Etiket arşivi: nur

Ümitvar Olunuz..!

Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor.

Manevî temelleri sarsılan garb cem’iyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor.

Bu müdhiş sâri illete karşı, İslâm cem’iyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak?

Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi?

Yoksa İslâm cem’iyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı?

Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum.

İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz.

Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaîmi teksif etmiş bulunuyorum.

***

Evet.. Bediüzzaman hazretleri ahirzaman fitnesinin dehşetini, veciz bir ifadeyle özetliyordu.

Nitekim yaşadığımız yeryüzü coğrafyasında, her gün şahitlik ettiğimiz vukua gelen veya gelmeye hazırlanan nice hadisat, bize inkâr edilemeyen şöyle bir hakikatı gören gözlere göstermiştir;

Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına almaktadır..

Bu menfi ve zararlı akımlar bütün mesailerini, Maddî ve manevî şerlerini, insanlığın aklına, kalbine ve ruhuna, siyasî diplomatların medya diliyle sihirbaz misali zehirli üflemekle harcamaktadırlar.

Mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmekle bin senelik medeniyet terakkiyat ve kazanımlarını, vahşiyane mahvedecek şerlerin vücuda gelmesi için bu vatanda ehemmiyetli sarsıntılar vermek suretiyle ciddi bir hazırlık içinde olduklarını müşahede ediyoruz.

Âdem zamanından beri Vakit vakit tehacümlerine, taarruzlarına maruz kalan mazlum insanlık, bu menhus hainlerin zulmünden ne zaman âzade kalacak.

Zira bu mülhid, hak ve hukuk tanımaz mütecavizler, haddini tecavüz etmeye başladılar.

Artık tecavüzün bu derecesi fazladır.

Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, ilahi nurun bir cilvesi olan imanın, bir sır gibi kalbden kalbe, mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle teselli buluyoruz…

Gecelerimiz çok karardı ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.

Bu itibarla muazzam bir bârika-i hakikatın zuhuru yaklaştığı iman ve itikadı, bizi teselli ediyor.

Ne zaman ki, tahribat ve istibdad haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor.

Büyük felâketler, güler yüzlü intibahlar doğurur” derler ki, pek musîb ve isabetli bir söz.

Ne zaman ki Avrupa kâfir zalimleri ve Asya münafıkları, zulmü ve istibdadı artırdı, mazlum milletler maddi ve manevi istiklalini kazanıyor.

Şu asırda dinsizlik ve tahribat fazlalaştı.

İnşâallah mazlum ve masum ehl-i imanın yüzü gülecek.

Parlak bir hakikat güneşi tulû’ edecek.

Büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir.

Meselâ: Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur.

***

Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar.

Allah ise, vaat ettiği üzere -muhakkak- nurunu tamamlamak (tamamen parlatmak) istiyor..

Fakat her şeyin bir bedeli ve karşılığı vardır elbet..

Bunun için de; bütün fenalıkları, günahları, ahlâksızlığı, rezaleti, fesad ve fitneyi imha edecek ilahi nura sarılmakla, sultanlığımız olan kulluğumuzu hatırlamak gerek..

Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle, bütün efkâr-ı fasideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı uyanık olmak ve uzak durmaya çalışmak gerek..

Hülasa; doğru İslamiyet’i öğrenmekle, İslamiyet’e layık doğruluğu yaşamak adına; İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terketmektir.

Ve bilhâssa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Zira en büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.

***

Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk.

Şimdi ise milletimizin birlik ve beraberliği ve ülkemizdeki demokratik atılımlar ile rahm-ı madere geçtik, neşv ü nema bulacağız.

Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden inşâallah mu’cize-i Peygamberî ile, kalben ve lisanen ve bedenen yapacağımız ibadetler ile bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri kısa zamanda tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine(medenileşmiş ülkeler) ile omuz omuza müsabaka edeceğiz.

Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler.

Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi medeniyet harikalarına bineceğiz, geçeceğiz.

Belki câmi’-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyenin ve istidad-ı fıtrînin ve feyz-i imanın ve şiddet-i açlığın hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz.

Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır!

***

Son söz:

Manen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür.

Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.. cefasını değil, safasını çek.

O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir.

Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir.

Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” de, pencerelerden seyret, içlerine girme.

Vesselam

Hasan TAYFUR

Ailenin Huzuru İçin

Fitnelerden kurtulabilsek,

Âile dertlerden kurtulur.

 

İmanımız kuvvetli olsa,

İç âlemimiz rahat olur.

 

Hanımımızla kavga yoksa,

Hayatımız huzurlu olur.

 

Evlatlarımız dindar olsa,

Derdin büyüğü bitmiş olur,

 

Anne babadan dua alsak,

Hayırlar bizi bulmuş olur,

 

Tüm âilemiz namaz kılsa,

Kara günlerimiz ak olur.

 

Tek Yaratana muhtaç olsak,

Geçimimiz huzurlu olur.

 

Komşularla dargınlık bitse,

Eve girip çıkmak rahat olur.

 

Bir asra yakın milletimiz,

Dini hayattan uzak durur

 

Milleti dinsizleştirenler,

Müthiş azabı bekler durur

 

Başbakanımız dindar olsa,

Sahtekârlık çok az olur.

 

Âilemizde din yerleşse,

Bizde huzursuzluk, yok olur.

 

Risale-i nur  eve girse

Evdekiler nurlanmış olur,

 

Ondan sonra bütün aile,

Çevreye örnek olmuş olur.

 

Sevaba günaha inansak

İç alemimiz pürnur olur.

 

Pratikle dini nasihatlar,

Ağzımızdan da, çok konuşur.

 

Bugün bu gibi noksanlıklar,

Tamamlansa çok iyi olur,

 

Ondan sonra bizim hayatımız,

Her sahada gülistan olur.

 

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Sirâyet

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

 سرايت(Sirâyet): Yayılmak, bulaşmak, geçmek.

            “Hakikât nazarında sebeb-i adâvet ve şerr olan fenâlıklar, şerr ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirâyet ve in’ikas etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şerr işlese, o başka mes’eledir. Muhabbetin esbâbı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirâyet ve in’ikas etmek, şe’nidir.

Ve ondandır ki;Dostun dostu dosttur” sözü, durûb-u emsâl sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki; “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir” sözü umûmun lisânında gezer. Mektubat ( 264 )

Sirâyet kelime i’tibâriyle Yayılmak, bulaşmak, geçmek mânâsındadır. Buna misâl ise; bulunduğumuz ortamda bir portakal soysak o portakal kokusu tüm ortama yayılacaktır. Bilim buna difüzyon denilmektedir. O ortama giren herkes eğer burnunda da problemi sıkıntısı yoksa şayet anlar ki burada portakal kokusu var. Veya kokulu bir işle iştigal eden o işin gereği olarak koku ile kokulanacaktır. Bir pastanede çalışan kimsenin pasta, parpümle uğraşanın parfüm kokması fıtri olan âdetullah’a muvafık ve iktizâsı gereğidir.

Risâle-i Nur ile hemhâl olan kimseler de meşguliyetinin iktizasıyla Nur’un esasları o şahsın heryerine sirâyet edecektir. Zihni, fikri, hayâl, ruh, rüyâ, kalb.. gibi latifeleri onunla – nurla – sıbgalanır ve nurun râyihası insana sirâyet eder.

Nur’un sirâyet etmesiyle insan; nur’un sirâyetiyle tasaffi edecektir. Sirâyet hâdisesi ise; sarmalamak tabiri de kullanarak ifade etmek mümkündür. Çünkü; sirâyetle sarmaktadır çepeçevre kuşatmaktadır.

O hâlde bizler de Daire-i Risale-i Nur’a dahil olup intisap etmekle islâmiyetin gereği olan harz-ı harekette Kur’an ve Sünnet’i ve İcmâ ve Kıyas’ı merkeze koyup kıblenâmeli bir pusula olan Sünnet-i Seniyyeyi merkeze koyup temerküz ettirerek mesleğimizin icâbı olarakta Risale-i Nur – ki ahirzaman ümmetine bir münci suretinde bizlere hediye edilmiştir. – esasları ile hareketlerimizi sıbgalamalıyız ve hâlâtımıza sirâyet ettirerek bizler de nûrânîyet kesbetmeye say u ğâyret etmeliyiz.

Hâl bu minvâl üzere olması netaicinde ise; asrın imamına tebâiyet ederek bizlere imamımızın hâlet-i ruhiyesi bizlere de sirâyet edecek ve bizleri hakiki müstakim bir Nur Talebesi yapacaktır. “Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukâbil, hakikatın envârına mazhar olur. Çünki sohbette insibağ ve in’ikas vardır. Malûmdur ki: İn’ikas ve tebâiyetle, o Nur-u A’zâm-ı Nübüvvetle berâber en azîm bir mertebeye çıkabilir.Sözler (489)” burada üstadımın da bizlere koyduğu bir düsturla “sohbette insibağ ve in’ikas vardır.” O halde dinleyen dinlediğinin hâlâtı ile hâllenir.

O halde dinleyen dinlediğinin hâlâtı ile hâllenir kaidedesince herkes dinlediği, izlediği, okuduğu, baktığı şeylere dikkat etsin ve kendisine sirâyet edeceğini bilsin.

İhsan-ı ilâhice bizi bu hizmette istihdam eden Rabb-i Rahim’e kendisinin istediği tarzda hamd ü senâlar olsun.

Selâm ve Duâ ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.yozgatnur66.blogcu.com

‘Adalet mülkün temelidir’ sözü Hz. Ömer’e aittir!

Tarihçi Mustafa Armağan, Atatürk’e ait olduğu ileri sürülen bazı sözlerin asıl sahiplerini yazdı

‘Adalet mülkün temelidir’ sözü Hz. Ömer’e aittir

Bir dizide mahkeme salonlarının duvarlarında yazan “Adalet mülkün temelidir” sözünün altında Atatürk’ün imzası görünmeyince kıyametler kopmuş. Kınayanlar mı istersiniz, twitter’da cikleyenler mi, “Eyvah! Ulu Önder’in bir sözü daha silindi” feryadını basanlar mı! Bir gazetemiz de üşenmeyip bunu manşetine taşımış.

Ne diyelim: Bu kadar cahillik ancak 2013 Türkiye’sinde olur.

Cahillik, çünkü bu sözün Atatürk’le hiçbir alakası yok. Kaldı ki Atatürk’ün de sahiplendiği yok. Nitekim kendisinden yaklaşık 1.300 (bin üç yüz) yıl önce söylenmiştir ve birazdan ispatlayacağımız gibi kesin olarak Hz. Ömer’e aittir. Üstelik de yanlış bir çeviri…

Sözün Arapça aslı “El-‘adlü esâsü’l-mülk”tür Türkçede ‘mülk’ kelimesi “Mahkeme kadıya mülk değil” deyiminde olduğu gibi genellikle taşınmaz (gayrimenkul) anlamında kullanılır. Oysa Arapçada devlet, düzen, ülke, egemenlik, iktidar, saltanat anlamlarına da gelir.

Dolayısıyla “Adalet mülkün temelidir” sözüyle kastedilen şey şudur: “Devletin veya düzenin esası adalettir.”

‘Esas’ kelimesi için seçilmiş olan ‘temel’ de yanlış bir karşılıktır. Bir devletin adalet temelinde kurulmuş olması önemli ama adalet sadece devlet binasının temel kısmında bulunmaz ki! Sözün sahibi olan Hz. Ömer’in anlayışına göre adalet bir devletin temelinde olduğu gibi çatısında da, yani her zerresinde vücut bulmalıdır. Temelinde adalet olup da çatısında zulüm yaşanırsa o binada adaletin varlığından söz edilebilir mi?

Şimdi bakalım “Adalet mülkün temelidir” sözü Hz. Ömer tarafından nasıl ve hangi bağlamda söylenmiş?

armagan01.20130210075501.jpg

İbni Kesir’in naklettiği Hazreti Ömer’in konuşması.

HZ. ÖMER’İN ADALETİ

Sadece İslam tarihinde değil, dünya tarihinde de Hz. Ömer çapında âdaletiyle temayüz etmiş bir devlet başkanı bulmak kolay değildir. O, insanlık tarihinin adalet tahtının tacidarlarından biridir. Hayatından pek çok örnek verilebilir ama şu çarpıcı sözü yeterlidir adalet anlayışının hangi noktalara ulaştığını göstermek için:

“Devlet malını yetim malı konumuna koydum. İhtiyacı olmayan yetim malına tenezzül etmesin. Muhtaç olansa meşru surette, ihtiyaç ve emeğine uygun olarak yararlansın.”

Hicretin 20. yılında devletin geliri artmış, Hz. Ömer de Mekke’nin ileri gelenlerini maaşa bağlamıştı. Ölçüsü, Peygamber Efendimiz’e (sas) yakınlıktı. Kim O’na yakınsa daha yüksek maaşa bağlanacaktı. Oğlu itiraz etti. “Peygamber’in kölesi Zeyd’in oğlu Üsame 4 bin, bense senin oğlunum, 3 bin dirhem alıyorum. Adalet mi bu?” Hz. Ömer mutlak ölçüsünün Efendimiz olduğunu beyan eden şu şoke edici cevabı verdi:

“Ona daha fazla verdim, Çünkü Allah Resulü onu senden, onun babasını da senin babandan daha çok seviyordu.”

Gördüğünüz gibi insanın duygu ve düşünce sınırlarını zorlayan bu erişilmez adalet anlayışını bütün hayatına yaymış olan Hz. Ömer’in ağzına yakışırdı “Adalet mülkün temelidir” sözü.

“EL-ADLÜ ESASÜ’L-MÜLK”

637 yılındayız. Hz. Ömer’in İran hükümdarı Yezdicerd’in üzerine gönderdiği Sa’d b. Ebi Vakkas komutasındaki kuvvetler Medayin’e, sonra da Nehrevan’a girmişler, Sasanilerin paha biçilmez hazinelerini ganimet olarak Hz. Ömer’e göndermişlerdi. “Kisra’nın baharı” denilen muhteşem bir halı, mücevherli kılıçlar, kemerler, süslü elbiseler üst üste yığılmıştı. Bir de Kisra’nın altın bilezikleri vardı dizi dizi.

Halife Ömer, Süraka b. Malik’in kollarına taktırdı bilezikleri. Kisra’nın elbiselerini giydirdi. Sonra “çıkart” dedi ona. Şöyle dedi: “Allah’ım, benden daha fazla sevdiğin Resulüne ve Ebubekir’e vermediğin süslü eşyaları bana verdin. Bunları vermenden sana sığınırım.” Zengin olmanın bir düşüklük gibi görüldüğü bu aydınlık tablonun ardından Hz. Ömer’e bu defa Kisra’nın kılıcını getirdiler. Şöyle dediği duyuldu:

“Şüphesiz Kisra kendisine verilen dünyalıkla ahiretinden oldu. Dünya ile meşgul oldu. Kendisi veya damadı için mal topladı ama şahsı için ahirette yararlı olacak bir şey yapmadı.”

İşte “Adalet mülkün temelidir” sözünü bu bağlamda söylemişti Halife Ömer. Bunu İbn Kesir “El-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı eserinde (cilt 7, s. 68) şu şekilde dile getirir:

“Adalet mülkün temelidir (esasıdır) ve baki kalmasının ve devam etmesinin sırrıdır… Beyhâkî ve İmam Şafi şunu dediler: Ömer b. Hattab, Kisra’nın bileziklerini Süraka b. Malik’e verdikten sonra şöyle dedi: “Kisra b. Hürmüz’ün bileziklerini kollarından çıkarıp Beni Müdlic kabilesinden Arab olan Süraka b. Malik’in kollarına takan Allah’a hamd olsun.”

Daha sonra Hz. Ömer, Müslümanlara bir hutbe verdi. Onlara Kisra’nın mülkünün (devletinin) zulüm ve eziyetlerle yok olduğunu, halbuki mülkün (devletin) temelinin ve ayakta kalıp devam etmesinin sırrının adalet olduğunu beyan edip açıkladı. Daha sonra bütün ganimetleri paylaştırdı. Ve bu ahlakla Müslümanlar İran şehirlerini (ülkesini) fethettiler. Kisra’nın mallarına mirasçı oldular. Güneş İslam illerinde batmaz oldu.”

Bundan 640 yıl önce, Atatürk’ün ölümünden de 565 yıl önce vefat eden bir tarihçinin kitabında aynen böyle yazıyor. Yani “Adalet mülkün esasıdır” sözü, Hz. Ömer’indir ve bir devletin zulümle ayakta kalamayacağı, ‘ilelebet payidar olması’nın sırrının adalet esası üzerine kurulması olduğu fikrinin patenti ona aittir.

Başkalarınca söylenmiş sözleri Atatürk’e mal etme gayretkeşliğinin başka örneklerini de biliyoruz.

Mesela Romalı şair Juvenalis’in neredeyse 2 bin yıllık “Orandium est ut sit mons sana in corpore sano” (Sağlam bir bedende sağlıklı bir kafa vermesi için Tanrı’ya dua etmelisin) sözü Atatürk’e mal edilerek “Sağlam kafa sağlıklı vücutta bulunur” şekline sokulmuştur.

Keza “Köylü milletin efendisidir” sözü de Kanuni’ye aittir ve aslı “Reaya milletin efendisidir” şeklindedir. Reaya, sadece köylü demek değildir. Üreten ve vergi veren anlamındadır ve Kanuni bir devletin devletten geçinenler sayesinde değil, üretici kitle sayesinde ayakta durduğunu anlatmak istemiştir.

Sözün özü: Mahkemeleri bırakın, diğer yerlerdeki sözler de asıl sahiplerine iade edilmelidir diyoruz. Zaten adalet bir şeyi ait olduğu yere koymak demek değil midir? O zaman tarihte de adalet istiyoruz. Hem de Hz. Ömer adaleti…

Zaman

Bediüzzaman’ın Tefekkür Dünyasında “Dağlar”ın Yeri

Bütün yaratılış insanla birlikte düşünülmüştür, bizim hayatımıza hizmet eden veya uzakta da olsa bizimle alakadar her şey bizimle birlikte düşünülmüştür.

Biz hava ile birlikte düşünülmüşüz, su ile birlikte düşünülmüşüz, arı ile birlikte düşünülmüşüz, koyun ile birlikte düşünülmüşüz, böceklerle, birlikte düşünülmüşüz, onlardan birinin olmayışı bizim hayatımızı sonlandırır.

Demek insan demek aslında bütün varlık demek, çünkü onlardan birinin eksikliği insanın hayatını bitirir. Bizim hayatımızın en önemli öğelerinden biri dağlardır.

BEDİÜZZAMAN VE KAİNAT SAHİFELERİ

Dağlar Bediüzzaman’ın en çok okuduğu kâinat sahifelerinden biridir, mukaddes kitapların da öyledir, bilimin, sanatın, resmin vazgeçemediği bir varlıktır. Otomobilin tekerleği dağlara muaraza etmek için dönmeye başladığından beri insanların hayatında dağın heybet ve azameti kısmen sona erdi.

Sevdiğine ulaşamayan âşık dağları engel gördü, askerde koşturan er dağları engel gördü, hastaneye, kasabaya at sırtında koşturduğu eşinin yarı yolda ölmesi karşısında;

Dağlar seni delik delik delerim, Kalbur alıp toprağını elerim” demiş, ya ne deseydi.

Hasret ve özlemin en önemli engellerinden biridir dağlar. Dağların engel olduğunu gören Barış

Dağlar dağlar kurban olam yol ver geçem, Sevdiğimi son bir olsun yakından görem” demiş.

Allah mukaddes kitabında;

Biz emaneti dağlara yüklemeyi teklif ettik, onlar yapamayız diye vazgeçtiler” mealinde konuşur.

O kadar azametine rağmen kulluk ve emanet-i kübrayı yüklenmekten geri durur, o dik durmanın sembolü dağlar.

Peygamberler dağlardan hoşlanırlar,

dağlar onların ruhlarının ümmetlerinin belalarına tahammülü gibi, onlar da hayata dağlarda tahammül ederler. Onların ruhları ile dağlar arasındaki psikolojik bağ nedir, bilen varsa söylesin.

Nebiyy-i Zişan Hira’ya gider bir mağaraya sığınır, orada Rabbi ile muhavere eder,

artık yeter Allah’ım bu evrenin sırrını bana bildir,

nedir bunun tılsım-ı muğlâkı, muamma-yı müşkül küşası,

nereden, nereye, necisin, güneşinden bir ışık ver!

Işıksız güneş bilinmez, biz insanlar zaifiz güneşe ışık kadar nebiler gerekli,

ama senin vahyin ışığı değmeyince ben ne yapabilirim” mealinde şeyler söyler, günlerce orda, durur.

Hz. Hatice o da bir dağ gibi eşinin direncini artırır, bir dağ gibi ona arka olur.

Hiç kimse Resulullaha onun kadar direnç ve mukavemet bilinci vermemiştir.

Hatice çile demektir, bu yüzden işler kolaya binince Allah onu dünyadan öteye alır.

Eşine getirdiği azıklarla Peygamberimiz onun mağaranın kapısında görünce “gel Hatice“ diyordu değil mi, mağarada oturup hasbıhal edip bir sürelik hasretlerini muhakkak giderdiler. Neler anlattı Hz. Muhammed ona, günlerinin nasıl geçtiği konusunda ne dedi?

Mağaranın duvarları, konuşun artık neler duydunuz. Sonra eşini mağaradan gönderdi, arkasından bakakaldı muhakkak.

Bastığınız topraklar, üzerinden geçtiğiniz yollar olaydık, Cennette bu sahneleri isteriz kâinatın büyük sinemasından, koltuklarda yer kalmaz bu sahneyi seyretmek için, biletler karaborsaya düşer mi (!) Maksat manaları çağrıştırmak.

Romanımız olmamış anlatamamışız bunları, belki de anlatan vardır.

Zavallı Osmanlının torunları yüz yıldır dini okul kapısına sokmamışız, ne büyük milletmişiz ki bizi dinden uzak, hevesata mahkûm, Allah’tan gafil hale getirmişler, modernizm yaftası. Çünkü hiç kimseyi değil bu Anadolu toprağından atalarının torunları yeni bir ruhla çıkarsa yine biz bittik derler.

Bediüzzaman “Kardeşlerim çok ileri gideceğiz“ derken bunu kasteder.

DAĞLAR BİZE NE SÖYLÜYOR?

Bediüzzaman etrafı dağlarla muhat Barla’da sekiz buçuk yıl yaşar, dört bir yanı dağ olan bir belde, inançsızlığın önünde sıradağlar gibi duran adamın arkadaşı ruhuna mümasil dağlardır. Çam dağına çıkar, o dağ ona ne sırlar söyledi, “Buraları yıldız sarayına değişmem“ diyen Bediüzzaman, Çam Dağının tepesinde evreni gözetleme ve kulesinde etrafını seyrederken dağlardan neler aldı, konuşun çam dağının tabiatı, neler söyledi size onlar da bize işte size söyledikleri onları gördü söyledi derler herhalde.

Peygamberin davasının vekili, peygamberin dağlarla sır alışverişi gibi dağlarla konuşur, aylarca dağlarda kalır. Nasıl durur oralarda yaşlı adam, hasta adam, senin aklın kesmez yazar, sussana. O fersude beden nasıl o dağlara yürüyerek çıkar, sana sus demedim mi sayın yazar.

Nereye giderse arkadaşı olan dağları arar.

İstanbul’a gider Yuşa tepesine, Van’da iken Van kalasına, yüksek yer bulamazsa minarenin şerefesinde yürür. Yüksekliklere aşina yüksekliklerle yüksek düşünceler üreten yüksek ruhlu, yüksek himmetli adam.

Allah kitabında “dağları size kazık, yeryüzünü döşek yapmadık mı? ” derken üslubu ile artık düşünün der değil mi ?

Bir gemimin dengesini sağlamak için onun direği gibi hayatın ihtiyaçlarını dağlara depolayan her şeye Müdebbir Zülcelâl bir ilah dağlar ile hayatımıza destek olur. Suyun istilasından bizi korur dağlar..

Meleklerin ruhanilerin güzelliklerini seyrettiği bir Rabbani sinema dağlar.

Biz kâinat güzel sanatlar galerisinin çok az şeyine bakıyoruz, ama dünyadaki binlerce dağlardaki güzellikler, çiçekler, böcekler bunların seyircisi melekler,

Allah adına onun sanatını seyrederler. Dünya sinemasında Allah ‘ın eserlerini ve olayları seyretmeye biz yetmeyiz sahne boş kalır Allah eserini seyretmek için meleklerini sahneye doldurur, onlar maşallah barekâllah, fetebarekâllah derler.

Biz dağların içine yığılmış çeşitli madenleri kullanır hayatımızı kolaylaştırırız, melekler ise o azametli sayfaları seyrederler. Tesbih ederler.

Kur’an’ın binbir hikmetli ayetini farklı perspektiflerden izah eder Bediüzzaman

Dağları zemininize kazık ve direk yaptım” bir kelâmdır.

Bir âmînin şu kelâmdan hissesi:

Zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve ni’metlerini düşünür, Halikına şükreder.

Bir şâirin bu kelâmdan hissesi:

Zemin bir taban ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire sûretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları o çadırın kazıkları misâlinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder.

Haymenişîn bir edibin bu kelâmdan nasîbi:

Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güyâ tabaka-i turâbiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i turâbiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar pekçok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder. “(Sözler)

Dağlara böyle bakılır, Bediüzzaman gibi, muhtelif idrakte insanlara bir coğrafya dersidir. Medreset’üz-Zehra’nın kitabının dağ sahifesidir.

Hadi coğrafyayı böyle nurlandıralım coğrafyacı arkadaşlar.

Bediüzzaman coğrafyasına çalışalım, bir gün ömür elden gider.. Azrail kapıyı çalmadan… Rahatı yere çalalım satırlara dalalım, ey ehl-i ilim.

Nehirler dağlardan kaynar, tantanalı bir bahane dağlardan çıkan suları biriktirsen bir süre sonra dağdan daha büyük olur, ama insanın sebeb ile müsebbep arasında düşünen bir insan yapmak için zahiren sular, nehirler dağlardan kaynar, ama asıl Rahmet-i ilahiden kaynar o sular. Her bir dağ bir çeşme musluğu gibi akar akar akar.

Dağlar yeryüzü denilen aynen insan gibi yaşayan bu büyük âlemin nefes borusudur, bazen celallenir ateşler saçar, bazen dumanlıdır, efkârlanır, sürekli büyük insan ondan nefes alır, teneffüs eder.

Dağlar büyüklüklerine rağmen Allah’ın haşmeti önünde eğilirler.

Hâlbuki taşlardan ibâret olan dağlar, Onun haşyetinden ezilip dağılıyor ve sizden ahz-ı misâk için üstünüzde Cebel-i Tûr’u tuttuğunu, hem taleb-i rüyet hâdisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle Onun haşyetinden titremeyip kalbinizi katılık ve kasâvette bulunduruyorsunuz.

Bu fıkra ile, dağlardan nebeân eden Nil-i mübârek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanümâ ve mu’cizevârî bir sûrette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. “

Taşları dağlara çevirip bize hem heybetli süsler, hem de hayatımızın dayanağı yapar.

Herşey ona münkad, her şey ona eder inkıyad.

Dağ büyüklüğüne güvenip ona edemez isyan,

sen nesin ey kendini beğenmiş dağlar gibi yürüyüp kendini küçülten insan.

En Büyük Sebatkârlar Peygamberler ve Varisleri

Tur-ı Sina’da Hazret-i Musa,

Şam dağlarından Hazret-i İsa,

Resulullah Hira dağlarında Allah ile ulûhiyet ilişkilerini pekiştirmişler.

Allah, dağ ve peygamber bir imajın üç büyük halkası!

Sina dağına gider Musa Aleyhisselam, on emri almak için döndüğünde işe bak ki ümmetini bir buzağıya tapar görür, celallenir ama peygamber sabrı ile siz nefsinize zulmettiniz der, yoksa istese hepsini helak ettirir, defteri kapatır dı ama yok, peygamberler böyle yapmazlar, en olmadık anlarda en büyük sebatı gösterirler. Varisleri de öyle.

Bediüzzaman dağlardaki bazı hislerini arkadaşlarına ortak eder.

Şu iki üç aydır pek yalnız kaldım. Bazen on beş yirmi günde bir defa misafir yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır dağcılar yakınımda yok dağıldılar.

İşte gece vakti, şu garibâne dağlarda, sessiz, sedasız, yalnız, ağaçların hazinâne hemhemeleri içinde, kendimi birbiri içinde muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.

İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım.“ (Mektubat)

O koca dağlar birer kuldur, büyük kul Bediüzzaman’a arkadaşlık ederler, birlikte tesbih ederler hayatın sahibini.

Bediüzzaman Barla’nın dağlarını evliyanın halvethanelerine benzetir, bütün Nurlar o halvetin sonucudur.

Barla Dağlarındaki Tefekkürler

Siyaseti terk ve dünyadan tecerrüt ederek bir dağın mağarasında âhireti düşünmekte iken, ehl-i dünya zulmen beni oradan çıkarıp nefyettiler. Hâlik-ı Rahîm ve Hakîm, o nefyi bana bir rahmete çevirdi. Emniyetsiz ve ihlâsı bozacak esbaba maruz o dağdaki inzivayı emniyetli, ihlâslı, Barla dağlarındaki halvete çevirdi. Rusya’da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir mağaraya çekileyim. Erhamürrâhimîn, bana Barla’yı o mağara yaptı, mağara faydasını verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini zayıf vücuduma yüklemedi

Peygamberlerin mağaraları gibi Barla da peygamber davasının naşiri bir zatın mağarasıdır.

Risale-i Nur dağlar büyüklüğünde duvarları olan bir büyük din kalesini tamir ediyor, hüccetleri dağlar gibi, önüne çıkan münkirleri geri püskürtüyor.

Dağlarda ne tür tasarruflarda bulunur Allah, “Yem yeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılâp ve manzaralarıyla kudret-i İlahiyenin mucizelerini hikmet-i İlahiyenin nazarına arz eder.

Buna karşı cevv-i sema dahi azamet-i İlahiyeyi izhar etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim eder. İşte bu iki âlem arasındaki hayali müşabehetten dolayı, bilhassa yaz mevsimindeki bulutlar, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, deve kafilelerine yapılan teşbihler, üsluplar, nazar-ı belagatte pek güzel görünür” (İ. i’caz)

Dağlara bu kadar farklı noktalardan bakan bir kâinat kitabı okuyucusu Bediüzzaman.

Allah Peygamberlerini de dağlar gibi ümmetlerine gelen belalara engel yaratmıştır. “Enbiyaya yükletilen risalet ve teklif yükünün pek ağır olduğuna ve sahraları faydalandırmak için yağmur, kar ve fırtınaların şedaidine maruz kalan yüksek dağlar gibi, peygamberlerin de ümmetlerini feyizlendirmek için risalet zahmetlerine maruz kaldıklarına işarettir. “(İ .İcaz)

Dava adamı da peygamberlere benzer, o da davasına gelen belalara dağlar gibi göğüs gerer…

Gönüllü Alay Kumandanı Bediüzzaman ve Harp Madalyası, Bediüzzaman hem tefekküründe hem hayatında dağlar ile iç içedir.

Umumi Harpte Kafkas’ ın karlı dağlarında kahraman askerlerimiz arasında gönüllü alay kumandanı olarak mücahede ve irşad için dolaşıp büyük bir harp madalyası almıştır. Normal zamanda da dağlardaki sanat-ı İlahiyeyi temaşa eder.

Neden dağları seçtiğini anlatır, ruhu ile onların uzlaşmasının nedenlerini anlatır.

EDİPLER EDEPLİ OLMALI

Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zîra bu “mim’siz medeniyet”te görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelam ve hüsn-ü niyet ve selamet-i kalb, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam manasıyla hükümfermadır. Bildiğime göre edibler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri naşir-i ağraz görüyorum. Eğer edep böyle ise ve efkâr-ı umûmiye böyle karma karışık olsa, şahit olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim; bunda da dâhil değilim. ”

Sahte hürriyet ve sahte edebiyattan dağların kucağına sığınır. Onun arkadaşıdır dağlar, zişuur ibadından başka hali dağlar boş sahralar Cenab-ı Hakkın ibadı ile doludur. Üstad onlar ile ülfet eder, biz ne bilelim bu mahrem fıkrayı.

Münacatta dağları başka bir versiyondan anlatır.

Dağları sahrâları çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebatatın esnafından hiçbirisi yoktur ki, tesadüfe havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizamıyla, hüsn-ü hilkatiyle, faydalarıyla,

hususan madeniyatın tuz, limon tuzu, sulfato ve şap gibi sureten birbirine benzemekle beraber, tatlarının şiddet-i muhalefetiyle ve

bilhassa nebatatın basit bir topraktan çeşit çeşit envâlarıyla, ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle, nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm, nihayetsiz Rahîm ve Kerîm bir Sâniin vücub-u vücuduna bedahetle şehadet ettikleri gibi,

heyet-i mecmuasındaki vahdet-i idare ve vahdet-i tedbir ve menşe ve mesken ve hilkat ve san’atça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından, Sâniin vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler.

Hem nasıl ki dağların yüzünde ve karnındaki masnular, zeminin her tarafında, her bir nevi aynı zamanda, aynı tarzda, yanlışsız, gayet mükemmel ve çabuk yapılmaları ve bir iş bir işe mâni olmadan, sair nevilerle beraber karışık iken karıştırmaksızın icadları,

Senin rububiyetinin haşmetine ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen kudretinin azametine delâlet eder.

Öyle de, zeminin yüzündeki bütün zîhayat mahlûkların hadsiz hâcetlerini, hattâ mütenevvi hastalıklarını, hattâ muhtelif zevklerini ve ayrı ayrı iştahlarını tatmin edecek bir surette, dağların yüzlerini ve içlerini muntazam eşcar ve nebatat ve madeniyatla doldurmak ve muhtaçlara teshir etmek cihetiyle, senin rahmetinin hadsiz genişliğine ve hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atine delâlet ve

toprak tabakatı içinde gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu halde, bilerek, görerek, şaşırmayarak, intizamla, hâcetlere göre ihzar edilmeleriyle

Senin herşeye taallûk eden ilminin ihatasına ve her bir şeyi tanzim eden hikmetinin bütün eşyaya şümulüne ve

ilâçların ihzârâtı ve madenî maddelerin iddihârâtıyla rububiyetinin rahîmâne ve kerîmâne olan tedâbirinin mehâsinine ve inâyetinin ihtiyatlı letâifine pek zâhir bir surette işaret ve delâlet ederler.

Hem bu dünya hanında misafir yolcular için

koca dağları levazımatlarına ve istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat deposu ve cihazat ambarı ve hayata lüzumu olan çok definelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde işaret, belki delâlet belki şehadet eder ki,

bu kadar kerîm ve misafirperver ve bu kadar hakîm ve şefkatperver ve bu kadar kadîr ve rububiyetperver bir Sâniin, elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için, ebedî bir âlemde, ebedî ihsânâtının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazifeyi görürler.

Ayet-ül Kübra’da kâinattan Halikını soran seyyah dağlar tarafından onlardan da Halikını sormak için çağrılır.

Dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar “Sayfalarımızı da oku” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır.

Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dâhiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarını bozmuyor.

Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesine bu mânada hazineli direkler olduklarını, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, …. çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi membalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne ve müdebbirâne ve kerîmâne ve ihtiyatkârâne iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki:

Bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîrin ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîmin hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar.

Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahranın umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri Lâ ilâhe illâ Hû tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billâh” der”(Ayet ül Kübra)

MUHAKEMAT’TA DA DAĞLARDAN BAHSEDER

Demek zaman içinde Muhakemattan başlayarak dağlar onun düşüncesinde önemli bir imaj ve öğedir, manayı gittikce derinleştirir , üslubu gittikce sadeleştirir. Demek o da bir müellif gibi eserlerini zamanın değişmelerine göre yeniler,

Demir gibi dağlarıyla irsâ ve ta’mid ederek havayla iştibak ettiğinden, muvazeneti muhafaza olunmuştur. Demek, dağlar o geminin demir ve direkleri hükmündedirler.

Saniyen: İnkılâbât-ı dahiliyeden ihtizazat o dağlarla iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dahilî bir heyecan olduğu vakit, arz dağlarla teneffüs ettiğinden, gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.

Salisen: İmaret-i arzın direği beşerdir. Hayat-ı beşerin direği dahi, menabi-i hayat olan mâ ve türab ve havanın istifadeye lâyık suretiyle muhafazalarıdır. Halbuki, şu üç şerait-i hayatın kefili dahi dağlardır. Zira dağ ve cibal mehazin-i mâ olduğu gibi, cezb-i rutubet hasiyetiyle havaya meşşata oluyor. Hararet ve bürudeti tâdil ettiği gibi, havaya mahlût olan muzır gazların teressübüne ve havanın tasfiyesine sebep olduğu gibi, toprağa da terahhum ediyor. Çamurluk ve bataklık ve bahrin tasallutundan muhafaza eder.”(Muhakemat)

Buradaki üslub daha arkaik bir dil ile ifade edilmiş.

DAHİ KAHRAMANLAR VE MAKSADIN BÜYÜMESİYLE HİMMETİN BÜYÜMESİ

Divan-ı Harbi Örfi’de kendi gibi eazimın dağlar ile irtibatını anlatır.

Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mazi derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin olan ve Salâhaddin-i Eyyubî ve Celâleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zal gibi ecdatlarınızdan emsalleri gibi dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan bir aile gibi, herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve hayat-ı ulviyenin enmuzeci olan İslâmiyet milliyeti size emr-i kat’î ile emrediyor ki: Tâ herbiriniz umum İslâmın mâkes-i hayatı ve hâmi-i saadeti ve umum millet-i İslâmın ferdî bir misâl-i müşahhası olunuz. Zira, maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teâlî eder.“ (Divan-ı Harbi Örfi)

Şarki anadolunun dağlarını onların mektebi olarak görür Bediüzzaman.

İşte onun dünyasında dağlar, ders alsın ölüler ve sağlar.

Prof. Dr. Himmet Uç

himmetuc@hotmail.com

Kaynak: www.NurNet.Org