Etiket arşivi: nedir

14 Mart Tıp Bayramı Nedir? Tarihçesi..

Tıp Bayramı, her Mart ayının 14’ünde kutlanan, Türkiye’de tıp alanından çalışanların hizmet sorunlarının tartışıldığı, bilime katkılarının ödüllendirildiği bir anma ve kutlama günüdür.

Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire” adlı tıp okulunun açılış tarihi olan 14 Mart 1827, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı olarak kabul ediliyor.

Tıbbın ilk insanla birlikte başladığı söylense de, genelde kabul görmüş olan ilk tıp büyüğü Aesculapius’dur. Kendisinden ilk kez İlyada’da Homeros bahsetmiştir: “Çağır Asklepios oğlunu, kusursuz hekimi” demektedir. Tıp amblemlerinde yer eden, temeli doğu kültürüne dayanan ve tarihi M.Ö. 3000′ lere uzanan yılan figürü de, Asklepios ve O’nun asası ile bütünleşmiştir. Yılanlı asası ile Asklepios tıp tarihinin önemli dönemeçlerinden birini tutan bir sembol olarak yerini almıştır.

Mitolojiden öte, yaşadığı kesin olarak bilinen ve hizmetleri sonucu tıbbın babası olarak kabul gören ise Hippocrates olmuştur. M.Ö. 460–450 yılları arasında Kos adasında doğan ve babası da doktor olan Hipokrat’ın tıbba katkıları ve getirdiği felsefe dünya tıp çevrelerince hâlâ kabul görür ve bu sebeple birçok ülkede hekimler mezun olurken “Hipokrat Andı” adı altında meslek yemini ederler.

Osmanlı tıbbı 15. ve 16. yüzyıllara kadar İslam tıbbının etkisi altında kalmış. Bu sırada batıda 14. yüzyılda İtalya’da başlayan Rönesans 15. ve 16. yüzyıllarda bütün Avrupa’ya yayılmış. Tıp alanında da birçok buluş ve ilerlemeler kaydedilmiş. Osmanlı’da ise 17. yüzyıldan itibaren her sahada ortaya çıkan bozulmalar tıp eğitiminde de kendini göstermiş ve tıp medreseleri eskisi kadar yeni bilgilerle donatılmış hekimler yetiştiremez olmuş. Ayrıca batıda yazılan Latince, İtalyanca, Almanca tıp kitaplarını hekimler takip edememişler, dil bilen sayısının az olması, matbaanın Osmanlı’ya geç giriş ve kitap basmanın 1729’da başlamasından dolayı kitaplar tercüme edilmemiş ve yeterince basılamamış. Az sayıda bazı Osmanlı hekimleri ve bilim adamları kendi çabaları ile dil öğrenerek bu yenilikleri takip etmişler ve bu bilgileri de katarak kendi kitaplarını yazmışlar. Ama bu bilgileri yine de hekim adaylarına yeterince iletememiş.

19.yüzyıla geldiğinde durum tıp eğitimi açısından pek iç açıcı değilmiş. Tıp medreseleri eski parlak dönemlerini kaybetmiş, hatta bazıları kapanmış. Bu arada ortalığı azınlıklardan ve Avrupa’dan gelen, yabancı hekimler sarmış. Mütabbib (tabip olmayan sahte hekim) hekimler serbest hekimlik yaparak, orduda da görev alarak birçok insanın ölümüne sebep olmuşlar. Bunların önlenmesi için birçok ferman çıkarılmışsa da engel olunamamış. Çünkü yeterli tıp eğitimi verilmediği gibi yeterli sayıda hekim yetiştirilemiyormuş. İtalyanca ve Fransızca bilen az sayıda hekim gelişmeleri takip ederek çevresinde yararlı olmaya çalışmışlar. Bunlardan Şanizade Mehmet Ataullah (1771–1826), Mustafa Behçet Efendi (1774–1834) gibi büyük hekimler bu durumdan çok rahatsız olmuşlar ve yeni tıbbın tıp eğitimine girmesini savunmuşlar.

III. Selim zamanında yeni tıp eğitimi veren, bir Tıphane açılması düşünülmüş. Teşrih (anatomi) yasağından dolayı ulemadan çekinen III. Selim buna cesaret edememiş, Rumlara tıp fakültesi kurmaları için izin vermiş. (1805). O dönemin hekimbaşısı 21 yaşında ilk hekimbaşılığını yapan Mustafa Behçet Efendi’ymiş. Bu dönemde de yeni tıp eğitimi veren bir Tıphane kurulması için çaba sarf etmiş, ama amacına ulaşamamış. Nitekim Mustafa Behçet Efendi, II. Mahmut zamanındaki hekimbaşılığı sırasında (53 yaşında) tıp eğitiminin düzeltilmesi için yeniden büyük bir çaba içine girmiş ve 1827 yılında bu amacına ulaşmış.

Sultan II. Mahmut 1826 yılında uzun zamandır uğraştığı bir meseleyi halletmiş. Düzeni tamamen bozulmuş olan yeniçeri Ordusu’nu ortadan kaldırıp (17 Haziran 1826) yeni bir ordu kurmuş (Askair-i Mansure-i Muhammediye). Bu yeni orduya bir hekim ve cerrah yetiştirilmesi gerekiyormuş. Bunu fırsat bilen hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826’da II. Mahmut’a, arada da üç dilekçe vererek, yeni tıp okulunun kurulmasının amacını, bu okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklifini yapmış ve Padişah da onaylamış.

Bizde tıp bayramının ne zaman kutlanacağı, ya da hangi tarihle ilişkilendirilmesi gerektiği sorusu ancak yakın tarihimizde cevap bulabilmiş. Sultan II. Mahmut’un yenilikçi hareketleri sonucu, hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin de katkılarıyla batılı anlamda ilk tıp mektebi olan, Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire 14 Mart 1827 Çarşamba günü Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda kurulmuş. Bu şekilde, tıp tarihimizde 14 Mart yerini almış. Aynı bina içinde Tıphane ve Cerrahhane eğitimlerini ayrı ayrı yapıyormuş. Tıp eğitimi o yıllar batıda olduğu gibi dört yılmış, son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli olanlar tesbit edilerek sınava alını ve başarılı olanlar askeri hastanelere veya ordunun tabur alaylarına muavin tabip unvanı ile tayin ediliyorlarmış. Orada bir hekimin gözetiminde birkaç sene çalışıp deneyim kazandıktan sonra da serbest hekim oluyorlarmış.

Tıphane-i Amire 1827’den 1836’ya kadar Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağında gündüz eğitimi yapıyormuş. 1836 yılında Sarayburnu’ndaki Askeri Kışla’ya (Otlukçu Kışlası’na) taşınmış. Ayrı binada eğitim gören Cerrahhane de burada tıp eğitimi ile birleşip, eğitim yatılı hale getirilmiş. Bu binanın yetersiz hale gelmesi ile Galatasaray’daki Enderun ağaları okulu tekrar elden geçirilip duzenlenmiş ve Tıbbiye 1839’da Galatasaray’ya taşınmış. Bu okula Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane adı verilmiş.

Bu okulun 17 Şubat 1839’da açılışı Sultan II. Mahmut tarafından yapılmış ve eğitiminde yeni düzenlemeler getirilmiş. Eğitim dili Fransızca olmuş ve öğrenci alınmaya başlanmış. Eğitim dilinin Fransızca olması zamanla hekim sayısında azalmaya yol açmış. Nitekim 1867 yılında Türkçe tıp eğitimi yapan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıp Mektebi) açılmış. 1870 yılında da askeri tıp okulunda dersler Türkçeleşmiş. 1878 yılında şimdiki Sirkeci Tren İstasyonu yanındaki Demirkapı Askeri Kışlası’na taşınmış. 1894 yılında Sultan II. Abdülhamit’in emriyle Haydarpaşa’daki Tıbbiye Binası inşa edilmeye başlanmış. Bu görkemli binaya 6 Kasım 1903’te taşınılmış. Önce Askeri Tıbbiye sonra, Sivil Tıbbiye taşınmış ve 1909 yılında iki mektep birleştirerek Darülfünun Tıp Fakültesi olmuş.

İlk kutlama, 1919 yılının 14 Mart’ında işgal altındaki İstanbul’da gerçekleşmiştir. O gün, tıbbiye 3. sınıf öğrencisi Hikmet Boran’ın önderliğinde, tıp okulu öğrencileri işgali protesto için toplanmış ve onlara Dr.Fevzi Paşa, Dr.Besim Ömer Paşa, Dr.Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da katılmış.  Böylece tıp bayramı, tıp mesleği mensuplarının yurt savunma hareketi olarak başlamıştır.

Tepkilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine 1933’de “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” İstanbul Üniversitesi’ne dâhil olmuş. Peşinden de 1945’te Ankara Tıp Fakültesi, 1954’te Ege Tıp Fakültesi kurulmuş. Derken bugünlere gelinmiş.

Günümüze kadar gelen bu “14 Mart Tıp Bayramı” kutlamaları, artık içinde bulunduğu haftayı da kapsayacak şekilde önceleri “Sağlık Haftası”  ve daha sonra “14 Mart Tıp Haftası” olarak kutlanmaktadır.

Dünyada benzer kutlamalar, farklı tarihlerde yapılmaktadır. Örneğin ABD’de ameliyatlarda genel anestezinin ilk defa kullanıldığı 30 Mart 1842 tarihinin yıldönümü; Hindistan’da ünlü doktor Bidhan Chandra Roy’un doğum (ve aynı zamanda ölüm) yıldönümü olan 1 Temmuz günü “Doktorlar Günü” olarak kutlanır.

Bediüzzaman Said Nursi’nin  doktora mektubu:

Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum,

Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî şâyân-ı tebriktir. Biliniz ki, mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılâp etmesi için sa’y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise, hayat-ı bâkiyeye çekirdek ve mebde ve menşe olması cihetindendir. Yoksa, hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek, ânî bir şimşeği sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir.

Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gâfil doktorlardır. Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur’âniyeden tiryâk-misâl imanî ilâçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını, hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler, inşaallah. Senin şu intibahın senin yarana bir merhem olduğu gibi, seni dahi doktorların marazına bir ilâç yapar.

Hem bilirsin, meyus ve ümitsiz bir hastaya manevî bir tesellî, bazan bin ilâçtan daha ziyade nâfidir. Halbuki, tabiat bataklığında boğulmuş bir tabip, o biçare marîzin elîm ye’sine bir zulmet daha katar. İnşaallah bu intibahın seni öyle biçarelere medar-ı tesellî eder, nurlu bir tabip yapar. Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faydasız, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faydalı, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin. 

Bediüzzaman, hastalıklara daha geniş bir perspektifle hem maddî, hem de mânevî hastalıklar nazarıyla bakmıştır. Bediüzzaman; “Tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıb kemalâtını bulur, hakikat olur.” der, Yine ‘”Kur’ân, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” diyerek hastalığı veren Allah’ın ona uygun çareyi de yarattığını, hatta ölüme bile geçici bir çare bulunması gibi nihayet noktasını bizlere hedef olarak göstermektedir. Tıp ilminin Cenâb-ı Hakkın Şafi ismine baktığını ifade etmektedir.

Hastalıkların mânevî bir uyarıcı olduğu, hastalık olmadan sağlığın kıymetinin anlaşılamayacağı, dünyanın ebedî olduğu tevehhüm edileceği, ahiretin unutulacağı, bu yönüyle de hastalığın aldatmaz nazik bir ikaz edici olduğu, hastalıktan şikâyet değil, bu yönüyle ona teşekkür edilmesi gerektiği ve eğer çok ağır geçerse hastalığa karşı sabır istemek gerektiği Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde ifade edilmiştir.

Bediüzzaman, her şeyde vasat olanı, yani orta yolu ihtiyar ederek marjinallikten kaçınmayı vurgulamış ve sünnet olan davranış tarzının da bu olduğunu beyan ederek insandaki bazı duyguları bu bağlamda izah etmiştir:

“Hem ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selâmetli yol ise, sırat-ı müstakîmde istikamettedir. Meselâ, kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse, ifrat veya tefritle muzır bir cerbezeye ve belâlı bir belâhete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker. Ve insandaki kuvve-i şeheviye selâmetli istikameti ve iffeti zâyi etse, ifratla musibetli, rezaletli fücûra, fuhşa ve tefritle humûda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o mânevî hastalığın azabını çeker. İşte bunlara kıyasen, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyede, bütün yollarında istikamet, en faydalı ve kolay ve kısadır. Ve sırat-ı müstakîmi kaybedilse, o yollar pek belâlı ve uzun ve zararlı olur. Sırat-ı müstakim; şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ü adalete işarettir.” diyerek bizleri her şeyin zararlısı olan hipo ve hiper hallerinden sakınmamızı, normali tercih etmemizi tavsiye etmektedir.

Tıbbın babası sayılan, Batı’da Avicenna olarak bilinen ve Canon (Kanun-ı Tıb) denilen kitabı 600-700 sene Avrupa tıp fakültelerinde okutulan İbn-i Sina’nın;

“Tıp ilmini iki satırda topluyorum; yediğin zaman az ye, yedikten sonra 4-5 saat kadar yemek yeme, şifa hazımdadır, yani kolayca hazmedebileceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve en yorucu hal yemek üstüne yemek yemektir.” prensibini benimsemiştir.

Bediüzzaman iştahın; hakikî iştah ve sun’i iştah olmak üzere iki çeşit olduğunu, hakikî iştahın gerçek ihtiyaçtan kaynaklandığını, alınacak gıdalarda da esas olanın ucuz da olsa besleyici değeri olan gıdalar olması, sadece lezzetin ön planda olmaması gerektiğini belirtmiştir.

Sindirimde önemli yeri olan midenin, üçte birinin gıdalara ayrılmasının en uygun durum olduğunu, midenin kapıcısı hükmünde olan dilin sadece lezzetli gıdalarla şımartılmaması gerektiğini, aksi takdirde vücut dengesinin bozulacağını ifade etmiştir.

Tabibler sultanı İbni Sina:

İlim dünyasının şeyhi, yani “üstad”ı olan İbni Sînâ, Batı ansiklopedi sözlüklerinde “tabipler sultanı” diye tanıtılır.

Tıp tarihi, nice hastalığın teşhis metodunu İbn-i Sînâ’ya borçludur. Kanın vücutta gıda taşıyıcı olduğu, kan dolaşımı, kalbin karıncık ve kapakçık sistemi, şeker hastalığında idrardaki şeker tespiti… Ameliyatlarda şiddetli ağrıları dindirmek için afyon ve sâir maddelerden uyuşturucu ilaç elde edilmesi, bağırsak parazitinden meydana gelen hastalığın keşfi… O gün adı dahi bilinmeyen gaz bombalarından korunma yollarının bulunması gibi birçok keşifler yapmış ve ilim dünyasına öncülük etmiştir.

Suda ve havada bulaşıcı hastalıkları yayan küçük organizmalar bulunduğu teorisini ortaya atan; bel kemiğine ait düzensiz teşekküllerin düzeltilmesi ve cıvayla tedâvi usûlünü ortaya koyan; havayı zararlı maddelerden temizleme fikrini Pastör’den çok önce bulan; içme sularını temizleme, ilk filtre fikri, suyun mikroplardan arıtılması için imbikten geçirme, kaynatma gibi modern usûlü ilk defa uygulayan İbn-i Sînâ’dır.

Tıbbı ilmî temeller üzerine oturttu. Yüz felcinin merkezî ve mahallî sebeplerini belirtti, damar içi şırınga ve buz torbasını ilk o uyguladı. Bugün Batı eczacılığına mal edilen 780 ilacı “Kanun” adlı eserinde tespit etmiş, ilaçla tedâvinin rûhî tedaviyle desteklenmesi gerektiğini ileri sürmüştür. “Biz en iyi tedâvinin hastanın zihnî ve rûhî kuvvetlerini takviye eden, cesaretini artıran, muhitini güzel ve hoşa giden tarzda tertipleyen, müzik dinleten, onu sevdiği kimselerle bir araya getiren tedâvi şekli olduğunu düşünmeye mecburuz” demektedir.

İbn-i Sînâ’ya göre doktorluk:

Hayatın normal akışını köstekleyen bir engeli ortadan kaldırmadır. Hekimlik: Sıhhati koruma ve kaybolduğunda onu bulma sanatıdır. Tıp ilmi: İnsan vücudunun sağlık ve hastalığını konu alan; sağlığın devamı, hastalığın tedavisi için uygun metotlar uygulayan bir ilimdir.

Eserlerinden Kanun Fi’t-Tıb: 1 milyon kelimelik 5 ciltli dev bir tıp ansiklopedisidir. Tıpla ilgili hemen her konuda yeterli bilgi vermiştir. Bu yüzden dünya tıp eğitimine asırlarca hâkim oldu. Kanun’daki tıbbî bilgilerin çoğu bugün de geçerliliğini korumaktadır.

Batı’da “tıbbın İncil’i” diye şöhret bulan Kanun, Lâtin’ceye tercüme edilmiş ve kırka yakın baskısı yapılmıştır. Eser hakkında Sigrid Hunke şöyle demiştir: “İslâm tabâbetinin en meşhur eserleri bizzat Sultânî Kitap´la büyük âlimlerin kitapları, İbn-i Sînâ’nın Kanun´u önünde solarlar. Onun bu eseri Doğu ve Batı´da asırlar boyu tıp tarihinde benzerine rastlanmaz derecede muazzam tesir meydana getirdi” der. 12. asırda Lâtince´ye tercüme edilen Kânun, Galen´i devirdi, Râzî’yi tahtından indirdi. 17. asrın sonlarına kadar Monpiller ve Louvain üniversitelerinde okutulan mecbûrî ders kitabı oldu. Defalarca Batı dillerine çevrilen ve dünyada en çok okutulan tıp kitabıdır.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • Risalei nur
  • Risaleinur enstitüsü
  • Tusem
  • Wikipedi
  • İstabib
  • İbni sina

Dünya Kadınlar Günü Nedir? (8 Mart)

Dünya Kadınlar Günü ya da Dünya Emekçi Kadınlar Günü her yıl 8 Mart’ta kutlanan Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür. 8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin  New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlarlar. Ancak polisle işçiler çatışır, fabrikada yangın çıkar ve fabrika önünde kurulan barikatlardan işçilerin kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi can verir.

Alman sosyal demokrat partisi işçi önderlerinden Clara Zetkin, 1910 yılında Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında 8 Mart tarihinin “Dünya Kadınlar günü” olarak kutlanmasını önerir, ancak 1921 yılında Moskovada 3.Uluslararası Kadın konferansında 8 Mart tarihinin ”Dünya emekçi kadınlar günü” olarak kutlanmasına karar verilir. Birleşmiş Milletler 16 Aralık 1977 de 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını kabul eder. 1857 yılındaki üzücü olaydan BM lerin bu günü kutlamak için verilen karara kadar aradan tam 120 yıl geçmiştir.

Günümüzde de Dünya ülkelerinde bu kutlamalar yapılmaktadır. Ancak konu bağlamından o kadar çok saptırılmıştır ki bu yozlaşmanın kahramanları maalesef yine kadınlar olmuştur. Emeğinin hakkını almak için greve giden işçilerin mücadelesini anlatan bu gün maalesef bazı Ülkelerde yozlaştırılarak kutlanmaktadır. İşte size bir örnek: “Bu yıl Danimarka’nın başkenti Kopenhag’daki ‘Ulusal Müze’ 100’üncü kadınlar gününü 100 yıllık iç çamaşırı defilesi ile kutladı. Defilede her kilo, boy ve yaşta 40 kadın İç çamaşırının tarihinin anlatıldığı giysilerle podyuma çıkarak gönüllü mankenlik yaptılar. “

Batı toplumunda ve sosyalist toplumda kadının işçi olarak çalışma hayatına girmesi bizden çok önce olmuştur. Osmanlı’da kadınların kırsal alanda üretime katılması vardı. Köylü kadını erkeği ile beraber üreticidir. Hem tarım işçisidir hem de ev ekonomisinde büyük yeri vardır. Tanzimat ile başlayan süreçte İse kadınlar, toplumsal hayata bir özne olarak katılmaya başlamışlardı. Kadınlar; imalat sektöründe, dokuma sanayinde özellikle pamuk ve ipek dokumacılığında Osmanlı’da çalışmaya başlamışladı. Ama onları çalışma hayatına iten bir başka faktör de Balkan savaşları ve 1. Dünya savaşlarıdır. Bu savaşlara katılan erkekler dolayısıyla kadınlar memur, müstahdem ve askeri terzi olarak da çalışma hayatına girmişlerdir. Geçim derdi kadınları geçmişte çalışma hayatına sokmuştur. Ama günümüzde bazı kadınlar çalışma hayatına girip memur ve işçi olarak çalıştıkları gibi bazıları da çalışma yerine zengin koca bulup hayatını garanti altına alma adına kendilerini tehlikelere atmaktadır.

Çalışma hayatının koşulları zordur. İşçilerde vardiyalı çalışma sistemi, çalışan annenin servis, hamilelik, hastalık, emzirme ve kreş gibi sorunları, çalışma hayatından kadını kısıtlayan sorunlardır. Kadına kapılarını çalışmaları için açan devlet ve özel sektör onların işyerindeki bu gibi sorunlarını halen çözebilmiş değildir. Bir tarafta kadını çalışma hayatına iten nedenler bir tarafta çalışma hayatının zor koşulları onları yıldırmış durumdadır. Onlar çalışıyor ama mutlu değildirler, haklarını alamamaktan şikâyetçilerdir. Düşük ücretle ağır işlerde çalışmaktadırlar.

Bediüzaman kadınlara genel olarak şu öneride bulunmaktadır:

*mübarek taife-i nisâiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi, fısk ve sefahatte dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin. Âmin.

*Maişet derdi için, serseri, ahlâksız, frenkmeşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki iktisat ve kanaatle, köylü mâsum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nevinden kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız. Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşaallah, rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa, şimdiki işittiğim gibi, mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmaz. (LEMALAR, 24.Lema)

Clara Zetkin, daha iyi çalışma koşulları için başlatılan grev sonucu ölen 120 kadının anısına önerdiği, “Emekçi kadınlar günü”nü, bizzat kadınlar tarafından yozlaştırılması için önermedi. Bu uğurda canını verenlere saygılı olun!

Ey kadınlar!, kendinize gelin, kendi ellerinizle böyle incitici işlere alet olmayın. Ailesini, geçindirmek için bugün çalışmak zorunda olan binlerce kadın var. Çözüm bekleyen onlarca sorun varken, bu uğurda mücadele veren kadınların anısına hürmetsizlik etmeyin. Onurunuzu siz kadınlar korumazsanız, başkası hiç korumaz. Dünya kadınlar gününü kutlayacaksanız günün mana ve önemini hiç unutmayın!

İç çamaşırı defilesi yaparak Dünya kadınlar günü kutlanmadığı gibi sokakta dans ederek, göbek atarak da kadına şiddet protesto edilemez. Böyle anlamsız şeyler yerine her yıl kadın sorunlarını çözmek için neler yaptıklarınıza dönüp de bir bakın, yeter.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Hilafet Nedir? Halifelik Neden Kaldırıldı?

Hz. Muhammed, hem İslâm dininin peygamberi hem de kurduğu ilk İslâm devletinin devlet başkanı idi. Onun vefatından  sonra yerine geçen devlet başkanlarına halife denmiştir.

İlk dört halife, seçimle iş başına geldiler. Emeviler zamanında halifelik babadan oğula geçen bir saltanat haline geldi. Bu durum Abbasîler zamanında da devam etti 1517’de Memlûk Devleti’ne son veren Osmanlı Padişahları bu tarihten sonra halife unvanını kullanmaya başladı. Osmanlı Devleti Halifelik sayesinde İslâm dünyasında büyük ölçüde birliği sağlamıştı. 

1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile Sultan-Halife gibi, çifte görevi olan Osmanlı hükümdarının elinden egemenlik hakları, devlet yetkileri alındı.Daha sonrada 3 Mart 1924 tarihli, Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmaniye’nin Türkiye Cumhuriyeti memalik-i hariciyesine çıkarılmasına dair kanunla Osmanlı haneda­nının 407 yıldır elinde tuttuğu halifelik  kaldırılmıştır.

Hanedan üyelerinin, ileride saltanat ve halifelik iddiasında bulunmamaları için yurt dışına çıkarılmaları kabul edilir. Sıra kararın halifeye bildirilmesi ve halline gelmiştir.

Dolmabahçe etrafını polisler çevirir ve Vali Haydar Bey saraya girerek kararı Halifeye okur. Halife Abdülmecid kararı tanımadığını söyler. Zor durumda kalan vali durumu Ankara’ya bildirdiğini söyleyerek halifenin zorla çıkarılması yönünde “hayali” bir telgraf okur. Halife 20 dakika buhran geçirdikten sonra görevliler eşliğinde saraydan çıkarılır. Saraydan çıkarken bir gazeteciye “Ben vatan haini değilim. Yine bu millete dua edeceğim” der. Çatalca’dan trene bindirilen halifeye İsviçre vizesiyle birlikte bin 700 sterlin verilir. Görevinden azledi­len Sultan Mehmed Vahidüddin, 17 Kasım 1922 tarihinde, Malaya isimli bir İngiliz savaş gemisiyle ülkeyi terk etmesinin ardından 5 Mart 1924 sabahı Abdülmecit Efendi ailesiyle birlikte Türk topraklarından ayrılmıştır.

Hilafetin kaldırılmasının Türkiye’de ve dünyada geniş yankıları olmuştur.

Tarihçi Arnold Toynbee, hilafetin kaldırılmasını Türk milliyetçilerinin sabırsızlığından, Ankara’nın halifeliği Vatikanlaştırmayı başaramamasından kaynaklandığını söylerken The Daily Telegraph, Türkiye’nin İslam milletleri liderliğinden üçüncü sınıf Tatar cumhuriyetine dönüştüğünü iddia ediyor. Hilafetin kaldırılmasının arkasında Fransız-İtalyan-Selanik kaynaklı radikal localar olduğunu ileri sürüyordu.

The Observer, Türkiye’nin batılılaşma uğruna “Doğu itibarı“nı terk ettiğini söylüyordu. Paris merkezli Le Journal, İstanbul’un dini saygınlığını yıkmaya çalışan İngilizlerin bu şansı hayal bile edemediğini yazıyordu.

Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü, bir diğer kanunla da Şer’iye ve Evkaf Vekâleti (Bakanlığı) kaldırılmıştır, bu vekâlet tarafından yönetilen okullar ve medreseler de kaldırılmıştır, aynı gün, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekâleti de kaldırıldı Tevhid-i Tedrisat kanunu da o gün kabul edilmiştir.

Oysa Cumhuriyet 23 Nisan 1920’de dualarla açılmıştı. Mustafa Kemal, ve arkadaşları ilk başlarda halifelik makamını övüp, yere göğe koyamıyorlardı. Müslüman dünyaya işgale karşı hilafeti kurtarmak için savaştıklarını söylüyor ve yardım istiyordu. Birçok Müslüman ülkeden de Mustafa Kemal’in yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’na destekler geliyordu.

Halifelik niçin kaldırıldı?

Halifelik evvela İngiltere istemediği için kaldırılmıştır. İngiltere çok sayıda İslam ülkesini sömürgesi altına almıştı. Fakat bütün İslam dünyası manen İstanbul’daki halifeye bağlı olduğu için o topraklarda hâkimiyetini tam manasıyla kuramıyordu. bu yüzden önündeki en büyük engel halifelikti. İngiltere hilafeti yok etmek İslam alemini çaresiz bırakmak ve hilafeti halkın eliyle kaldırmak istiyordu. Eğer kendileri kaldırmaya kalkışırsa sömürgelerinde çıkacak büyük ayaklanmalardan çekiniyordu. 

Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre önce imzalanan Lozan anlaşmasının asıl maddeleri dışında gizli maddeleri de bulunmaktaydı. Bu antlaşma başta hilafetin kaldırılmasıyla birlikte bütün inkılap hamlelerini de içine almaktaydı. İngiliz devlet adamı Lord Courson’ un mecliste yaptığı konuşması ile bunları tamamen doğrulamaktadır.

Lozan antlaşmasından sonra İngiltere avam kamarasında Türkler’ in istiklalini niçin tanıdınız? diye yükselen itirazlara verdiği cevap şuydu; “işte asıl bundan sonra Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz. ” demiştir. 

Yılmaz Altıparmak, İslamiyet açısından Atatürk ve inkılaplar, adlı kitabının  281, 282. Sayfalarında bunları söylemektedir.

Diğer bir kaynak; briton and turk, london 1941 de ise

Türk cumhuriyetçileri, Müslüman uyrukları olan herhangi bir gayrimüslim devlet için her zaman güçlükler çıkaracak bir kurumu (hilafeti) ortadan kaldırmakla Britanya İmparatorluğu’na olağanüstü bir iyilik yapmıştır. ” yazmaktadır.

Hasan Hüseyin Kemal olayları şöyle anlatır

Albay Rawlins, 1920’de Kazım Karabekir’e saltanatı ilga edip hilafeti hükümetten ayırma teklifinde bulunur. İnebolu’da Refet Paşa ile görüşen Binbaşı Henry’nin raporuna göre de Ankara hükümeti Mezopotamya’yı işgal ve Panislamizm politikası niyetinde değildir. Lozan Barış Konferansı öncesi Lord Curzon lordlar kamarasında İngilizlerin hedefini açıklar, Türklerin var olması için Batı ile ilişki kurmasını ister: “Ey Türkler geri dönünüz. Geleceği Moskova, İran ve Afganistan’da aramanızın sizin için iyi olmadığını görmüyor musunuz?” der.Lord Curzon’un bu tehdidine karşı İsmet İnönü’nün verdiği cevap bugün çoğumuz için oldukça şaşırtıcı gelebilecek bir niteliktedir. İsmet İnönü Lozan görüşmeleri öncesi 17 Kasım 1920’de Hindistan menşeli The Muslim Standart Gazetesi’ne verdiği demeçte “Hilafet hukuku masundur (korunan), onun müdafaası için bütün Türk milleti kanını dökmeye hazırdır” demektedir. Lozan görüşmeleri sırasında hilafet konusunun doğrudan görüşülmediği iddia edilir. Ancak 1917’de Fahrettin Paşa’nın Medine’den çekilirken yanına aldığı kutsal emanetlerin geri verilmesi istenir. İsmet Paşa bu isteği “Halife hazretlerinin Mekke ve Medine gibi kutsal kentlerle bağları ve ilişkileri daha çok din alanına girmektedir ve bunlar yabancı hükümetleri hiç ilgilendirmeyen konulardır” diyerek reddeder. Ancak Lozan görüşmelerine ara verildikten sonra işlerin hiç de söylendiği gibi olmadığını gösteren gelişmeler yaşanmaya başlanır. Başvekil Rauf Bey’e göre ülkeye dönen İnönü, Mustafa Kemal’e halifeliğin kaldırılması teklifini getirir. Karabekir Paşa’ya göre de Lozan’dan sonra rejim İslam aleyhine icraatlara başlamıştır. Türk tarafı Lozan’ı imzalamasına rağmen İngiltere imzayı hilafetin kaldırılmasından sonra atacaktır. İsmet İnönü, bu durumu “Reformların nasıl hazmedildiğinin bilinmesini istediler” diyerek açıklar

Mustafa Armağan bu konuyu şöyle açıklar;

Mustafa Kemal Paşa Lozan’ı, hilafetin kaldırılmasından 28 gün sonra onaylamıştı. Önce Yunanistan onaylasın, sonra hilafeti kaldıralım, ardından biz onaylayalım, sonra da itilaf devletleri… Nitekim Yunanlılar bizden daha atik davranmışlar ve 11 Şubat 1924’te meclislerinde onaylamışlardı Lozan’ı.

İtilaf devletleri başkanlarının ne zaman onayladıklarını biliyor musunuz? 6 Ağustos 1924 tarihinde. Peki, neyi beklemişlerdi bunca süre? Anlaşılan, önce Lozan’da verdiğimiz sözlerin yerine getirilip getirilmediği görülecek, sonra nihai onay verilecekti. O devrin Birleşmiş Milletleri demek olan Cemiyet-i Akvam ise bir ay sonra, 5 Eylül’de Lozan Antlaşması’nı resmen tescil edecek ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması uluslararası garanti altına alınacaktı. 

Yrd. Doç. Dr. Teyfur Erdoğdu;

“Türkiye Cumhuriyeti bir İslam şeriat devleti olarak kuruldu. Bu ilkeler anayasada 1928’e kadar muhafaza edilmiştir. Anayasadan bağımsız olarak ayrıca bizzat meclisin 17 Kasım 1922 tarihinde seçtiği Abdülmecid Efendi’nin hilafeti bir buçuk yıl sürer. Cumhuriyet ilan edilmeden önce meclisin seçmesiyle Abdülmecid Efendi halife oldu.” Demektedir.

“Türk ve İngiliz Belgelerinde Halifeliğin Kaldırılması” kitabında yazarı Tarihçi Doç. Dr. Ali Satan’da şunları söylüyor.

Cumhurbaşkanlığı Arşivleri’ndeki halifelik belgeleri şunu gösteriyor ki; cumhuriyet bu kuruma en üst düzeyde dikkat ve özen göstermiştir. Halifeliğin kaldırılışının karar süreci hakkında bir belge yok ancak kaldırılmasının dünyadaki etkileri, yansımaları da büyük bir dikkatle takip edilmiş.

Hilafetin ve Saltanatın kaldırılmasına Bediüzzaman Said Nursi  perspektifinden bakışımız.

Saltanat tasvip edilecek bir rejim değildir.Fakat her asrın, her dönemin mevsimler gibi farklılkları kendine has özel durumları olmuştur ve olmalıdırda.Geçmişte bu rejim İslam’a çok büyük hizmetler etmiştir. 

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde meşrutiyeti hararetle savunması, Üstad Hazretlerinin saltanata karşı olduğu anlamı taşımaktadır. Risale- i Nurlardaki  şu ifadeler görüşümüzü destekler mahiyettedir.

Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz…

“İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi, hamal ve gafil ve safdil olduklarından, bazı particiler onları iğfal ile vilâyât-ı şarkiyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları suretle meşrutiyeti onlara telkin ettim.”

“Şu mealde: İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz.”

“1935’de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’sualine cevaben, ‘Eskişehir Mahkeme Reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder.’ diyerek….”

“Hulefa-yı Raşidîn herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber, Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”

“Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına inkılâp ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i dünya beni Eski Said zannedip oraya istediler, gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kalesinin başına çıktım. O kale, tahaccür etmiş hâdisât-ı tarihiye suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kalenin ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı ve Hilâfet Saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı, bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir hâlet içinde, o yüksek kalede geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktırdı ve baktım.”

Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzerine Üstad Hazretleri Saltanata karşı  fakat Hilafete taraftardır.

Hilafetin önemi bütün Müslüman dünyayı birleştirmesi, askeri ve siyasi bir güç temin etmesinden dolayıdır. Halife yer yüzünde yaşayan bütün Müslümanların fıtri lideri ve itaat edilmesi gereken amiridir. Bu da İslam dünyasının birlik ve beraberliğinin bir sigortası oluyor. Böyle bir gücün karşısında  hiçbir ittifak duramaz. Bugün İslam aleminde çekilen bir çok sıkıntı ve acının temelinde böyle bir birliğin kurulamaması vardır.

Faraza Türkiye Cumhuriyeti şeri esaslara göre yönetilmiş olsa idi cumhuriyetin icracı reisi olan başbakan aynı zamanda halife olurdu. Padişahlık gibi şeriatın özüne uymayan bir rejimde hilafet olabiliyor ise şeriatın özüne uygun olan cumhuriyet rejiminde hilafet elbette tatbik edilebilir.

Halife mutlak bir egemenliğe sahip değildir. Hukukun sınırları içinde hareket etme zorunluğu vardır. Hâl böyle olunca bugünkü başkanlık sistemi ile hilafet sistemi arasında aşırı bir fark bulunmamaktadır. Faraza Amerika Müslüman onun başkanı da halife olmuş olsa idi yeryüzünde tek Müslümanın burnu kanamaz yeryüzü adalet ile dolardı. Birleşmiş Milletlerin ruhunu da buna tatbik edebiliriz.

Derleyen: Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • Osmanlı700
  • Yrd. Doç. Dr. Teyfur Erdoğdu
  • Doç. Dr. Ali Satan
  • Mustafa Armağan
  • Hasan Hüseyin Kemal
  • briton and turk
  • sorularlarisale

Yeis Nedir? Ucub Nedir? Neden İkisi de “Ruh”a Zararlıdır?

Yeis ve Ucub… Ruh dünyamızın iki büyük düşmanı.

En kısa ifadesiyle, yeiskişinin cehennemini garanti görmesi,’ ucub ise ‘cennetini kesin bilmesi’dir.

Bir başka ifadeyle, yeis ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmek,’ ucub ise ‘“O’nun azabından kendini emin sanmaktır.”

Halbuki hayrı da şerri de yaratan ancak Allah’tır. İnsan, hayrın ve şerrin sebeplerine müracaat etmekle, cenneti yahut cehennemi istemiş olur. İstemek kuldan, cevap vermek ise Allah’tandır. Şu var ki, istemek neticenin tahakkuku için kâfi değildir. Herşey, ancak Allah’ın dilemesi ve yaratmasıyla varlık sahasına çıkar. Allah Kelâmında ‘istikamet’ olarak ifadesini bulan rıza çizgisinin iki düşmanı vardır: ifrat ve tefrit.

Bunlardan biri insanı yukarı doğru, diğeri ise aşağı doğru felâkete sürükler. Yeryüzünün ‘istikameti’ temsil ettiği düşünüldüğünde, güneşe doğru yaklaşmak ifrat, mağma tabakasına doğru inmek ise tefrittir; ikisi de insanı yakar, mahveder. İnsanı böylece yoldan çıkaran aşırılıkların bir halkası da ‘yeis ve ucub’dur.

İbadet yapmada ve hayır işlemede başarılı olamayan insanlarda ‘ümitsizlik’ hastalığı kendini gösterir. Başarıya ulaştığı halde nefsine söz geçiremeyen insanlarda ise, sonu kibir ve gurura varan ‘ucub’ hastalığı tezahür eder. Bunlardan birincisi tefrit, ikincisi ifrattır. İkisi de zarardır.

Ye’sin kaynağı Mesnevî-i Nuriye’de şöyle tespit edilir: “Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olamayan azabdan korkar, yeise düşer.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 65) Ahirete inanan, fakat İslâm’ı yaşama konusunda nefsine söz geçiremeyen bir kişinin yakalanacağı ilk hastalık yeistir. Bu hastalığa düşen insan, Cenab-ı Hakk’ın keremini, ihsanını, affını hatırlamalı ve O’nun rahmetinin bütün günahları örtecek kadar geniş olduğunu düşünmeli. Böylece, kendisini ‘mutlaka cehenneme gidecek birisi’ olarak görme hastalığından kurtulur ve yeis âfetinden uzak kalır.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus şöyle ders verilir: “De ki: Ey (günah işleyerek) kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlayıcıdır. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve esirgeyendir.” (Zümer suresi, âyet: 53)

Ucub hastalığında yeisin zıddı bir durum söz konusudur. Burada kişi İslâm’ı elden geldiğince yaşamış, ancak bu ilâhî ihsanı kendi nefsinden bilerek başkalarına karşı üstünlük davasına kalkışmış ve cennetini garanti görme hastalığına tutulmuştur. Bu hastalıktan kurtuluş reçetesi de yine Mesnevî-i Nuriye’de şöyle ifade edilmiştir: “A’mâle güvenmek ucbdur. İnsanı dalalete atar. Çünki insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 65)

Bu noktada Kur’ân’daki şu ilâhî ikaza kulak vermek, kurtuluşun yolunu açacaktır: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük de nefsindendir.” (Nisâ suresi, âyet: 79)

İyilik dediğimiz her ne varsa, bütün bunlar peygamberler tarafından insanlara öğretilmiştir ve onları işlemek için gerekli bütün şartları da Allah yaratmıştır. Meselâ, doğru söylemek bir hayırdır. Bu hayrı insanlara öğreten ilâhî kitaplar ve peygamberler olduğu gibi, o doğruyu söylemek için gerekli ağız, dil, tükürük bezi, gırtlak, beyin, sinir sistemi ve hava gibi bütün şartları yaratan da ancak Allah’tır. İnsan bunları düşündüğünde, o hayırda çok az bir hisseye sahip olduğunu görür. Binlerce ilâhî mucizenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkabilecek böyle bir hayırda, insanın hissesi, sadece o güzel amele meyletmesi, cüz’î iradesini de bu yönde kullanmasıdır.

Bunu böylece bilip, övünmek ve kendine güvenmek yerine Allah’a şükretme ve O’na minnettar olma yolunu tutmak gerekir. Bu yolda gitmeyenler ucub çukuruna düşerler.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Gıybet Nedir? Gıybet Felaketiyle Nasıl Savaşılır?

Eğer insanlar gerçekleri açık ve cesur bir ortamda eşit şartlar altında paylaşabilselerdi; yüzlerinden başka, gıyaplarında başka olmasalardı, savaşlar çıkmayacaktı; kavgalara, üzüntülere yer kalmayacaktı. Tüm felaketlerin, hatta ebedî kahroluşların ardında, gıybet tohumlarını bulacaksınız. Tüm kötülükler, gıybeti de beraberlerinde taşırlar. Bu yazımızda şu soruların cevaplarını arayacağız: Gıybet nedir? Gıybet biçimlerini nasıl sınıflandırabiliriz? Gıybet neden ve ne kadar kötüdür?

GIYBET TÜRLERİ

Burada öylesine gizli, iğrenç ve vebadan hızlı yayılma gücü olan bir hastalıktan söz ediyoruz ki, ondan kurtulmak ancak ısrarlı bir savaşın, derin bir içtenliğin eseri olabilir. Gıybet tuzağında tüm iyiliklerinin yok olup olmadığını merak eden, konuşmalarını gözlemlemeli ve gıybet biçimleri üzerinde çok düşünmelidir. Aşağıdaki tanımları, temel kaynaklardaki ipuçlarına dayanarak yapılandırdık. Konuyu ele alan metinlerde tam olarak bu şekilde oluşturulmuş bir sınıflama mevcut değildir; ama bizim sınıflamamızın içerikleri kaynaklarda vardır:

Alenî sade gıybet: Sevgili Peygamber(a.s.m.) gıybeti “Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” şeklinde tanımlamış;(1) “Din kardeşinin yüzüne karşı söylemediğin şeyi ardından söylemen gıybettir”(2) demiştir. Bir kişinin gıyabında ondan hoşlanmayacağı şekilde, hakkında doğru olan birşeyi söylemek, alenî gıybetin ta kendisidir. Futbolcuların oynama stilleri üzerinde konuşanları dinleyin; sanatçıların özel hayatlarına burunlarını sokan magazin tutkunlarının neler anlattıklarına bakın. Komşularınız, eşiniz, dostunuz ve hatta kendi evladınız hakkında gıyaplarında konuşurken hangi üslubu kullandığınıza bakın. Çoğu insan, değil gıybet ettiklerini, başkalarından bahsettiklerini bile fark etmiyorlar. Siz isimleri geçen insanların yerinde olsaydınız, kendinizden o şekilde söz edilmesinden hoşlanır mıydınız? Eğer hakkında konuştuğunuz kişi huzurda olsaydı, cümlelerinizi, hatta o andaki duruşunuzu değiştirme ihtiyacı duyar mıydınız? Eğer öyleyse—doğruları söylemeniz şartıyla—yaptığınızın adı gıybettir ve bu, gıybetin en sade formudur.

İftiralı gıybet: Peygamber (a.s.m.) devam eder: “Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada bulundun.”(3) İftira, kusurların en çirkinidir. Eğer gıybet ederken kullandığımız bilgi bizzat kendi gözlemimize ait değilse, başkasından duymuşsak, dilden dile kesinlikle değişime uğramıştır ve tam olarak doğru değildir. Başkasından—veya dostlarımızdan—duyduğumuz bilgiyi aktardığımızda, sözlerimizin gıybeti aşarak iftiralı gıybete dönüşme ihtimali en az %80’dir. Çünkü insanların %80’i duyduklarının doğruluğunu tahkik etmezler; duygularını ve tercihlerini dolaştırdıkları söze katarlar; üstelik hafızaları bozuktur, bilgi dilden dile dolaşırken kırk farklı kimliğe bürünür. Bu konuda sürekli hassas davranmayanların ise defalarca iftira atma ihtimalleri %100’dür.

Gizli gıybet: Çoğu zaman yaptığımız, kalbimizden geçirmek, yani zannetmek suretiyle gıybete girmektir. Gıybetin ne kadar kötü olduğunun vurgulandığı âyette, Kur’ân şöyle der: “Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın.”(4)

Bütün zanlar ve tahminler değil; ama kimi zanlar, gıybet hâlini almaktan kendini kurtaramaz. Hazret-i Gazalî, bunu ‘kalp ile gıybet’ şeklinde tanımlamış; ‘bir kimsenin ayıbını insanın kendi kendine söylemesini’ bile reddetmiş; kalp ile gıybeti, ‘gözü ile kötü birşeyi görmeden, kulağı ile duymadan, bir kimseye suizanda bulunmak’ şeklinde tarif etmiştir.(5)

Şefkatli Yaratıcımız, kendisine karşı işlediğimiz suçlardan pişman olduğumuzda bizi bağışlayacağını söylüyor; ama kul hakkıyla şehit bile olsak, affımızı vaad etmiyor. Allah, kullarının haklarını kendi hakkından önemli tutmuştur. Haksız suizandan kul hakkı doğar. Gıybet temelde insanlara karşı işlenen bir suçtur ve onun affedilmesi yetkisi, gıybet edilen insanlardadır. Bu yüzden masumun ahlâkı, onuru hakkında delil olmaksızın kötü zanda bulunur da içimizdeki kötü zannı doğru kabul edersek, ağır bir bedel ödeyeceğiz.(6)

Peygamber (a.s.m.) der ki, “Bir kimse kardeşini bir kusur ile ayıplarsa, o kimse ölmeden o kusuru işler.” Başkalarının hoşlanmadığımız özelliklerinin hangi şartlardan kaynaklandığını nereden biliyoruz? Kimlerin hangi zorluklar yoluyla kaderleri tarafından eğitildiklerini bilmeksizin, kimi kusurlu gözüken yönlerinin gizli bile olsa gıybetini yapmaya ne hakkımız var!

Değerli bir insan bize şunu anlatmıştır: Orta Doğu Teknik Üniversitesi fizik bölümünü kazanmış; bölüme kayıt kuyruğunda yanındaki kişiyle konuşurken, onun dokuz yıldır okulu bitiremediğini öğrenmiştir. İçinden, “Vay dangalak, bir okul dokuz yılda bitirilemez mi?” diye geçirmiş ve kendisi de o okuldan ancak dokuz yılda mezun olabilmiştir. Başımıza gelenlere bakalım; orada açık veya gizli gıybetleri yapılmış insanların haklarının iadesini görebilecek miyiz?

Münafıkâne/ikiyüzlü gıybet: Gıybetin en utanç verici biçimidir ki, İmam Gazalî buna ‘münafıkâne gıybet’ demiştir.(7) Gıybeti yapan şöyle der: “Allah affetsin, o da bizim gibi bazen karıştırıyor,” “İnşaallah düzelir, daha iyi olur.” Bu gibi sözlerle görünürde hakkında konuştuğu kişiyi sevdiğini, iyiliğini dilediğini demeye çalışmakta; ama gizliden gizliye de o kişinin bozulmuş olduğunu, yanlışlar yaptığını ima etmektedir. Dinleyenin ikiyüzlülüğü de şu şekildedir: “Boşver gitsin, gıybet oluyor.” Bunlara benzer sözleri söylerken, aslında gıybeti gerçekten engellemek istemiyor; görünürde aksini savunsa da, içten içe o kişi hakkında gıybet yapılmasından hoşlanıyor.

Söz taşımalı gıybet: İnsanların sözlerini muhataplarına ara bozmaya yol açacak şekilde taşımak biçimindeki gıybettir. Şöyle der Peygamber(a.s.m.): “(Arabozucu) söz taşıyan cennete giremeyecektir.”(8) Kur’ân bizi uyarır: “Ey inananlar, eğer bir fasık size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.”(9)

Hasan-ı Basrî şöyle der: “Başkalarının sözünü sana ileten, getiren, muhakkak senin sözünü de başkalarına iletir. …Zira onun yaptığı hem gıybet, hem zulüm ve hıyanet, hem de aldatma ve haset, hem nifak, fitne ve hiledir.”(10) Elbette başkalarının sözlerini nakletme hakkımız var. Ama, “Sevgili arkadaşım veya aziz hocam şöyle demişti…” gibi bir dostluk ifadesiyle başlayacak isim zikrini, ancak sözün sahibinin güzel ve duyduğunda hoşuna gidecek olumlu sözleri takip edebilir. Yoksa, “Adam senin—veya filancanın—hakkında dedi ki…” şeklinde başlayıp, sözün sahibini üzecek bir cümle söyleyen, kendisini felaketler arasından felaket beğenmeye hazırlansın.

Kitlesel gıybet: Yukarıda ayrımlaştırılan gıybet türleri tek tek bireyler hakkında olabileceği gibi kitleler ve insan toplulukları hakkında da olabilir. Bir topluluk hakkında gıybette bulunanın kurtulabilmesi için o topluluğun tümünden affedilme dilemesi gerekir. Kitlesel gıybet, bir insanın irtikap edebileceği, altından kalkılması en zor, en acınası, en dehşetli gıybettir. Yukarda geçen âyetin “…Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız…”(11) şeklindeki bölümü, ‘bir kavme sataşma’ terimiyle suçun kitlesellik tehlikesine vurgu yapmaktadır. Filan partilileri, falan spor takımını tutanları, filan cemaat, din veya mezhep mensuplarını veya filan ırka, milliyete mensup insanları küçümseyen, onlarla alay eden gıybetçilerin ebedî âlemde ödeyecekleri tazminat inanılmaz ağır olacaktır.

Bu açıdan örneğin yalnızca bir Temel fıkrasını anlatan, eğer bu fıkra Karadenizlileri rencide etmişse, tümüne bunun manevî tazminatını ödemeye mahkum olacağını iyi bilmelidir. Eğer bir Nasrettin Hoca fıkrası anlatacaksak, “Acaba merhumu gıyabında rencide eder miyiz?” diye korkmalıyız. Birkaç kişiyi on saniye güldürmek uğrunda şerefimizi ateşe veremeyiz. En dehşetli akıbetler alay edenler için hazırlanmıştır ki, Kur’ân onlar hakkında, onların “vay hâline!” buyurur Hümeze suresinde. İnanç sistemimizi aşağılayan, kitlesel gıybetler ve iftiralar yapan sözler medyada hemen her gün yayınlanıyor. Bu saldırıların her birini ruhumuzdan kanlar fışkırtan paslı mızraklar olarak algılıyoruz. Onurumuza yapılan bu saldırılar çoğu zaman uykularımızı kaçırıyor. Okul kapılarında ağlaşan gencecik evlatlarımızı gördükçe çaresizlik çığlıkları koparıyoruz.

İnsanlık onuruna saygı duyan herkes, bu kitlesel gıybet ve iftiralar altında inliyor. Türkiye’de bir siyasetçi bir diğer siyasetçiye ‘… onbaşı’ diyerek, onbaşılığı aşağıladı. Bir—veya iki—onbaşı rencide olduğu için manevî tazminat davası açtı ve kazandı. Tüm onbaşılar da aynı davayı açabilir ve aynı tazminatı kazanabilirlerdi. Hatta eğer Türkiye’de insanlar haklarını korumak için dava açma cesaretine ve alışkanlığına sahip olsalardı, o tür sözleri söyleyenlerin tüm servetleri tek bir cümle yüzünden eriyip gidebilirdi. İnsan adaleti bu onurlu sonucu gerektiriyorsa, ebedî adaletin bu hesabı soracağından kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Paylaşımlı/ortaklaşa gıybet: Gıybeti yapan, sadece onu söyleyen veya ima eden değil, aynı zamanda rıza ile dinleyendir veya yapmasa da yapılmasından hoşlanandır. Cinayeti izlerken gücü yettiğince karşı koymayan da katil sayıldığı gibi, yanında gıybet yapıldığı halde müdahale etmeyen de tam olarak o gıybetin ortağı olacaktır. Gıybet bu yönüyle—gizli biçimi hariç—ancak birden fazla kişinin ortaklaşa irtikap edebileceği fuhuş gibidir. Sevgili Peygamberin(a.s.m.) “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken kardeşine yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar”(12) şeklindeki sözü, gıybeti dinleyenin sorumluluğuna işaret eder. Hatta bu hadis, gıybeti yapandan çok, yanında gıybet yapıldığı halde derhal müdahale edip kardeşinin onurunu korumayanı tehdit ediyor. Anlıyoruz ki, huzurlarında yapılan—haksız—gıybete küçücük korkuları yüzünden müdahale etmeyenler, onurlu bir hayat sürdüremeyecekler.

GIYBETİN KÖTÜLÜĞÜ

En iğrenç suçtur: Kur’ân şöyle der: “...Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrenip tiksindiniz…”(13) “Arkadan çekiştirip duran, kaş-göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay hâline!”(14)

Zina, cinayet dahil başka hiçbir suç, iğrendirici bir fiile gıybet kadar benzetilmemiştir. Bediüzzaman, gıybet hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Gıybet …nazar-ı Kur’ân’da gayet menfur ve ehl-i gıybet, gayet fenâ ve alçaktırlar.”(15)

İnsafsızlık, yalancılık, hırs, israf, fuhuş, hıyanet, gıybet; bunların hepsi Kur’ân tarafından en şiddetli surette takbih olunmuş ve bunlar, reziletin ta kendisi tanınmıştır.”(16)

Gıybet, aklen, kalben ve insâniyeten ve vicdânen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur.”(17)

Gıybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır.”(18)

Zarar potansiyeli korkunçtur: Gıybetin en korkutucu taraflarından birisi, yol açabileceği felaketlerin potansiyel büyüklüğüdür. Gıybet fani bedene değil, Yaratıcının bakileştirdiği kalbe ve ruha saldırır. Cinayeti işlemek nisbeten zordur, failini bulmak ve cezalandırmak mümkün ve nisbeten kolaydır. Oysa gıybeti işlemek kaş göz işareti kadar kolaydır; bir kere ağızdan çıktı mı mantar gibi çoğalır, milyonlarca kopyası insanlar arasında dalga dalga yayılma ve inanılmaz fitnelere, katliamlara yol açma potansiyeline sahiptir.

Gıybetin insanlar tarafından kaynağında tespit edilip cezalandırılması, akışıp ilerlemesinin, hatta iftiraya dönüşmesinin durdurulması neredeyse imkânsızdır. Katilin de kendince bir şerefi vardır; ama gıybetçinin mikrop kadar onuru olamaz. Cephede düşman kurşunuyla şehit olan askerin hâli tarifsiz bir yüceliktir. Oysa gıybet, babanın çocuğunu veya çocuğun annesini öldürmesini andırır ölçüde esef verici bir cinayet hâline dönüşebilir. Sözler isimli eserde, Peygamberin (a.s.m.) kimi hadislerindeki abartı gibi gözüken benzetmelerin, tehlikenin potansiyel büyüklüğünü kastettiği vurgulanır: “Şu nevi ehâdîsteki külliyet ise, imkân itibariyledir. Meselâ: ‘Gıybet, katil gibidir.’(19) Demek gıybette öyle bir ferd bulunur ki, katil gibi bir zehr-i katilden daha muzırdır.”(20)

Ebedî hayatı yok eder: Peygamber (a.s.m.) der ki: “Ateşin kuru odunu yakması, insanın sevaplarını yok etmekte gıybetten daha hızlı değildir.” Yangın yok edicidir. Daha dün bir gecekonduyu alevler sarmış;(21) demir parmaklıklı pencere ile alevlerin kuşattığı kapı arasında sıkışan zavallı bir anne ve iki masum yavrusu, tüm servetleri olan evlerinin içerisinde yanıp kül olmuştu. İşinden geriye, kalıntıların başına dönen babanın hâlini düşündükçe hâlâ titriyorum—bu felakete dayanılamaz. İşte gıybetçilerin başına gelecek olan manevî felaket bu zavallı insanların yaşadıklarından da beter olacaktır.

Bir ömür hayır içerisinde yaşadığını sanıp da ebedî huzura giden insanın, söylediği veya rıza ile dinlediği gıybetler yüzünden tüm manevî hasenatının alevlerle yanıp kül olduğunu görmesinin ne büyük şok olduğunu tahmin edebilirsiniz. Gıybetin verdiği alçakça zevk uğrunda böylesi bir felakete razı olmayı hangi vicdan kabul edebilir? Hazret-i Rehberimiz (a.s.m.) şöyle der: “Aziz ve Celil olan Rabbim beni Miraca çıkardığında, demirden tırnaklarla yüzlerini ve gözlerini tırmalayan bir topluluğa rastladım. Cebrail’e dedim ki: ‘Bunlar kimlerdir?’ Şöyle dedi: ‘Bunlar gıybet ederek insanların etlerini yiyen ve onların şereflerine dil uzatanlardır.’”(22)

Gıybet, insanları işte böyle bir geleceğe hazırlıyor. Gıybetin ebedî hayata yönelik zararları bir yana, sosyal, siyasal ve ekonomik hayata, kişisel huzura, sağlığa ve yeteneklere, kısaca topyekün insan kaderine yönelik sonuçlarını birkaç sayfaya sığdırabilmemiz imkânsız. Üzerinde düşündüğünüzde siz de bu sonuçları keşfedebilirsiniz.

• Sonuç olarak Gelecek yazımızda—inşallah—şu sorulara cevap arayacağız: Huzurunda gıybet yapılan nasıl davranmalıdır? Gıybetten nasıl kurtulabiliriz? Hangi zaaflarımız bizi bu salgın vebanın tuzağına düşürüyor? Hangi şartlarda söylenenler gıybet değildir? Gıybetin din ve hizmet adına meşrulaştırılması nasıl bir tehlikedir?

Savaşa şimdi başlamalıyız. Ben gıybetle savaş başlattığımda, diğer kişilerle veya gruplarla ilgili ağzımdan çıkan neredeyse hemen her sözün, gıybetin bir formuna uyduğunu fark etmiştim. Bu sinsi düşmanla bilinçli bir savaş başlatıp hassasiyetleri hücrelerine işleyinceye kadar sürdürmeyenler, amellerini ateşe verecek yangınlardan kurtulamayacaklar. Bu savaşı başlattığımda, eroin krizine tutulmuş gibi, sözlerin ortasında uyanıyor, konuşamama krizine yakalanıyordum. Çünkü kriterlerim açısından baktığımda, neredeyse ne söylesem ve ne dinlesem gıybet olduğunu görüyordum. Gıybete savaş açtığınızda, yaptığınızın büyüklüğü nedeniyle ilâhî rahmetin şefkati kalbinize öylesine yayılıyor ki, “Ben bu vakte kadar nerelerdeydim?” diyorsunuz. Gıybet esaretinden bir kere kurtuldunuz mu, özgürlüğünüzün ruhunuza yaşatacağı coşkuya paha biçemeyeceksiniz.

Muhammed Bozdağ

mbozdag@yetenek.com http://www.yetenek.com

Serinin ikinci yazısı için tıklayınız: http://www.nurnet.org/en-etkili-giybetle-savas-teknikleri/

KAYNAKLAR

1- Ebu Davud, Edeb 40, (4874)

2- Camiussağir, Hadis No:7972

3- Ebu Davud, Edeb 40, (4874)

4- Kur’ân: 49/12

5- İmam Gazali, Kimya-yı Saadet, Merve Yayınları, s.388.

6- Gıybetin önemli zararlarından birisi, gıybet içeriğini oluşturan olumsuz ruhsal enerjinin lanet örneğinde olduğu gibi muhatabını araması ve sonunda haksız olan ruhun bu ruhsal enerjiden tahrip olmasıdır. Bu sonuç için gıybetin alenî veya gizli olması değil, taşıdığı duygu yükü önemlidir. Bu süreci Ruhsal Zeka isimli kitabımızda anlattık.

7- Gazalinin görüşlerinin detayı için Bkz. age. s.388

8- Buhari, Edeb, 50

9- Kur’ân: 49/6

10- Gazali, age., s.394

11- Kur’ân: 49/6

12- Camiussağir, Hadis No:8489

13- Kur’ân: 49/12

14- Kur’ân: 104/1

15- Barla Lahikası s.264. Bu yazıda geçen “Risale-i Nur” metinleri, İhlas Nur Neşriyatın yayınladığı “Bediuzzaman-1” CD’sinden alıntılandığından, sayfa numaraları CD’de esas alınan kitaplara göre oluşmuştur.

16- İşaratül İcaz s.222.

17- Sözler s.399.

18- Mektubat s.295.

19- Müsnedül Firdevs 3:116,117’de geçen bu hadis, Kenzul Ummal, 3:589 No:8043’de “Gıybet zinadan daha şiddetlidir” şeklinde yer almaktadır. Gazali de hadisin ikinci biçimini zikretmiştir. (Bkz, Gazali, Age. s.386) Ancak Bediüzzaman’ın yorumu gösteriyor ki, her gıybet cinayetten veya zinadan kötü değildir; ama sonuçları dikkate alındığında, yerine, zamanına ve biçimine göre, gıybet bunlardan daha ağır bir suç hâline gelebilir.

20- Sözler s.362

21- Sözü edilen olay 1 Mart 2002 tarihinde akşam TV haberlerinde yer almış ve bu cümle, aynı gece saat 04.00 civarında bilgisayara aktarılmıştır.

22- Müsned, 3:224.