Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Başbakan ve Erkan-ı Hükümete Samimi Bir İkaz

Son zamanlarda hizmet ekibiyle hükümet arasındaki gerilim maalesef ehl-i imanı gıybete ve hatta bazan iftiraya boğmuştur. Buna dikkat etmemiz gerekmektedir. Daha evvel de dediğim gibi, bazı hususların açıklanmasında bugün için zaruret vardır:

1. Bu hadiseler ve gerilimler, her iki tarafın açık hataları ve genellemeleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Bir …taraf hıyanet eylediyse, diğer tarafdan da cinayet işleyenler olmuştur. Her iki taraf da ehl-i iman olduğu için mutlaka sulh yoluna gitmeli ve memleketi daha fazla uçuruma sürüklememelidirler.

2. Son fitne olaylarını tasvip etmediğimiz gibi, dindar 28 Şubat dercesine bazı tasfiye hareketlerini de tasvip etmiyoruz. Hele hele genellemelere giderek, tıpkı eski bakan döneminde Milli Eğitim Müdürlerinde yapıldığı gibi, Üniversitelerde ve başka kurumlarda, haklıyı haksızı ayırt etmeden, tasfiye yoluna gitmek, memleketi perişan edecek ve bundan sadece din düşmanları gülüp memnun olacaktır.

3. Maalesef bir Üniversitede kadro verilmediğinden şikayet eden bazı kargalar, gerilimi fırsat bilerek ve hem de dindar gazetelerde, belli İslami hizmetler ve özellikle de Nur hizmeti aleyhinde makaleler yayınlanmaya başlamıştır. Halbuki bunlara kadro verilmemesinin sebebi, ehl-i sünnete muhalif fikirleri olduğu ehlince bilinmektedir. Devlet erkanı bu fırsatçıların beyanlarına itibar etmemelidirler. Bütün dindar gazeteler, tahkik etmeden fırsatçıların ekmeğine yağ sürecek haberlere ve makalelere yer vermemelidir.

4. Bir zamanlar benim de burs aldığım ve takdir ettiğim bir vakfın bir vilayetteki temsilcisi, ehl-i sünnete muhalif olduğu için kendisine kapanan bazı kurum kapılarını, “Cemaat yapılanması” diyerek genelleme yoluna gitmekte ve haklı hareket eden insanları yalan yanlış ifşa etme cahilliğine sürüklenmektedir. Bunlara azami dikkat edilmelidir.

5. Cemaat fobisi, devlet kadrolarının bazı müfsidlerin ve hatta bölücü terör yandaşlarının eline geçmesine vesile olmamalıdır.

5. Bütün bu olaylar karşısında benim başta nefsime, sonra Başbakana ve diğer devlet ricaline tavsiyem şudur:

Hiçbir müfsid (bozguncu) ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz. Münazarat ( 14 )

Hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve akibete bakınız. Hizmet Rehberi ( 161 )

Bize düşen şefkat etmek, zulüm ve zarar etmemektir. Çünki, وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى Yani “Birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatakâr olmaz; cezaya müstehak olmaz” olan düstur-u irade-i İlahiyeye karşı, bu zamanda اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ sırrıyla şedid bir zulüm ile mukabele eder. Tarafgirlik hissiyle, bir câninin hatasıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adavet eder. Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla bir köye bomba atar. Halbuki bir masumun hakkı, yüz câni için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç câni için zararlara sokar. Meselâ: Hatalı bir adama müteallik, bîçare ihtiyar vâlide ve pederi ve masum çoluk-çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirane adavet etmek, şefkatin esasına zıddır. Müslümanlar içinde tarafgirane cereyanlar yüzünden, böyle masumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilale sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir. Cihad-ı dinîde olsa, kâfirlerin çoluk-çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganîmet olabilir; Müslümanlar, onları kendi mülküne dâhil edebilir. Fakat İslâm dairesinde birisi dinsiz olsa; çoluk-çocuğuna hiçbir cihetle temellük edilmez, hukukuna müdahale edilmez. Çünki o masumlar, İslâmiyet rabıtasıyla dinsiz pederine değil, belki İslâmiyet’le ve cemaat-ı İslâmiye ile bağlıdır. Fakat kâfirin çocukları, gerçi ehl-i necattırlar; fakat hukukta, hayatta pederlerine tâbi’ ve alâkadar olmasından, cihad darbesinde o masumlar memluk ve esir olabilirler.
Emirdağ Lahikası-1 (39- 40 )

Hürmetlerimle

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

1959 Tarihinde Erzurum Nur Talebeleri

1959 tarihli İstihbaratın Erzurum Nur Talebelerini sizlerle paylaşmak ve vefat edenlere Allah’tan rahmet diliyorum.

Gördüğüm kadarıyla Kırkıncı Hocam, Demirci Hocam, Erzurum’da subay olan Mehmet Şevket Eygi, Hakkı Arı, Merhum Sercil Ağabey, Merhum Ahmet Polat, Mihrali Abimiz, Cahit Güngör ve tanıdığımız isimler ön planda. Ancak Erzurum Müftü Naibi Osman Hocayı da bu listeye koymuşlar.

Prof.Dr.Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

erzurum.1950

İkinci Gezi Olayları ve Müsbet Hareket Düsturları

Nur Talebeleri, Son Günlerde Milletimizi Ve Devletimizi Tahribe Yönelik Fitne Hareketlerini Lanetlemektedir Ve Bu Tarz Hareketlerin Kur’an Hizmeti İle Alakası Olmadığını Dünyaya İlan Etmektedir

Kardeşinize gelen Bediüzzaman’ın bazı talebeleri ve Nur Camiasının fertlerinin talepleri üzerine, Bediüzzaman’ın müsbet hareket ile alakalı düsturlarını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Ancak evvela şu hakikatlara dikkat çekmek gerekmektedir:

1. Son günlerde meydana gelen fitne hareketleri, Türkiye’nin istikrarına yönelik ikinci gezi olaylarıdır. İç ve dış düşmanlarla bilmeden tahribata sebep olan bir kısım ehl-i iman maalesef şerre alet olmaktadırlar.

2. Nur talebeleri, maddi suiistimallere karşı olduğu kadar, iman ve Kur’an hizmetinin suiistimaline de karşıdır. Ancak beraat-i zimmet asıldır kaidesince, yargı ile kesinleşmeden kimseyi itham etmek de doğru değildir.

3. Şahsi menfaatler için umumun milyarlarca maddi zarara ve bedeli tahmin edilemeyecek kadar manevi zararlara maruz kalmasına sebep olmak, vatanın ve milletin aleyhine iftira ve kara propaganda yapmak, Bediüzzaman’ın müsbet hareket düsturlarına kesinlikle muhaliftir.

4. Fitne uykudadır; uyarana lanet olsun hadisi kulaklarımıza bugünlerde küpe olmalıdır.

BEDİÜZZAMAN HER ZAMAN MÜSBET HAREKETİ TERCİH ETMİŞTİR

Bedîüzzaman, sadece nazariyat insanı değil, aynı zamanda üç devir görmüş yani mutlâkıyet, meşrutiyet ve cumhuriyeti yaşamış bir tatbikat adamıdır. Kendi şahsî ubûdiyetini asla ihmâl etmediği gibi, başta Osmanlı Devleti ve daha sonra da Türkiye olmak üzere, bütün âlem-i İslamda ve hatta tüm dünyada meydana gelen siyasî ve sosyal hâdiseleri de islamın ulvî düsturlarına göre değerlendiren ve tesbitini islama göre yapan nâdide bir dava adamıdır. Zaman, hep onu haklı çıkarmış ve aksi fikirde olanları utandırmıştır. Bedîüzzaman, ömrü boyunca müsbet hareket etmeyi düstur edinmiş; “Birkaç adamın hatasıyla yüzer adamların zarar görmesine sebeb olunamaz” demiştir. Bunun içindir ki, yapılan o kadar gaddarane zulümler esnasında bir tek hâdise meydana gelmemiş ve Bedîüzzaman Said Nursî, talebelerine daima sabır ve tahammül ve yalnız iman ve İslâmiyete çalışmayı tavsiye etmiştir. Ve bu gibi evhamların, dinsizlik hesabına, maksad-ı mahsusla husule getirildiğini herkes anlamıştır.

Evvela müsbet hareketi nasıl tarif ettiğine bakalım:

Müsbet hareket etmektir ki; yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın.

Müsbet hareket, Bediüzzaman’ın ilim ve irfana, tebliğ ve iknaya, muhabbet ve şefkate dayanan irşad metodudur. Bu meslek bütün müceddidlerin ortak yoludur. Hepsi, Allah Resulü’nden (a.s.m.) aynı dersi almış ve asırlarının şartlarına göre bu yolda yürümeğe azamî hassasiyet göstermişlerdir. Gazzalîler, Rabbanîler, Geylanîler, Mevlânalar hep bu mukaddes yolun yolcularıdır. Hepsinin ortak gayesi, insanları Hakkın rıza çizgisine çekmek, ebedî saadetlerine vesile olmaktır. “Âlimler peygamberlerin varisleridir” hadis-i şerifine en ileri mânâsıyla mazhar olan bu kutlu zevat içerisinde Bediüzzaman Hazretlerinin hususî bir yeri vardır. Onun bu hususiyeti, asrının dehşetinden ileri gelmektedir.

Bedîüzzaman, sadece Osmanlı Devleti ve Türkiye’de değil, bütün âlem-i islamda, islama hizmet için müsbet hareketi müdafa’a eden nâdide şahsiyetlerdendir. Ona göre, Türkiye dar-ı islamdır ve islam diyarı olan bir beldede, imana ve islama hizmet, ancak müsbet hareketle ve dahilî emniyet ve âsâyişi asla zedelemeden, bilakis teyid etmekle mümkündür. Son mektubundaki şu ifadeler, gerçekten enteresandır (özetle şöyle diyor):

Bizim vazifemiz, müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Allah rızasını düşünerek sırf iman hizmetini yapmaktır, Allah’ın vazifesine karışmamaktır. Bizler asâyişi nuhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. …Mesleğimizde kuvvet var, fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. Kur’an’ın vaz’ ettiği bu düstur ile, “Bir cani yüzünden, onun kardeşi, hânedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz”. Bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı kullanılabilir. Manevî cihadın en büyük şartı da, vazife-i ilahiyyeye karışmamaktır ki, bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz. Haricî tecavüzlere karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde menvî tahribata karşı menevî ihlâs sırrı ile hareket et-mektir.

Bedîüzzaman’ı pasiflikle suçlayanlar, netice itibariyle onu takdir etmek mecburiyetinde kalmışlardır. 28 sene hapishaneden hapishaneye sürüldüğü ve defalarca merkezden görevli hâkimler tarafından haksız ithâmlarla yargılandığı halde, bırakınız devlete karşı cephe almayı, kendisini asılsız iddialarla idam talebiyle yargılayan savcıya beddua dahi etmemiştir. Bilindiği gibi, iki çeşit hareket vardır:

Birincisi, rüzgarın hareketine benzer, gürültüsü-patırdısı çoktur, ancak müsbet ve faydalı bir neticesi yoktur.

İkincisi ise, güneşin hareketidir ve sessiz sedasız gelir ise de, meyveleri ve faydaları nihayetsizdir. İşte Bedîüzzaman manevî bir güneş olan islamiyeti temsil ettiğinden, ikinci tarz hareketi tercih etmiştir. Elini kelepçelemeye gelen güvenlik görevlisine dahi, kelepçede san’at var deyip ona iman dersi vermeye çalışmıştır. Neticeleri bugün ortadadır. Zira imanın karşısında küfrün beli kırılmıştır.

Bedîüzzaman, müslüman fertler ve cemâ’atler arasında birlik ve beraberliği sağlamak için ihlâs ve uhuvvet düsturları adı altında bütün cihânı birbirine bağlayacak islamın ulvî düsturlarını fevkalade mahâretle izah etmiştir. Ehl-i imanın çeşitli cema’atler halinde olmasını, bir ordudaki farklı bölük ve taburlara yahut bir çarşıdaki çeşitli mağazalarla veyahut da Kur’an bahçesinde dikilmiş farklı güllere ve meyve ağaçlarına benzeten Bedîüzzaman, bu kardeşlik halinin muhafazası için hayatı boyunca gayret göstermiştir. 80 yıllık bir uzun ömür boyunca asla taviz vermediği bu düsturlardan bazılarını size de hatırlatmak istiyorum:

İkisi de müslüman ve ikisi de hak yolda olan ve hatta veliyullah olduğu bilinen iki ehl-i imanın nasıl birbirine düştüklerini izah için, şu hakikatı hatırlatmıştır:

Ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakiki halini bilmedikleri için, haksız olarak mübâreze etmesini, cennetle müjdelenen aşere-i mübeşşere denilen sahabenin arasındaki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat, birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler… Bu sırra binâen “… öfkelerin yutanlar ve insanlardan sâdır olan kusurları af edenler…” mealindeki âyette mevcut olan uluvv-i cenâb düsturuna ittibâ etmek; avâm-ı müminînin şeyhlerine karşı olan hüsn-i zanlarını kırmamakla imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek; ehl-i imanı haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı mukabele ve hiddetlerinden kurtarmak ve din düşmanlarının iki hak grubun arasındaki husumetten istifade ederek, birinin silahıyla, itirazıyla ötekini cerhetmek ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp, ikisini de yere vurmak ve çürütmekten şiddetle kaçınmak icabetmektedir… Kısaca bu asırda ehl-i iman olan herkes kendini ma’zur biliyor ve ondan nizâ’ çıkıyor. Müslümanların nizâ’ından ehl-i hak zarar ediyor ve ehl-i dalalet istifade ediyor.

Uhuvvet düsturları adı altında şunları tesbit ediyor:

Sen mesleğini ve fikirlerini hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir”, demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak ve güzel olan, benim mesleğimdir”, demeye hakkın yoktur.

Her söylediğin hak olsun. Fakat, her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat, her doğruyu demek doğru değildir.

Bu arada Hadiste ifade edilen ümmetin ihtilafı meselesini şöyle açıklamaktadır:

Hadîsteki ihtilaf ise, müsbet ihtilaftır. Yani: Her biri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa’yeder. Başkasının tahrib ve ibtaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfî ihtilaf ise ki: Garazkârane, adavetkârane birbirinin tahribine çalışmaktır; hadîsin nazarında merduddur. Çünki birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler.

Ehl-i dalalet, Kur’an-ı Hakîm’den alıp neşrettiğimiz hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye karşı müdafaa ve mukabele elinden gelmediği için, münafıkane ve desisekârane iğfal ve hile dâmını (tuzağını) istimal ediyor. Dostlarımı hubb-u câh, tama’ ve havf ile aldatmak ve beni bazı isnadat ile çürütmek istiyorlar. Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz. Fakat maatteessüf her bir emr-i hayırda bulunan manileri def’etmek vazifesi, bizi bazan menfî harekete sevkediyor.

Bir şey’in vücudu, bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise, bir cüz’ünün ademiyle olduğundan; zaîf adam, iktidarını göstermek için tahrib tarafdarı oluyor, müsbet yerine menfîce hareket ediyor.

Bu menfi harekete sevkedince ne yapılması gerektiğini ise başka bir eserinde şöyle açıklamaktadır:

“Şimdiye kadar gizli münafıklar, Risale-i Nur’a kanunla, adliye ile ve asayiş ve idare noktasından hükûmetin bazı erkânını iğfal edip tecavüz ediyorlardı. Biz müsbet hareket ettiğimiz için, mecburiyet olduğu zaman tedafüî vaziyetinde idik. Şimdi plânları akîm kaldı.” Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sh. 215.

Üstad gelenlerle ne konuşurdu?

Hemen umumiyetle, Risale-i Nur hizmetinin yegâne maksadı olan imanın kuvvetlenmesinin vatan ve milleti tehdid eden dinsizlik ve komünistlik tehlikesine mani’ olduğunu; şimdi en elzem vazifenin, ferdlere ve cem’iyete düşen hizmetin imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek bulunduğunu; zamanın en büyük davasının Kur’ana sarılmak olduğunu, Risale-i Nur bütün kuvvetiyle bu mes’eleye hasr-ı nazar ettiğinden, vatan ve millet düşmanları, gizli dinsizler, bahanelerle hücuma geçip aleyhte tahriklerde bulunduklarını; “Fakat biz müsbet hareket etmeye mecburuz. Elimizde Nur var, siyaset topuzu yok. Yüz elimiz de olsa, ancak Nur’a kâfi gelir.” diyerek

Nur’un din düşmanlarını mağlub edeceğinden, müsbet hareket etmenin atom bombası gibi tesiri bulunduğundan, Risale-i Nur’un siyasetle hiçbir alâkası bulunmadığını, mesleğimizin en büyük esasının ihlas olduğunu, rıza-i İlahîden başka hiçbir maksad ittihaz edilemeyeceğini, Nur’un kuvvetinin işte bu olduğunu; ihlasla, müsbet hareket etmekle inayet ve rahmet-i İlahiyenin Risale-i Nur’u himaye edeceğini.. ilâ âhir.. beyan ederdi.

Üstadımız sık sık der ki: Mesleğimiz müsbettir, menfî hareketten Kur’an bizi men’ediyor.

Ey seyyid-i senedimiz! Ey ruhumuzun ruhu, kalbimizin kalbi, canımızın canı, cananımız, sertâcımız, sevgili Üstadımız Efendimiz! Madem bize menfî harekete izin vermiyorsun. Öyle ise biz de rahmet-i İlahiyeden niyaz ederek ahdediyoruz ki; din düşmanlığı ile Üstadımıza zulmeden o gaddar, insafsız zalimlerden intikamımızı şöylece alacağız: Risale-i Nur’u ölünceye kadar mütemadiyen okuyacağız ve neşrinde sebat ve sadakatla hizmet edeceğiz. Onu altun mürekkeblerle yazacağız inşâallah…

Halbuki mesleğimiz, müsbet hareket etmektir. Değil mübareze, belki başkaları düşünmeye de mesleğimiz müsaade etmiyor. Hem müşterileri de aramağa mecbur değiliz, müşteriler yalvarmalı.

Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan -bazan men’olduğum gibi- men’ edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, ehven-üş şerr deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünki dâhilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehven-üş şerr olarak bakınız. Daha a’zam-üş şerden kurtulmak için; onlara zararınız dokunmasın, onlara faideniz dokunsun.

Hem dâhildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki; maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok.

Meselâ: Bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz senede hapisler de tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azablarına mukabil, o bîçarelerin yüzde doksanbeşini tezyif ve itirazlara, zulümlere maruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki, وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvaya hakları yoktur.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Flemenkçe Kuran Meali Neşredildi

ROTTERDAM İSLAM ÜNİVERSİTESİ HOCALARININ BÜYÜK BAŞARISI: İZAHLI VE TEFSİRLİ KUR’AN FLEMENKÇE KUR’AN MEALİ: DE LEVENDE KORAN (YAŞAYAN KUR’AN)

Kur’an’ın Hattat Hamid Aytaç’ın kaleminden çıkan asıl metni, tefsir ve izahli Kur’an Meali, İUR Hocalarından Doç. Dr. Özcan Hıdır, Fatih Okumuş ve Kees Mousa Hoek tarafından hazırlandı. IUR Press & Stichting Lezen & Leren işbirliğiyle ortaya çıkan bu muhteşem eser , 610 sayfa ana metin; 70 sayfayı bulan Kur’an hakkındaki Giriş ile beraber yayınlandı.(ISBN, 978-94-91898-02-0.)

Rotterdam İslam Üniversitesinin ve Stichting Lezen & Leven vakfının 6-7 yıl süren bu Kur’an Meali ve Tefsiri projesi ile iftihar ediyoruz. Hollanda’da çok sayıda Kur’an meali mevcut; ancak bunların birçoğu Müsteşrikler tarafından yapılmış durumda. Birisi Ahmediye Grubunun Kadiyaniler kolu yani Gulam Ahmed’i peygamber kabul eden batıl grubu taraıfndan yayınlanmıştır. Diğerlerinde ise, ya dil problemleri yahut da mana sıkıntıları mevcuttur.

Bu Yaşayan Kur’an (De Levende Koran) adıyla ortaya çıkan mealin çok özellikleri mevcut:

Evvela: Kur’an ayetlerinin mealleri bütün tefsir kaynakları ve mevcut mealler esas alınarak mukayese edilmiş ve en doğru bir şekilde Flemenkçe’ye aktarılmaya çalışılmıştır. Bunun yanında bütün Surelerle alakalı açıklayıcı izahlar, nüzul sebepleri ve yanlış anlaşılma ihtimali bulunan yerlere tefsirler eklenmiştir.

İkincisi: Rotterdam İslam Üniversitesinin uzman akdemisyenlerinin yanında Flemenkçe’de uzman olan Hollanda’lı bilim adamları istihdam edilmiştir.

Üçüncüsü: Sadece ilim adamlarının gayretleriyle yetinilmemiş ve bu arada anadili Flemenkçe olan uzman editör ve okuyuculara tashih ettirilmiştir.

Dördüncüsü: Kur’an’ın ana dört gayesi olduğu ve bunların da tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet ile ibâdet olduğu Mukaddimede vurgulanmış; ayrıca Bediüzzaman’a ait uzun Kur’an tarifi başta takdim edilmiştir.

Böylesine muhteşem bir eseri bize yayınlamayı nasip eden Allah’a şükrederken, bu projeye katkıda bulunan başta Doç. Dr. Özcan Hıdır, Fatih Okumuş ve Kees Mousa Hoek Hocalara; bu Mealin vücuda gelmesi için himmetlerini esirgemeyen Stichting Lezen & Leren Vakfıne ve özellikle bu projeye hayatını vakfeden Ramazan Güngören Beye; eserin en güzel şekilde ortaya çıkmasında her emeği gösteren İMAK Matbaası yetkililerine ve maddi destek veren herkese dua ve şükranlarımızı arz ediyoruz.

Eserin iki nüshası mevcuttur:

·        Büyük Yaşayan Kur’an (Levende Koran): Üzeri fiyat 15 Euro (10 nüsha ve üzeri alanlara 10 Euro)

·        Küçük Yaşayan Kur’an (Levende Koran): Üzeri fiyat 5 Euro (10 nüsha ve üzeri alanlara 3 Euro)

http://www.iurpress.nl/ (Hollanda ve Avrupa)

http://www.osmanlisahafi.com/index.php (Türkiye)

Prof.Dr.Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org