Etiket arşivi: osmanlı

Alman Profesör Naumark’ın İtirafları

alman.profesorun.itiraflariİstanbul üniversitesi öğretim üyesi Alman asıllı Prof Naumark, bir kısım öğrencileri ile Boğaz içinde  geziye çıkarlar. Talebelerinden biri  Prof Naumar’ka şu soruyu sorar.

Avropa bizi neden sevmez hocam?

Prof Naumark şu cevabı verir.

Çok samimi ifade edeyim ki, Avrupalı Türkleri sevmez ve sevmesi de mümkün değildir. Asırlardır Kilisenin Türk ve İslam düşmanlığı Hıristiyanların sinesine sinmiştir. Sebeplerine gelince:

1-   Müslüman olduğunuz için sevmez. Faraza laik olmanız şöyle dursun, Hıristiyan olsanız da size düşman olarak bakmaya devam eder.

2-  Sizler farkında değilsiniz ama, onlar şu gerçeğin farkındadırlar: Tarihten Türk çıkarılsa ortada tarih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir.

3-  Avrupa’nın pazarı idiniz, şimdi Avrupa’yı pazar yapmaya başladınız.

4-  En az 400 yıl sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz.

5-  Selçuklular Anadolu’yu, Osmanlılar ise Orta Avrupa ve Balkanları  Haçlı ordularına mezar ettiniz.

6-Sizi  silah ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hakimiyet sağladılar. Önce ahlaki değerlerinizi yıpratmaya başladılar. Giyiminizden yaşantınıza kadar… Sonra kendi içinizde sizi bölmeye başladılar.  A-B-C-D gibi.

7-Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslamiyet uğruna her şeyini feda etmese idi, İslamiyet bugün belki sadece Hicaz’da varlığını devam ettirirdi. Kaldı ki Selefiliği-Vehhabiliği kuranlar da, İngiliz Dominjon Bakanlığının adamlarıdır. Batı her yerde, İslamiyeti sapık inançlara kanalize etti. Ama Osmanlı Asrı saadeti devam etti.

8-İfada ettiğim sebeplerden kilise size kin kusmaktadır.

9-Ben Türkiye’ye geldiğimde 2 üniversiteniz vardı. Şimdi   19   (o zaman, Şimdi ise daha çok üniversiteniz var.) Osmanlı zamanında ise her yerde bir medrese vardı. Tarihinize bakın! Her medresede bilim tedrisatı vardı. İlk denizaltıyı Osmanlının yaptığını çoğunuz bilmiyorsunuz  belki de, ama Avrupa bunu biliyor.

10-Sizler gerçek hüviyetinize döndüğünüz an Avrupa’nın refahı ve medeniyeti yıkılır. Ama bu şartlarda çok zor…

11- Yine sizler Avrupanın tarihi düşmanısınız ve düşman kalacaksınız.

Evet bu, almasını bilen için tarihi bir ders ve i’tiraf name.

Gerçek demokrasi Osmanlı’da yaşanmıştı!

Günümüzde “özgürlük” deyince akla Amerika ve Avrupa geliyor. Doğru, özgürlük bu ülkelerde kavram olarak var, ama acaba top­lumsal sınıflar eşit olarak bunun nimetlerinden yararlanabiliyorlar mı?

Mesela sokaklarda yatmak zorunda olan çulsuz biriyle bir iş adamına ya da mevki-makam sahibi birine, demokrasi, aynı imkânları mı sunuyor?

Ya da şöyle düşünelim: Demokrasinin çulsuza verdiği hak­la (tabii ki bu insana verilen değerle ölçülür) seçkine verdi­ği hak aynı mı?

“Hayır,” diyor, Fransız tarihçi Ch. Seignobos. “Batı’nın eşitliği nispidir. Aslında her alana müthiş bir eşitsizlik hâ­kimdir. Ülkemi (Fransa) ele alacak olursa evvela asiller ve rahipler sınıfını görürüz. Onların alt katında üç sınıf daha var: Burjuva (Bourgeosie), Vilen (Vilain) ve Sarf (Serf yani esir, ya da köle). Asillerle rahipler, eski dönem boyunca tüm haklardan ve nimetlerden yararlandılar. Yeni döneme gelince… Demok­rasi yine bu zümrelere çalıştı, çünkü mekanizmaya hâ­kimdiler, geçişi diledikleri gibi ayarlayıp mekanizmayı is­tedikleri gibi işlettiler.”

Böylece asiller ve rahipler sınıfı hem yönetime hâkim oldular, hem de ekonomiye… Bazı istisnalar hariç tutulursa, alt tabakaların başarı şansları hiç olmadı. Hatta bazı sınıfların hayvanlar kadar bile hakları yoktu. Bütün angaryalar alt sınıfların boynundaydı. Derebeyle­ri top­raklarını satmak istediklerinde “kelle” hesabıyla köylüleri de satışa sunarlardı.

Köylü, derebeylerine ait topraklarda bedava çalışmak zo­rundaydı. (Buna corvé/angarya denirdi) Kaçmak istediğin­de dövülür, işkenceye tabi tutulur, hatta vurulurdu.

“Köylüler, köylerinin sahibi olan derebeyinin her arzusuna, hiçbir savunma hakkı olmaksızın boyun eğmek zorundaydılar. Çünkü isterse derebeyi onları yargılayabilirdi ve hüküm kesindi. Köylülerin ise başvurabilecekleri bir merci yoktu.” (Ch. Seignobos, Le Moyen Age, Paris 1907)

Fransız Enstitüsü üyesi Funck-Brentano’nun “La société au moyen âge” isimli eserinde köylülerin “namuslarına sahip çıkma” haklarının bile olmadığını yazar:

“Halkın derebeylerine karşı aile namuslarını koruma hakları bile yoktu. Çünkü gelinle damat, gerdeğe girmeden önce davetlileriyle birlikte derebeyinin şatosuna gitmek ve gelini derebeyine sunmak zorundaydılar. Derebeyi isterse gelinle sabahlayabilir ve hiç kimse bunun hesabını soramazdı.” (La société au moyen âge, Paris 1937, s. 51)

Kanun nazarında eşitlik

Aynı dönemde, hatta daha öncesinde Osmanlılarda “eşitlik ilkesi” tüm hayata hâkimdir. Lois Gardet’in deyişiy­le, “Bü­tün mü’minler kanun nazarında eşittir, çünkü kar­deştirler.”

Bunun kolayca sağlanmasının sebebini inanç sisteminde aramak lazım… İnancın gereği olarak Osmanlılarda “imtiyaz/ayrıcalık” yoktur. Tabiatıyla “asiller sınıfı”n­dan ya da Hıristiyanlıktaki gibi “ruhban sınıfı”ndan söz edilemez.

Selçuklu ve Osmanlı tarihinin aynı döneminde, Avrupa tarihinde gördüğümüz insanlık dışı uygulamalara asla rast­lan­maz. “Kanun önünde eşitlik ilkesi” hayata öylesine derinden hâkimdir ki, sıradan insanlar kimi padişahları mahkemeye verip yargılatmış, hatta mahkûm ettirmişlerdir.

Bunu yapabilmek bugünün demokratik anlayışı içinde bile zordur.

Bu anlayışın temelinde, kuşkusuz, İslam’ın “kul hakkını ye­meme” kuralı yatar. Allah’ın kul hakkını bağışlamayacağı inancı, yöneticileri hamiyetli, yönetilenleri emniyetli yapmıştır.

Böyle bir ortamda diktatörlüğün herhangi bir versiyonunun yeşermesi neredeyse imkânsızdır. Zaman zaman dikta­tor­yal yansımaları olan bazı uygulamalar ise, bugünün anlayışıyla değil, dönemin zaruretleriyle birlikte düşünülmelidir.

Yüzyıllar boyu Osmanlı ülkesine gelip tetkiklerde bulunan Avrupalı gezginler, Avrupa ile mukayese kabul etmez insan hakları uygulamaları karşısında şaşkınlıklarını dile getirmekten kendilerini alamamışlar, kendi toplumları için de böylesine “hakça” ve “insanca” bir yönetim temenni etmişlerdir.

Bunların arasında özellikle Comte de Marsigli’nin tespit­leri dikkate değer. Çünkü Marsigli bir İslâm-Türk düş­ma­nıdır. Buna rağmen Osmanlı Devleti yönetiminin insan­lara verdiği değerle riayet ettiği insan hak ve hürriyetle­rinden bahsetmiştir.

Kendisi diplomat olan bu kişi, 1732’de La Haye’de yayın­ladığı hatıratının birinci cildinin 28-29. sayfalarında Os­manlı idaresini övmekten geri duramaz:

“Tarihçilerimizin hepsi Osmanlı padişahlarının diktatör olduklarını dünyaya ilan ediyorlar. Halbuki Osmanlı devlet sistemiyle diktatörlük arasında en ufak bir bağ yok. Nasıl olsun ki, padişahın maiyetinde bulunan ve adına ‘Kapıkulu’ denen askerî teşkilatın (yeniçeri ve sipahileri kastediyor) gerek eski padişahlardan kalma kanunlar mucibince, gerekse kendi gelenekleri gereği padişahı tahttan indirebiliyor, zindana bile atabiliyorlar.”

Padişah “mutlak” değildi

Avrupalı diplomat Comte de Marsigli, padişahların “mutlak” olmadıklarını belirtme açısından, şöyle bir olaydan söz ediyor:

Sultan IV. Mehmed’in (Avcı Mehmed) taht yılları…

Ava fazla meraklı olduğundan devlet işleriyle ilgilenme­me­si, sınır kalelerden feryatlar yükselmesine sebep olur. Os­man­lı’nın kılıcından boynunu uzak hisseden Maca­ristan imparatoru Leopold sınır kaleleri bir bir vurmaya, Osmanlı köy ve şehirlerini yağmalamaya başlar.

Bunun vahim sonuçlarını padişaha anlatmakta zorlukları bulunan sadrazam, ulema ile istişare ettikten sonra savaş kararı alır. Ve padişaha bunu “karar” olarak tebliğ eder:

“Hünkârım, tez vakitte Macaristan’a seferimiz vardır, dualarınızı eksik etmeyesüz.”

Savaş kararı ciddi iştir ve o güne kadar padişahlar tarafından alınmıştır. Sultan Mehmed öfkeyle bunu hatırlatınca şu cevabı alır:

“Hâdisatın vehametini arz edecek merci bulamazız!”

Padişah öfkelenmekle birlikte sadrazamına hak vermekten de kendini alamaz. Haklıdır, zira padişahın günleri Da­vut­paşa’daki av köşkünde geçmektedir. Ama bu zaafını sadrazamına belli etmek istemez.

Kükrer gibi sorar:

“Şimdi bu kararı tasdik etmemi beklemektesin öyle mi?”

“Beli, tasdik buyurasuz hünkârum.”

“Evvelemirde şeyhülislam hazretlerine arz edile, fetva alına…”

Sadrazam işin böyle gelişeceğini çoktan düşünmüş, şeyhülislamdan gerekli izni çoktan almıştı.

Fetvayı uzattı:

“Ol mesele hallolmuştur, sıra hünkârımın tasdikine gel­miş­tur.”

Kararın hukukilik kazanması padişahın onayına bağlıdır. Ancak padişah “şu sıralar” böyle bir savaşı uygun bulmamak­tadır.

“Bir vakit talik edelim (erteleyelim).”

“Hadisatin buna tahammülü yoktur. Serhad şehirleru­muz­­den feryad ü figânlar gelir, Müslüman ırzı ve namusu pây­­mal olurken, bekleyemezuk. Beklemek azim vebal olur. Mü­hürleyunuz hünkârım!”

Padişah direnmeyi tekrar denedi. Zira hem Macaristan’la girişilecek bir savaşın iyi sonuçlar vermeyeceğine inanıyor, hem de “av günleri”nden uzaklaşmayı kabullenemiyordu.

“Daha münasipçe bir vakitte olsaydı mühürlerdim, vela­kin şimdiki zaman cenge elverişli bir zaman değil, yaza kalsun.”

Sadrazam temenna ederek huzurdan ayrıldı.

Doğruca şeyhülislâma gitti.

Durumu açık açık anlattı.

Ve şeyhülislâm, İslam-Türk düşmanı Comte de Mar­sig­li’­nin 1732’de La Haye’de yayınladığı hatıratında belirttiği üzere yeni bir fetva çıkardı. Özetle dedi ki:

“…Bu durumda padişahın savaş ilanını erteleme yetkisi yoktur. Tasdike mecburdur vesselam!”

Padişah savaş ilanını onayladı.

Marsigli, padişahların “mutlak” olmadıklarına dair pek çok örnek verdikten sonra, yukarıda adı geçen kitabının 31. sayfasına şu hüküm cümlesini yerleştiriyor: “Buraya kadar verdiğim örneklerden de anlaşılacağı gibi, Osmanlı Devleti bir aristokrasi değil, bir demokrasidir.”

M. Porter’i dinleyelim: “Kur’an hükümleri zulüm ve istibdada karşı çok kuvvetli bir engeldir. Savaş ya da barışla Osmanlı hâkimiyetine giren Hıristiyan milletlerin malları ve mülkleri güven altına girer. Pa­dişah, Hıristiyan ahalinin haklarının da muhafızlığını yapmak zorundadır. Bu durumda keyfi bir istibdat manzarası görmeye imkân yoktur.”

Fransız gezgini ve yazarı A. L. Castellan yazıyor: “Tebaasının hayatına, namus ve haysiyetine, malıyla mülküne hâkim sayılan padişahın iradesi Kur’an hükümlerinden, şeriat ulemasının kararlarından veyahut şeyhülislamın fetvalarından üstün değildir.” (Moeurs, usages, costumes, des Othomans et abrégé de leur historie 1812, c. 3, s. 14-15)

Kitabının 28-29. sayfalarında ise bir olaydan bahseder: “Sultan I. Mahmud (gerçi yanlışlıkla III. Osman diye yaz­mıştır, ama verdiği tarihte Osmanlı tahtında I. Mah­mud oturmaktadır) hastalığı sebebiyle bir cuma günü camiye gidemediği için halk galeyana gelmiş, taşkınlık yapmış, bundan dolayı padişahın hastalığı artmış, buna rağmen ertesi cuma Ayasofya’ya namaza giderek halkı memnun etmeye çalışmıştır.”

Yani halk denetim görevini yapıyor.

A. Ubicini’yi dinleyelim: “Osmanlı Devleti şeklen mutlak bir saltanat olmakla beraber, esasına bakıldığı zaman her şeyden önce müesseseleriyle saltanatın tabi olduğu şartlardan ve ondan sonra da dünyanın hiçbir yerinde misli görülmemiş derecede hükümet yetkililerini tadil ve hatta sınırlandıran örf ve âdetlerinden dolayı yumuşak bir idaredir.” (La Turquie actuelle, 1855 Paris, s. 12)

Eski Romanya başbakanlarından meşhur tarihçi Iorga, on beşinci asırdan on dokuzuncu asra kadar Osmanlı Dev­leti’ni gezen seyyahların hatıralarını değerlendirdikten sonra dürüst bir tarihçi vicdanıyla şu hükmü veriyor: “Bugün Doğu’nun son derece geniş sahalarıyla Hıristiyan Batı’nın birçok zengin eyaletlerine hâkim olan Osmanlı cemiyetine demokrasi zihniyetinin hâkimiyeti ilk günlerinden itibaren hiçbir fasılaya uğramadan devam etmiştir.” (Les voyageurs français dans l’Orient européen, Paris 1928, s. 44)

“Osmanlı ülkesinin hiçbir tarafında halktan üstün sayılabilecek beylerle asilzâdelerden oluşmuş hiçbir yüksek tabaka yahut soylular sınıfı yoktur.” (Chalcondyle, His­to­i­re générale des Turc, Paris, 1662)

“Osmanlı memleketini gezerken, bütün insanların eşit olduğunu ilân eden İslâm kanununun dürüstçe uygulanışı karşısında derin düşüncelere daldım.” (James Baker, Turkey in Europe, Londra, 1877)

Osmanlı toplumu kendine öz güveni yüksek, moralli ve umutlu bir toplumdur. Yenilse bile umutlarını yitirmemek­te, mağlubiyetin kendisinde bir aşağılık duygusu oluş­turmasına izin vermemektedir.

“Harp talih işidir, kaderdir, başarı ve başarısızlık ebedi değildir” anlayışı içinde başarıdan şımarmayan, başarısızlığa ise teslim olmayan sağlam bir karaktere sahiptir.

İstanbul incelemeleriyle tanınan İngiliz yazar Georges Young, bu karakteristiği şöyle bir cümle ile özetliyor. Diyor ki: “En fakir Türk köylüsü bile kendini Ermeni bankeriyle Rum tüccarından üstün görür.” (Constantinople, Paris, 1934)

Durum “daha iyi” olsaydı, Osmanlı asırlarını anmayla kalır, kimse özlemez, hatırladıkça iç çekmezdi.

Yavuz Bahadıroğlu

Moral Dünyası Dergisi

Sultan Murat Hüdavendigar Kimdir? (1326-1389)

Osmanlı tarihinde I. Murâd, Murâd Hüdâvendigâr ve Gazi Murâd Hüdâvendigâr adlarıyla anılan Sultân Murâd, 1326 (726 H) yılında dünyaya geldi ve 1362 Mart ayında 35-36 yaşlarında iken Osmanlı Padişahı olarak tahta geçti. Hüdâvendigâr, hükümdar demektir ve sonradan o zaman Osmanlı Devleti’nin başşehri olan ve kendisinin de valilik yaptığı Bursa’ya da Hüdâvendigâr Sancağı adı verildi. Seferlerine Ankara’nın yeniden fethiyle başlayan Sultân Murâd, 1362 Temmuz’unda Edirne’yi zabtetti ve kendisine yeni başşehir yaptı. Bunu Balkanların önemli bir merkezi olan Filibe’nin fethi takip etti (1363). Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarında bu ilerleyişi Hıristiyanları korkuttu ve Papa V. Urbanus’un tahrikiyle Osmanlı Devleti ilk haçlı seferine maruz kaldı. Ancak 60.000 kişilik haçlı ordusu 10.000 kişilik Hacı İlbeğ komutasındaki Osmanlı ordusunun yaptığı bir baskın sonucunda sındı ve tarihe Sırpsındığı zaferi olarak geçti (1363). Bunu Sırbistan’ın bir kısmı ile Bulgaristan’ın Osmanlı’ya ilhakı takip etti ve 1365 yılında da Dubrovnik (Raguza) ile ilk milletlerarası andlaşma imzalandı.

1375’de Hamidoğulları sembolik bir bedelle topraklarının yarısını Osmanlıya terk etti ve böylece Germiyanoğlu ile Karamanoğlu arasına Osmanlı girmiş oldu. 1383’de Candaroğulları Hamidoğullarının arkasından Osmanlı’yı metbû’ tanıyınca, Karaman oğulları rahatsız olmaya başladı ve 1386’da Osmanlı Karamanoğulları ihtilafı başladı.

Her ne kadar, Sultân Murad’ın oğlu Şehzade Bâyezid kahramanca savaşarak Karaman oğullarını dağıtıp Yıldırım unvanını aldıysa da, bunu fırsat bilen Sırp Kralı Balkanlarda Osmanlı’nın üzerine yürüdü ve hatta Timurtaş Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu bozguna uğrattı (Ploşnik Olayı, 1387). Bundan cesaret alan haçlı orduları, Sırpı ile Bulgari ile Ulahı ile, hep birlikte Osmanlı Devleti’nin aleyhinde ittifak ettiler ve Kosova’da 20 Haziran 1389 günü Osmanlı ordusu ile karşı karşıya geldiler. Osmanlı ordusu, I. Kosova Zaferi diye tarihe geçen zaferle haçlı ordularını yendi ve 500 yıl kadar sürecek olan Balkan Hakimiyetini başlatmış oldu. Ancak bu güzellikler arasında, Miloş Obiliç adlı yaralı bir Sırp askeri tarafından Murâd Hüdâvendigâr hançerle vurularak şehid edildi (20.6.1389) ve Bursa’ya nakledilerek kendi adına yaptırılan Cami haziresine gömüldü. Osmanlı Devleti Balkanlara hâkim olmuş, Bulgaristan tamamen Osmanlı’nın eline geçerken Sırbistan’ın da önemli bir kısmı feth edilmişti. 37 muharebede bizzat bulunan Sultân Murâd, 27 yıl içinde babasından aldığı mirası 5 kat artırarak 500.000 km2’lik bir büyük devleti Osmanlı milletine miras bırakıyordu.

Batılı tarihçilerin de itirafıyla, fethettiği topraklarda Ortodokslara, Katoliklere ve diğer din mensuplarına kendi dindaşlarından daha iyi davrandı. Verdiği sözde durması hasebiyle dost düşman herkes tarafından sevilir hale geldi. Devlet teşkilâtçılığında da zirvedeydi. Her ne kadar yeniçeri teşkilâtı babası zamanında kurulmaya başlansa da, asıl yeniçeri ve acemi oğlanları teşkilâtlarını kuran ve geliştiren kendisi oldu. İstanbul’u ilk kuşatan Osmanlı Padişahı da kendisiydi.

Murâd Hüdâvendigâr’ı muvaffak eden sebeplerin başında onunla birlikte çalışan ehliyetli devlet adamlarını zikretmek gerekiyor. Bunların başında, bir görüşe göre Sultân Murâd zamanında ihdas edilen kazaskerliğe ilk defa getirilen Çandarlı Halil Efendi’yi zikretmek gerekiyor. Bu vazifeye gelir gelmez, Karamanlı Kara Rüstem’in de yardımıyla Maliye teşkilâtı tanzim edildi ve Sultân Orhan zamanında başlatılan Yeniçeri ve Acemioğlanları Teşkilatını bütün ayrıntılarıyla kurmaya muvaffak oldu. 1372 yılında da Vezir oldu ve artık Halil Hayreddin Paşa diye anılmaya başlandı. Diğer devlet adamları arasında ise, Halil Hayreddin Paşa’nın oğlu Ali Paşa’yı, yeniçeri ve acemi oğlan teşkilâtında büyük payı bulunan Timurtaş Paşa ve Lala Şahin Paşa’yı, kahramanlıkları ile meşhur Saruca Paşa, Evrenos Beğ, İne Beğ, Paşa Yiğit, Müstecap Subaşı ve Hacı İlbeğ’i zikretmek gerekmektedir.

Asrındaki âlimlerden ise Aksaray’lı Cemâlüddin Muhammed bin Muhammed, Bursa kadılarından ve Kâdîzade-i Rumî’nin babası Mahmûd Bedreddin ve de Azerbaycan Kadısı unvanıyla meşhur Mevlânâ Burhânüddin’i zikretmek gerekmektedir.

ZEVCELERİ: 1- Gülçiçek Hâtûn; Yıldırım Bâyezid’in ve Yahşi Bey’in Annesi. 2-Marya Thamara Hâtûn; Bulgar Kralının kızı. 3- Paşa Melek Hâtûn; Kızıl Murad bey’in kızı. 4- Candar Oğullarından bir beyin kızı. 5- Bulgar Beyinin kızı.

ÇOCUKLARI: 1-Yıldırım Bâyezid. 2-Ya’kub Çelebi. 3- Savcı Bey. 4- İbrahim Bey. 5- Yahşi Bey. 6- Halil Bey; 7- Özer Hâtûn; 8- Sultân Hâtûn. 9- Nefise Melek Sultân Hâtûn

Prof. Dr.  AHMET AKGÜNDÜZ

Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey Kimdir? (1258-1324)

Osman Bey hakkında özet bilgi verir misiniz? Kaç hanımı, kaç çocuğu vardı ve zamanında mevcut olan büyük âlimler kimlerdi? Osmanlı toprakları onun zamanında ne kadar büyüdü?

Osman Bey, Osmanlı Devleti’ni ve Osmanoğullarını kuran ve adını devletine ve soyuna vermiş bulunan ilk Osmanlı Sultânıdır. Kendisine Kara Osman, Fahruddin ve Mu’înüddin de denmiştir. Osman Gâzî, hayatının sonuna kadar emîr yani bey olarak anılmıştır; vefatından sonra Hân ve Sultân denmiştir. Çünkü hayatının sonlarına doğru uc beyi olmuştur.

 Osman Bey, 1258 tarihinde Söğüd’de veya Osmancık’da dünyaya geldi. Babası Ertuğrul Gâzî ve annesi Halîme Hâtun’dur. 24 yaşındayken babasının yerine geçti. Osman Gâzî, önce Kastamonu’daki Çobanoğullarına, sonra da Kütahya’daki Germiyanoğullarına bağlı idi. Onlar da Selçuklu Sultânına bağlıydılar.

  İlk evliliği, 1280 civarında, Sultân Orhan’ın annesi ve Selçuklu vezirlerinden Ömer Abdülaziz Beyin kızı olan Mâl Hâtûn iledir. 1289 yılına doğru Şeyh Edebali’nin kızı Rabî’a Bâlâ Hâtûn ile evlenince, nüfuzu ve kudreti arttı. Bu hanımından da Şehzade Alâ’addin dünyaya geldi.

1281 yılında babasının yerine aşiret beyi olan Osman Bey, bir görüşe göre, Selçuklu Sultânı II. Gıyâseddin Mes’ûd’un 1284’de Söğüd ve çevresinin kendisine tahsis edildiğine dair olan fermanı ve yanında hediye ettiği ak sancak, tuğ ve mehterhane ile uc beyi olmuştur. 1288 veya 1291 tarihinde Karacahisâr’ı fethetmesi ve Dursun Fakih’e kendi adına hutbe okutması, Osman Bey’in yarı istiklâlini kazanması demektir.

 Osman Gâzi’nin Bizans sınır şehirlerini birer birer fethetmesi üzerine telâşa düşen Bizanslılar onu ortadan kaldırmak için bir düğün vesilesiyle bir baskın hazırlarlar. Baskına baskınla cevap veren Osman Bey, 1299 yılında Yarhisâr ve Bilecik’i fethetti ve beylik merkezini Bilecik’e nakletti ve fitneye sebep olan Yarhisâr Tekfurunun kızı Nilüfer’i (Holofura’yı) oğlu Orhan ile evlendirdi. Bu tarih, daha önce açıklanan sebeplerle Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılı kabul edildi.

 27 Ocak 1300’de Selçuklu Sultânı III. A-lâ’addin Keykubad’ın saltanat alâmeti olan tabi, alem ve tuğu Osman Beye bir fermanile göndermesi ile artık Osman Bey müstakil bir uc beyi olmuştu.

 1301 yılında Bursa’ya yakın bir yerde Yenişehir’i kurdu ve saltanat merkezini buraya nakletti. Bu arada bütün bu fetihlerde kendisine yardım edenleri de unutmadı ve kardeşi Gündüz Bey’e Eskişehir’i; oğlu Orhan Bey’e Sultânönü’nü; Hasan Alp’a Yarhisâr’ı; Şeyh Edebalı’ya Bilecik’i ve Turgut Alp’e İnegöl’ü verdi ve Edebalı’nın torunu Alâ’addin’i yanında götürdü. 1308 yılında İlhanlı Hükümdarı Ahmed Gazan tarafından Selçuklu Devletine son verilince Osmanlı Devleti tamamen müstakil hale geldi.

 1313’de Harmankaya Hâkimi Köse Mihal Bey’in Müslüman olmasıyla Mekece, Akhisar ve Gölpazarı Osmanlının eline geçti. 1320 yılından itibaren çevrede fazla görünmeyen Osman Bey, 1324 yılında beyliği oğlu Orhan Bey’e devretti.

 1324 yılı Şubat ayında Bursa’nın fethini görmeden 67 yaşında vefat eden Osman Bey, vasiyeti üzerine, geçici olarak gömülü bulunduğu Söğüd’den alınarak 2.5 yıl sonra 1326 yılında Bursa’daki Gümüş Künbed’e defn olunmuştur.

 Babasından 4800 km2 olarak aldığı toprakları 16.000 km2’ye çıkaran Osman Bey’in Orhan ve Alâ’addin dışındaki çocukları şunlardır: Fatma Hâtûn, Savcı Bey, Melik Bey, Hamîd Bey, Pazarlı Bey ve Çoban Bey.

Bugünkü mülkî taksimata göre, Osman Bey zamanında Osmanoğullarının ülkesi, Bilecik, Eskişehir merkez, Sakarya’ya bağlı Geyve, Akyazı ve Hendek, Kütahya-Domaniç ve Bursa ilinin Mudanya, Yenişehir ve İnegöl ilçelerini kapsıyordu.

 Osman Bey zamanındaki büyük âlimler ve şeyhlerden bazılarını da hatırlatmakta yarar vardır: Âlimlerden en önemlileri Mevlânâ Şeyh Edebalı, Dursun Fakîh ve Hattâb bin Ebî Kasım Karahisârî’dir. Maneviyât reislerinden ise, Şeyh Muhlis Baba, Şeyh Âşık Paşa, Şeyh Ulvân Çelebi, Şeyh Hasan Çelebi ve Baba İlyas mutlaka zikredilmelidir

 Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ

BİLİNMEYEN OSMANLI

 

Said-i Meşhur’un Bir Mektubu

Kürd eşrâf ve mu’teberânından Molla Saîd-i Meşhûr tarafından ulemâ ve meşâyih ve rüesâ ve efrâd-ı Ekrâd’a hitâben yazılan mektûbudur:

Ey verese-i Enbiyâ olan ulemâ ve meşâyih-i Ekrâd! Merkezde olduğum içün size tenbîh ediyorum.

Şöyle ki:

Bu zamân-ı âhirde fikr-i istibdâdın sehâb-i muzlimi İslâmiyyet’in ulviyyet ve husn-i hakîkîsini setr etmiş idi. Hattâ âdetâ İslâmiyet ecnebîlerin nazarında mâni’-i terakkî ve adâlet ve hürriyyet gibi telakkî olunuyordu. Hâşâ sümme hâşâ!… Zîrâ sadr-ı evvelin hürriyyet ve müsâvât ve adâleti bürhân- bâhirdir ki, Şerîat-i Garrâ hürriyyet ve adâlet ve müsâvâtın cemî’ revâbıt ve levâzımını câmi’dir. Çünki Şerîat Kelâm-ı Ezelîden geldiğinden ebede gidecekdir.. Binâen aleyh nasıl ki, enbiyâ vahy ile kavâidi te’sîs ve müctehidîn de ictihâd ile ahkâmı istinbât etmişler, siz de ilcâât-i zamâna o ahkâm-ı âdileyi tevfîk ve tatbîk ediniz..

Ey şecâat-nihâd rüesâ-yi Ekrâd!

Şimdiye kadar Pâdişâha iktidâ etdiniz fakat milletin vahşetinden dolayı tedennî ve inkırâzın mahkûmu olan kuvvet ve cebri milletde isti’mâle luzûm gördünüz! Şimdi de Pâdişâh imâmdır iktidâ ediniz. Zîrâ o ömr-i ebedîye mazhar olan ma’rifet-i adâlet ile milletini idâre edecek.. Siz de öyle yapınız.. Kuvvet ve şiddet yerine akıl ve zekâyı isti’mâl ediniz. Tâki, necât bulasınız! Çünki, hâkim bir ferd değil ki, aldatmak mümkin olsun.. Şimdi hâkim ittihâd-ı milletdeki efkâr-ı umûmîdir. Buna karşı hıyle, terki hıyle ve doğruluktur… Hâsıl- kelâm Efendimiz o kadar haşmetli ağalık kürkünü sündüs-i adâlet ve merhamete tebdîl etmiş! Siz de o eski ağalık abâsı yerine hulle-i adâleti ve riyâset-i âdilâneyi giyiniz!

Ey bağlı arslanlar gibi olan efrâd-ı Ekrâd!. Şimdiye kadar iki sûretle esîr idiniz.. Biri hükûmet-i müstebidenin tekâlîf-i zâlimânesi! Biri de ba’zı zâlimlerin gasb ve tecâvüzâtıyle… Şimdi bu inkılâb-ı azîmden sonra azâdesiniz!. Her biriniz âleminizde hukùk-ı ibâda tecâvüzü men’ etmek şartıyle ve hükûmet-i âdileye itâat sûretiyle hürsünüz. Bunu muhâfaza etmek içün ellerinizden geldiği kadar bu ittihâd-ı millete her cihetle hizmet ve ebnâ-yi vatanın muhâfaza-i hukùkuna himmet ve gayret ediniz. Zîrâ bizim ve belki umûm Millet-i İslâm’ın ve mutlak Osmanlılar’ın necât ve hayâtı bu ittihâd-ı milletle kàimdir.

Ey umûm Ekrâd!…

Müteyakkız olunuz! Tâ ki efkâr-ı fâside sâhibi sizin iftirâk-ı kulûbünüzden istifâde etmesin..Ve bu şanlı olan ittihâd-ı millete bir fesâd-ı illet vermesin. Çünki o vakit bütün millet ve İslâmiyyet sizden da’vâcı olacak! Bu ihtilâf keşmâkeşini zamânın tokadını yemeden terk ediniz. Zîrâ necât ve selâmet ittihâd-ı efkârdadır. Biz muvahhidiz. Tevhîd-i efkâra ve ittihâd-ı kulûbe mevzufuz.

Bunu da muhakkak biliniz ki; her tarafa hücûm eden medeniyyete karşı vahşet muhâfaza edilemiyecektir. Sizden beklediğim nokta, Kürdlük’ün nâmûs ve haysiyetini muhâfaza ve yiğit ve kahraman olan Arnavudlar’a iktidâ ediniz! Bu da adâlet, musâvât ve uhuvvete hizmetle olur. Yaşasun Şerîat-i Garrâ! Yaşasun adâlet-i İlâhiyye!. Yaşasun şecâat-i mücesseme olan askerlerimiz!.. Yaşasun satvet-i muşahhasa olan ordularımız! Yaşasun Halîfe-i Peygamber!.. Yaşasun akıl ve hamiyyet-i mücesseme olan cem’ıyyet-i milliyyemiz! Yaşasun bütün Osmanlılar!

[Bedîüzzamân’ın, İttihâd ve Terakkî Gazetesinin 24 Ağustos 1324 / 6 Eylül 1908 nüshasında neşredilen mektûbunun Osmanlıca aslına uygun olarak yeniyazıya çevrilmiş şeklidir.

Bu Mektûb bil’âhare az değişikliklerle “NUTUK” isimli eserde de yayınlanmıştır. (bknz: Eski Saîd Dönemi Eserleri, Y. Asya 2009, s.190)]

Bilâl Tunç, Özgür İzzet Pektaş, Yusuf Seydâ Tunç

Kaynak: RisaleTalimHaber.com