Etiket arşivi: osmanlı

Osmanlı Devleti’nin Resmî Dili Var mıydı?

Osmanlı TuğrasıResmî dil ne demektir? Bir memleketteki halkın hepsinin konuştuğu dil midir? Devletin yazışmalarında tercih ettiği dil midir?
Memurların kendi aralarında konuştuğu ve halka hitab ederken kullandığı dil midir? Yoksa devletin halka konuşulmasını emrettiği bir dil midir?

Evvela şunu kabul etmek gerekir ki, resmî dil bir XIX. asır buluşudur. Milliyetçilik cereyanının neticelerindendir. Üstelik pek de masum olmayan bir ulus-devlet tabiridir. Zira ekseriyetin (çoğunluğun), ekalliyeti (azınlığı) asimile etme vasıtalarından biri olarak kullanılmıştır.

Aklı olan öğrenir!

Meselenin bize girişi 1876 tarihli Kanun-ı Esasî’si ile olmuştur. Bu ilk Osmanlı anayasasının 18. maddesi; devlet hizmetlerinde istihdam olunmak için, “devletin lisan-ı resmîsi” olan Türkçe’yi bilmeyi şart koşmuştur. “Bu madde, dirâyetli kişilerin memur olması önünde engeldir” diyen Arap mebuslara, parlamento reisi Ahmed Vefik Paşa, “Aklı olan dört sene içinde Türkçe öğrenir” şeklinde cevap vermiştir. Bu maddenin ilk hâlindeki, “Osmanlı ülkesinde bulunan kavimlerden her biri kendilerine mahsus olan dili öğrenip öğretmekte serbesttir” cümlesi; İngiltere’de mühendislik tahsili gördüğü için İngiliz Said Paşa diye de bilinen Eğinli Said Paşa’nın “zihne ayrılıkçılığı düşürür” şeklindeki muhalefetiyle çıkarıldı. Mamafih bundan sonra da mahallî dillerde tedrisat ve neşriyata bir halel gelmiş değildir.

Avrupa’daki cereyanların tesiriyle bu devirde devletin çeşitli unsurlardan bir “Osmanlı ulusu” teşkil etmeye çalıştığı söylenir. Bu iddia doğru kabul edilse bile, muvaffakiyet bulmamıştır. “İmparatorluk tebası” ile “ulus” zıt şeylerdir. Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu’nun resmî dili üzerinde konuşmak aslında abesle iştigaldir. İmparatorlukların resmî dili olmaz. Bunlarda çeşitli diller yan yana yaşar. Hatta birbirine tesir eder. Bazı topluluklar birden fazla lisan konuşur. XIX. asırda bile Türkçe konuşanların nisbeti %35-40 civarındadır. Bazı beldelerde nüfus kesafeti sebebiyle fazla, bazılarında mesela Ege Adaları’nda yok gibidir. Hanedan, ordu, bürokratlar Türkçe konuşur. Bu bakımdan Türkçe, Selçuklulardan beri cemiyetteki hâkim sınıfın lisanıdır; bir başka deyişle lingua francadır.

Osmanlı Devleti’nde resmî yazışmalarda Türkçe’den başka, Arapça, Farsça, Rumca, Ermenice, Bulgarca gibi diller kullanılmıştır. Arşivler bu tip vesikalarla doludur. Arap ülkelerindeki mahkeme kayıtları Arapçadır. Salnâmeler (devlet yıllıkları) ve Takvim-i Vekâyi (resmî gazete) birkaç dilde basılmakta; kanunlar birkaç dilde çıkarılmaktadır. Diplomatik yazışmaların hepsi Fransızcadır. Devlet, kendi elçilerine bile bu dilde yazı gönderir. Resmî makamlar, her dildeki dilekçeleri kabul eder.

Kültür empozesi değil, işlerin yürümesi olduğu esas için, memurların hepsinin Türkçe bilmesi aranmaz, mahallî lisanı bilmesi kâfi görülürdü. Bazı memurlar Türkçe yanında, mahallî dili de bilir. Mesela Budin vâli ve kadıları, Macarca bilir ve resmî işlerde kullanırdı. Türkçe bilmeyenlerin devlet dairesine işi düştü mü, kimse “Önce sen Türkçe öğren!” diye kaşını çatmaz, hemen bir tercüman bulunurdu. İslâm hukuku, herkese bu hakkı vermiştir. Hatta Hanefî hukukçusu İmam Muhammed Şeybânî, resmî işlerde tek tercümanı kâfi görmez; iki tane olmasını bulunmasını şart koşar.

Kanun-ı Esasî’nin resmî lisandan kastının, memurların müşterek bir lisan bilmeleri olduğu âşikârdır. Bir başka deyişle, devlet işlerinin kolayca yürütülmesi için diğer dillere bir yasak getirmeden Türkçe’yi müşterek lisan hâline getirmektir. Bu madde, Türkçe’yi bugünün anlayışıyla resmî dil hâline getirmiş değildir. Nitekim tatbikat da böyledir. Öyle ki Kanun-ı Esasî devrinin iyi sicilli sadrazamlarından Tunuslu Hayreddin Paşa (1878-1879), Çerkez asıllı bir Tunuslu idi. Türkçe bilmez; tercüman vasıtasıyla memleketi idare ederdi. Ama bu bile, XVIII. asır başlarında İngiltere tahtında oturan Kral I. George ve II. George’un, tek kelime İngilizce bilmeyişinden daha garip değildir.

Vatandaş Türkçe konuş!

İttihatçılar, Kanun-ı Esasî’nin yukarıda zikredilen hükmünü, kavmiyetçi politikalarına bir dayanak yapmışlar; Türkçe’den başka lisanların konuşulmasını, bu dillerde tedrisat yapılmasını yasaklayacak kadar ileri gitmişlerdir. Mesela bir taşra meclisinde yazılan mazbatanın, bir Ermeni âzânın mührüyle mühürlenmesi, anayasanın resmî dil prensibine aykırı bulunarak reddolunmuştur. Arnavut ve Arap ihtilâllerinin; hatta Kürtçülük hareketinin mesnedlerinden biri de budur. Günümüzdeki resmî dil anlayışı, İttihatçı mirasıdır. 1910’da mecliste kanunların ilan şekli müzâkere edilirken, resmî dil hususunda çok münakaşalar olmuş; Türk olmayan mebuslar, kanunların halka kendi dillerinde anlatılması gerektiği hususunda ittifak etmiştir. Nitekim Hakkâri Mebusu Seyyid Taha Efendi, “Anadilim olduğu halde, Kürtçenin resmî lisan ilânını teklif etmem. Fakat devlet, lâzım gelen her şekil ve vesile ile kanunları ahaliye anlatmalıdır” demiştir.

Halk farklı diller konuşsa bile, resmî dil, devlet ile ferdler arasındaki resmî muamelelerin bu dille yapılmasını gerektirir. Bir ülkede birden fazla dil, resmî dil olarak kabul edilebileceği gibi resmî bir dilin olmaması da mümkündür. Yalnızca Fransa ve İtalya’da tek resmî dil vardır; ama azınlık dilleri de resmen korunur. Meselâ İtalya’da Arnavutça, Katalanca, Hırvatça, Fransızca, Almanca ve Yunanca mahallî resmî dillerdir. Hindistan’da, 35; Güney Afrika’da, 11; İspanya’da, 5; İsviçre ve Lüksemburg’da, 4; Belçika, Irak ve Bosna’da, 3; Kıbrıs, İrlanda, Kanada, Filipinler ve Finlandiya’da, 2 resmî dil vardır. ABD, İngiltere ve Almanya’da resmî dil yoktur.

Türkiye’de çok dil konuşulmasına rağmen, tek bir resmî dil vardır. 1924 anayasası ve sonrakiler açıkça “Resmî dil Türkçedir” der. Buna dayanarak İttihatçılardan devralınan mirasa sahip çıkılmış; Ada vapurundaki Rumca konuşmalardan rahatsız olup, “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyaları açılarak, memleketin kadim halkı gayrımüslimler tazyik edilmiştir. Nüfusun %10’undan fazlasının konuştuğu binlerce senelik bir dil, “Bilinmeyen bir dil” olarak reddolunmuş; Kürt milletvekillerinin meclis albümündeki biyografilerinde “bildikleri dil” hanesine anadilleri, “Farsça” olarak yazılmış; Van zelzelesinde evi yıkılıp Kürtçe feryad eden yaşlı kadıncağızı, orada bulunan bir paşamız, “Kadın, sen önce Türkçe konuş!” diye azarlayarak anayasayı korumuştur.

Prof. Dr. EKREM BUĞRA EKİNCİ

Marmara Üniversitesi, Tarih

Bursa’da Zaman

BURSA’DA ZAMAN

Bursa’da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdıyan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar…
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhisi.

Bir zafer müjdesi burda her isim:
Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle.
Gümüşlü bir fecrin zafer aynası,
Muradiye, sabrın acı meyvası,
Ömrünün timsali beyaz Nilüfer,
Türbeler, camiler, eski bahçeler,
Şanlı hikâyesi binlerce erin
Sesi nabzım olmuş hengâmelerin
Nakleder yâdını gelen geçene.

Bu hayâle uyur Bursa her gece,
Her şafak onunla uyanır, güler
Gümüş aydınlıkta serviler, güller
Serin hülyasıyla çeşmelerinin.
Başındayım sanki bir mucizenin,
Su sesi ve kanat şakırtılarından
Billûr bir âvize Bursa’da zaman.

Yeşil türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir musikî gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur’an sesini.
Fetih günlerinin saf neşesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.

İsterdim bu eski yerde seninle
Başbaşa uyumak son uykumuzu,
Bu hayâl içinde… Ve ufkumuzu
Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk,
Havayı dolduran uhrevî âhenk..
Bir ilâh uykusu olur elbette
Ölüm bu tılsımlı ebediyette,
Belki de rüyâsı bu cetlerin,
Beyaz bahçesinde su seslerinin.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Türk şiirinin en büyük abide şiirlerinden Bursa’da Zaman. Bir devlete başkentlik yapmış ve imparatorluğun ilk ve büyük hükümdarlarına sahiplik etmiş,bir mukaddes belde Bursa. Tanpınar bir milleti ve bir dini ve bir şehrin bütün olağanüstü güzelliklerini bu şiire yüklemiş. Bu ne kadar canlı bir gözlem ve dâhilere mahsus derinden hissediş, şiirin kadife kimliğine yüklenen sanat ve estetik unsurlar ve tarih. Bursa ancak böyle anlatılır, bundan harika beyan olamaz. İnsan Bursa’da dolaşırken canlı bir tarihi ve dini atmosfer içinde yaşar.Sınırları belli olmayan hal ile mazi içinde duygularının içiçeliğiyle nefes alır.Hiçbir şehir Bursa kadar tarihin ve dinin sıcaklığını veremez. Yüzyıllarca bağrında nefes almış dervişlerin , Osmanlı sultanlarının ve sultan hanımların , onlar kadar toprağa ve insanına sarılmış Allah’ın ve tabiatın ebediyet simgesi çınarları ile bir hülya ve rüya iklimi Bursa .

Estetik güzellik farklı unsurları bir sanat metninde armonize etme sanatı. Bursa’da Zaman şiirinde farklılıklar hiçbir mekanik sırıtma olmaksızın tabiatın ve kainatın bütünlüğü gibi armonik bir kaynaşma içinde verilmiş. Şiirde hüznün dozu iyi ayarlanmış, hüzün iyiayarlanırsa hayatı ve tefekkürü besler, eğer dozu artarsa bir trajediye dönüşür, yürekleri burkar. Tanpınar şiirimizin büyük dehası bu orantıyı ki orantı sanatın en büyük organizetörüdür.”Bir rüyandan arta kalmanın hüznü “ Osmanlı asırlarca bu topraklarda rüya gibi mutluluk veren mutlu insanların dünyası idi, sonra gelen yıllar o rüyayı aşağıladılar, o rüyadan uzak kalmanın hüznü neredeyse yüz yıldır bize yaşatılan bir hüzün. Onlardan ayrı kalmanın hüznü.

Bursa mavinin uhrevi dünyasında yaşayan bir şehir. Şehrin büyük insanlar galerisinin başında Emir Sultan Hazretleri gelir.

Üç Osmanlı sultanı dönemlerinde yaşamış ve sufilikte velilik rütbesini kazanan Emir Sultan Hazretleri’nin türbesinin Müslüman dünyasında beşinci makam olduğu ileri sürülmektedir. Peygamber soyundan geldiği için “Emir”, gönülleri fethettiği için “Sultan” unvanı almıştır. Türbesi ziyaretgahtır, bu kadar uğrak yeri olması gelenlerin maddi manevi hacetlerine çare olmasından ileri gelmektedir. Anadolu’nun maneviyat kutupları olan şehirleri büyük veliler bekler ve besler, Erzurum’da Abdurrahman Gazi’nin şehri koruduğuna inanılır ve öyledir. Annem her Cuma yürüyerek oraya gider, kimseyle konuşmaz, ve yine yürüyerek gelirdi büyük zatın huzurundan.Ailemizin bir büyük azası gibi idi, her derdimizi ona açar huzurunda yıkanır evimize mutlu olarak dönerdik.Yıldırım Bayezıt’tan kızını ister, hanım sultan vermek istemez işi zora koşmak için yüz çuval altın ister, bir kumluk araziden getirilen yüz çuval kum sultan hanımın evine yüz çuval altın olarak girer. Onun mekanına gittim şöyle oturup geleni geçeni seyrettim, özellikler kadınlar ve kızlar akın ediyor mübarek zatın huzuruna ,kadınların kalpleri daha hassas, ruhaniler ile irtibata erkeklerden daha müheyyalar.Hepsinin yüzünde bir uhrevi mutluluk ve ağırtefekkür izleri hissediliyor. Küçük çocuklar ruhlarının azadeliği ile sanki büyük zatın ruh ikliminde koşup duruyorlar.Tanpınar’ın imajı ile bu türbeler “ şanlı hikayesidir” şehrin.icaz ifadeyi mümkün olan en kısa şekilde ifade etmektir, bu yüzden atalarımız icaza veciz de demişler. Şiirin veciz ve muktedir söylemleri şehrin çok yönlü hikayesidir.

Şiirde önemli bir estetik unsur da atmosferdir. Zaman, ses ve musiki bir piyano gibi kullanılmış. Onun bu üç önemli atmosfer araçlarını kullanımı için büyük bir estet olmak gerekir.Hayal , hülya ve rüya atmosferin bir başka yönünü oluşturuyor, hayatı Yahya Kemal’in tarihi rüyalarından sıyırıp gündelik hayatı bir mavi toz bulutu arkasından gören ve arzu etmediği ahvalden kaçarak o rüya ikliminin arkasına sığınan, Freud ‘un gündüz düşlerini gören bir muhayyile artist şairin bakışı. Ne Yahya Kemal ne de farklı boyuttaki talebesi Tanpınar ‘ın gördüklerinden irkildikleri okunur şiirin heyetinden.

Osmanlı Beyliği ve Osmanlı Hanedanı’nın kurucusu ve beyliğin ilk padişahıdır Osman Bey. Şehrin orta yerinde çok canlı bir heykeli görülmektedir, adeta “bakın kendinize gelin ben buradayım çocuklar “der gibi durur.

Osmanlı Beyliği 1299 yılında Anadolu Selçuklu Devletinin uçbeyi olmaktan çıkıp bağımsızlığını ilan etmiştir. Moğol istilalarından kaçan Müslümanların, beyliğine sığınması ile siyasi ve askeri gücü artmıştır. Çöküş döneminde bulunan Doğu Roma İmparatorluğu’ndaki karışıklıkların da etkisiyle kısa sürede Anadolu ve Doğu Roma’nın hakimi durumuna gelmiştir. Öldüğü zaman beylik, Eskişehir ile Bursa arasındaki topraklarda hüküm sürüyor ve Doğu Roma İmparatorluğu’na ait İznik ve Bursa’yı abluka altında tutuyordu.

Şehrin her yerinde adı hissedilen bir hanım sultan Nilüfer Hatun’dur. Orhan Gazi’nin eşi ve Murad-ı Hüdavendigar ‘ın annesidir. Bursayöresinde yaptırdığı camilerle ve hayır işleriyle çok sevilmiştir. Bursa’ da bir ilçeye ismi verilmiştir. Kabri Söğüt’ tekiOrhan Gazi türbesindedir. İznik’ te kendi adına bir imarethane yaptırılmıştır. Ayrıca, ismi Orhan Gazi’nin kendi türbesi Bursa’ da Tophane (Gümüşlü)’de bulunmaktadır.

Orhan Gazi, Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci padişahı. 1326 ile 1359 yılları arasında beylik yapmıştır. Babası Osman Gazi’den 16.000 km2 olarak aldığı devleti, oğlu I. Murad’a 95.000 km2olarak bırakmıştır.Osmanlı Beyliği’nin kurucusu Osman Gazi ve Malhun Hatun’un oğludur. Sarışın, uzun boylu ve mavi gözlü, halk tarafından çok sevilen, ulemaya saygılı, merhametli bir hükümdar olarak tanımlanır. Sık sık halkın arasına karıştığı, ve dertlerini dinlediği söylenir. Babası Osman Gazi’nin vefatı üzerine 1324’te bey olmuştur. Orhan Gazi’ye dinin kahramanı manasına gelen Şücaeddin lakabı verilmiştir. Ölüm tarihini 1359 ‘dur.

Bursa Ulu Camii, aslen zaviye olarak yapılan, sonradan cami olarak kullanılmaya başlanmış olmasına rağmen çok ayaklı cami şemasının en klasik ve anıtsal örneği sayılır. I. Bayezid tarafından 1396-1400 yılları arasında yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı cami yaklaşık toplam 5000 metrekare boyutlarında olup 20 kubbe ile örtülüdür. Sekizgen kasnaklara oturan kubbeler mihrap duvarına dik beş sıra halinde dizilmiştir. Kasnaklar mihrap ekseni üzerindekiler en yüksek olmak üzere yanlara doğru gidildikçe her sırada daha alçak düzenlenmiştir.

Düzgün kesme taşlarla inşa edilmiş kalın beden duvarlarının masif etkisini hafifletmek için cephelerde her kubbe sırası hizasına gelmek üzere sağır sivri kemerler yapılmıştır. Her kemerin içinde iki sıra halinde ikişer pencere yer alır. Bunların gerek biçimleri gerek boyutları her cephede farklıdır. Son cemaat yeri bulunmayan yapının kuzey cephesinde köşelerde sonradan yapılan iki minare vardır. Minarelerin ikisi de beden duvarına oturmaz, yerden başlar. Batı köşesindeki minare I. Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Sekizgen biçimli kürsüsü bütünüyle mermerden, gövdesi tuğladandır. I. Mehmet’in yaptırdığı söylenen doğu köşesindeki kare kürsülü minare, caminin beden duvarından da 1 m kadar ayrıktır.

Şerefeler her iki minarede de aynı olup tuğlalı mukarnaslarla bezelidir. Kurşun kaplı külahlar 1889’daki yangında ortadan kalkınca, bugünkü boğumlu taş külahlar yapılmıştır.Türk islam dünyasının en eski camilerinden birisi ulu camiidir. Minberin giriş kapısının üzerindeki kitabede altın yaldızla Osmanlıca olarak, ‘Yıldırım Beyazıt Han tarafından hicri 804 (miladı 1399) yılında yaptırılmıştır’ ibaresi yer alıyor. Bursa kent merkezindedir.

Bursa’nın çok yönlü dünyasını besleyenbugün kitap okumalarının oluşturduğu Osmanlı ruhunun intişarıdır. Orada bulunduğumuz birkaç gün zarfında bir büyük medeniyet ve sanat, din, duyuş , düşünüş tarzının satırlarında mutlu mesud saatler geçirdik, büyük fetihlerin kurtarıcı iklimine gittik.Ağlayan Tanpınar yerine kuran ve inşa eden bir zamanınhükümranını , hükümdar mezarlarının hüznünün arkasından yeni fikir hükümdarı izlenimini veren bir büyük zatın hükümlerini okuduk.Bütün çirkinlikleri örten ve gül bahçelerine dönüştüren bir büyük rüzgardır onun rüzgarı .

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

I. Mahmut’un Alın Teri

I.Mahmut devri Osmanlıların huzur ve saadet devridir.

I.Mahmud boş durmayı sevmez ve kuyumculuk yapardı. Gene bir gün çalışırken yanına gelen veziri:

    – Şevketlüm, milletin hazinesi sizindir. Niçin böyle uğraşıp kendinize zahmet edersiniz? diye sorunca padişah şöyle cevap verdi:

    – Bre ne yabane söylersiniz. Milletin hazinesi milletin ihtiyacı içindir. İnsan her zaman çalışmalıdır. Alın teri dökülerek kazanılar para daha lezzetlidir. Bu para helaldir. Tadı, beti ve bereketi olur.

III. Mustafa’nın Üzüntüsü

Osmanlı tarihinde Rus düşmanı diye anılan III.Mustafa sadrazamı Koca Ragıp Paşa ile devamlı münakaşa ederdi. Bu münakaşaya sebep padişahın Ruslar ile savaş istemesi, Ragıp Paşa’nın ise buna mani olmasıydı. Bir gün gene huzuruna Ragıp Paşa’yı çağıran III.Mustafa kendisine:

    – Neden vezirim, daima savaştan kaçarsın. Şayet kastın akçe ise Edirnekapısı’ndan Rusçuk’a kadar iki keçeli akçe dizerim, dediğinde,

    Ragıp Paşa şu tarihi konuşmayı yaptı:

    – Padişahım ben savaştan kaçmıyorum. Osmanlı Devleti uzaktan kükremiş bir aslana benzemektedir. Bu heybeti ile bir çok Avrupa devletini korkutmaktadır. Şayet savaşa girecek olursak düşmanlarımız kükremiş aslanın ağzında dişi, pençelerinde tırnaklarının olmadığını göreceklerdir. Dişi ve tırnağı olmayan bir aslanın parçalama gücü var mıdır?

Kürdistan ve Kürdî Terimleri; Kürt Hoca ve Sa’îd-i Kürdî

Osmanlı döneminde doğu illerinin bir kısmına Kürdistan deniliyordu. Bu isim herhangi bir ırkî mana taşımıyordu. Yalnızca coğrafi bir bölgeye verilen bir ismi çağrıştırıyordu. Pakistan, Afganistan gibi… O bölgeden olan insanlara ise Kürdî denilmekteydi. Osmanlı Devletinin fethini müteakip kurulan Diyarbekir Eyâleti başlangıçta çok geniş tutulmuştu. Sayıları 35’i geçen sancaklarını üç kısma ayırmak mümkündür.

Birinci grup sancaklar, tımar nizâmına tâbi‘ klasîk Osmanlı sancaklarıdır. Bunları şöyle toparlayabiliriz: 1- Âmid (= Kara Âmid = Kara Hamid) Sancağı (Paşa Sancağıdır); 2- Anâ Ve Hit Sancağı; 3- Arabgîr Sancağı; 4- Aşâir Ve Ulus Sancağı; 5- Birecik Sancağı; 6- Çemişkezek Sancağı; 7- Çermik Sancağı; 8- Çüngüş Sancağı (1518 tarihli tahrirde Ergani’nin nâhiyesidir); 9- Ergani Sancağı; 10- Harput Sancağı; 11- Kiğı Sancağı; 12- Mardin Sancağı; 13- Ruha (= Urfa) Sancağı; 14- Sincar Sancağı; 15- Siverek Sancaği; 16 Tercil Sancağı.

İkinci gurup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır. Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve hâs şeklinde tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrâd Sancakları da denir. Bunlar klasik Osmanlı sancaklarında farklıdırlar. Zira sancakların idâresi genellikle bölgeye eskiden beri hâkim olagelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hânedânlara terkedilmiştir. Hayat boyu sancak beyi olan bu idâreciler vefât ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde Beylerbeyinin hizmetine girmekle mükellefdirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arazileri tımar nizamına tabi‘dir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaletine bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9 adet mevcut idi. Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siird ve Atak Diyarbekir’e bağlı bu tür sancaklardandırlar. Müküs ve Bargiri de Van’a bağlı bu tür sancaklardandırlar.

Üçüncü gurup ise, Hükûmet adı verilen sancaklardır. Bunların idâresi, fetih esnasında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezî idâre asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnameler gereğince bunlar azl ve nasb edilemezler. Arazisinde tımar nizamı cari değildir. Dâhilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hâriçte yani askerî ve siyasî alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Diyarbekir Eyaletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkâri ve Mahmudî sancakları bu mahiyette Osmanlı sancaklarıdırlar.[1]

Yine bu, şahsın o bölgeden olduğunu gösteren bir aidiyet ihsas ediyordu. Erzurumi, Konevi, Bursevi gibi… Bu manada Üstâd hazretleri de, Osmanlı döneminde bu nam ile çağrılıyordu. Fakat bu aidiyetin daha sonra farklı manalar ihsas etmesi sebebiyle, Üstâd, Osmanlı sonrasında kendi köyüne nisbetle “Nursî” soyadını almış ve bunu kullanmıştır.

Maalesef günümüz Türkiye’sinde Osmanlı Modeli hem Kürtçüler ve hem de aşırı Türkçüler tarafından yanlış yorumlanıyor. Nasıl mı? İnceleyelim:

Evvela: Osmanlı Devleti’nin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyâletler teşkil ediyordu. Ancak Osmanlı Devleti, mutlak bir merkeziyetçilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve idâresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idâre tarzlarına tabi tutuyordu. Yani eyalet ve sancakların İstanbul’a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu. İşte Osmanlı Devleti, Çaldıran Zaferi’nden sonra Doğu Anadolu’da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dâhil olmak üzre bütün Doğu Anadolu’da gayet geniş bir eyâlet meydana getirmişti. Kanûnî Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van’da ayrı bir eyâlet daha teşkil olundu.[2]

İkincisi; Kürtçülerin yanlış yorumladıkları ikinci ve üçüncü kısım sancakların durumudur ve özellikle de üçüncü kısma ait yorumları tamamen yanlıştır. Öncelikle şunu ifade edelim ki, yukarıda verilen bilgiden anlaşıldığı gibi, ikinci ve üçüncü kısımdaki sancaklar Diyarbekir Eyaletinin sadece % 20’sini bile teşkil etmiyordu. Üçüncü kısım ise sadece % 3’ü bile değildi. Nitekim bu manadaki sancaklar, Bitlis ve Hakkâri hâriç, bugün bile birer kaza durumundadırlar. İkinci önemli nokta burada uygulanmayan sadece Kanûn-ı Osmanî tabir edilen mahalli konulara ve özellikle de belediyeye ait Kanûnlardır. Genel hukuk sisteminde yani İslâm Hukuku konusunda tamamen devlete bağlıdırlar ve kadılar devlet tarafından tayin edilirler. Elimizde bu beyler ile alakalı beratlar mevcuttur. Bunu okuyan her tarihçi bunu rahatlıkla anlayabilir.

Üçüncüsü; Aşırı Türkçülerin yanlış yorumlarıdır. Onlar da bunların Kanûn-ı Osmanî dışında tutulmalarını ve yerel idâreye ait bazı yetkilerde müstakillik tanınmasını, tamamen bağımsızlık manasında bir istiklal diye anlamışlardır. Hâlbuki Kanûn-ı Osmanî sadece % 15’i bile bulmayan bazı mali, idari ve askeri konulara aittir. Asıl hukuk sistemi şer’-i şerîf tabir edilen İslâm hukukudur.

Memleketinde zaten Sa’îd-i Kürdî ünvanını kullanan Bedîüzzaman Hazretleri, İstanbul’a varmasıyla birlikte, İstanbul’daki çevreler ve özellikle basın ona Sa’îd‑i Kürdî yahut Kürd Hoca demeye başladı ve kendisi de özellikle birinci ünvanı kullandı. Sonradan Bedîüzzaman ve Bedî-i Ãlem-i İslam ünvanları kullanılmaya başlandı. Zira Osmanlı Devleti din esasına sahip bir sisteme yani Millet sistemine sahip bir devlet idi ve bütün Müslümanlar tek millet kabul ediliyordu. Mesela Lazların yaşadıkları bölgeye, o zamanlar gayet rahatlıkla, Lazistan denildiği gibi, Kürtlerin yaşadıkları şark vilâyetlerine de yine o zaman, Kürdistan denilmesinde hiç bir mahzur mülâhaza edilmemekte idi. Dolayısıyla bu bölgenin insanlarını temsilen hilâfet makâmına müracaat için giden bir insanın, herhalde kendisine Kürdî lâkabını vermesi kadar normal bir şey olmazdı. Hatta değil 1908’lerde 1918’ler ve sonrasında, İttihâd‑Terakki hükûmetlerinin sonlarında bile, millet meclisinde Lazistan mebusu Sudi Bey, yine Lazistan mebu’su Ziya Efendi[3] gibi rahatlıkla Lazistan olarak coğrafî bölgeye verilen isimden kuşkulanan kimse olmuyordu. Hatta Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde 1926 yılına kadar yine Lazistan ve Kürdistan ta’birleri çok rahatlıkla kullanılmakta idi. Böylece Kürdistan tabirinden hiç bir mahzurun mulâhazası söz konusu değildi. Dolayısıyla Kürdî lâkabı gayet normal bir şeydi. Bedîüzzaman bu lakabını Cumhuriyet döneminde Kürdî yerine Nursî diye değiştirmesine rağmen, resmî hükûmet yazışmalarında Kürdistan tabiri tedavülde devam etmekteydi.[4]

Bedîüzzaman, 1922 Kasım’ında İstanbul’dan Ankara’ya geldiği ve TBMM’yi ziyaret ettiği zaman, Meclis zabıt cerîdesi 9 Teşrin‑i sani 1338 (1922) 135. içtima tutanağında bile Üstâd’a aynı ünvân ile hoşâmedî merasimi yapıldığı gibi; Mustafa Kemâl Paşa kendisine üçyüz lira ma’âşla Kürdistan umûmî vâ’izliğini teklif etmişti.[5]

Bedîüzzaman, eski Sa’îd döneminde milliyetçilik veya menfi ırkçılık anlamında değil, doğduğu yere atfen Kürdî lakabını kullanmışlardır. Erzurumi, Konevi, Bursevi gibi… Bedîüzzaman’ın menfi milliyetçilikten dolayı bu lakabı kullanmadığına, bütün eserleri şahittir. Fakat Cumhuriyetten sonra, bu gibi tabirlerin ve lakapların kullanımının Kanûnen yasaklanmasından dolayı ve bazı alanlarda bazı art niyetli insanların bunu menfi olarak kullanabilme ihtimalinden dolayı, bu lakab yerine, yine doğduğu yere atfen, Nursî soyadını almıştır. Bundan böyle eski ve yeni tüm eserlerinde bu imzayı kullanmışlardır.

Bediüzzaman Hazretleri, Yeni Said döneminde eski eserlerini neşrederken kendi eliyle Kürdistan ifadelerini Vilâyât-ı Şarkıye şeklinde değiştirmiştir. Bu tabirin İttihad Terakki Partisinin bazı Türkçü fertleri tarafından ihdas edilip kullanıldığı şeklindeki iddiayı teyid edecek, Osmanlı Arşivinde bir tek belge bulunmamaktadır ve tamamen Üstâd’a aittir.

Bedîüzzaman’ın bu meselede temel prensibi şudur:

Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber; Merkez-i Hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı saireden pervane gibi çokları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfûz açılsa ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakikî unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, manasız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise; millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.[6]

Tekrar ifade edelim ki, bizim için esas olan İslâmiyet noktasıdır. Milliyet ise Kur’an’ın ifadesiyle tanışıp kaynaşmamız noktasından bizim isteğimizin dışında Rabbimizin bize bahşettiği bir husustur. Osmanlı döneminde doğu illerine Kürdistan deniliyordu. Bu isim herhangi bir ırkî mana taşımıyordu. Yalnızca coğrafi bir bölgeye verilen bir ismi çağrıştırıyordu. Pakistan, Afganistan gibi… O bölgeden olan insanlara ise Kürdi denilmekteydi. Yine bu, şahsın o bölgeden olduğunu gösteren bir aidiyet ihsas ediyordu. Erzurumi, Konyevi, Bursevi gibi… Bu manada Bedîüzzaman da, Osmanlı döneminde bu nam ile çağrılıyordu. Fakat bu aidiyetin daha sonra farklı manalar ihsas etmesi sebebiyle, Bedîüzzaman Cumhuriyet döneminde, Osmanlı sonrasında kendi köyüne nisbetle Nursî soyadını almış ve bunu kullanmıştır. Ancak bazı resim kayıtlarda Üstâdın soyadının Okur olarak geçtiği de bilinmektedir.

İşte Bedîüzzaman Hazretleri hiç bir ırkî tefrika niyeti taşımadan, zaman ve mekânca da normal karşılanan o ta’biri rahatlıkla kullanmıştır. Bunun sebebi ise, Padişah’ın, bilâhare de İttihâd ve Terakki hükûmetinin nazar‑ı dikkatini şark Vilâyetlerindeki, perişanlık ve cehâlet içinde biribirini kırmakta olan milletin hali üzerine çekmenin ve ona dair teşhis koyup reçetesini yazdığı ve o reçeteye göre ilaçları Padişah’ın ve hükûmetin desteğiyle te’min etmenin hikmet ve gayesini taşıyordu. Bundan dolayı Üstâd Bedîüzzaman eski kitap ve makalelerinde o unvanı hep kullanmaktaydı.[7]

Hasan Feyzi Ağabeyin şu istihrâcı da önemlidir.

Ona “Kürdî” denilmesi ve Kaside-i Hazret-i İmâm-ı Ali’de (R.A.) görülen يَا مُدْرِكًا  kelimesinin hazf ve kalbiyle “Kürd” îma ve işâretinin bulunması, gerçekten Kürdlüğüne delalet etmez ve onun manevî silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil ve teb’idini îcab ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lakabla maruf ve meşhur olan bu zâtın Risâlet-ün Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilân etmek içindir; yoksa Kürdlüğünü isbat etmek için değildir. Kürdçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ü ihfa için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mana ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum. Âlem-i İslâmiyet ve insaniyete ve Haremeyn-i Şerîfeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk Milletini onun çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan bu havâlide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve mülahazalar olsa gerektir.[8]

ARŞİV BELGELERİ IŞIĞINDA BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ VE İLMİ ŞAHSİYETİ, cilt. 1

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

[1]    BOA (Başbakanlık Osmanlı Arşivi), TTD, NO: 64; Göyünç, 31-32; Bâyezid Veliyyüddin, No:1969, Vrk.118/a-l; Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanûnnameleri ve Hukuki Tahlilleri, c. III, Diyarbekir Eyâleti Kanûnnameleri.

[2]  Kodaman, 12 vd.

[3]    Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi Dar’ül-Hikmet‑il İslâmiye, sh. 29‑55.

[4]  Bu konuda bkz. BOA (Başbakanlık Osmanlı Arşivi), Kürdistan’da Cezire Kazası sabık Müdürü Abdürezzak Efendi’nin zimmetine dair Kürdistan Vâlîsinin müzekkiresi. (6. Anadolu), MVL, No: 588/16, 07/M /1276 (Hicrî).

[5]    TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. III,  Sh. 55/2.

[6]    Mektûbât, sh. 326.

[7]    Badıllı, Mufassal Tarihçe, c. I, sh. 189.

[8] Emirdağ Lahikası, c. I, sh. 85.