Etiket arşivi: ölüm

Ölüm Nedir? Nasıl Anlamalıyız?

Sonsuz ilâhî fiillerden birisi, İmate; yani, ölümü tattırma; ruhun bedendeki tasarrufuna son verme. Ruh, Allah’ın en mükemmel, en harika ve en bilinmez eseri. Muhyi (hayat verici) isminin tecellisiyle hayat nimetine kavuşmuş. Bu nimet ve şeref artık ondan ebediyen geri alınmayacak. Kabirde de, mahşerde de, cennet veya cehennemde de devam edecektir.

Ruhu yaratmak gibi, her ruha uygun bir beden inşa etmek de Allah’ın en hikmetli ve rahmetli bir icraatı. İşte ölüm kanunuyla o misafir ruh, bedenden soyuluyor, süzülüyor ve kendine mahsus bir başka âleme göç ediyor.

Nur Külliyatı’nda ölüm için getirilen birbirinden güzel tariflerden birisi:

“Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur…” ( Mektûbat)

Ve yine ölüm hakkında ince bir tespit:

Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir. Öyle de dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir.” ( Mektûbat)

Bir asker adayı için hem kıtasına teslim olduğunda, hem de terhis edildiğinde birtakım kayıtlar tutulur, işlemler yapılır. Askere kayıt da bir fiil, askerden terhis de… İşte yukarıdaki ifadelerde bu incelik nazarımıza sunuluyor. Hayat, ihyafiiline dayandığı gibi, ölüm de imate fiiline dayanıyor. İkisi de ayrı birer ilâhî ismin tecellisine hizmet ediyorlar.

İhya fiiliyle cansız elementler hayata kavuşurken, imate fiiliyle de bu beraberliğe son veriliyor. Canlı hücreler, yerlerini kademeli olarak yeni elementlere bırakıyorlar.

Nur Külliyatı’nda, çekirdeklerin ölümleriyle sümbül hayatına geçtikleri, ölümün de hayat kadar bir nimet olduğu güzelce izah edilir. Biz de bu müjdeli haberi hayalimizde genişletiyor ve görüyoruz ki, her ölümü bir diriliş takip ediyor ve ikinci safhalar birincilerden daha mükemmel. “Nutfe” safhası biterken “alâka”yani kan pıhtısı devreye giriyor. “Alâka”nın işi bitince sıra “mudga”ya yani et parçası geliyor.

Kâinatın yaratılış safhalarında da bunu görüyoruz, bir sonraki safha öncekinden daha mükemmel.

Bütün bu rahmet ve hikmet tecellileri bize, kabir âleminin dünyadan, âhiretin de kabir âleminden daha güzel ve daha mükemmel olduğunu ders veriyorlar.

O halde ölümyeni bir mükemmele atılan adımın adı. Onu kabir âlemi takip edecek ve diriliş hadisesiyle, insan yeniden beden-ruh beraberliğine kavuşacak.

Ölümü ve imateyi böylece değerlendiren insan, “Ölümü gülerek karşılar.”

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Selam ve dua ile…
Sorularla İslamiyet

Kömür Karası Değil; Yürek Yarası!

Her yıl ,mayıs ayı gelince içimi bir hüzün kaplar.Nedenini sorarsanız. Bundan tam 14 yıl önce bir mayıs akşamı ruh dünyamı yıkan bir haberdir. Soma’da yaşanan elim maden kazası bana o acı anları sanki bu gün yaşar gibi hatırlattı.
1400067685_soma-faciasi

Çünkü; yıllar önce benim ve ailemin çektiği acıların aynısını 301 aile bizden daha ağır bir şekilde çekecekti. Somada vefat eden Maden Şehitleri ,kendileri inşallah manevi şehit oldular. Fakat arkalarında yüreği yaralı yüzlerce insan bıraktılar.

Arkalarında gözü yaşlı dul eşler,babasını ancak resimlerde ve rüyalarda görecek yetim çocuklar ve ayrıca gözü yaşlı derin yara almış anne babalar bıraktılar. Bu aileleri anlamak için bu tür acıları yaşamak gerekiyor. Ben de bu tür bir acıyı yaşadığım için Soma olayı beni derinden etkiledi.

Evet bir 17 mayıs akşamı en sevdiğim can kardeşim İsa’yı elim bir kazada kaybettim.Bundan dolayı her mayıs ayında içime büyük bir hüzün dolar. O yıl Manisa’da Üniversitede okuyordum.Mezuniyetime 1 ay kalmıştı. Kardeşim benim mezuniyetime katılmak için sabırsızlanıyordu.Onunla olaydan iki gün önce telefonla konuşmuştum.Ben onun mezuniyetime gelmesini beklerken onun bu dünyadan irtihal haberi bana ulaştı.

Vakitli ölümlerin acısı, sanki, daha kolay kabul ediliyor. Hatta bazısı için, ‘öldü, kurtuldu’ deriz. Fakat vakitsiz ve ansızın gelen ölüm başka oluyor. Hele de gencin ölümü daha acı oluyor. Ona alışmak zor. Sonuçları daha derin oluyor. Yüreğinizde derin bir yara açıyor.Bu yaranın kabuk bağlaması için yıllar geçmesi gerekiyor.Fakat bu yaranın yerinde yine de bir iz kalıyor.. Her hatırladığınızda yaranız canlanıyor.
Düşünebiliyor musunuz? Doğduğu günü hatırladığınız,yıllarca birlikte oynadığınız,birlikte güldüğünüz can kardeşinizi 21 yaşında kaybediyorsunuz.

Böyle bir acıyı yaşamayan bilemiyor.Daha önce çevrenizde yaşanan genç ölümleri sizi etkiliyor. Fakat bu acıyı siz yaşadığınızda ruhen yıkılıyorsunuz. Hayatın anlamı kalmıyor.Birlikte oturduğunuz,birlikte gezdiğiniz,birlikte ağlayıp, birlikte güldüğünüz anlar gözünüzün önünden film şeridi gibi geçiyor.

Bir an yaşanan bu elim olayın bir rüya olduğunu düşünmek istiyorsunuz.Bu kötü kabustan uyanıp her şey eskisi gibi güzel bir şekilde devam etsin istiyorsunuz. Fakat nafile. Ölümün acı yüzüne zamanla alışmaya çalışıyorsunuz.

Dün,sizin hayaliniz olan Üniversiteyi bitirip göreve başlamak bile size boş geliyor.Sevinemiyorsunuz.Ölümlü dünyada makam ,mevki ,dünya malı gibi şeyler ölümü düşündüğünüzde gözünüzden çıkıyor.

Bütün bu acılarda insana en büyük teselli Ahirete İman oluyor.Ahiret’te tekrar birlikte olacağınızı düşündüğünüzde teselli buluyor ve Allaha şükrediyorsunuz.

Bu yazımız biraz duygusal oldu.Olsun. Bazen bu tür yazılar da yazmak gerekiyor. Yazar Hasan Kaçan, kardeşi vefat ettiği zaman, şunu yazmıştı: ‘Hayat, ölecek olanların, ölenlere ağlamasından ibarettir.’ diyordu.

Evet hasan kaçanın ölümle ilgili söylediği aslında her şeyi özetliyor.Bende son olarak ” Allah, herkese adil bir ölüm versin. Bizleri, doğru yoldan, yolundan ayırmasın.” diyerek sözlerimi bitiriyorum.VESSELAM.

HAMİT DERMAN

www.NurNet.Org

Hayat bulmacasının cevabı ölümdedir!

Her şeyin bir anlamı var. Hayatın, ölümün, insanların, hayvanların, ağaçların, dağların…

Her nedense insanoğlu doğumu sevinçle karşılarken, ölümden korkuveriyor. Oysa hayatı anlamlı kılan şey, gerçekte, ölümdür. İnsanoğlu şu dünyada hiç ölmeden yaşıyor olsaydı, herhalde, bu hayatın bir “emanet” olduğunu, bu emanetinse kendisine bir süreliğine verilmiş olduğunu hiçbir zaman düşünemeyecekti. Ama öyle değil; hayat bize verilmiş bir emanet.

İnsan, bu fani dünyanın gelip geçici yolcusu… Ölüm, yaşa başa, kadına erkeğe veya yaşlıya gence bakmadan ansızın geliveriyor kapımıza… Ölüm, bir yok oluş değil; yeni bir hayatın başlangıcı… Öyle ki ölüm, bütün gerçekliğiyle karşımızda duruyor. Zira ne akla, ne de vicdana uygun geliyor, ölümü yok saymak.

Madem ölüm yeni bir hayatın başlangıcı; o halde neden korku ve kaygılar içerisinde, ölümü bir son gibi düşünüyoruz? Ve ölüm deyince neden dünyamız kararıyor bir anda?

Peki ya, ölümün varlığı neden rahatsız ediyor bizleri?

Bunlar gibi pek çok sorunun cevabını, eserlerinde ve yazılarında ölümü sıklıkla ele alan, usta kalem Selim Gündüzalp’le gerçekleştirdiğimiz bu söyleşimizde bulabileceksiniz.

Öykülerinin yanı sıra, yazılarında ve kitaplarında ölümü ele alıp irdeleyen ve ölüme edebî bir bakış kazandıran, bir araştırmacı yazar olarak da yer ediyorsunuz zihnimizde. Bu noktada, gerek ölüm korkusunu yenme ve gerekse de ölüme hazırlanma adına neler söylersiniz bize? Yani ölüme nasıl bakmalıyız, ne dersiniz?

Ölüme bir defa değil, belki her gün defalarca bakmamız gerekir. İnsan her gün yürüdüğü yolda bile aynı yola bakarak yürür. Yoksa bir direğe toslamamız kaçınılmazdır. Hayat yolunda da gittiği istikametten yüzünü çevirmemeli insan.

Nereye gidersek gidelim, ölüm bizimle beraber geliyor. Her şey ama her şey bizden uzaklaşırken, ölüm anbean yaklaşıyor bize.

Dün iki-üç kişi içindi ölüm; bugün, her gün yüz binler için ölüm.

İnsanların sayısı arttıkça, ölümler de çoğalıyor.

Hız kesmiyor ölüm. Aksine sürat peyda ediyor. Eh, bu modern asra da, bu yakışıyor doğrusu!

Biz istediğimiz zaman olacak ya da istediğimiz zaman olmayacak şeylerden biri değildir ölüm. Çarnaçar dönecek ve istemesek de arz-ı endam edecek kapımızda. Vakitli vakitsiz gelecek. Sen işini bitirmeyi düşünürken, o senin işini bitirecek. Çökecek kapının önünde; seni almadan gitmeyecek.

Yok saymakla, göz kapamakla, ölümü yok edemeyiz.

Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var diyor Bediüzzaman. (Lem’alar, 225)

Ölümün işi bu. Görevi, gelmektir, götüreceğini bulup götürmektir.

Hindistan’da da olsa, Türkistan’da da olsa insan, hangi istan ya da fistanın içinde de olsa fark etmez. Ölümden kaçıp kurtulma şansı yoktur. Sonunda bir taş dikiliverecek bir gün başına. “El-Bâki Hüve’l-Bâki” denecek ve son durak kabristan olacak…

Vadesi gelen ayda da ölür, dünyada da. Ölümün unuttuğu tek bir kişi yoktur bu dünyada. Öyle ki, o kadar hikmetli, takipli, yapanı bellidir ölümün. Tesadüfün zerresi yoktur bu işin içinde.

Ölümü yakın takibe alanlar, hiç zarar görmemişlerdir. Bilakis hayatlarını daha da güzel ve düzgün yaşamanın çabası içine girmişlerdir. Eh, ne de olsa yolculuğunu unutmayan, valizlerini ona göre hazırlar.

Ölümü unutmak kişide ne tür manevî tahribatlara veya kayıplara yol açar?

Bu aslında başlı başına önemli bir konu ve bu asrın belki de en baş problemlerinden biri. Bir etiket var üstümüzde. Faniyiz, ölümlüyüz. Nerede gidersek gidelim, bu yazı silinmiyor. Ya ona göre yaşayacağız ya da onu yok sayacağız.

Sahabeden biri, ev inşa etmektedir. Hz. Peygamber (a.s.m.) de oradan geçer ve der ki: “Dikkat edin, ölüm size yapmakta olduğunuz bu evden daha yakındır.” Yani siz bu evi bitirmeden, ölüm sizin dünyadaki görevinizi bitirebilir. Sahabe mesajı alır, çünkü duyguları açıktır.

Hz. Peygamberimiz (a.s.m.) ne demek istiyor? “İşinizi terk edin, istirahate çekilin, bırakın” demiyor elbette. Ancak “Hayatın en acil ihtiyacını karşılarken bile, sakın ama sakın ölümü unutmayın. Eliniz işle meşgulken, zihniniz, fikriniz, hayaliniz ölümü düşünsün. İşinize renk, hayatınıza ahenk gelsin.” Herhalde mesaj buydu. Ve bütün duyguları açık olan sahabe efendilerimiz derhal ama derhal verilen mesajı alıyorlardı. Biz de bu hatırayı duyduğumuzda mesajı alabiliyorsak ve şöyle bir an için olsun durulup, üstümüzden başımızdan dünyanın tozlarını silkebiliyorsak o mesaj bize de ulaşmış, yerini bulmuş demektir.

Ne kadar zorlu bir görevdir insanları hiç bilmedikleri tehlikelere karşı uyarmak. Şuradan bir düşman gelecek, şurada bir ateş var, şurada bir uçurum var, şurada sizi bekleyen çok önemli tehlikeler var diye uyarmak ve onların gözünü açıp uyandırmak ne kadar güç bir iştir. Kolay bir görev değildir bu. Hele de anlamak ve duymak istemeyenleri uyarmak ve uyandırmak daha da güçtür. En tehlikelisi ise ölüme, kabre ve kıyamete karşı duyguları keskinleştirmek ve onları bir bir açıp uyandırmak, kolay değildir.

İnsan kendisiyle ilgili işleri düşünmekten uzak yaşamaktan hoşlanır. Otuzuna kırkına geldiyse, bir kırk senesi daha var zanneder. Alın size çarşaf çarşaf hayat bulmacası. Doldurun bakalım sağdan soldan kareleri. Yazdığınız bütün kareler, yazdığınız bütün cümleler nereye çıkacak? Ölüme ve kıyamete… Başka nereye çıkabilir ki? Ne yazarsanız yazın, hangi yerden başlarsanız başlayın, hayat yolu sonunda ya kabre ya da kıyamete çıkar. Oraya gelir dayanır. Hayat yolu kısadır.

Ölümü hatırlamak insana bir şey kaybettirmez; çok şey kazandırır.

Korkulardan, kaygılardan ve ümitsizlik hallerinden kurtulup, kalbimizi ümit çiçekleriyle doldurmak ve ölümle yüzleşmek için maddî ya da manevî olarak nelerden, nasıl beslenmeliyiz?

Kur’an’daki kıyamet sahnelerinin böyle anlarda bir daha açılıp, tekrar tekrar okunması gerekir. Bunlar, er ya da geç yaşayacağımız, göreceğimiz sahnelerdir. O gün inananlar hayretle, inanmayanlar ise dehşetle seyredecekler.

Rabbim! Ölümün kötü hâllerinden ve hayatın içine devekuşu gibi başımızı sokup o büyük günü unutmaktan, duygularımızın diriliğini kaybetmekten, son nefeste kelime-i şahadeti söyleyememekten ve kabir azabından bizleri muhafaza eyle!

Her gün yeni bir fırsattır, hayatın kalan günlerini mayalamak için, eksiğini ya da gediğini onarmak, yamamak için bir fırsattır. Rabbimiz imanı bir imkân olarak sunduğuna göre ve her günü bizim için özel yarattığına göre kaçırmayalım bu fırsatı. Uyanışın baharını biz de duyalım. Çalıların içerisindeki bir çiçek gibi, bir kelebeğin gelişini biz de bekleyelim. Her şey görevini eksiksiz yerine getirmeye çalışırken biz neden geri kalalım?

Bir çiçek, diri, dipdiri bir çiçek, ancak bir kelebeği, bir arıyı kendine çeker. Bir bahçede yeniden bir dirilişi ve baharı bazen bir çiçek başlatır. Bir çiçek bunu yapabilir Allah nasip ederse.

O zaman topyekûn bir uyanış, bir diriliş, bazen bir çiçekle başlayabilir. Allah’ın rahmetinden ve kudretinden hiçbir şey uzak değildir. O isterse ve dilerse her şey olabilir. Bir çiçek, bir baharı başlatabilir. İşte her gün böyle bir çiçektir. Kalbimizdeki güzellikleri uyandırmaya gelir. Nice kelebekler, nice arılar gelir. Nice güzellikler… Açın, görün, yaşayın baharınızı. Bu fırsat belki de bir daha hiç olmayacaktır.

Bir tarafta hayatta var olabilme ve gelecek kaygısı, bir taraftaysa ölüm kaygısı yaşıyor insan. Bu kaygı halleri zihnimizde ‘ümitsizlik’ ve ‘korku’ kavramlarını da çağrıştırıyor bir anlamda. Ümitsizlik ve korku arasında olmak ne demektir?

Elinizdeki çekirdeği toprağa koyduğunuzda, o ölümün bir yanda da sümbülün hayatıdır. “Güller toprağın gecesine yaslanır, oradan güler güneşe.” Toprağın gecesine giren bir tohum bile gülen bir gül olarak karşımıza çıkıyorsa insan niye ümitsiz olsun ki? Rabbi onu hayat duraklarının hangi safhasında yalnız bırakmıştır ki kabirde yalnız bıraksın?

İnsan geleceği bilemez. Doğru… Ama Allah geleceği güzel yapmıştır. Yeter ki ona uygun bir yol haritasını izleyebilelim ve Allah hakkında hüsnüzan edelim. Allah dileseydi bizi kediler âleminde fare yapabilirdi, bir tutam maydanoz yapabilirdi… Yapmamış… Demek ki bir muradı var bizden, bizi insan olarak yaratmakla. Bu kadar değer verdiği bir varlığı elbette toprakta unutmayacak, çürütmeyecek.

Tohumu toprakta unutmayan Allah, güneşi gecede unutmayan Allah, insanı da toprakta unutmaz. Onu da bir gün yattığı yerden kaldıracaktır, ebedî bir diyara sevk edecektir.

Genellikle ölüm korkusu gündeme gelince kişinin dinî yaşamı irdeleniyor. Bu korkuya cevap verecek tek unsur din midir?

Elbette dindir. Ama insanların ve biz dindarların da düştüğü bir hata söz konusu. Ölümü verenin Allah olduğunu unutmak ve onu tam anlayamamak. Daha önce de belirttiğimiz gibi Bediüzzaman Hazretleri “ölümü vermek” tabirini kullanıyor. Onu da bir nimet olarak görmeyi başarırsak problemimiz ya azalacak ya da hiç kalmayacak.

Bir bahçe sahibi bile, uzun emekler vererek, özenle yetiştirdiği ağaçlardaki meyveleri son dakikada kurda kuşa yem etmez; bahçesinin talan edilmesine izin vermez. İnsan yani… Allah, kâinat ağacının meyvesi olan insanı neden toprakta zayi etsin ki? Bir çiftçinin elinde toprak ne ise, toprağın bağrındaki insan da öyledir. Tohum baharda kendini gösteriyor, açılıyor. İnsan ise ebedî hayatın baharında amellerinin meyvesini vermek üzere toprağa koyuluyor.

Burada da şunu unutmamak gerekiyor: Ölen bedenimizdir, ruhumuz değil. Beden topraktan gelen gıdalarla besleniyor ve geldiği yere gidiyor. Ama ruhumuz ise topraktan gelmediği için toprağa gitmiyor. Allah onu özel bir yere alıyor.

Rahime Sönmez

Bugün Nur Talebesinin En Mühim Vazifesi Bir Gencin İmanını Kurtarmaktır

Evet! İmanı zaafa uğrayan gençler o tehlikeden kurtulmak için, ya Allah’ın rahmeti ile ön yargıdan kurtulup,  gururunu bırakıp, ciddi bir arayış içerisinde olacak, veya bir hayırsever onu kolundan tutup kurtuluş yolunu gösterecek, veya herhangi kimse onun hakikati öğrenmesine sebep olacak ki kurtulsun. Bu başarıyı elde etmek için ilk önce  gururu terk edip mütevazi  (alçak gönüllü) olmaya kendini zorlayacak, veya annesinin, babasının, dedesinin, ninesinin veya herhangi bir mübarek zatın duasını kazanmış olacak ki, bu dualar bereketi ile, Allah onun başını eğip arayış içinde olmasını sağlayacak. Onunla beraber irade-i  cüz iyeyi elimizden asla bırakmayacağız, onu müspet kullandıktan sonra Allahın yardımı yetişip o iman hazinesini sahip olabilir.

Yoksa bu insan, bilhassa okuldaki gençlerimiz dıştan gelen materyalist felsefe ile zehirlenerek, yalınız okulda aldıkları eğitimle kalıp, manevi açıdan şahsiyeti gelişmemişse,  edindiği kötü arkadaşları onu olumsuz yönde peşlerine çekmeleri hiçte zor olmaz. Düşünün devletimiz daha kaldıramadığı kanunlardan biri, okullarda: Din dersi hocası Öğrencilere Allah yarattı deyip biraz sonra Fen hocası derse gelip, tabiat olayları, tabiat yaptı diyor. Bu öğrenci hangi hocayı dinlesin?

Birde öğretmen gaye adamı bir dinsiz ise, çocuğu dinden etmek için herhangi bir menfaat ona gösterdiyse, o zaman bu gibilerin yoldan sapmaları için, iş daha da kolaylaşır. Çünkü bu delikanlılar mantıklarını kullanıp kâinata bakarak yaratıkları inceleyip Allah’ın varlığına delil bulamıyorlar ise?  Önlerinde, dimdik dikilen ölümü görmüyorlarsa? Bunlar dini vecibelerden niye uzak kalmasınlar? Bunlar niye rahat yaşamayı bırakıp, ibadet külfeti altına girsinler? Bu vaziyette olan bu gençler  Avrupai frenk mukallidleri niye olmasınlar? Ecnebiler gibi sefahate niye boğulmasınlar? Çünkü mademki insan dili altında saklıdır. O dilin de konuşacağı ancak kulağıyla dinlediğidir, veya gözüyle okuduğudur veya hayat tecrübesinden kafasına yükleyebildiğinden başkası değildir. Yani bu insan ya kitaptan okuduğunu ya hayati tecrübelerini veyahut bilenlerden dinlediğini bilir, ve onları de başkasına aktarmakla zevk alır.  Onunla iftihar eder. Ancak bu kaynaklardan gelen bilgilerle insan müspet (olumlu) veya menfi (olumsuz) tesir altına girer.

Mâ’nevi bilgileri dinlemeye gelince: Bu zamanda, sözden çok iş konuşuyor ve o görünen iş, insanda tesirli oluyor. Kuru lafın pek tesiri olmuyor. Çünkü sahtekârlar iyi kimselerden fazla kendilerini methedip, övebildikleri için, sen yaptığın dini nasihatleri pratiğe dökmezsen tesirsiz kalıyor. Bazen minibüse veya şehir içinde bir otobüse biniyorum. Otobüs yol alırken ileri duraklarda, sakat, yaşlı veya çocuklu  bir kadın biniyor. O esnada onlara bir yer bulmak için sağa sola bakıyorum, yolcular bana ters bakınca, kendim kalkıp yer veriyorum. Sonra bana yer çok. Öteki beriki sesleniyor  hemen bana yerini vermek istiyorlar. Bu küçük davranış bile gösteriyor ki,  iş her ne kadar dil gibi ses çıkarmıyor ise de , dilden fazla konuşup tesirini gösteriyor. Bildiğini yaşamayanlar piyasada çok olduğu için, insanların çoğu kendi kusurlarını örtüp rahatlamak için veya ümitsizlikten kurtulmak için, başkasının suçunu araştırıp bulmaya kalkıyor. Bak onlar nasıl safsatalar atıyorlar: Gerçi ben namaz kılmıyorum ama benim kalbim temizdir. Filanı  hoca, filan hacıdır ama onlar neler neler yaparlar, demeye başlıyorlar?

Ne var ki, bugün dinden uzak yaşamaya alışanlar, istemeseler bile kulaklarına giren ölüm haberleri hayatlarının tatlarını bozuyor. Onlarda, onu düşünmemek için, kendilerini ya sarhoşluğa veya eğlenceye atıyorlar. Bugün vatanımızda sefahatin kapıları sonuna kadar açık ve ona bulaşmak serbest olduğu için, bazı vatandaşlar, evlatlarının fıtri ihtiyacı olan manevi terbiyeyi vermeye çalıştıklarına rağmen çoğu zaman başarısız kalıyorlar. Yaşadığımız devirde insanımız öyle bir durumdadır ki, yalınız Allah’ın Kanununu ve Peygamberimizin (a.s.m.) sünnetini yerine getirme amacıyla bir araya gelen kişilerin gayretli çalışmalarından kuvvet alan Müslümanlar ayakta durabiliyorlar. Yani ferdi çalışmanın çoğu boşa gidiyor. Zaman cemaat zamanı olduğunu bilmeliyiz ve kurtulmamız için sağlam bir cemaat içine kendimizi atmalıyız. Bu gençleri kurtarmak için en kısa ve sağlam yol onları Risale-i Nur dershanelerine yerleştirmektir. Çünkü bu zamanın ihtiyacına cevap veren ancak bu eserler oluyor Allaha şükür.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org

Ben Ölünce (Şiir)

Ben ölünce sakın ha! Ardımdan ağlamayın

Bağırıp çağırarak karalar bağlamayın

 

Evet, günahkâr kulum kusurlarımsa çoktur

Ama Allah’ın rahmi onlardan daha çoktur

 

Tövbe istiğfar ile Rabbimden af diledim

Hamdolsun ben ölüydüm, ölüm ile dirildim

 

İnşallah benim Rabbim günahımı affetmiş

Tövbe, istiğfarımı yanında kabul etmiş

 

Her insandan gönlünce helallik diliyorum

Hakları varsa helal etsinler istiyorum

 

Zira kul hakkı ile O’na gitmek istemem

Onun cezası büyük hesabını veremem

 

Benim Rabbim Rahim’dir rahme ihtiyacım var

O’nun rahmi olmazsa amelim neye yarar

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org