Etiket arşivi: Mustafa Ulusoy

Üç çizgi

“Ne istiyorsun?”
Anne çocuğuna sorar. Arkadaş arkadaşa. Terapist danışanına.
Ya da insan kendine sorar: “Ne istiyorsun?”

İnsan ne ister, diye düşünüyordum. Ne istiyorum, diye de.

Ne istiyorsun, diye sormaya görün. Bu masum sorunun cevapları bir anda dört bir yanınızı sarmaya başlar. İstekler, arzular, emeller birbiriyle yarışır. Her bir istek bu hengâmeden sıyrılıp öne çıkmak ister. İtiş kakış arasında, “Ben, önce ben,” diye haykırır durur…

Onu tekrar görmek istiyorum. Âşık olduğum kızın da beni sevmesini istiyorum. Beni bırakmasın istiyorum. Benimle gurur duyulsun istiyorum. Hiç yaşamadığım çocukluğumu yaşamak istiyorum. Kanseri yenmek istiyorum. Yeniden genç olmak istiyorum. Mutlu olmak istiyorum. Adalet istiyorum. Hakkımı istiyorum. Saygı istiyorum. Yaşamımın bir anlamı olsun istiyorum. Bir şey başarmak istiyorum. Umursanmak, önemli olmak, anımsanmak istiyorum. Yaşlanmamak istiyorum. Ölünce ona kavuşmak istiyorum. Beni kimsenin incitmemesini istiyorum. Hiç ölmemek istiyorum. Zayıflamak istiyorum. Burnumun biraz daha küçük olmasını istiyorum. Beyaz tenli olmak istiyorum…

Birine ne istiyorsun diye sormaya görün. İstekler, arzular, emeller, bendini aşmış bir baraj gibi taşar insanın içinden.

Bütün konuşmalara, insan hikâyelerine, tüm anlatılara kulak kabartın, kelimelerin altını kaldırın: aynı çığlığın yankısını duyarsınız: “İstiyorum! İstiyorum!”.

Ne istiyorsun?

Her şeyi ama her şeyi. Hadsiz şeyi.

Bir gün, yere bir çizgi çizer Kâinatın En Değerli Varlığı. “Bu insanı temsil eder,” der.

Önümdeki bir kâğıda bir çizgi çizdim (siz de çizin). Yanına “insan” diye yazdım.

Sonra bunun yanına ikinci bir çizgi daha çizip, “Bu da ecelini temsil eder” buyurur.

Önümdeki kâğıttaki “insan” çizgisinin yanına bir çizgi daha çizip yanına “ecel” yazdım.

İkinci çizdiği çizgiden daha uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra, “Bu da emeldir” der ve ilave eder: “İşte insan daha emeline kavuşmadan ona daha yakın olan eceli ansızın geliverir.”

Ecel ansızın gelivermeden geleceğini düşünmek bile emellerimizin ferini söndürür. Kim bu dünyada istediklerinin tümünü elde etmiş ki?

Emeller terazisinde bir aşağı bir yukarı yol alırız. Arzular, istekler bir sarmaşık gibi gelip gelmeyeceği meçhul bir geleceğe tutunarak sürgün verir. Akrep ve yelkovanlara tutunmuş arzular zamanın üzerinde yol alır. İsteğin dur durağı yoktur. Esnekliği ise sonsuzdur. Bir o yana bir bu yana eğilir arzular.

Çekişler dövmeye başlar emellerimizi.

Gölde günün son ışıkları gibi titreşip durur evrenin köşelerinde. Dünyanın dişlileri öğütür onları. Ufuktaki son çizgi gibi sönmeye yüz tutar. Gönlümüze gecenin ateşi düşer.

İkinci çizginin yanına “emeller” çizgisini çizerken aklıma şairin (Kaysın Kuliev) sözleri düşüverdi.

“Karanlığa nerde yakalanırsa kuş,/Durup dinlenirmiş, derler orda./Ya sen dur durak bilmeyen kuş/Yüreğim, sen nerde durursun acaba?/Denize kavuşan telaşlı ırmak/Durup dinlenirmiş, derler orda./Ya sen, soluk almadan akan ırmak/Yüreğim, sen nerde durursun acaba?”

İnsan yüreği nerede durur?

Sorumun cevabını Zamanın Bedii’nden aldım: “Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidadlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi (sonsuz saadeti) tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin mâ-ül hayatından (hayat suyundan) bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder.”

Sonra ölümün yanına “ebedi saadet” diye yazdım. Ölüm emellerimize bu dünyada ulaşmayı engellerken, ebedi hayatta onlara kavuşmak için bizi sırtlayıp oraya götürüyor diye düşündüm.

Mustafa ULUSOY

Farklı farklı kişilikler

Hangi kişilik özellikleri normal?
Hemen hemen hepimiz, hayatımızın bir safhasında bu soruyu kendimiz ve/veya başkaları için sorarız.

Niye benim kişiliğim böyle de başkasınınki öyle?

Kardeşlerin bile kişilikleri aynı ayarda değildir.

Birisi vardır, az konuşur. Suskunlar meclisinin bir müntesibidir. Konuşmak bir züldür onun için. Kendini bildi bileli böyledir. Annesi de der ki, bu hep böyleydi, doğmadan önce bile sakin biriydi.

Bir başkası konuşma ustasıdır. Kelimeleri öyle akıcı, cümleleri öyle düzgündür ki, bu kadar sözü nerede bulup buluşturur diye hayrette bırakır insanı. Kelimeleri inci gibi dizer sözün ipliğine. Annesi der ki, bu hep böyleydi.

Bu hep böyleydi, ya da ben hep böyleydim dediğimiz şeyler bizim kişiliğimizin özünü ele verir.

Kimisi çekingendir. Birinden ıkına sıkına bir şey ister. Yabancı birine bir adresi sorarken bile kırk kere düşünür. Olur olmaza atlamaz hemen öyle. Düşünür, hesap eder, tartar. Bir daha düşünür, tartar, hesap eder.

Birisi vardır, girişken mi girişkendir. Çabuk karar alır ve hemen işe koyulur, eli çabuktur.

İki çocuğunuzdan biri çekingen biri de girişkense, aklınız karışır: Hangisi normal?

Kimisi vardır, yufka yüreklidir, olur olmaz şeye ağlar.

Kimisi vardır, ben içimden severim der. Onun için duygularını ifade edecek kelimeler aslanın ağzındadır.

Kimi insanda tefekkür ön plandadır. Hakîm ismi onda galiptir.

Kimisi vardır, aşk ehli olup çıkmıştır. Vedud ismi o insanda hâkimiyet kazanmıştır.

Kimisi asabidir, en ufak aksiliğe parlar. Geçimi zordur, huysuzdur ama adalet, hak hukuk konularında hassastır, kılı kırk yarar. Kimsenin kimseye hakkı geçmesin ister. Huysuzluğu biraz da bundandır. Bunlar etraflarına güven telkin ederler.

Kiminin sinirleri bedeninden çekip çıkarılmıştır sanki. Munistir, yumuşak huyludur. Bunlar da etraflarına huzur saçarlar.

Kimi kuralcıdır, kırmızı ışıkta kellesini koparsan geçmez. Kimisi kurallar arada bir çiğnenmek için der.

Kimisi detaycıdır, parça parça bakar hayata. Kimisi bütüne diker gözlerini.

Kimi insan somurtkandır, kimisinin tebessüm yüzüne yapışıp kalmıştır.

Kiminin sorumluluk hissinden beli büküktür, kimisinin gam ve keder dağıtılırken nerede olduğu belli değildir.

Kimi kolay bağlanır. Kiminin bağlanmaktan ödü kopar.

Kimi gözünü budaktan sakınmaz, cesurdur. Kimisi içinse, en iyi savunma kaçmaktır.

Kimi insan vardır, bireyselliğine, bağımsızlığına düşkündür. Mümkünse insanlar benden uzak dursun ister.

Kimisiyse yanından insan eksik etmez. Her gün annesiyle en az bir kere konuşur.

Kimisi şüphecidir, ser verir sır vermez kimselere. Kimisi tanışır tanışmaz içini döker.

Kimi insan neşelidir. Kimiyse doğuştan melankolik.

Kimisi tertiplidir. Pantolonları her daim jilet gibi, eşyaları ise muntazam bir düzen içindedir. Kimisi, “Benim dağınıklığıma bakmayın siz, elimi attığımda istediğimi bulurum.” der.

Farklı farklı kişiliklerle farklı farklı insanlarla hayat akıp gider.

Birbirinden değerli dört halifenin kişilikleri bile birbirinden farklıdır. Böylelikle; biri adaletin, biri edebin, biri cömertliğin biri de ilmin kapısı olmuştur.

Farklı farklı kişiliklerde, fıtratta ve tıynette yaratılmak apayrı bir mucizedir.

İfrat ve tefrite varmamak şartıyla, her kişiliğin bir hikmeti, ehemmiyeti, vazifesi olduğuna inanırım. Mutlak Varlık abes iş yapmaz.

Her farklı kişilik bu hayat için lazımdır. Hepsi birbirini tamamlar, birbirine yardım eder.

Her farklı kişilikte bir ismin tecellisi baskındır. Kiminde Allah’ın Celali kiminde Cemali kiminde Kemali daha önde tecelli eder.

İnsanların hem fiziksel hem de kişilik olarak çeşit çeşit yaratılmasını, “kâinatın tenevvüünü (çeşitliliğini) ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını intac eden (meleklerin farklı farklı ibadetlerini gerektiren) tenevvü-ü esma (isimlerin çeşitliliği), insanların dahi bir derece tenevvüüne (çeşitliliğine) sebeb olmuştur.” diye açıklar Zamanın Bedii.

Mutlak Varlık, sonsuz isimlerinin bu dar âlemde tecelli etmesi için; farklı farklı kişilikler yani farklı kabiliyetlere haiz çeşit çeşit aynalar yaratmıştır.

İfrat ve tefrite varmayan her kişilik özelliği normaldir, güzeldir, hikmetlidir denilebilir.

Hele bir de bu özellikler Yaratıcı adına kullanılırsa. Mesela, konuşkanların O’nu anmak için konuşması ne güzel bir özelliktir. Suskunlar meclisi üyelerinin ise içlerinden O’nu anmaları da güzelliğin başka bir çeşididir.

Velhasıl; her insan, her kişilik ayrı bir âlemdir.

Mustafa ULUSOY

‘Pencerelerden seyret içlerine girme’

Aslında bütün mesele, evet bütün mesele şu:
Varlıklar kimin? Biz kime aidiz? Şu dalların üzerinde hışırdayarak salınan yeşil ve sarı yapraklar kimin? Rüzgâr kimin? Yer kimin? Gök kimin?

Ya şu biten ömür?

Tırnaklarını kim uzatıyor günbegün? Bedeninin takatini kim söküp alıyor da yaşlılık veriyor sana? Ateşin üzerindeki yemeği kim pişiriyor? Başını kim ağrıtıyor? Sen yürüdükçe bacaklarını kim yoruyor? Kim hayat veriyor kurumuş ağaçlara? Tepeden tırnağa incelik akan bir kedinin yüzü kimin şaheseri?

Kim hayat kadar bir nimet olan ölümün sahibi? Kim ruhlara ceset giydiriyor, kim cesetleri ruhlardan soyuyor?

Kim senin sahibin?

Biz kimin kölesiyiz?

Kimin mülkünde yaşatılıyoruz?

Kimin mülkünde çalışıyoruz?

İnsan hayatını istediği gibi yaşamalıdır; ne safsata…

İnsan kendine aittir; büyük yalan…

Kim yaratıp sofrana koyuyor bir havucu? Marullara o fırfırlı tazeliği yerleştiren kim? Kim bir yıldızı ateş topu gibi alev alev yakarken bir diğerini söndürüyor? Kim pişiriyor fırında mis gibi kokan o simitleri? Ateşi harlayan kim? Dünyayı kim güneşin etrafında pervane ediyor? Güneş patlamaları kimin eseri? Kim rahmet bulutlarını muhtaç olanların imdadına koşturuyor?

Kim şu an binlerce bebeği rahimlerde yaratan, koruyan, kollayan? Kim bazılarına da hayat fırsatı vermeyen? Kim doğar doğmaz bir bebeğe ölümü verip yanına alan ve sonra cennetine koyan, cennette hazır tuttuğu melekleri onlara arkadaş kılan?

Kim bazılarına çocuk vermeyen? Kim bazılarına hastalık veren, bazılarını iyileştiren, bazılarını yanına alan? Kim kıl payı ciddi bir kazadan kurtaran, bazılarının da ölümünde karar kılan?

İnsan kendine yeter düşüncesi: parçalanmış efsane…

Ne karışıyorsun öyleyse, hayatın akışına? Doğuma ve ölüme… Ayrılığa. Gelip gitmeye. Canlılığa ve solmaya.

Sızlanma hakkını nereden alıyorsun? Neden şikâyet üstüne şikâyet biriktiriyorsun?

Yaşarken kullandığın sözcükler de mezarına koyulacak bir gün.

O zaman bu mızmızlık neden?

Sahi ne zannediyorsun kendini? Dünya senin isteklerinin etrafında mı dönecek belliyorsun?

Neden emanet etmiyorsun kendini O’na? Sahibine. Sonsuz kudreti olan Mutlak Varlığa. Kendini, sevdiklerini, çoluğunu çocuğunu ondan daha fazla mı düşündüğünü sanıyorsun? Ondan daha fazla mı seviyorsun sevdiklerini? Sen kendini bile O’ndan daha fazla sevip değer veremezken?

Gölgeyle üzerine serinliği örten kim? Ses tellerini titretip seni konuşturan? Bir akarsuyun dibindeki çakıl taşını saydamlaştıran? Yorulmak nedir bilmez dalgalarla binlerce yıllık bir sabırla o kıyılardaki çetin keskin kayaları yumuşatıp köşelerinden eden? Ya göklerdeki milyonlarca kilometre uzaktaki devasa gezegenlerin ve ateş topu yıldızların ışığını, bize siyah kadifeden bir örtü üzerinde ziyafet diye sunan?

Başını çıkar, daldırdığın o hayal âleminden ve o başı kurtar imgelerden. Pencereden bak. Dışarıdaki âlemi seyret. Bak neler oluyor orada? Oradaki devinimi seyret. İhtişama dik gözlerini. Kendi âlemindeki karanlığın yalancı vehim ve vesveselerin, hakikatsiz kuruntularının eseri. Çık o kasvetli âlemden. Çık ve gözlerinin penceresinden hakiki âlemin hakikatlerine dal.

Bırak kendini, gevşe biraz. O’nun rahmetine bırak geçmişini, anını, geleceğini. Sahibine bırak kendini. İnan senden daha fazla düşünüyor seni, önemsiyor, seviyor, değer veriyor, kaile alıyor, merhamet ediyor, şefkat besliyor, önemsiyor.

O’na güven yeter. O’nun verdiklerine güven. Vermediklerine güven. Verdiklerini alıyorsa, yine güven. Mutlaka ama mutlaka; mutlak bir nedeni, hikmeti, gayesi ve amacı vardır bunun. O hangi şeyi abes, gereksiz, anlamsız, boşu boşuna yapıyor, söylesene?

Aklının ermediği şeylere karışma. Haddini bil. Sahibine güvendiğinde kazançlı çıkacak yine sensin. Yoksa hayatın tepeden tırnağa yorgunlukla dolup taşacak.

Sevdiklerinin mezarının üstünde otları bitiren kim?

Nasıl oluyor da aklına güvenip hayatınla ilgili hükümler veriyorsun bu iyi oldu, bu kötü oldu diye? Nereden biliyorsun karanlığın içinden aydınlığın çıkmayacağını? Bu acele niye? İstediğin ya da istemediğin şeyin senin için hayırlı olduğunu iddia eden benliğinin gururundan başka ne var elinde?

“Beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır.”

Ne karışıyorsun ki O’nun mülkünde yaptığı tasarrufa? “Ben her şeyi bilirim,” diye iddia ediyorsan tabii, o zaman başka. Halbuki görünen başka, aslı başka. Gene de tutamayacağım kendimi söyleyeceğim işin aslını, hoşlansan da hoşlanmasan da: Sen sadece O’nunsun, O’na aitsin, O’nun eseri ve mülküsün.

Yorgun dünyanın içine girme. O girdaplı su kimleri yuttu bir bilseydin korkardın. Sen sen ol, âlemin penceresinden seyret yine âlemi. Bir tren vagonundaymışsın misali daya başını cama, akıp giden görüntüler nehrini izle bir seferi gibi…

“Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.”

Kendinin üzerinden elini çek, teslim et sahibine yok yere sahiplendiğin ne varsa.

Bir adım geri çekil de bak. Bak gördüğün aynı sen mi, aynı gerçek mi?

“O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” de, pencerelerden seyret, içlerine girme.”

Ey nefis, inan bu senin de hayrına olacaktır.

Hadi kalk bir yürüyüşe çık. Düşün düşün, bu işin sonu yok. Soğuk sokakların ayazı işleşin içine de, belki çıkarsın biraz muhayyilenin çıkmaz sokaklarından. Kaygılı dudaklarına neşeli bir şarkı konar belki o zaman.

Ha bir de yürürken manasız şeyleri dert edip kara kara düşüneceğine, Zamanın Bedii’nin şu cümlelerinin üzerinde tefekkür et biraz:

“Hem bir misafirhanedir. Öyle ise onu yapan Mihmandar-ı Kerim’in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git. Herzekârane (saçmalarcasına) fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma.”

İşte böyle nefsim…

 Mustafa ULUSOY

Mutsuz bir evlilik mi yalnız bekârlık mı?

Bekâr kızların “neden evlenemedim?” serzenişi zamanla önemli bir üzüntü kaynağına dönüşür: “Sınıf arkadaşlarımın çoğu, kuzenim, komşumuzun kızı vb. evlendi, benim beyaz atlı prensim niye oyalanıyor? Üstelik yeni evlenen şu akrabamızın kızından daha güzelim. O zaman benim eksiğim ne?

Canhıraş dualarla ümitsizlik arasında salınım başlar.

Hem “Hâlâ birini bulamadın mı?” şeklindeki sosyal baskı hem de fıtri bir ihtiyacın yerine gelmemesiyle, bekâr kalmak önce bir eksiklik sonra da mahrumiyet duygusunu doğurur. Şeytanın da yardımıyla mahrum kalınan şey sanki olmazsa olmazdır. Evlenmek fikrini içinden atarak takıntıdan kurtulmaya çabalar bazıları. Söküp atmaya çalışmak kördüğüm olmuş takıntıya bir ilmik daha atmaktır hâlbuki.

Bekâr kalmayı önce bir takıntıya sonra da olmazsa olmaza dönüştürmeye değer mi?

Said Nursi’nin Emirdağ hayatının 1948-53 yılları aralığında yazdığı mektuplardan biri bekâr hanımlarla ilgili ciddi endişeler içermekte. Nursi, bu zamanın eski zamanlara benzemediğini, yarım asırdır (şimdi bir asır oldu) İslam terbiyesinin yerine dünyevi bir terbiyenin sosyal hayata hâkim olduğunu, erkeklerin ebedi bir hayat arkadaşı ve bunun bir neticesi olarak da dünya hayatında bir saadet elde etmek için evlenme yerine “o bîçare zaîfeyi daimî tahakküm altında, yalnız dünyevî gençliğinde sever” şeklinde günümüzde oldukça yaygın bir durumun haberini verir. Günümüz evliliklerinin birçoğunda hâkim olan anlayışın ta o yıllarda bir analizini sunar: “Ona verdiği rahatın bazan on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an küfüvv tabir edilen birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer’iye nazara alınmadığından hayatı daima azab içinde geçer.” Son cümlenin kalın kalın altını çizmeli.

Mektup kadınları izdivaca sevk eden sebeplerin analiziyle sürer. Birinci sebep cinselliktir. “...kadın, on dakikalık o zevk için on ay çocuğu kendi vücudunda zahmetini çekmekle on sene çocuğun hayatına yardım ile meşakkat çeker. Demek o on dakikalık fıtrî meyl, bu uzun meşakkatlara sevk ettiği için ehemmiyeti kalmaz. His ve nefis, onunla onu izdivaca tahrik etmemeli,” diyerek cinselliğin evliliğin temel sebebi haline getirilmemesini ister.

İkinci evlilik sebebi kadının “maişet noktasında bir yardımcıya muhtaç” oluşudur. Ancak narsisizm çağında kişiliklerin deforme olması ve kimyasının bozulmasıyla “terbiye-i İslâmiye dersi almayan, serseriliğe, tahakküme alışanlar…” diyerek, erkekler hakkında, erkeklerin kendileri üzerinde uzun uzun düşünmesini gerektiren bir tespit yapar. Güç ve kuvvet peşinde koşan erkeklerin evliliklerde parayı bir tahakküm aracı olarak kullanması hiç de az değildir. Bekâr hanım talebelerine şunu önerir Nursi: “O küçük bir iaşesi hatırı için tahakkümler altına girip riyakârane kocasının rızasını tahsil etmek yolunda hayat-ı dünyeviye ve uhreviyesinin medarı olan ubudiyeti ve ahlâkını bozmak bedeline, köy kadınları gibi kendi nafakasını kendi çalışması ile kazanmak, on defa daha kolaydır.” Analizin bu kısmı “O rızık hatırı için namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevc aramak, riyakârane çalışıp tahakkümü altına girmek; elbette Nur talebesinin kârı değil.” cümlesiyle sona erer. Burada tek başına namaz da kâfi değildir, hem namaz kılan hem ahlaklı bir zevc önerir Nursi.

Üçüncü evlenme sebebi çocuk sahibi olmaktır ve kanaatimce günümüzde kadınların evlenme isteklerinin başında yer alır. Bu talebi fıtri görmekle beraber uyarısını da yapar Zamanın Bedii: “Şimdi terbiye-i İslâmiye yerine giren terbiye-i medeniye ile on taneden bir-iki hakikî evlâd, kendi vâlidesinin şefkatine mukabil fedakârane hizmet ve dindarane dualarıyla ve hasenatlarıyla vâlidesinin defter-i a’maline haseneler yazdırmak ve âhirette de sâlih ise vâlidesine şefaat etmek ihtimaline mukabil, ondan sekizi o haleti göstermediğinden; bu fıtrî meyl ve nefsanî şevk ile o bîçare zaîfeler böyle ağır bir hayata kat’î mecbur olmadan girmemek gerektir.

Nursi, “Tam muvafık ve dindar ve ahlâklı bir zevc bulmadan kendini açık-saçıklıkla satmasınlar,” sözüyle uygun olmayan kişililerle yapılacak evliliklerde özellikle kadınların yaşayacağı üzüntülerin farkındadır ve bekâr hanımlar için hem dünyaları hem de ahiretleri açısından oldukça endişelidir. Buradaki “açık-saçıklıkla satmasınlar” ifadesi, evlenecek bir erkek bulma uğruna yaşam ilkelerinden taviz vermemek, O’nun emirlerinden vazgeçmemek olsa gerektir. Taviz verilerek kurulmuş evliliklerde kadınlar bu tavizin kendi bedenlerinde ve kişiliklerinde onarılması güç sonuçlarıyla bir evliliği sürdürmek zorunda kalmaktadırlar.

Peki, beyaz atlı prens ortalıkta görünmüyorsa?: “Nur’un bir kısım fedakâr şakirdleri gibi mücerred kalıp tâ ona lâyık ve ebedî bir arkadaş olacak ve terbiye-i İslâmiye’yi almış vicdanlı bir müşteri ona çıksın. Ve saadet-i ebediyesi, muvakkat bir keyf-i dünyevî için bozulmasın ve medeniyetin seyyiatı içinde boğulmasın.

Nursi, burada hayırlı bir eşin özelliklerini de sıralamış olur:

1-Ebedi hayat arkadaşı olma niyeti taşımalı

2-İslam terbiyesi almış olmalı.

3-Vicdanlı olmalı.

Sonuncusu kişilik özelliği olarak dikkate alınması gerekli kıymetli bir ölçüttür.

Tam muvafık olmayan biriyle kurulan kötü bir evlilik yalnızlıktan çok daha zordur. Ve kötü bir evlilik yalnızlığı gidermediği gibi üstüne üstlük bir de kişileri üzüntüye, mutsuzluğa boğar.

Nursi’nin tespitleri sanki şu tercihe gelir dayanır: “Yalnızlık mı yoksa hem yalnızlık hem yoğun bir üzüntü ve keder mi?

Bu dünya, evlilerin de bekârların da öldüğü bir dünyadır.

Evliler bu dünyada sonsuza dek evli kalmadığı gibi bekârlar da öte dünyada sonsuza kadar yalnız kalacak değillerdir.

Zamanın Bedii’nin şu cümlesi de hayatta hepimizin farklı farklı mahrumiyetleri için derin bir teselliyi içerip aklımızı başımıza getirir niteliktedir:

Aklı başında olan insan ne dünya umurunda kazandığına mesrur olur ne de kaybettiğine mahzun olur.

Mustafa Ulusoy / Zaman

Cennetinize Dönün !

Evlilere Çağrı :”Cennetinize Dönün!’
Meydanlardan daha geniş, caddelerden daha aydınlık ve yollardan daha kalabalık bir özgürlük var evinizde.

Evimiz meydanlardan daha dar, caddelerden daha loş ve yollar gibi uğrak yerler değil. Meydanlardan daha geniş, caddelerden daha aydınlık ve yollardan daha kalabalık bir özgürlük var evinizde.

Evimiz iki insanın kalbinin sebepsiz ve karşılıksız bağdaşması üzerinde yükselen bir cennettir.

Yeryüzündeki herşeyi harcasaydın da onları birleştiremezdin. Fakat Allah onların kalblerini birleştirdi. O izzet sahibidir, hikmet sahibidir.

(Enfal Sûresi, 63 ) …

Psikiyatrik bir görüşmeye başladığımda bana gelen hastamın hemen medeni hâlini merak ederim. Evli midir, bekâr mıdır? Hastam evliyse ve özellikle de kadınsa içime hafiften bir ürperti basar. Acaba bu hastam da eşinden şikayet edecek mi? Hanımlar mutsuz olduklarını, yalnız olduklarını anlatırlar. Kocalarının dünyasında var olmadıklarından önemsenmediklerinden, değer verilmediklerinden yakınırlar. Dinledikçe içimi saran ürperti artar. Erkekler ise “Daha ne yapayım?” derler. “Çalışıp para kazanıyoruz işte! Eve geç geliyorsak, yorgun argınsak bu kimin için. Tabii ki eşimin daha iyi yaşaması için!” “Daha iyi yaşamak” lâfına hiç kanmam. İyiyi yaşayamayan daha iyiyi bulamaz ve yaşayamaz.

Onları dinledikçe dünya zihnimde ikiye ayrılır. Cennet ve cehennem diye. Sokaklar, caddeler, kalabalık ortamlar bana hep cehennemvâri gelir. Aile hayatı ise hep cennetvâri. Aile hayatı, hayatın en zengin yaşanacağı yerdir. Çünkü karı-koca arasındaki mahrem ilişki üzerine kuruludur. İki insan arasındaki ilişki kâinatın Rabbinin insana sunduğu en büyük ihsandır. Duygularla, Yaratıcı iki insanı birbirine bağlar. Birbirini hiç tanımayan iki insan, bir de bakmışsınız birbirinden hiç ayrılmak istemeyen iki dost olmuştur.

Ve biz erkekler ve kadınlar hırsımızdan cennetlerimizi terkettik. Rabbimizin bize ailede sunacağı nimetleri az gördük. Bir eşle paylaşılacak bir hayatı azımsadık. Zamanımızı evdeki cennetvâri hayatın içinde değil, dışarlarda geçirmeye başladık. Yemekler, toplantılar, iş görüşmeleri “daha çok çalışmam gerekir”ler, dışarıda yüzeysel insan ilişkileri hep bahanelerimiz oldu. Modern yaşamın oyununa geldik. Bizi bizden kopardı bu yaşam. Biz de saf saf aldandık ve kabûl ettik. Bizi en yakın dostumuzdan – eşimizden kopardı. Menfaate dayalı ilişkilerin içine koydu. Dışardaki insan ilişkileri bize hep cazip geldi. Sonuçta olan, erkeklere ve kadınlara oldu. Her ikisi de dostsuz ve arkadaşsız kaldı.

Sadece dostsuz ve arkadaşsız kalsaydık gönlüm buna yine razı olabilirdi. Ama korkarım kaybetme tehlikesi içinde olduğumuz bundan sonsuz kere daha fazla bir şey. Dünyadaki cennetimizi terkedince, sonsuz bir cenneti kazanmamız da zorlaştı.

Aile bizim sığınağımızdır çünkü. Dışarının cehennemvâri kirlerinden uzak kalacağımız, kendimizi bulacağımız ve tanıyabileceğimiz biricik mekânımızdır.

Evimiz bizim tasarruf edebileceğimiz tek yerimizdir. Orada eşimizle birlikte istediğimiz hayatı kurma imkânımız vardır. İstersek oraya hiç kimseyi karıştırmayabiliriz. Orayı istediğimiz gibi döşeriz. Benzemek istediğimiz peygamberse hayatımızı ona göre belirleriz. Allah’ın istediği gibi bir hayatı yaşamak arzumuz varsa bunu en iyi evimizde gerçekleştirebiliriz. Burada dışaradaki seküler düzenin yasakları yoktur. İstersek Rabbimizin koyduğu kurallarla yaşarız burda. Karı koca olarak istediğimiz kadar, istediğimiz şekilde ibadet ederiz. Evinizde kimse sizin kıyafetinize karışamaz. Kimse ne okuduğunuza bakamaz ve engelleyemez. İsterseniz evinize gazete hiç almazsınız. Tv hiç seyretmezsiniz. Sokaklarda size Allahın emrettiği bir kıyafeti giydirmeyebilirler. Ama kimse evinizde bunu yapma cesareti göstermez. İsterseniz gecenin bir vakti kalkar ve Yaratıcıyı anarsınız. Kendinizle başbaşa kalmak istediğinizde karanlık bir odaya çekilir ve saatlerce düşünebelirsiniz. Ya da gönlünüzü dışarıya açmak isterseniz. Perdenizi aralar gökyüzüne bakarsınız. Gökteki yıldızlar sizi büyüler ve eşinizle Rabbinize olan imanınızı tazeler ve arttırırsınız, burada eşinizi ne kadar sevdiğinizi anlarsınız.

Karıkocaya ait biricik mekânlardır evler. Bir kaç odalı bir mekân iki insanın belirleyebildiği çok özel mekân haline getirebilir ve bu mekânda iki insanın Rabbi adına bir hayatı inşa etmesi orayı çok özel bir mekân haline getirebilir. Ve bu mekânda iki insan çok özel bir şekilde, gözlerden uzak, en basit haliyle, peygambere en çok benzeyerek, yaşamalarını onunkine en çok benzeterek yaşayabilirler. Yaratıcı adına yaşanılacak bu hayat, sonsuz bir hayatı netice verir.

Bu tabloyu çok seven ve isteyen Yaratıcı, bunun bozulmasını hiç istemez. Ve onlara cenneti verir. Beraberliklerini sonsuz kılar.

Hayatı Rabbi adına değil kendi adına yaşayan ve hayatı bu dünya ile sınırlayanlar sonsuz bir hayat özlemi ile dolu insanların sonsuz bir hayata ulaşmasını hiç istemezler. Bu yüzden modern yaşam elimizden önce aileyi alır. Bize hep cennetimizi terketmemiz telkin edilir. Dışarda sahte bir cennet sunulur. Bizi cennetimizden çıkarmaya çabalar. Cennetimizden çıkınca cenneti kazanmak çok zorlaşır. Ruhlarımıza cehennemvâri dış dünyanın kirleri sıvaşır. Sonsuz bir hayat özlemi, yerini küçük isteklere ve arzulara bırakır.

Bir kere daha düşünelim derim. “Hayattan ne bekliyorum?” diye. Beklediğimiz bu dünya hayatı ile sonsuz bir hayatı kazanmak ve Rab adına yaşamak ise, artık dönüş vakti gelmiştir. Kendimize dönmenin vaktidir. Ve yaratıcı bunu bize evimizde yapmamızı istiyor. Bizi aile hayatıyla koruyor ve kolluyor. Aile hayatıyla ve evimizle bize sonsuz nimetlerini yolluyor. Artık evimize dönmemizi ve hayatımızı Onun adına yaşanabilir bir özgürlüğe genişletmemizi istiyor. Bunu bizim için istiyor. Bizi tanıdığı için. Bizi sevdiği için. Cennetinden aldığı Âdemi sonsuz merhametinden tekrar cennetine koyduğu gibi bizi de tekrar Cennetine koymak istiyor. Bizden istediği ise bunu istememiz. Gerisini O verecektir.

Mustafa Ulusoy