Etiket arşivi: Mustafa Nutku

Helal Gıda Anlayışında Gelişme

Son on yılda ülkemizde helal gıda anlayışında “gelişme” halleri de, “gelişmeme” halleri de olmuştur. Bunlardan bazılarına işaret etmekte lüzum ve fayda vardır.
1- Üç kıtada milyonlarca kilometrekareye yayılmış, dünyanın bir numaralı süper devleti olan Osmanlı İmparatorluğundan bugünkü Türkiye’ye gelince, yakın zamana kadar devam eden askerî vesayetten kurtulmak ve başka faydaları için Türkiye devletinin temsilcileri tarafından Avrupa Birliği’ne girmek istenilmiştir ve bunun için de yıllardır çalışılmaktadır. Askerî vesayetin eskisi kadar olmaması gibi, bu çalışmalardan bazı faydalar elde edilmiş olunmasına rağmen bu mevzuda bilhassa manevî yönden olmuş ve olabilecek zararların da göz ardı edilmemesi gerekmektedir. “Avrupa Birliği” aslında bir “Hristiyan Kulübü”dür; bu “birlik”, kendisine dahil olmaya çalışan tek Müslüman ülke ve nüfusunun da büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’yi yıllardır kabul etmeyerek kapısında bekletmekte ve bu esnada da bu birliğe dahil ülkelerdeki, İslâm’a aykırı bazı kanunları ve diğer mevzuatı %99’unun Müslüman olduğu söylenen ülkemizde “bu birliğe uyum” fasıllarında yürürlüğe koydurtmaktadır.
Bu şekilde, Avrupa Birliği’ne uyum için Türkiye hukuk sisteminde yapılan mevzuat değişikliklerinin neticesi olarak, İslâm’ın helal saymadığı bazı şeyler de, ülkemizde yürürlüğe giren yeni resmî mevzuatla yasaklanamaz hale gelmiştir. Bunlardan bazıları gıdalarla ilgilidir ve bunların manevî zararlarından halkımızın korunabilmesi için, helal gıda anlayışının ülkemizde artış göstermesi gerekmektedir. Türkiye’de halen mevcut şartlarda, “%99’u Müslüman olan bir ülkede yaşadığımıza göre, bu ülkede yediklerimizin helalliği mevzuda şüpheci olmaya lüzum yok” sözleri, bu mevzudaki büyük gafletin ifadesi sayılır. Bu gaflet halinin, son on yılda toplumumuzda helal gıda anlayışındaki gelişmeyi sağlayan eğitici faaliyetler neticesinde tamamen yok olmasa da azalmış olduğu söylenebilir.
2- Fransa’da Sorbonne Üniversitesinde doktorasını yaparken Avrupa’yı da gerçek yüzüyle tanımak imkânını bulmuş hadis profesörü rahmetli İbrahim Canan, Avrupa Birliği üyelerinin Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne almayacaklarını, fakat bu birliğe almak ümidini vererek çeşitli mevzuat değişiklikleri yapmasını şart koşmak suretiyle kendilerine benzetmek ve İslâm’dan uzaklaştırmağa çalıştıklarını söylerdi.
Profesör İbrahim Canan’ın bu mevzudaki tahminlerinin istikbalde gerçekleşecek hakikatle uyumunun ne olacağı hakkında şimdiden kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Fakat, Avrupa Birliği’ne girebilmesi için Türkiye’ye kabulü şart koşularak dayatılan “uyum yasaları”nın ve diğer mevzuatın, bu birliğe alınmayışımız kesinleşirse, halen de Müslüman Türkiye halkına mal olmamış bazı kanunların değiştirilememesi gibi olabileceği, toplumumuzun bir kesiminin Avrupaî şekilde yaşamaya alışacakları ve o yaşayış tarzlarından vazgeçmek istemeyecekleri gibi sebeblerle, yürürlükten kaldırılmalarının “Atı alan Üsküdar’ı geçmiş” deyimindeki gibi, kolay olmayabileceği de şuurlu Müslüman Türkiye halkı için haklı bir endişe mevzuu olmaktadır.
Böyle bir ihtimale karşı da, Müslüman vatandaşlarımızın kendileri ve terbiyeleri ile mükellef oldukları kişilerin, doğru İslâmiyeti öğrenip onu doğru yaşayabilmeleri için yapılacak eğitim faaliyetleri büyük ehemmiyet arz etmektedir.
3- Bu yazı serisinde daha önce de bahsedildiği gibi, “doğru İslâmiyeti öğrenip onu doğru yaşayabilmek” için, âkil-baliğ her Müslüman’ın öncelikle kendisine farz olan ilmihalini iyi öğrenmesi gerekmektedir. Bunun için de, iyi bir veya birkaç ilmihal kitabını kendisine “başucu kitabı” yapmalı ve onun rehberliğinde yaşamalıdır. Çünkü, “İlim öğrenmek, kadın, erkek her Müslüman’a farzdır” hadisine göre ilmihalini öğrenmek “farz-ı ayn”; diğer meşru ilimleri öğrenmek ise “farz-ı kifaye”dir. (“farz-ı ayn” ve “farz-ı kifaye” kelimelerinin ne demek olduğu da, ilmihal bilgileri içerisindedir).
4- Müslümanların ferdî, ailevî ve içtimaî hayatlarındaki, bazıları medyaya da akseden çeşitli yanlışlarının temelinde, bir hadiste “Bütün kötülüklerin anası” olarak vasıflandırılan “cehalet” vardır ve bu cehaletten de asıl kastedilen: İlmihalini bilmek mevzuundaki cehalettir.
Müslümanların kendilerine farz olan ilmihallerini öğrenmelerinin lüzumundan ve öneminden “Cehalet, bütün kötülüklerin anasıdır” hadisiyle birlikte bahsederken, “cehalet” kelimesinin manâsına açıklık getirilmesine de ihtiyaç olmaktadır. Katıldığım bir toplantıdaki sunucu “Strateji en mühim ilimdir; çünkü insanların hayatta kalabilmesiyle ilgilidir” dediğinde ona itiraz etmiş ve en mühim ilmin “Marifetullah” (Allah’ı tanımak) ilmi olduğunu söylemiştim. Marifetullah, farz-ı ayn olan ilmihalin en başta gelen konusudur (Tabii ki, Allah’ı tanımak, O’nu zatıyla değil; isim ve sıfatlarının kâinattaki tecellîleriyle, gönderdiği Kur’an ve Resulullah vasıtasıyla olması gereken bir tanımaktır).
Katıldığım diğer bir toplantıda da eski bir parlamanterin, katıldığı her toplantıdakilere sorduğunu söylediği “En mühim şey nedir?” sorusunu o toplantıda bulunanlara da sorduktan sonra, kendisinin “Bilgidir” demesi de noksan bir cevaptı. “İnsanın en mühim meselesi Cehennemden kurtulmaktır” (Risale-i Nur Külliyâtı 11.Şua’nın 8. Meselesi’nde bu konu açıklanmaktadır). Tahsilin hedefi de bilgi değil; belki harekettir, lüzumlu ve doğru bilgiyle doğru davranıştır. Şarkiyatçılar, Müslümanların çoğundan daha fazla, İslâm dini hakkında bilgi sahibidirler; fakat İslâm dinine iman etmiyorlarsa ve İslâm imanıyla yaşamıyorlarsa onların İslâm dini hakkındaki bilgileri Allah’a karşı mesuliyetlerini daha da arttırır. Lüzumlu ve doğru bilgiyle doğru davranışta bulunmak gereken en mühim konulardan biri de helal gıda konusudur.
5- Bu yazı serisinde daha önce de bahsedildiği gibi, Türkiye’nin Müslüman halkı diğer İslâm ülkelerinin çoğuna nisbeten, kendisine farz olan ilmihal bilgilerine bizzat ulaşabilmek hususunda çok daha fazla kolaylık içindedir. İngiltere’de bulunduğum sırada görüştüğüm diğer Müslüman ülkelerinin vatandaşlarından bazıları, kendi ülkelerinde halka dönük (popüler) mahiyette yazılmış ilmihal kitaplarının olmadığından ve daha ziyade fıkıh âlimlerinin anlayarak açıklayabileceği kitaplardaki bilgileri doğrudan o âlimlerden öğrenmeleri icabettiğinden, Türkiye’deki duruma gıpta ederek bahsetmişlerdi.
6- Devletin laik olup, din ve dünya işlerini sisteminde ayırmış olması, o devletin fertlerinin de aynisini yapmasını gerektirmeyeceğinden ve devletin laik olması fertlerin doğru İslâmiyeti öğrenip onu doğru yaşamayışlarının mazereti olarak kabul edilmeyeceğinden, Türk halkının her mevzuda olduğu gibi laik devlet sistemi içinde gıda mevzuunda da helal olanların seçiminde ve kullanılmalarında daha dikkatli, daha titiz ve daha seçici olmalarını gerektirmektedir.
7- Son on yılda Türkiye’de dernek, vakıf, platform gibi adlarla bazı sivil toplum kuruluşları (STK) helal gıda mevzuunda “bilgilendirme” ve bazıları da bilgilendirme yanında “helal gıda sertifikası da vermek” faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Hakkın hatırının alî (yüce, yüksek, ulu) olup hiçbir hatıra feda edilemeyeceğine dair Hadis-i Şerîfe uymak suretiyle “Doğruya doğru, yanlışa da yanlış diyerek hakperestlik” yapılacak olursa, bunların doğru yaptıklarının takdir ve tebrik edilmesiyle kalmayarak, inkâr edilemeyecek bazı yanlışlarını da hoşgörü ile karşılamamak ve o yanlışlarını tasdik haline girmekten sakınmak gerekmektedir.
8- “Helal” kelimesi, dinî bir terimdir. Hilafet müessesesi varken veya İslâm dini esasına dayalı devlet sistemlerinde “Helal Gıda Sertifikası” vermenin usulü ve bu sertifikayı kimin verebileceği, kontrolü ile ilgili mevzuat konabilir ve o mevzuata uymak toplumun mecburiyeti olur. Laik devletler ise, böyle mevzuat koyamazlar; bu sebeble Türkiye ve diğer laik devletlerde helal gıda tartışmaları ve helal gıda sertifikası vermekte “çok başlılık” hali görülür. Böyle ülkelerde helal gıda mevzuunda tartışmalar olmamasını ve helal gıda sertifikası vermekte “çok başlılık” halini yadırgayarak bu hallerin olmamasını istemek, muhali (imkânsızı) talep etmektir. Laik devlet sistemi içinde “Ülkemizde helal gıda sertifikası vermekte niye çok başlılık var?” sorusunu sormak, “Ülkemizde niye birden fazla dernek, vakıf ve platform var?” sorusunu sormak gibi abestir; fakat, mevzuun bu inceliğini düşünmeden, son on yılda ve halen de bu soruyu soran çok sayıda kişi olmaktadır.
9- “Helal gıda” arayışındaki Müslümanları aldatmaya çalışmayan tüm sivil toplum kuruluşlarının, ayni mevzu ile ilgili faaliyet gösteren diğer sivil toplum kuruluşlarına ihlâsla bakışlarının ve onlardan bahsetmek üsluplarının nasıl olması gerektiğine şu cümleler cevap verebilmektedir: “…haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, ‘Mesleğim haktır’ yahut ‘daha güzeldir’ diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini imâ eden ‘Hak yalnız benim mesleğimdir’ veya ‘Güzel benim meşrebimdir’ diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek,..” (Risale-Nur Külliyâtı, Lem’alar, 21. Lem’a)
Ancak, isminde “helal gıda” kelimeleri yer alan ve web sitesinde bu mevzuda cevabı verilmesi için soruların sorulmasını kabul etmesine rağmen, “helal gıda” sorularına ekseriya cevap vermeyip başından savarak, o soruların fıkıhçılara sorulmasını tavsiye eden, bazen kendi fıkıhçılarının cevap verdiği sorular olursa onlarda da şer’î zaruret olmadığı hallerde bile gıdalarda alkol katkısı bulunmasına fetva veren bazı sivil toplum kuruluşlarının bu yanlışları ise, “helal gıda anlayışında gelişme” değil; o anlayışa zıt hallerin misalleridir ve polemiğe sebeb olmamak için site ismini vermeden o yanlışlara dikkatlerin çekilmesi ihmal edilmemelidir.
10- “Türkiye veya diğer laik devlet sistemiyle idare edilen devletlerde yaşayan Müslümanların helal gıda ile ilgili sorularına doğru cevaplar alamayarak, helal gıda mevzuunda yolları tıkanmış görmek haline girmemeleri için yapmaları gereken nedir?” denilerek çözüm arayışına teşebbüs edilirse; buna cevap olarak da, Müslümanların hedefledikleri bir menzile ulaşmak için güvenebilecekleri yol haritası, rehber, kılavuz aradıklarını, kendilerine iyi bir kılavuz seçip onunla yol alarak hedeflerine ulaşmaya çalıştıklarını; kendileri için en mühim hedef olan Allah’ın rızasına ulaşabilmek için de benzerini yapmak suretiyle kendilerine yol haritası olarak Kur’an, hadis ve onlardan süzülmüş manâları ihtiva eden eserlerden faydalanıp, Allah’ın Resulünün ve onun ilmî varisleri olan âlimlerin rehberliği ve kılavuzluğu ile onların gösterdiği yoldan gittiklerini; buna benzer tarzda helal gıda hedeflerine ulaşmak için de güvenebilecekleri yol haritası olabilecek ilmihal bilgilerini sağlam kaynaklarından araştırarak ve ehline sorarak elde edebileceklerini, güvenebilecekleri rehber ve kılavuzları da seçip onların yolla ilgili tavsiyelerine uyabileceklerini söyleyebiliriz.
11- Bahsettiğimiz meseleler dönüp dolaşıp tekrar, kadın-erkek bütün Müslümanlara farz olan ilmihalini iyi bilmeğe ve hayatında uygulamaya bağlanmaktadır; buna rağmen ilmihalini iyi bilmenin öneminin çok farkında olan Müslümanların sayısı azdır. Halbuki, insanın dünya hayatından sonraki ebedî hayatının şartlarının ne olacağı ile ilgili olarak, bu dünya imtihanındaki tüm davranış biçimi seçimlerinin doğru ilmihal bilgilerine dayandırılması gerekmektedir.
Bediüzzaman Said Nursi İkinci Meşrutiyet’ten sonra Şark’taki aşiretler arasında yaptığı sohbetler esnasında sorulan suallere verdiği cevaplardan birinde de: “Hiçbir müfsid, ‘Ben müfsidim’ demez, daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ‘Ayranım ekşidir.’ Fakat siz mihenge vurmadan almayınız.” sözleriyle ve bu sözlerinin devamında söyledikleriyle dikkati çektiği gibi, Müslümanların herhangi bir sözü kabul etmeleri için mihengleri (miheng, altının saflık derecesini anlamakta kullanılan bir taşın adıdır), onların doğru ve yeterli ilmihal bilgileri olabilir.
12- Gıda maddeleri piyasasındaki bir ürünün mahiyeti bilinmeden onun hakkında fıkhî hüküm verilmemesi gerekirken, maalesef son on yılda Türkiye’de bu mantıkla bağdaşmayacak bazı haller de olmuştur. Son on yıldaki helal gıda anlayışından (veya anlayışsızlığından) bahsederken, meslek taassubu veya meslekî enaniyet ile girilmiş olabilecek bu yanlış hallere dikkat çekilmesine de ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun müşahhas misallerinden biri, suyun ilmî tarifi iyi bilinmeden, su ile fâsid (yanlış) bir kıyas yapılarak, su için temizlik hükümlerinin, gazozlar gibi içinde az miktarda bile olsa kasdî şekilde ilave edilmiş alkol bulunan meşrubat için de geçerli olduğuna dair fetva verilmesinde maalesef bariz bir şekilde görülmüştür. Suyun ilmî tarifinde onun renksiz, kokusuz, tatsız bir sıvı olduğunun söylenmesine rağmen, tümünde tad ve koku olan, bazılarında bunlara ilave olarak renk de bulunan gazozların temizlik hükmünün sularla ayni olduğu fâsid kıyaslamasının yanlışlığını beyan etmek için çok âlim olmak gerekmemekteydi.
13- الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ
“O ki, hanginiz amelde daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı. Ve O, Azîz ve Gafûr’dur”( Mülk, 67/2)
İnsan, bu dünyaya aklıyla ve iradesiyle çok mühim bir imtihan için Allah tarafından gönderilmektedir. Kur’an’da, Mülk Sûresi’nin ikinci âyetinde de, insanın dünyadaki bu çok mühim imtihanına dikkat çekilmektedir. Helal gıda anlayışını geliştirmek ve o anlayışla helal gıda arayışında, seçiminde ve kullanılmasında bulunmak da insanların bu imtihanlarının konularından biridir; bunda da başarılı olmaya çalışmalıdır.
Buna rağmen, içinde bulunduğumuz asırda yaşayan bazı Müslümanlarda bile görülen bir manevî hastalık, İslâm şeriatına göre yaşaması gerekirken, kendi vazgeçmek istemediği dünya menfaatleri ve yaşayış tarzına kılıflar uydurmağa çalışmasında bariz olarak görülmektedir. Çeşitli mevzularda ârâzını (belirtilerini) gösteren bu manevî hastalığın bazı belirtileri de onun gıda seçiminde görülmektedir. O hastalığın müptelâları, İslâm şeriatının hudutları içinde yaşamamak, dünya menfaatlerinin, nefislerinin, hedonizm meyillerinin esaretiyle ve manevî mesuliyet duygusu noksanlıklarıyla edindikleri alışkanlıklarını devam ettirmek istemektedirler. Bu mevzuyla ilgili yanlış hallerinden biri de, insanların kasdî olarak yaptıklarıyla onların kasdî yapmadıklarını hiç ayırt etmemek olmaktadır.
Gazozların, bileşimlerindeki esansları suda çözünebilir hale getirmek için “ara çözücü” olarak kullanılan alkolün kasdî olarak dışarıdan ilave edilerek imal edilmişse onun vücuda alınmasında bir damlası ile bir küpü arasında fark yoktur. Buna rağmen “gazoz içerek sarhoş olana rastlanmadığı”, “meyvelerde de alkol olduğu” gibi geçersiz sözlerle bu mevzuun hafife alınmasına çok rastlanmış olması da helal gıda anlayışında “gelişmeme” hallerinin son on yıldaki misallerinden birini teşkil etmiştir. Bakkallar ve marketlerin en çok sattıklarının gazozlar ve sigaralar olması sebebiyle, onların derneklerinin maddî kazanca öncelik veren tutumları da ayni hale verilebilecek misallerden biridir.
14- Meşveret (bir mevzuda çeşitli ve ehil şahıslardan fikir almak, danışmak) bir Kur’an hükmüdür. Kur’an’da Şûrâ (danışma) adlı bir sure ve meşvereti emreden iki âyet vardır:
وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ الْبَغْيُ هُمْ يَنتَصِرُونَ
“Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. İşleri kendi aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.” (Şûrâ, 42/38)
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظّاً غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
“Sırf Allah’tan bir rahmet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer katı yürekli ve kaba biri olsaydın elbette etrafından dağılıp gitmişlerdi. O halde kusurlarını affet, günahlarına bağışlanma dileyiver ve işinde görüşlerini al, sonra da azmettin mi artık Allah’a tevekkül et! Çünkü Allah tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân, 3/159)
Şer’î meşveretin lüzumu ve faydası hakkında çeşitli hadisler de vardır. Şer’î meşveretin adâbı, bu meşveretin yapılabileceği kişilerde bulunması gereken vasıflar (meşveret edilecek kişilerin emin/güvenilir olması vd) ve şer’î meşveret mevzuunda mühim ölçüler hakkındaki bilgilere, yapılacak kısa bir araştırma ile kolaylıkla ulaşılabilir. Buna rağmen, helal gıda mevzuundakiler de dahil, İslâmî hizmetlerle ilgili bazı meşveretlere iştirak edenlerde, sırf Rıza-i İlahî için doğru bildiğini söyleyenlere tahammülsüzlük ile onu meşveret meclisinden dışlamağa çalışmak ve böyle bir durumla karşılaşmak endişesini taşıyanların ise katıldıkları meşveret meclislerinde tutukluk ve suskunluk hali sergilemesi, hakkı söylemeyi hatır-gönül meseleleriyle yapamaması gibi haller göstermelerine rastlanabilmektedir.
Halbuki, şer’î bir meşverete katılan, hak namına hareket ile doğru bildiğini söylemelidir; doğru bildiğini değil de başka şeyleri söylerse, bu onun emin/güvenir bir meşveret üyesi olmak vasfını ortadan kaldırır. İstişarede bulunanlar, fikir hürriyeti ile ve fikirlerini ifade etmek hürriyeti ile hareket etmeli; çekingenlikle, korkaklıkla, hakikati usulüne uygun olarak söylemekten geri kalmamalıdır.
İstişare edilecek mevzuların neler olduğu hakkında daha önceden, istişareye katılacaklara “gündem” başlığı altında bilgi verilmeli ve istişare için davet edilen kişinin o mevzuda hazırlıklı olarak gelebilmesine imkân tanınmalıdır; bunun aksi durumlarda, toplantıya davet yapanın sadece kendisinin hazırlıklı gelmesiyle söyledikleri karşısında toplantıya katılanların suskun kalması, onların kabulü olarak değerlendirilmeye çalışılabilir. Bu sebeble önceden toplantı gündemini bildirmek, gerekli görülen ve çeşitli nitelikteki toplantılarda yaygın olarak kullanılan bir usuldür. Bunun, helal gıda ile ilgili toplantılarda da ihmal edilmemesi için, bu usule de önemle dikkat çekilmesi gerekmektedir.

Mustafa Nutku

Onun (s.a.s.) Ruhu , Aramızda Yaşıyor ve Bizimle Alâkadar..

Ayın hareketini esas alan Hicrî  Takvime göre Rebî-ül Evvel ayının 12. gecesinde  “Mevlid Kandili”  olarak kutlanan Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğum yıldönümü, Güneşin hareketini esas alan Rumî Takvime göre de her yıl 20 Nisan’da kutlanmakta ve o günü takip eden hafta, yıllardır çeşitli ve çok sayıdaki zengin programlarla, “Kutlu Doğum Haftası” olarak idrak edilmektedir.              

Dinî yaşayışımızda Ramazan orucunu, Hac zamanını ve  dinî bayramlarımızı ayın hareketini esas alan Hicrî takvime göre; günlük namaz vakitlerimizi ise, güneşin hareketlerini esas  alan Rumî takvime göre belirliyoruz.

Rahman Sûresinin 5. Âyetinde mealen “Güneş de ay da, bir hesap iledir” denildiğinden, her iki takvimi de bu şekilde kullanışımız geçerlidir ve Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğum yıldönümü hem ayın hareketini esas alan Hicrî takvimdekin göre ve hem de güneş’in hareketini esas alan Rumî takvimdeki onun karşılığı olan tarihte kutlanabilir.

Peygamberimiz (s.a.s.), İki Cihan Serveri, (Miladî: 571’deki)  Kamerî aylardan Rebi-ül Evvel ayının Türkçe’deki karşılığı “Pazartesi” (el yevmül’ isneyn) olan 12. gününün sabahı dünyayı şereflendirdi; ayın hareketini esas alan Hicrî takvimle altmışüç yaşını doldurduğu (Miladî: 632 ve Hicrî 11’deki) diğer bir Rebi-ül Evvel ayının, doğumunda olduğu gibi gene haftanın günlerinden bir Pazartesi gününe tevafuk eden 12. günü de, dünyadaki cismanî hayatını terk ederek, ruhu Refik-i Âlâ’ya yükseldi.

Haftanın günleri arasında Pazartesi gününün, Peygamberimiz’in (s.a.s.) hayatında mühim hadiselerin cereyan ettiği özel bir gün olduğu dikkati çekmektedir: Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğumu ile dünyayı teşrifi, kendisine peygamberlik vazifesinin bildirilmesi, Mekke’den hicretle Medine’ye gelişi ve mübarek ruhunun kabzedilmesi, hep haftanın o gününde olmuştur.

Bundaki hikmetin ne olabileceğine belki de gereksiz yere merakımızı sarf etmek yerine, kendimiz için bu çok ince sırlı tevafuktan alabileceğimiz bazı mühim dersleri alabilmeye çalışırsak, daha isabetli hareket etmiş oluruz.

Alabileceğimiz en mühim derslerden biri de, belki şu olabilir: Dünyadaki hayatımız bize sanki pek uzunmuş gibi gözükse de ve dünyada ebedî kalacakmışız gibi, ömür sermayemizi değerlendirmekte bazen ihmaller göstersek de; onu sadece –bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü gibi– yaşadığımız günden ibaret olarak varsaymamız, hakikî istikbalimiz ve ebedî menfaatlerimizin bizi beklediği âhiretimiz için daha faydalı olabilir.

Çünkü, insanın ömrü, birer günlük kısımlara bölünmüştür ve ömrünün birer günlük birimlerini hangi îman, niyet ve gaye ile ve hangi işleri yaparak geçirirse, ömrünü de öyle geçirmiş olmaktadır.

Bir saatin zamanı gösteren kısa ve uzun ibrelerini (akrep ve yelkovanını) veya dijital rakamlarını elimizle geriye döndürebiliriz; fakat, gafletle geçen saatlerimizi ve dakikalarımızı tekrar yaşamak için, ömür müddetimizi -bir filmi seyrederken öncesine gider ve başa alır gibi- geri döndürebilmek imkânımız yoktur. Böyle bir durumda, aklını iyi kullanan bir insan, geri dönmemek üzere geçen zamanının kıymetini düşünür. Onu israf ederek tüketmekten kaçınmağa; çok kârlı bir âhiret ticaretinin sermayesi olabilecek şekilde ebedî ve büyük kârları kazanmak yolunda tam bir şuurla ve dikkatle kullanabilmeğe çalışır. Bunu yapabilmek için de, insanlığın en büyük rehberi olan Resulullah’ın (s.a.s.) Sünnet-i Seniyyesine tabi olur ve onun ilmî vârisleri olan âlimlerin izinde gider.

Rebi-ül Evvel ayının 12. gününün Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğumunun yıldönümü olduğu Müslümanların büyük ekseriyeti tarafından bilinmesine rağmen, ayni zamanda onun vefatının da yıldönümü olduğunun Müslümanların daha büyük bir ekseriyeti tarafından bilinmemesinin sebebi acaba ne olabilir?
          Bu sualin cevabının, onun cismen aramızda olmasa da, ruhen aramızda ve ümmetiyle çok alâkadar olması hakikatiyle ilgili olarak verilebileceği düşünülebilir. Çünkü, Kur’an âyetleri de bize bu hakikati böyle açıkça bildirmektedir: “Habibim, Biz seni âlemlere başka bir şey için değil, ancak rahmet için gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi, 21/107)
“Şanım hakkı için size bir Resul geldi ki: kendinizden, gayet izzetli, zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze hırs ile titriyor, mü’minlere raûf, rahîmdir.” (Tevbe Sûresi, 9/128)
           Peygamberimiz’in bu Kur’an âyetleriyle de açıkça bildirilen “rahmet peygamberliği” sıfatı,  sadece bu âyetlerin nâzil olduğu zamandaki Müslümanlar için değil; kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar,  bütün insanlar ve bütün âlemler içindir.
           Bu âyetlerde bildirildiği gibi, “mü’minlerin zorlanması ona ağır gelen, onların üstüne hırs ile titreyen, mü’minlere raûf ve rahîm olan” Resulullah’ın, altmışüç yaşındayken bir Rebi-ül Evvel ayının 12. Pazartesi günü vefat etmiş olması değil; onun o tarihten altmışüç yıl önceki bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü bedenen doğmuş ve daha sonra bedenî hayatını dünyadaki her fanî gibi tamamlamış olsa da ruhen halen hayatta, kendi aralarında ve kendileriyle alâkadar oluşu mü’minlerin âleminde çok daha fazla yer almalıdır.
          Rebi-ül Evvel ayının 12. günü aynı zamanda onun vefat yıldönümü de olmasına rağmen, belki bu sebeple, o gün yalnız “onun (s.a.s.) doğum yıldönümü” olarak hatırlanmakta ve İslâm âleminde daima bu manâyı işleyen programların icrasına çalışılmaktadır.
           Bu gerçeğin de ışığı altında, şu soruyla nefsimizi tekrar murakabe etmeli ve hesaba çekmeliyiz: “Madem ki onun (s.a.s.) ‘Rahmet Peygamberi’ olarak, zorlanmamız ona ağır gelen, üzerimize hırs ile titreyen, rahîm ve raûf olan ruhu aramızda ve bizimle alâkadar; acaba biz onunla ve Sünnet-i Seniyyesiyle ne kadar alâkadarız; bilhassa Hac ve Umre vesilesiyle kabrini ziyaret ettiğimizde, onun ruhunun bizimle alâkadarlığını ne derecede hissedebiliyoruz?”
           Her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) mahsustur.
           Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (s.a.s.) ile, onun Âl ve Ashabı’nın üzerine olsun.

Mustafa NUTKU

Çevre de Allah’ın bize emanetidir

30 Kasım 2015’de, Paris’te Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi için dünya liderleri toplandı. Bu toplantının başlayacağı güne kadar, dünyanın her tarafında sivil toplum kuruluşlarının organizasyonlarıyla binlerce insan, dünya liderlerine “küresel ısınma” başta olmak üzere çevre meseleleriyle ilgili gereken kararları almaları için ses getirebilecek çeşitli faaliyetlerle çağrılarda bulundular. Çevre meseleleri geniş bir konudur; üzerinde önemle durulmalıdır.
    Bugün dünyanın karşı karşıya bulunduğu çevre âfetlerinin en mühimleri:
1 – Küresel ısınma,
2 – Ozon tabakasındaki deliğin büyümesi
olarak ifade edilmektedir.
Küresel ısınma, bilhassa fosil yakıtların fazla kullanılması sebebiyle atmosferde artan CO2 (karbon dioksit) gazının, sera etkisi yaparak dünyanın ortalama sıcaklığını arttırması; bunun neticesi olarak da kutuplardaki çok büyük buz kütlelerinin zamanla eriyerek, okyanusların ve denizlerin seviyesinin yükseltmesi ve sahillerdeki yerleşim yerlerinin sular altında kalması tehlikesidir.
Küresel ısınma tehlikesinden ve buna karşı alınabilecek tedbirlerden son zamanlarda çeşitli bilimsel toplantılarda ve medyada çok bahsedilmiştir. Yanma ürünü olarak atmosferde fazlası küresel ısınmaya sebeb olabilen CO2 gazını hiç meydana getirmeyen ve sadece su buharı meydana getiren hidrojen gazına “temiz enerji kaynağı yakıt” denilerek önem verilmesi, bu sebeptendir.
Bugün Paris’te başlayan “Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi”nde dünya liderlerinin dünyamızın karşı karşıya olduğu başta küresel ısınma olmak üzere çevre meseleleri ile ilgili gereken kararları almalarını bekliyoruz.
Çünkü herşey gibi, çevre de Allah’ın bize emanetidir ve bu emaneti hiyanetle değil; riayetle gelecek nesillere devretmemiz gerekmektedir.
Mustafa Nutku

Müslüman Kadınlar, İslâmî Tesettüre Uymalıdır!..

Son zamanlarda küreselleşmenin bazı zararları, iletişim teknolojilerinin ekseriya kötülüğü yaymak için kullanılması, bazı moda cereyanlar ve zararlı medyanın da tesiriyle, kadınların şer’î tesettürü (İslâm’ın emrine göre örtünmesi) bilhassa manevî bakımdan çok tehlikeli bir şekilde yozlaştırılmaya ve aslından saptırılmaya çalışılmaktadır. Bunun çok kötü misalleri, Bahar mevsiminin gelmesiyle daha da çok görülmektedir. İslâmî Tesettürü (evi ve mahremleri dışında), gözalıcı renk ve desenlerde başörtüler örtmek (bir nevî süslenmek) zannedip uygulayan “altı kaval, üstü şişhane..” deyimini hatırlatır şekilde sokaklarda, hattâ cami ve türbelerde bile boy gösteren Müslüman genç kız ve kadınlara da çok rastlanmaktadır.

İslâm’da tesettürün aslı ve esasının, sağlam Kur’anî deliller ile sabit kesin bir ve hüküm olduğu hususunda İslâm âlimleri ittifak etmişlerdir. Merhum şehîd İskilipli Âtıf Hoca’nın 1339 tarihinde bastırdığı ve üzerinde “Ahkâm-ı tesettüre vâkıf olmak isteyen her erkek ve kadın Müslüman’a bir nüsha lâzımdır” yazısı bulunan “Şer’î Tesettür” adlı risalesinden bazı mühim hususları nakletmek; şer’î tesettürün yozlaştırılmasına karşı bu mevzudaki İslamî gerçeği bilenlere hatırlatmak ve bilmeyenlere de bildirmek için faydalı olabilir.

Hicret-i Nebeviye’nin 4. senesinin Zilkade ayına kadar cahiliye (İslâm’dan önceki) devrinin iki âdetinin devamıyla, Müslüman kadınlar da iki omuzları arasından arkaya sarkıttıkları fakat tamamen gerdanlarıyla göğüslerinin bir kısmını açık bırakan “çar” denilen örtüyle başlarını örterlerdi ve her kim olursa olsun, namahrem (İslâm’da evlenmelerinde engel teşkil edecek akrabalığı olmayan) erkeklerle zaruretsiz karışıp görüşerek konuşurlardı. Hicret-i Nebeviye’nin 4. senesinin Zilkade ayında tesettür âyetleri (Ahzâb Sûresi, 59 ve Nûr Sûresi, 31) inerek, bu cahiliye âdetlerini kaldırmış ve içinde birçok faydalar bulunduran iki çeşit tesettür farz kılınmıştır.

Kadınların tesettürünün birinci çeşidi, buluğa erdikten sonra “cilbab” ile, yani başından itibaren bütün bedenini başından topuklarına kadar bürüyecek geniş bir “dış elbise” ile örtüp, (kocası ve kendileriyle evlenmeleri yasak bulunan) mahreminden başka hiç kimseye, azasını İslâm’ın (gösterilmesine) izin verdiğinden fazla göstermemektir. Bu “dış elbise”nin azayı belli edecek şekilde dar ve ince olmaması da gerekmektedir. Sadece vücudunun tenini örtüp hattını belli eden “dış elbise”, şer’î tesettüre uygun değildir. Peygamberimiz (s.a.s.): “Suretde elbiseli, hakikatte çıplak kadınlara, Allah lânet etsin” buyurmuştur.

Diğer bir hadis de şöyledir: “Ehl-i cehennem’den iki zümre var ki, bunları (dünyada henüz) görmedim: Birisi, sığır kuyrukları gibi kırbaçlar tutarak onlarla insanları döver(ta’zir ve ta’zib eder)ler. Diğer bir kısmı kadınlardır ki; gerçi giyinmişlerdir, fakat çıplak görünürler (zînet yerlerini açarlar, vücut hatlarını belirtecek şekilde ince ve dar elbiseye bürünürler). Başka kadınları kendileri gibi yapmaya teşvik ederler. Bunların başları, içine doldurdukları bezler ve saçlarla deve hörgüçlerine benzer. İşte bunlar ne cennet’e girerler, ne de pek uzak mesafeden intişar eden (yayılan) râyihasını koklarlar.” (Riyâzüssalihin Tercümesi, c. 3/198)

Tesettürle ilgili “Ancak bunlardan görünmesi zarurî (yerler) müstesnâdır” âyet meali gereğince, kadınların yalnız zînet-i zâhire yerlerine, yani yüzleri ile ellerinin açılıp görünmesine İslâm’da izin verilmiştir. Bir hadise göre de, ayak bileklerinden aşağısı hem namaz, hem de bakmak hususunda avret değildir. Mahrem olmayan kadınların bu uzuvlarına şehvetsiz bakmak, haram ve yasak değildir. Şehveti tahrik edeceği muhakkak veya muhtemel bulunursa, mahrem olmayan kadınların bu azalarına bakmak da İslâm’a göre haram ve yasaktır. Zira “Gözler zina ederler” hadis-i şerifi mucibince, şehvetle bakmak, bir nevi zinadır.

Hz.Âişe (r.a.) validemiz “Ancak bunlardan görünmesi zarurî (yerler) müstesnâdır” âyet mealine göre, kadınların yüzlerinde açılmasına izin verilen yerlerinin ancak birer gözleri olduğu içtihadında bulunmuş ve bunun gerekçesini açıklamıştır; tesettür hususunda İmam-ı Şâfii hazretlerinin mezhebi de, Hz.Âişe’nin (r.a.) içtihadına dayanmıştır. Yüz meselesi hakkında Şâfii’nin sözü-görüşü azimet, Hanefî’nin sözü-görüşü ise, ruhsat ve genişliktir. Ancak, ihtiyar kadınlar bu hükümden hariçtir.

Bu mevzudaki diğer bir hadis-i şerif gereğince, kadının elbisesinin topuk kemiklerinden kısa olması ve yerde sürünecek derecede uzun olmaması da şarttır. İlgili âyetteki “cilbab” kelimesinin manâsına uygun “dış elbise”nin biçimi konusunda ise, açıklık yoktur ve belirtilen şartlara uygun değişik elbiseler olabilir.

Kendilerine mahrem olmayan genç kadınların ellerine dokunmak veya onlar ile tokalaşmak, İslâm’da haramdır. Dokunmak, şehveti tahrik hususunda bakmaktan daha kuvvetlidir. Ancak, mahrem olmayan erkeklerin ihtiyar kadınlar ile tokalaşmasında sakınca yoktur.

Kadınların tesettürünün ikinci çeşidi Ahzâb Sûresi 33. ve 53. âyetlerinde açıklanmıştır: Zarurî bir ihtiyaçları olmadıkça, evlerinden çıkıp, kendilerine mahrem olmayan erkeklerle karışıp görüşmemektir.

Bu tesettür âyetleriyle, İslâm tarafından cahiliye âdetlerinden ikisi daha ortadan kaldırılmıştır. Bu âyetlerle, İslâm’dan sonra fısk ve fücur (gayr-i meşru günah) sebebiyle cahiliyet devrindeki çirkin âdetleri diriltmekle yeni bir “cahiliye” devrinin açılması ise, şiddetle yasaklanmıştır.

Kadınların şer’î tesettürü bahsedildiği şekliyle kat’î farzdır ve bu farz asırlar geçmekle, bahsedilen şeklinden farklı bir şekle girmez. Bu farzı inkâr edenler, İslâm dairesinden çıkar ve kâfir olur. Onu inkâr etmeden aykırı hareket eden kadınlar da günahkâr olup, fiillerine göre ceza ve ilahî azabı hak ederler.

Kadınların şer’î tesettürü hakkında beyan olunan Kur’anî delillerin bazıları zahiren Peygamber (s.a.v.)’in mübarek zevcelerine tahsis olunmakta ise de; ya Peygamberimiz (s.a.v.)’in mübarek zevcelerine uyarak veyahut “hususî”yi zikredip “umumî” yi irade kabilinden, mecaz olarak hükmü sair Müslüman kadınlara da şâmildir. Bu sebeble, İslâm dinini kabul eden her kadın, İslâmî tesettürle ilgili şer’î delillerin tümünün hükmü altına girer.

İskilip’li Âtıf Hoca’nın “Şer’î Tesettür” adlı risalesinde, asrımızın bazı kadınlarının tesettüründeki İslâm’dan uzaklaşma ve yozlaşmalara karşı İslâmî gerçeklerden bahseden yukarıdaki kısımlardan başka; “Müslüman hanımlara yabancı olmayan erkekler (13 sınıf) – Kadının çalışma durumu – Tesettürün İslâmî hikmetleri – İslâmî tesettürün faydaları – Kadınların öğrenmesi gereken ilim ve sanatlar” başlıklı bahisler de bulunmaktadır.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

www.NurNet.Org

Eli Kalem Tutanlar!

“Eli kalem tutanlar” denildiğinde ekseriya, “acaba bu ifade ile, elinde kalem tutmasına mani bir sakatlık (engellilik) hali bulunmayanlar” mı kastediliyor diye merak ettiğim oluyor.
Kur’an-ı Kerîm’in 96. Sûresi olan Alak Sûresinin 4. Âyeti: الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ
“O, kalem ile öğretendir.” mealindedir. Elmalı tefsirinde bu âyet ile ilgili olarak ilk söylenen cümle şöyledir: “Kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten de Odur. Yoksa bir kan pıhtısından yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi ne yazı.” Bu tefsir cümlesinde de “eli kalem tutan insanlar”denilerek insanlar arsında bir ayırım yapılmamış; âyetin genel olarak (tabii ki eli sakat veya organları bakımdan başka şekilde engelli olanlar hariç) tüm insanları içine aldığı ifade edilmiştir.
Gerçekten de organ yapısı bakımından insana en fazla benzerlik gösteren hayvan olan maymunun bile, elleriyle insanın yaptığı şeylerin bazılarını yaptığı görülmesine rağmen, kalemle yazdığına pek rastlanmamaktadır; kalemle yazmak yalnız insana mahsustur. İnsanlar kalemle yazmak kabiliyetlerini adlarını, soyadlarını, adreslerini, alacaklarını, vereceklerini, mektuplarını, ilim ve sanat tahsillerindeki ders notlarını, dünyevî meslekleriyle ilgili bilgileri ve diğer çeşitli yazılarını yazmak için çok yaygın olarak kullanırlar. Fakat bu saydıklarımız gibi sıradan olmayan bir yazı yazmak mevzubahis olunca, bazen   “Eli kalem tutanlar” ayrıcalık ifade eden deyimini kullanmalarına da rastlanır ve öyle hallerde  “Eli kalem tutan” olmak, onlar tarafından  yazmak kelimesine başka bir manâ derinliği eklenerek söylenir; bu deyimle yazmak sanatı ve yazarlık mesleği kastedilir.
“Hitabet” kelimesiyle kısaca ifade edilen söz söylemek sanatı gibi, yazmak sanatı için de kısaca “kitabet” kelimesi kullanılabilir ve bu iki kelimeyle alâkalı manâların, benzerlik ve farklılık cihetlerinden mukayeseleri yapılabilir.
Bu mukayeseleri yapmak, fikrî sahada sanki mühim bir ihtiyaç haline gelmiş gibidir. Zira, hitabet ve kitabeti birbirlerinden çok ayrı şeylermiş gibi mütalâa ve kabul etmek ve bunların olgunlaşmış fikir temelindeki büyük iştiraklerini dikkat nazarlarından uzak tutmak, bir hata sayılabilir.
Bu hatanın en büyük zararına da faydalı ve ihtiyaç duyulan neşriyat yoluyla hizmete kifayetli şahıslarda rastlanabiliyor. Cemiyete en faydalı ve en fazla muhtaç olduğu mevzulardan bahseden yazılar yazabilecek fikrî tekamül seviyesine gelebilmiş bazı münevverler, ekseriya da kendilerine bu ayırım hatasını yaparak, bütün şartları haiz olduğu halde meyve vermeyen bir ağaç gibi, mukteza-yı hale muhalefet ediyorlar.
Halbuki, olgunlaşmış fikir temeline istinad eden hitabet ve kitabetten birine sahip olan, diğerine de istese ve gayret etse, sahip olabilir. Aralarındaki fark, fikrî malzemelerin başkalarına arz ediliş şeklindedir.
Bir fabrika, ihtiyaç mallarının imalâtı yanında bu malların ihtiyaç ve talep sahiplerine “arz”ını da usulü ile yapabilmelidir. Aksi takdirde fabrika, ürettiği mallarla kendi personelinin ihtiyacını karşıladıktan sonraki mal fazlasının piyasaya arzı ile pazarlamasını yapmaması halinde, faaliyetini de devam ettiremez.
Üretim tekniği kadar, üretilenlerin ihtiyaç sahiplerine arzı da, icaplarına riayet edilmesi lüzumlu olan bir ilim ve meharet işidir. Aksi halde, fabrikalar çalışamazlar.
İnsanların çeşitli ihtiyaç maddeleriyle alâkalı inşa edip çalıştırdıkları fabrikalarından başka, çok sayıda “fikir fabrikaları” da vardır ki, fikrî mahsullerinin arzını ihmal ettikleri için âtıl kapasite halindedirler.
Bu mevzuda, meşhur Psikolog Prof. William James’in şu sözleri dikkati çekmektedir:
“Biz yarı uyanık sayılabiliriz. Çünkü, fikrî ve fizikî kaynaklarımızın ancak az bir kısmını kullanmaktayız. Bu yüzden her fert pek mahdut bir hayat yaşamaktadır. Zira kullanamadığımız birçok kuvvetlere sahip bulunuyoruz.”
Risale-i Nur’da SÖZLER adlı eserde ifade edildiği gibi:
“İnsan bu dünyaya ilim ve dua ile tekemmül etmek için gönderilmiştir.” Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlı olduğundan insanın faydalı ilmi talep etmesi lâzım olmakla beraber, sadece kendi ihtiyacı için çalışan bir fabrika durumundan terakki ile mümkün mertebe geniş insan kitlelerinin en fazla ihtiyaçlarını hissettikleri malumatı da onların istifadesine arzetmenin yolunu ve yöntemini öğrenip tatbik edebilmesinin büyük ehemmiyeti olmaktadır.
Hitabet ve kitabet, insanların faydalı ve lüzumlu fikrî mamullerini ihtiyaç ve talep sahibi geniş insan kitlelerine “arz” ile ulaştırmasında iki mühim yoldur.
Hitabet ve kitabetin kazanılması, diğer bütün teknikler ve sanatlar gibi mümâreseye dayanır. Doğuştan bedenî arızaları bunları kazanmağa kesinlikle mani olmayan insanlar, mümârese ile hitabeti de kitabeti de elde edebilirler.
Bunun temelinde, iyi hedef seçmek ve seçilen hedefe iyi odaklanmak vardır. İnsan neye daha fazla ehemmiyet verirse ona daha fazla odaklanır, teksif olur; onunla daha fazla ve daha iyi yapabilmeğe çalışarak meşgul olur. O mevzudaki çalışmaları fiilî bir dua olur; ekseriya o fiilî duaları kabul edilir, neticede, o işinde başarılı olabilir. Bu, sporda da, ticarette de ilim elde etmekte de, hitabette de, kitabette de böyledir. İslâmî literatürde kendisinden çok yerde kaynak gösterilerek bahsedilen İbni Hacer’in (ismi “taşın oğlu” manâsında) isminin niçin bu manâsıyla meşhur olduğu, bu mevzuda ibretle okunabilir.
Hitabet ve kitabet vasıflarını sadece doğuştan sahip olunabilen kabiliyetler gibi görmek, gerçeği söylemek icap ederse, rahmeti celp edebilecek zahmetlere katlanarak sabırla ve sebatla çalışıp bu maharetleri kazanmağa meyl-i rahatla mani olan nefsin ileri sürdüğü zayıf ve geçersiz bir bahanedir.
Böyle bir bahaneciliğin arkasında pasif kalmak yerine, fiilî dua hükmünü alıp kabul edilebilecek esbabına tevessül ile hitabet ve kitabetin tekniklerinin elde edilmeye çalışılarak, cemiyetin manevî ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanılması lâzımdır.
Sırası gelmişken, hitabet ve kitabetin temelde aynı şeye dayanmasına rağmen, hitabeti kuvvetli olduğu halde kitabeti zayıf veya kitabeti kuvvetli olduğu halde hitabeti zayıf olanların durumlarının da kısaca tahlili de belki şöyle yapılabilir:
Hitabeti çok iyi fakat kitabeti zayıf olanlar, o zamana kadarki ömürlerinde hitabet tekniği ile alâkalı mümâreseyi fazla, kitabet tekniği ile alâkalı mümâreseyi ise az yapmış olanlardır.
Kitabeti çok iyi olduğu halde hitabeti zayıf olanlar için ise, mümârese bakımından önceki halin aksi söylenebilir.
Mektep tahsili az olanlarda hitabetin iyi olmasına rağmen kitabetin zayıflığına daha çok rastlanır. Mektep tahsili bilhassa kitabet tekniğiyle alâkalı mümâreseye talebeleri daha fazla mecbur eder. Türkçe, dilbilgisi, edebiyat, kompozisyon gibi bazı dersler yanında, her dersten not tutmak, ödev yapmak, yazılı imtihan olmak işleri de mektep tahsili olanların yıllarca yapmış oldukları kitabet tekniği eğitimleri ve uygulamaları hükmündedir. Bu eğitimleri ve uygulamaları biraz daha gelişmiş çalışma ile varılması istenilen hedeflere kanalize etmek, ihtiyaç duyulan fikrî meyvelerin kazanılmasına sebeb olabilir.
Mektep tahsili az olduğu halde kitabeti iyi olanlar ekseriyetle, meşgul oldukları meseleye ehemmiyet verip azim, sebat ve ciddî gayret göstererek, mektepte aldıkları bilgilerinin üzerine büyük ilavelerde bulunabilenlerdir.
Kitabeti iyi olan birinin hitabetinin de böyle olması beklenirken, bazen beklenenden zayıf görülmesinin bir kısım sebebleri, hitabet tekniğinin kendisine has kaidelerini öğrenip tatbike çalışmamak, mizacındaki bu mevzularda tezahür eden çekingenliği atamamak, hitabeti mühimsememek, muhataplarının durumuna da bağlı olabilen isteksizlik halleri, yorgunluk ve bedenî bazı yetersizlikler olabilir.
Neticeleri bakımından, tahlilleri ve mukayeseleri çok mühim olan kitaplar hacmindeki hitabet ve kitabet tekniklerinin, kısa bir yazı hacmi içerisinde ancak bazı esas noktalarına temas edilmesi mümkündür.
Hitabet ve kitabet vasıflarının ayrı ayrı veya birlikte, sadece doğuştan sahip olunabilen fitrî kabiliyetler olduğunu ve bu vasıfların çalışmakla kazanılamayacağını iddia edenlere şu tipik misallerin hatırlatılmasında fayda olabilir:
1- Hitabetiyle meşhur Çiçeron, doğuştan kekeme olarak dünyaya gelmişti. Fakat deniz kenarına gidip ağzına çakıl taşları doldurarak bağıra çağıra konuşmağa azim ve sebat ile uzun müddet gayret ederek, neticede hem kendisi kekemelikten kurtulmuş ve hem de bu mevzudaki mümâresesine devam ile hitabet tekniğini en yüksek seviyede elde ederek, tarihin en meşhur hatiplerinden biri olmuştur.
2- Doğuştan gözleri görmez veya elleri sakat olarak dünyaya geldikleri halde mümârese ile kitabet tekniğini kazananların da çeşitli misalleri vardır.
Bu yazının maksadı, cemiyetimizin en fazla muhtaç olduğu manevî ilaçların ve gıdaların bazılarının imalâtı ve bazılarının da kaynaklarından temini ile dağıtımını yaparak ihtiyaç sahiplerine arzı ile muhtaçlara ulaştırılabilmesinin temini için ilgilileri harekete davet olduğundan, yukarıda söylenenlerden sonra şu husus da açıkça söylenebilir: “Kendilerinde hitabet ve kitabet kabiliyetinin doğuştan mevcut olmadığını ve şimdiye kadar bu kabiliyetleri çalışmakla kazanamadıklarını söyleyenler, yukarıda verilen bazı misallerin de ışığı altında, bütün sebeblere tam tevessül etmeğe çalışmadıkça; bu mevzuda yaradılışlarını itham etmekte (Hâşâ) ve bu ithamı aynı zamanda bir bahane gibi kullanıp hitabet ve kitabet mevzularında üzerlerine düşecek hizmetlerden geri durmakta asla haklı ve mâzur sayılamıyacaklarını bilmelidirler.”