sayılmayacağı tartışılsa bile, bunların vücudu güçlendirdiği ortadadır. Bu şekilde alınan ilâç, gerek ağızdan alınsın gerekse iğneyle zerkedilmiş olsun, hiçbir şekilde kefâret gerektirmese de orucu bozar ve kazâyı gerektirir. İlâç almak veya iğne yaptırmak durumunda olan kimselerin ya o gün oruç tutmamaları ya da ilâç almayı ve iğne yaptırmayı sahur ve iftar vakitlerine almaları gerekir.

b) Buna mukabil Ebû Yûsuf ve Muhammed’in “derin yara üzerine sürülen merhemin orucu bozmayacağı” yönündeki görüşünü esas alanlar ise iğneyle vücuda bir ilâcın zerkedilmesi durumunda orucun bozulmayacağını söylemişlerdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed, oruca “normal yollardan vücuda bir şey almaktan kaçınmak” şeklinde bir anlam yükledikleri için yaraya sürülen merhemin, karna veya beyne ulaşmış olmasının bir önemi olmayacağını, dolayısıyla bu durumda orucun bozulmayacağını söylemişlerdir. Eskiden fetvahâne ve daha sonra 1948 yılında Ezher Üniversitesi Fetva Komisyonu tabii delikler dışından vücuda giren bir şeyin orucu bozmayacağı yönünde fetva vermiştir. Çünkü bu tedavi yönteminin, ağız yoluyla ilâcın yutulmasına benzemediği açıktır. Bu noktadan hareketle, astım ve nefes darlığı sebebiyle ağıza sıkılan spreyin zerrecikler halinde içeri gittiği doğru olsa bile bunların akciğerden öteye geçmediği ve mideye ulaşmadığı, gıda ve susuzluk giderme özelliği de taşımadıkları; bu sebeple bunların da orucu bozmayacağı ileri sürülmüştür. Ayrıca belli hastalıklara karşı korunmak maksadıyla yapılan aşıların hükmünde de tartışma bulunmakla birlikte, bu tür aşılarla vücuda mikrop verilerek bağışıklık kazandırmaya çalışıldığı, dolayısıyla bunların beslenme amaçlı olmadığı söylenerek oruca zarar vermeyeceği görüşü ağırlık kazanmıştır.

Hangi görüş alınırsa alınsın, burada inisiyatif, tercih, karar ve tabii ki sorumluluk mükellefe ait olacaktır. Söz konusu olan şey bir ibadettir ve Allah rızâsı için yapılmaktadır. Bu bakımdan, oruç tutan bu şuurdaki insanların gerekmediği halde, hiç açlık, susuzluk ve sıkıntı hissetmeden oruç tutmak için bu yola tevessül edeceklerini düşünmek son derece anlamsızdır. Çünkü aklı olan herkes gayet iyi bilir ki içeriği boşaltılmış ve anlamı yozlaştırılmış ve göstermelik hale getirilmiş bir ibadetin hiçbir faydası olmadığı gibi, böyle yapan kişi sonuçta sadece kendi kendisini kandırmış olacaktır. Esasen dinimiz hasta olan veya tedavi sürecinde olan kişilerin oruç tutmamasına ruhsat vermektedir. Bu bakımdan ilâç kullanmak veya iğne yaptırmak durumunda olan kimseler, hem iyi bir tedavi görüp sağlığına kavuşmak, hem de ibadetlerini ileride huzûr-ı kalp ile ve içe sinerek yapabilmek gayesiyle tedavileri tamamlanıncaya kadar oruç tutmayabilirler. Bu tamamıyla kendilerinin karar vereceği bir konudur. Bununla birlikte bu kimseler, ramazan ayında herkesle birilikte oruca devam etmeyi arzu ediyor ve bu ibadet ayının mânevî havasından kopmak istemiyorlarsa, oruç için başka bir engelleri de yoksa, ikinci grup fakihlere ait olan ve ağırlıklı bulunan fetvayı esas alabilir, oruçlu oldukları halde tedavi ve aşı amaçlı iğneleri yaptırabilirler.

Kaynak: http://www.diyanet.gov.tr

Daha Kapsamlı Bilgi: http://www.diyanet.gov.tr/turkish/basiliyayin/ilmihal.pdf

(1) www.diyanet.gov.tr sitesinde yer alan bu bilgiler bilhassa göz damlası mevzuunda , maalesef gerektiği kadar açık ve net değildir. Birkaç gün önce, göze damlatılan ilacın orucu bozması mevzuunu meşhur bir göz mütehassısı profesörümüze sorduğumda, göze damlatılan ilaçların gözle burun arasındaki bir kanaldan içeri akabildiğinden bu duruma göre: (a) Göz damlası damlatıldıktan sonra, gözle burun arasına parmağı bir müddet basılı tutup daha sonra başı öne eğerek bir müddet o vaziyette durmakla, gözün yanındaki kanaldan içeri geçmiş olabilecek ilaç varsa onun burundan dışarı akmasının sağlanmasının yapılabileceğini, (b) Veya bu işlemlere göre daha emin bir tercihle, katî bir zaruret yoksa, göz damlası ilacının iftar ve sahur vakitleri arasında kullanılmasının daha doğru olabileceğini, Diyanet İşleri Başkanlığına kendisine sormasına cevaben bildirdiğini bana söylemiştir.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Bir İlim Adamı Sıfatıyla Niçin Allah’a İnanıyorum?

New York İlimler Akademisi Eski Başkanı olan A. Cressy Morrison, isminin Türkçe’si “Bir İlim Adamı Sıfatıyla, Niçin Allah’a İnanıyorum?” olarak tercüme edilebilecek bir kitap yazmış ve o kitabının Türkçe özeti, 1960’lı yıllarda bir gazetenin eki olarak verilmişti. Onu yayımlamış olan yayınevinde halen mevcudu olmayan özet broşürün sadece daktilo edilerek ve kopya kağıdı kullanılarak çoğaltılmış bir nüshası bulunarak, istifadeye medar olabileceği düşüncesiyle bazı redaksiyon ve düzeltmeler de yapılmasına çalışıldıktan sonra, burada nakledilmesinde fayda olabileceği düşünülmüştür.

  1. Cressy Morrison’un o kitabının bahsedilen özeti şöyledir:

“Biz insanlar, henüz ilim çağının başlangıcında bulunmamıza rağmen her yeni bilgi, ilmin ışığının her artışı, içinde yaşadığımız kâinatın “yaratıcı bir zekâ”nın eseri olduğunu gösteren yeni deliller getirmektedir.

Bu suretle iman bilgiye istinat etmekte, ulaşılan her merhalede âlim kendini Allah’a biraz daha yakın hissetmektedir.

Ben de kendi sahamda, imanıma destek olan yedi ilmî ana-delil buldum.

BİRİNCİ DELİLİM:

İlk ve Reddi Kabil Olmayan Delili, Bana Matematik İlmi Verdi.

Bu delilin pratik bir ispatını siz de deneyebilirsiniz. Cebinize birden ona kadar numaralanmış on adet madenî para veya jeton koyunuz. Bunların iyice karışmaları için cebinizi sallayınız. Sonra, onları bir numaradan başlayarak on numaraya varıncaya kadar sıra ile teker teker çıkarmayı tecrübe ediniz. Yani elinizi cebinize sokacak, ilk defada 1 no.lu jetonu, ikincide 2 no.lu jetonu, üçüncüde 3 no.lu jetonu… Böylece on defada 1’den 10’a kadar sıra ile on adet jetonu çıkarmayı deneyeceksiniz. Her jetonu çıkarttıktan sonra, onu tekrar cebinize koyacak ve daha sonraki çekişten önce cebinizdekilerin hepsini iyice karıştıracaksınız…

Matematiksel bakımdan, ilk çekişte on ayrı numaralı jetonun içinden 1 numaralı olanı bulmak ihtimali onda birdir. 1 ve 2 numaralı jetonları bir biri ardınca peş peşe çekmek ihtimali ise yüzde birdir. 1, 2 ve 3 numaralı jetonları art arda üç çekişte çıkarma ihtimaliniz ise binde birdir.

On parçanın onunu birden, on çekişte, 1’den 10’a kadar sıra ile çekebilmek şans ve ihtimali ise, on milyarda ancak bir kere vukua gelebilir.

Yukarıdaki muhakeme tarzını, dünya üzerinde hayatın zuhuruna imkân veren şartlara tatbik etmeye kalkarsak, şu hakikati kabule mecbur kalırız: Matematikteki ihtimaliyetler diliyle konuşmak icap ederse, yeryüzünde hayatın meydana gelmesi için lüzumlu şartları bir araya toplayan, asla tesadüfler silsilesi olamaz.

Yeryüzünde Hayatın Şartlarından Biri

Dünya, mihveri üzerinde saatte 1600 km hızla dönmektedir. Bu hız, ekvatora nispetle hesaplanmıştır. Bu hızın on misli azaldığını farz etsek; şimdikine nazaran on misli daha uzun olan gündüzler esnasında güneşin devamlı harareti bütün nebatları kavuracaktı. Buna dayanabilen canlıların bakiyesi ise, on misli uzun olan gecelerin soğuğunda donacaktı.

Yeryüzünde Hayatın Diğer Bazı Şartları

Güneşin sıcaklığı, yüzeyinde 5500 dereceyi bulmaktadır. Dünya ise güneşin bizi ihtiyacımız kadar ısıtacağı mesafelerde bulunmaktadır. Eğer güneş, mevcut hale nispeten ışınlarının yarısını bize gönderebilseydi, soğuktan donardık; bir buçuk misli kadar daha fazla güneş ışını dünyamıza gelseydi, bu sefer de sıcaktan kavrulurduk.

Dünyanın mihveri etrafında 23º 27´ meyilli oluşu mevsimlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır. Bu meyil olmasaydı, denizlerden çıkan su buharı, sadece iki yöne, kuzey ve güney istikametlerine giderdi. Bunun neticesi olarak da, her iki kutupta tedricen muazzam buz kıtaları yığılırdı.

Dünyamızın peyki olan ay, çekim kuvvetiyle dünyada deniz seviyelerinin değişmesine sebep olmaktadır (med ve cezir hareketleri). Ay dünyaya, aralarında 80.000 km’lik bir mesafe kalacak şekilde yaklaşsaydı, muazzam med hareketleriyle, günde iki defa bütün kıtaları su kaplardı.

Bahsedilen bu gibi olaylar –ki bunlar gibi birçokları daha vardır- bize şu hakikati ispat etmektedir: Seyyaremiz üzerinde hayatın meydana gelmesi tesadüflere bağlı olsaydı, bu tesadüflerin tahakkuku için milyarlar kere milyarlarda “bir” ihtimal bile mevcut değildir.

İKİNCİ DELİLİM:

Canlı Bir Varlığın Canlı Kalabilmesi İçin, Tasarrufu Altında Bulunan Kaynak ve Vasıtalarda Her Şeyi Ezelden Takdir Eden Bir Zeka’nın Varlığı Gün Gibi Aşikardır

İnsan, hayatın esrarına henüz vakıf olamamıştır. Hayatın ne bir ağırlığı, ne de bir ebadı vardır. Buna rağmen çok önemli neticelere sebep olmaktadır. İncecik bir nebat kökü, nebatî hayatıyla sert bir kayayı parçalayabilir. Hayat faaliyetleriyle, havada, suda ve toprakta çeşitli neticeler husule gelir. Hayat faaliyetleri esnasında elementler halden hale geçmekte, bazen karışım bazen bileşik teşkil etmekte;  bazen da bu karışım ve bileşikler ayrışmaktadır.

Hayat, her şeklin, her biçimin modelini yapan bir heykeltıraş; kuşlara ötüşlerini talim eden bir musikişinas, meyvelere ve baharata tatlarını, güllere kokularını veren ulvî bir kimyager gibi çalıştırılmaktadır. Hayat faaliyetleri ile çeşitli gıda maddeleri imal ettirilmekte, insanların ve hayvanların soluk alıp vermesi için atmosferde oksijen dengesi sağlanmaktadır.

Kayalar ve denizler, hayatın ortaya çıkması için zarurî olan hiçbir şartı ihtiva etmemekteydiler.

Öyleyse dünya üzerine hayatı kim getirmiştir?

ÜÇÜNCÜ DELİLİM:

Hayvanların Hayatları Esnasında Takip Ettikleri Hareket Tarzı, Pek Âşikar Ve Beliğ Bir Surette, Yaratıcı Ve Merhametli Bir Allah’ın Mevcudiyetini İlan Etmektedir.

Genç somon balığı senelerce denizlerde yaşar. Bir gün, içinde doğmuş olduğu tatlı suya döner. Bir nehirde yukarıya doğru çıkan bir somon balığını düşünelim. O nehre dökülen hangi ırmakta doğmuşsa, daima ve inatla o ırmağın nehre karıştığı sahile varmaya çalışır. Onu oraya büyük bir isabetle sevk eden nedir? Somon balığı aradığı ırmaktan başka (yine aynı nehre dökülen) başka bir ırmağa konulsa, tekrar varmak istediği nehre dönmek için mücadele edecek ve içinde doğmuş olduğu su koluna erişmek için akıntıya karşı yüzecektir. Ta ki, mukadderatını, takdir edilmiş olduğu gibi tamamlasın.

Yılan balıklarının esrarını aydınlatabilmek ise daha güçtür. Olgunluk çağına erişince, bu hayret verici mahluklar, o zamana kadar yaşamakta oldukları göller ve ırmakları terk ederler. Sonra, çıktıkları yer neresi olursa olsun, bütün yılan balıkları, Amerika’daki Bermuda açıklarında, denizin dibindeki derin bir uçuruma doğru, birlikte uzun bir yolculuğa çıkarlar. Avrupa yılan balıklarının bu mevkiye gelebilmeleri için denizde binlerce km’lik bir mesafe kat etmeleri lâzımdır. Sargas denizine gelince, burada ürerler ve ölürler. Yeni doğan küçük yılan balıklarının, etraflarını kuşatan dünyadan hiç haberleri yoktur. Bildikleri tek şey, uçsuz bucaksız bir tuzlu suyla çevrili olduklarıdır. Buna rağmen yola çıkarlar. Ölmüş olan anne ve babalarının geçmiş oldukları yollara düzülürler. Onların hareket etmiş oldukları sahillere varmakla kalmazlar ve vaktiyle yaşamış oldukları küçük dereye, küçük göle kadar giderler. Her şey önceden hesaplanmıştır. Öyle ki, bu uzun yolculuğa gerekli kuvveti temin maksadıyla, Avrupa yılan balığının bir yıl süre boyunca olgunlaşması da programlanmıştır.

Kendilerine kılavuzluk eden, kendilerini güden bu içgüdüyü yılan balıklarına kim vermiştir?

DÖRDÜNCÜ DELİLİM:

İnsandır. İnsanda, Hayvanlarda Bulunan İçgüdüden Daha Fazla Bir Şey Vardır. Bu da Akıldır.

Şimdiye kadar hayvanlardan hiç biri, ona kadar sayabildiğine veya on rakamının manâsını anlayabildiğine dair bir emare gösterememiştir. Hayvanların içgüdüsü, ancak flüt denilen çalgının çıkarabildiği nota gibidir. Hayranlık vericidir bu, fakat sınırlıdır. İnsan beyni ise, bütün bir orkestranın tekmil musiki âletlerini ihtiva etmektedir. Bu delil apaçıktır, fazla izah istemez. Biz ne olduğumuzu, zekamız sayesinde düşünüp anlayabiliriz. Zira âlemşümul zekâdan bize bir kıvılcım verilmiştir.

BEŞİNCİ DELİLİM:

Hücrelerin İçinde Bulunan “Gen” Dediğimiz Harikulade Varlıktır. “Gen”ler, Hayatın Baştan Sona Kadar Takdir Edilmiş Olduğu Kanaatini Vermektedir.

Bir gen, minicik bir şeydir. Dünyada yaşayan bütün insanların menşelerinde bulunan genlerin hepsini bir araya toplayabildiğimizi farz etsek, bunların hepsini bir dikiş yüksüğünün içine sığdırabiliriz.

Halbuki genler her canlı hücrenin, bütün insanların, bütün hayvanların, bütün nebatların kendilerine has karakterlerini taşırlar. Altı buçuk milyar insanın, her birinin öbüründen farklı olan hususiyetlerini ihtiva eden genler için, sadece bir dikiş yüksüğü kadar hacim…

Bu çok şaşırtıcı bir şeydir; fakat bir hakikattir.

Tekâmül dediğimiz değişim, hücrenin içinde, genleri ihtiva eden ve nakleden bu cevherde başlar. Böyle ultra mikroskobik bir genin, bulunduğu canlı varlığın özellikleri ve dünya üzerindeki hayatındaki rolü öyle bir sanattır ki, bunu ancak yaratıcı bir zekâ yapabilir. O’ndan başka her faraziye, âciz kalır; buna cevap veremez.

ALTINCI DELİLİM:

Takdir -Bütün Tabiat Üzerinde Hükümran Olan Bu Yüksek Hikmet- Ancak İlahî Bir Kaynaktan Gelebilir.

Bundan senelerce evvel Avustralya kıtasına bir başka ülkeden kaktüs getirip yetiştirdiler. Bu nebattan, tarlalar ve bahçeler arasında çit olarak istifade edilecekti. Bu kaktüsün Avustralya’da yaşayan böcekler içinde hiçbir düşmanı yoktu. Bu yüzden Avustralya’da dehşet verici bir nispette çoğalmaya başladı. Bir müddet sonra İngiltere büyüklüğünde bir araziyi kapladı, ziraat üretimini engelledi ve çiftçileri köylerini terk etmeye mecbur etti. Hattâ, bazı şehirlerin ahalisinin toptan hicret etmesine sebep oldu. Bu müthiş muarıza karşı bir müdafaa vasıtası bulabilmek için, böcekleri inceleyen âlimler dünyayı dolaştılar. Nihayet, başlıca hususiyeti bu baş belası kaktüsle karnını doyurmak olan ve başka hiçbir şey yemeyen bir böcek cinsinin mevcut olduğunu keşfettiler. Şöyle bir faydası da vardı bunun: Mevcudiyeti keşfedilen bu böceği, Avustralya’daki hiçbir canlı yemiyordu. Bugün bu zararlı kaktüs Avustralya’da hemen hemen ortadan kalkmıştır. Onun yok olmasıyla, onu yemesi için getirilen böcekler de gıdasız kalarak aynı akıbete uğramıştır. Geri kalanları ise, bu istilacı kaktüsün yeniden kıtayı kaplamasına imkân vermeyecek sayıdadır.

Tabiatın her yerinde, cinsler arasında bu takdir edilmiş muvazeneyi müşahede etmekteyiz.

Çok hızlı olarak çoğalan böcekler, niçin yeryüzünü fethedememişlerdir? Çünkü onların insanlar gibi ciğerleri yoktur. Böcekler, teneffüs borusu denilen bir boru vasıtasıyla teneffüs ederler ve bir böcek normal boyunu aşınca, nefes borusu vücudun diğer kısımları nispetinde gelişemez. İşte bu yüzdendir ki, hiçbir zaman dev büyüklükte böcekler olmamıştır. Böceklerde bu anatomik hususiyet olmasaydı, insan nesli de yeryüzünde çoktan yok olurdu. Bir arslan büyüklüğünde kocaman bir eşek arısıyla karşılaştığınızı düşününüz…

YEDİNCİ DELİLİM:

Sadece Bu Delil Bile Tek Başına, Allah’ın Varlığını İspata Yeterlidir. Bu da, insanın Allah fikrini idrâk etmesidir.

Allah’ın var olduğunu idrâk edip anlayabilmek için, canlılar arasında sadece insan zihninin hizmetine verilmiş bir kabiliyet vardır; onun adı: “Tasavvur kabiliyeti”dir. Bu “tasavvur kabiliyeti” sayesinde biz insanlara sonsuz ufuklar açılmıştır.

İnsan, zihninin hizmetine verilen bu kabiliyet sayesinde, her şeyde şu yüce gerçeğin delillerini keşfetmeyi öğreniyor:

Allah her yerde, her şeyde hazır ve nâzırdır.

Her şey Allah’ı gösteriyor ve her yerde olduğundan çok daha fazla, Allah bizim kalbimizdedir.

Böylece, ilmî gerçekler ile insan cüz’î iradesinin ve zihninin iyi kullanılması, neticede Allah’ın yüceliğini, şanını ve kâinatın onun eseri olduğu hakikatini itiraf hususunda birleşiyorlar.”

_______________

NOT:  A. Cressy Morrison’un Allah’ın varlığını ve birliğini bir ilim adamı olarak kabulüyle ilgili olarak bu dediklerinden başka, aynı mevzuda kâinattaki çok sayıda başka delillerden de bahsedilebilir ve şimdiye kadar çeşitli neşriyatta bahsedilmiştir.

Kâinat böyle tevhid delilleriyle dolu olduğu halde, ancak iman gözüyle bakılabilirse onlar görülebilir.

“Îman, Sa’d-ı Taftazanî’nin tefsirine göre: “Cenâb-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz’-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.” denilmiştir.”(Risale-i Nur, İşarât’ül- İ’caz)

Halk arasında “Allah hidayet vermemiş ki…” sözünün kullanılmasına çok rastlanır. Allah, malı istediğine verir; hidayeti vermesi ise, yukarıdaki imanla ilgili tarife göre, malı istediğine vermesi gibi değildir; insanın cüz’-i ihtiyarîsini hidayetini netice verebilecek şekilde sarfından sonra olabilir. Çünkü insan, aklını ve cüz’-i iradesini kullanmak şekliyle ve onları kullanmak şeklinin gereklerini yapmasıyla ilgili olarak, bir dünya imtihanına tabi tutulmaktadır.

Niçin ilim adamlarının, kâinattaki tevhid delilleriyle daha fazla karşılaştıkları halde, onlardan bazılarının imanlıyken bazılarının imansızlıkları;

1 –  Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, bu dünyanın insanların akıllarını ve iradelerini iyi kullanmalarıyla ilgili çok mühim bir imtihan yeri oluşu; insanların akıllarını ve iradelerini iyi kullanmalarıyla onlarda iman etmeye meyil hâsıl olduğunda, onların manevî varlıklarının merkezi manâsındaki kalplerine Allah’ın iman nurunu yerleştirebileceği,

2 – İlim adamlarının, bütün ilimlerin başı ve en mühimi olan “Marifetullah”ı elde edebilmeleri ve Allah’ı zatıyla tanımaları mümkün olamasa da sıfatlarıyla tanımaları için, onlara bu dünya imtihanlarında Allah tarafından emaneten verilmiş olan “ene”lerini kullanma şekillerinin değişiklik göstermesi gibi bazı sebeplerle ilgilidir. (M. N.)

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.Ulegder.net