Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Kürdistan ve Kürdî Terimleri; Kürt Hoca ve Sa’îd-i Kürdî

Osmanlı döneminde doğu illerinin bir kısmına Kürdistan deniliyordu. Bu isim herhangi bir ırkî mana taşımıyordu. Yalnızca coğrafi bir bölgeye verilen bir ismi çağrıştırıyordu. Pakistan, Afganistan gibi… O bölgeden olan insanlara ise Kürdî denilmekteydi. Osmanlı Devletinin fethini müteakip kurulan Diyarbekir Eyâleti başlangıçta çok geniş tutulmuştu. Sayıları 35’i geçen sancaklarını üç kısma ayırmak mümkündür.

Birinci grup sancaklar, tımar nizâmına tâbi‘ klasîk Osmanlı sancaklarıdır. Bunları şöyle toparlayabiliriz: 1- Âmid (= Kara Âmid = Kara Hamid) Sancağı (Paşa Sancağıdır); 2- Anâ Ve Hit Sancağı; 3- Arabgîr Sancağı; 4- Aşâir Ve Ulus Sancağı; 5- Birecik Sancağı; 6- Çemişkezek Sancağı; 7- Çermik Sancağı; 8- Çüngüş Sancağı (1518 tarihli tahrirde Ergani’nin nâhiyesidir); 9- Ergani Sancağı; 10- Harput Sancağı; 11- Kiğı Sancağı; 12- Mardin Sancağı; 13- Ruha (= Urfa) Sancağı; 14- Sincar Sancağı; 15- Siverek Sancaği; 16 Tercil Sancağı.

İkinci gurup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır. Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve hâs şeklinde tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrâd Sancakları da denir. Bunlar klasik Osmanlı sancaklarında farklıdırlar. Zira sancakların idâresi genellikle bölgeye eskiden beri hâkim olagelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hânedânlara terkedilmiştir. Hayat boyu sancak beyi olan bu idâreciler vefât ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde Beylerbeyinin hizmetine girmekle mükellefdirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arazileri tımar nizamına tabi‘dir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaletine bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9 adet mevcut idi. Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siird ve Atak Diyarbekir’e bağlı bu tür sancaklardandırlar. Müküs ve Bargiri de Van’a bağlı bu tür sancaklardandırlar.

Üçüncü gurup ise, Hükûmet adı verilen sancaklardır. Bunların idâresi, fetih esnasında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezî idâre asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnameler gereğince bunlar azl ve nasb edilemezler. Arazisinde tımar nizamı cari değildir. Dâhilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hâriçte yani askerî ve siyasî alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Diyarbekir Eyaletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkâri ve Mahmudî sancakları bu mahiyette Osmanlı sancaklarıdırlar.[1]

Yine bu, şahsın o bölgeden olduğunu gösteren bir aidiyet ihsas ediyordu. Erzurumi, Konevi, Bursevi gibi… Bu manada Üstâd hazretleri de, Osmanlı döneminde bu nam ile çağrılıyordu. Fakat bu aidiyetin daha sonra farklı manalar ihsas etmesi sebebiyle, Üstâd, Osmanlı sonrasında kendi köyüne nisbetle “Nursî” soyadını almış ve bunu kullanmıştır.

Maalesef günümüz Türkiye’sinde Osmanlı Modeli hem Kürtçüler ve hem de aşırı Türkçüler tarafından yanlış yorumlanıyor. Nasıl mı? İnceleyelim:

Evvela: Osmanlı Devleti’nin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyâletler teşkil ediyordu. Ancak Osmanlı Devleti, mutlak bir merkeziyetçilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve idâresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idâre tarzlarına tabi tutuyordu. Yani eyalet ve sancakların İstanbul’a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu. İşte Osmanlı Devleti, Çaldıran Zaferi’nden sonra Doğu Anadolu’da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dâhil olmak üzre bütün Doğu Anadolu’da gayet geniş bir eyâlet meydana getirmişti. Kanûnî Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van’da ayrı bir eyâlet daha teşkil olundu.[2]

İkincisi; Kürtçülerin yanlış yorumladıkları ikinci ve üçüncü kısım sancakların durumudur ve özellikle de üçüncü kısma ait yorumları tamamen yanlıştır. Öncelikle şunu ifade edelim ki, yukarıda verilen bilgiden anlaşıldığı gibi, ikinci ve üçüncü kısımdaki sancaklar Diyarbekir Eyaletinin sadece % 20’sini bile teşkil etmiyordu. Üçüncü kısım ise sadece % 3’ü bile değildi. Nitekim bu manadaki sancaklar, Bitlis ve Hakkâri hâriç, bugün bile birer kaza durumundadırlar. İkinci önemli nokta burada uygulanmayan sadece Kanûn-ı Osmanî tabir edilen mahalli konulara ve özellikle de belediyeye ait Kanûnlardır. Genel hukuk sisteminde yani İslâm Hukuku konusunda tamamen devlete bağlıdırlar ve kadılar devlet tarafından tayin edilirler. Elimizde bu beyler ile alakalı beratlar mevcuttur. Bunu okuyan her tarihçi bunu rahatlıkla anlayabilir.

Üçüncüsü; Aşırı Türkçülerin yanlış yorumlarıdır. Onlar da bunların Kanûn-ı Osmanî dışında tutulmalarını ve yerel idâreye ait bazı yetkilerde müstakillik tanınmasını, tamamen bağımsızlık manasında bir istiklal diye anlamışlardır. Hâlbuki Kanûn-ı Osmanî sadece % 15’i bile bulmayan bazı mali, idari ve askeri konulara aittir. Asıl hukuk sistemi şer’-i şerîf tabir edilen İslâm hukukudur.

Memleketinde zaten Sa’îd-i Kürdî ünvanını kullanan Bedîüzzaman Hazretleri, İstanbul’a varmasıyla birlikte, İstanbul’daki çevreler ve özellikle basın ona Sa’îd‑i Kürdî yahut Kürd Hoca demeye başladı ve kendisi de özellikle birinci ünvanı kullandı. Sonradan Bedîüzzaman ve Bedî-i Ãlem-i İslam ünvanları kullanılmaya başlandı. Zira Osmanlı Devleti din esasına sahip bir sisteme yani Millet sistemine sahip bir devlet idi ve bütün Müslümanlar tek millet kabul ediliyordu. Mesela Lazların yaşadıkları bölgeye, o zamanlar gayet rahatlıkla, Lazistan denildiği gibi, Kürtlerin yaşadıkları şark vilâyetlerine de yine o zaman, Kürdistan denilmesinde hiç bir mahzur mülâhaza edilmemekte idi. Dolayısıyla bu bölgenin insanlarını temsilen hilâfet makâmına müracaat için giden bir insanın, herhalde kendisine Kürdî lâkabını vermesi kadar normal bir şey olmazdı. Hatta değil 1908’lerde 1918’ler ve sonrasında, İttihâd‑Terakki hükûmetlerinin sonlarında bile, millet meclisinde Lazistan mebusu Sudi Bey, yine Lazistan mebu’su Ziya Efendi[3] gibi rahatlıkla Lazistan olarak coğrafî bölgeye verilen isimden kuşkulanan kimse olmuyordu. Hatta Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde 1926 yılına kadar yine Lazistan ve Kürdistan ta’birleri çok rahatlıkla kullanılmakta idi. Böylece Kürdistan tabirinden hiç bir mahzurun mulâhazası söz konusu değildi. Dolayısıyla Kürdî lâkabı gayet normal bir şeydi. Bedîüzzaman bu lakabını Cumhuriyet döneminde Kürdî yerine Nursî diye değiştirmesine rağmen, resmî hükûmet yazışmalarında Kürdistan tabiri tedavülde devam etmekteydi.[4]

Bedîüzzaman, 1922 Kasım’ında İstanbul’dan Ankara’ya geldiği ve TBMM’yi ziyaret ettiği zaman, Meclis zabıt cerîdesi 9 Teşrin‑i sani 1338 (1922) 135. içtima tutanağında bile Üstâd’a aynı ünvân ile hoşâmedî merasimi yapıldığı gibi; Mustafa Kemâl Paşa kendisine üçyüz lira ma’âşla Kürdistan umûmî vâ’izliğini teklif etmişti.[5]

Bedîüzzaman, eski Sa’îd döneminde milliyetçilik veya menfi ırkçılık anlamında değil, doğduğu yere atfen Kürdî lakabını kullanmışlardır. Erzurumi, Konevi, Bursevi gibi… Bedîüzzaman’ın menfi milliyetçilikten dolayı bu lakabı kullanmadığına, bütün eserleri şahittir. Fakat Cumhuriyetten sonra, bu gibi tabirlerin ve lakapların kullanımının Kanûnen yasaklanmasından dolayı ve bazı alanlarda bazı art niyetli insanların bunu menfi olarak kullanabilme ihtimalinden dolayı, bu lakab yerine, yine doğduğu yere atfen, Nursî soyadını almıştır. Bundan böyle eski ve yeni tüm eserlerinde bu imzayı kullanmışlardır.

Bediüzzaman Hazretleri, Yeni Said döneminde eski eserlerini neşrederken kendi eliyle Kürdistan ifadelerini Vilâyât-ı Şarkıye şeklinde değiştirmiştir. Bu tabirin İttihad Terakki Partisinin bazı Türkçü fertleri tarafından ihdas edilip kullanıldığı şeklindeki iddiayı teyid edecek, Osmanlı Arşivinde bir tek belge bulunmamaktadır ve tamamen Üstâd’a aittir.

Bedîüzzaman’ın bu meselede temel prensibi şudur:

Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber; Merkez-i Hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı saireden pervane gibi çokları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfûz açılsa ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakikî unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, manasız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise; millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.[6]

Tekrar ifade edelim ki, bizim için esas olan İslâmiyet noktasıdır. Milliyet ise Kur’an’ın ifadesiyle tanışıp kaynaşmamız noktasından bizim isteğimizin dışında Rabbimizin bize bahşettiği bir husustur. Osmanlı döneminde doğu illerine Kürdistan deniliyordu. Bu isim herhangi bir ırkî mana taşımıyordu. Yalnızca coğrafi bir bölgeye verilen bir ismi çağrıştırıyordu. Pakistan, Afganistan gibi… O bölgeden olan insanlara ise Kürdi denilmekteydi. Yine bu, şahsın o bölgeden olduğunu gösteren bir aidiyet ihsas ediyordu. Erzurumi, Konyevi, Bursevi gibi… Bu manada Bedîüzzaman da, Osmanlı döneminde bu nam ile çağrılıyordu. Fakat bu aidiyetin daha sonra farklı manalar ihsas etmesi sebebiyle, Bedîüzzaman Cumhuriyet döneminde, Osmanlı sonrasında kendi köyüne nisbetle Nursî soyadını almış ve bunu kullanmıştır. Ancak bazı resim kayıtlarda Üstâdın soyadının Okur olarak geçtiği de bilinmektedir.

İşte Bedîüzzaman Hazretleri hiç bir ırkî tefrika niyeti taşımadan, zaman ve mekânca da normal karşılanan o ta’biri rahatlıkla kullanmıştır. Bunun sebebi ise, Padişah’ın, bilâhare de İttihâd ve Terakki hükûmetinin nazar‑ı dikkatini şark Vilâyetlerindeki, perişanlık ve cehâlet içinde biribirini kırmakta olan milletin hali üzerine çekmenin ve ona dair teşhis koyup reçetesini yazdığı ve o reçeteye göre ilaçları Padişah’ın ve hükûmetin desteğiyle te’min etmenin hikmet ve gayesini taşıyordu. Bundan dolayı Üstâd Bedîüzzaman eski kitap ve makalelerinde o unvanı hep kullanmaktaydı.[7]

Hasan Feyzi Ağabeyin şu istihrâcı da önemlidir.

Ona “Kürdî” denilmesi ve Kaside-i Hazret-i İmâm-ı Ali’de (R.A.) görülen يَا مُدْرِكًا  kelimesinin hazf ve kalbiyle “Kürd” îma ve işâretinin bulunması, gerçekten Kürdlüğüne delalet etmez ve onun manevî silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil ve teb’idini îcab ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lakabla maruf ve meşhur olan bu zâtın Risâlet-ün Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilân etmek içindir; yoksa Kürdlüğünü isbat etmek için değildir. Kürdçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ü ihfa için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mana ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum. Âlem-i İslâmiyet ve insaniyete ve Haremeyn-i Şerîfeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk Milletini onun çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan bu havâlide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve mülahazalar olsa gerektir.[8]

ARŞİV BELGELERİ IŞIĞINDA BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ VE İLMİ ŞAHSİYETİ, cilt. 1

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

[1]    BOA (Başbakanlık Osmanlı Arşivi), TTD, NO: 64; Göyünç, 31-32; Bâyezid Veliyyüddin, No:1969, Vrk.118/a-l; Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanûnnameleri ve Hukuki Tahlilleri, c. III, Diyarbekir Eyâleti Kanûnnameleri.

[2]  Kodaman, 12 vd.

[3]    Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi Dar’ül-Hikmet‑il İslâmiye, sh. 29‑55.

[4]  Bu konuda bkz. BOA (Başbakanlık Osmanlı Arşivi), Kürdistan’da Cezire Kazası sabık Müdürü Abdürezzak Efendi’nin zimmetine dair Kürdistan Vâlîsinin müzekkiresi. (6. Anadolu), MVL, No: 588/16, 07/M /1276 (Hicrî).

[5]    TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. III,  Sh. 55/2.

[6]    Mektûbât, sh. 326.

[7]    Badıllı, Mufassal Tarihçe, c. I, sh. 189.

[8] Emirdağ Lahikası, c. I, sh. 85.

 

Başörtüsü, Füru’at Ve Yersiz İthamlar

Son zamanlarda sapla samanın birbirine karıştırıldığı çok müzakere ve münakaşalar yapılıyor. Bu konuda özellikle siyasiler ve gazeteciler ve en önemlisi dindar bazı çevreler hata üzerine hata işliyorlar. Hatta Başbakan bile, çevresindeki yanlış telkinlere aldanarak bu meseleyi diline dolayabiliyor.

Halbuki İslamiyette itikadî hükümlerle …ilgili fikir ayrılıkları, İslam’ın “usûl” denilen temel ilkelerini ilgilendirdiğinden, “ehl i sünnet (sünnî)” ve “ehl-i bidât (bâtıl)” ayrımı söz konusu olmaktadır. Yani İslam’da iman esaslarını ilgilendiren meselelere usul’üddin tabir edilir. Bu konuyla alakalı ilme ilm-i kelam yahut Usul’üddin ilmi denilir.

Hukukî (amelî) hükümlerle alakalı fikir ayrılıkları ise “füru” denilen ve içtihadî olan esasları ilgilendirdiğinden, bu sahadaki mezhep arasında sünnî-bâtıl ayrımı söz konusu değildir. Hatta fıkhın hükümler kısmını anlatan kitaplara füru’-ı fıkıh tabir edilir. Bu demek değildir ki, füru’-ı fıkıh, günümüz dilinde anlaşıldığı gibi, teferruat ve önemli olmayan meseleler manasınadır. Füru’ içinde farz da haram da vacip de mekruh da sünnet de mübah da bulunabilir. Başörtüsü, iman esaslarından değil, füru’un farz kısmındandır. Yani Allah’ın farz olan bir emridir; ama yukardaki manada usulden değildir. Fıkıh kitaplarına Fürû-u Fıkıh yani uygulamada esas alınan ayrıntılı hükümleri ihtiva eden tatbikî İslâm hukuku kitapları denmektedir.

Muhterem Hocaefendi’nin füruattan sözü bu izahlara göre ilmidir ve yerindedir. Ancak muhataplar konuyu bilmediklerinden yanlış anlaşılmıştır.

Burada bir ilmi meseleye daha dikkat çekmek gerekmektedir:

İslam hukukunda hukuk ilmi iki kısma ayrılır: Birincisi, fıkıh veya fürû-u fıkıh ilmi diye bilinir ki, buna dair eserleri yukarıda kısaca tanıttık. İkincisi ise; usûl-ül fıkıh ilmidir. Usûl, aslın çoğuludur. Asıl, temel, esas ve ilke demektir. Fıkıh ise, bilindiği gibi, İslâm hukuku anlamına gelir. O halde isminden anlaşılan ilk etaptaki manâsı şudur: Hukukun kaynaklarını, temel ilkelerini ve genel prensiplerini anlatan ilme usûl-ül fıkıh denir. İslâm hukukçuları bu ilmi, muhtelif delillerinden (kaynaklarından) tatbikî (amelî) mes’elelerle ilgili şer’î hükümlerin öğrenilmesine ve çıkarılmasına yarayan nazarî hukuk bilgileri ve kaideleri şeklinde tarif etmektedirler.

Gerçekten usûl-u fıkıhla ilgili eserler, Müctehid hukukçuların hukukî hükümleri kaynaklarından çıkarmalarına yarayan usûl ve kaideleri ihtiva etmektedir. Hukuk ilminin tarifi, dalları, gayeleri, İslâm hukukunun kaynakları, hukukun asıl menşei, hukukî hükümlerin çeşitleri, şahıslar, ehliyetleri, içtihad, akit nazariyesi ve benzeri nazarî konular, bu eserlerin başlıca inceleme alanlarını teşkil ederler. Mesela ehliyet ve çeşitleriyle ilgili bilgileri fıkıh kitaplarından ayrıntılı olarak bulmak mümkün değildir.

Bu konuda Bediüzzaman’ın tesbitlerini aktarmak doğru olacaktır:

Kur’an, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatlarının kavaid-i esasiyelerini cem’ etmiş olduğundan, usûlde muaddil ve mükemmildir. Yani ta’dil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tegayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur. Evet mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilâçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkâm-ı fer’iyede tebeddül vardır. Çünki fer’î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilâç, bir şahsa deva iken, şahs-ı âhere dâ’ olur. Bu sırdandır ki, Kur’an fer’î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir. İşarat-ül İ’caz ( 50 )

Medine sure ve âyetlerinin birinci safta muhatab ve muarızları ise, Allah’ı tasdik eden Yahudi ve Nasara gibi ehl-i kitab olduğundan mukteza-yı belâgat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan, sade ve vazıh ve tafsilli bir üslûbla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usûlünü ve imanın rükünlerini değil, belki medar-ı ihtilaf olan şeriatın ve ahkâmın ve teferruatın ve küllî kanunların menşe’leri ve sebebleri olan cüz’iyatın beyanı lâzım geldiğinden, o sure ve âyetlerde ekseriyetçe tafsil ve izah ve sade üslûbla beyanat içinde Kur’ana mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, birden o cüz’î teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet ve o cüz’î hâdise-i şer’iyeyi küllîleştiren ve imtisalini iman-ı billah ile temin eden bir cümle-i tevhidiye ve esmaiye ve uhreviyeyi zikreder. Sözler ( 455 )

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Ayasofya, Kararname Ve Bediüzzaman’in Tesbitleri

Muhterem Kardeşlerim

Bugünlerde Ayasofya tartışılıyor. Biz 900 sayfalık ÜÇ DEVİRDE BİR MABED: AYASOFYA adlı eserimizde, Mustafa Kemal’in imzalarının sahte olmadığını, zira birden fazla imzası olduğunu, Ayasofya Müze yapıldıktan sonra ziyaret ederek tebrikler yağdırdığını belgelerle açıkladık.

Ancak bu Bakanlar Kurulu kararının tamamen Vakıf Hukukuna aykırı olduğunu ve zaten Resmi Gazete’de yayınlanmadığından geçersiz de olduğunu ve Camiye çevrilmesi için hiçbir engelin bulunmadığını defalarca haykırdık.

Ayrıca ekte sunacağımız belgede okuyacağınız üzere, Fatih Sultan Mehmed’in keramet göstererek sahte bir bakanlar kurulu kararıyla Ayasofya Vakfiyesinin maksadı değiştirleceğini ve bu değiştirenlere lanetler yağdırdığını anlattık. Şimdi de bu olaya Bediüzzaman’ın tepkisini nakledeceğiz.

Bediüzzaman’ın 1922’de geldiği Ankara’da Mustafa Kemal ile olan müzâkeresinde Ayasofya meselesinin de gündeme geldiğini ve Mustafa Kemal’in Ayasofya ile alakalı planlarını hissettiği için ona şiddet-le karşı çıktığını görüyoruz.

Hem Ankara’da divan-ı riyasetinde pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak: “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin.” Ben de onun hiddetine karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.” Dehşetli bir pot kırdım. Hazır meb’us dostlarım telaş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, âdeta dehşetli bir kuvveti ve hakikatı hissedip geri çekilmesi, ikinci gün hususî riyaset odasında: “Hücumat-ı Sitte”nin “Birinci Desise” içinde bulunan “Meselâ: Ayasofya Câmii ehl-i fazl u kemalden ilâ âhir…” cümlesinden başlayan, tâ “İkinci Desise”ye kadar, bir saat tamamen ona söyledim. Bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hattâ taltifime çok çalışması, kat’iyyen bu üç cebbar fevkalâde kumandanların bu üç acib haletleri, âdeta Eski Said’den korkmaları, şübhesiz ki Risale-i Nur’un, ileride kahraman şakirdlerin şahs-ı manevîsinin hârika bir kuvveti ve Risale-i Nur’un parlak bir kerametidir.”

Bediüzzaman’ın bahsettiği mesele aynen şöyledir:

Hubb-u câh hissi eğer susturulmazsa ve izale edilmezse, yüzünü başka cihete çevirmek lâzımdır. Şöyle ki:
Sevab-ı uhrevî için, dualarını kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-ü tesiri noktasında gelecek temsildeki sırra binaen, belki o hissin meşru bir ciheti bulunur. Meselâ: Ayasofya Câmii, ehl-i fazl u kemalden mübarek ve muhterem zâtlarla dolu olduğu bir zamanda, tek-tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup câmiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebilerin eğlenceperest seyircileri bulunsa, bir adam o câmi içine girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’andan bir aşır okusa, o vakit binler ehl-i hakikatın nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile, o adama bir sevab kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek. Eğer o mübarek câmiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süfli ve edebsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa; o vakit o haylaz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatın bütün efradından, bir nazar-ı nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safilîne sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.


İşte aynen bu misal gibi; âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir câmidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o câmideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; firenkmeşreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyircileri ise, ecnebilerin naşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Herbir müslüman, hususan ehl-i fazl u kemal ise; bu câmide derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir. Eğer İslâmi-yetin bir sırr-ı esası olan ihlas ve rıza-yı İlahî cihetinde, Kur’an-ı Hakîm’in ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a’mal ondan sudûr etse, lisan-ı hali manen âyât-ı Kur’aniyeyi okusa; o vakit manen âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebanı olan
اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ duasında dâhil olup hissedar olur ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur. Yalnız hayvanat-ı muzırra nev’inden bazı ehl-i dalaletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez. Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettiği se-lef-i sâlihînin cadde-i nuranîlerini terkedip heveskârane, hevaperestane, riyakârane, şöhret-perverane, bid’akârane işlerde ve harekâtta bulunsa; manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّٰهِ sırrına göre; ehl-i iman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derketmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları görse; soğuk görür, manen nefret eder.


İşte hubb-u câha meftun ve şöhretperestliğe mübtela adam -ikinci adam-, hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i safilîne düşer. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında, muvakkat ve menhus bir mevki kazanır.
َاْلاَخِلاَّءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلاَّ الْمُتَّقِينَ sırrına göre; dünyada zarar, berzahta azab, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.


Birinci suretteki adam, faraza hubb-u câhı kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlası ve rıza-yı İlahîyi esas tutmak ve hubb-u câhı hedef ittihaz etmemek şartıyla; bir nevi meşru makam-ı manevî, hem muhteşem bir makam kazanır ki, o hubb-u câh damarını kemaliyle tatmin eder. Bu adam az, hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil, çok hem pek çok kıymetdar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır; ona bedel, çok mübarek mahlukları arkadaş bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabani eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki; daima dualarıyla âb-ı kevser gibi feyizler, âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a’maline geçirilir.


Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhretperestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle, âlem-i İslâmın nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin mealini ona ders verdim; başına vurdum. İyi sarstı, fakat kendimi hubb-u câhtan kurtaramadığım için, o ikazım dahi onu uyandırmadı. (Burada kasdedilen şahıs Mustafa Kemal’dir ve Mecliste yaptığı münakaşdan bahsetmektedir.)
.”

Başka bir eserinde ise Ayasofya’nın Müze haline ve Meşihat’ın da Kız Mektebine çevrilmesini şiddetle tenkid eder:

Hem o şahsı tenkid, o içinde bulunduğu ve kusurlara sebeb olduğu bir inkılabın hasenatı yalnız onun değil, belki ordunun ve hükûmetindir. Onun da yalnız bir hissesi var. Onun kusurları için onu tenkid etmek, elbette bir suç olmadığı gibi, inkılaba hücum ediyor denilemez. Hem bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’an ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılınçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı olan Ayasofya Câmii’ni puthaneye ve Meşihat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olması imkânı var mı? Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî, kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz.”

Nitekim 1950’li yıllarda Başbakan Adnan Menderes’e yazdığı bir mektupta, Mustafa Kemal’in yaptığı bu tahribi tamir etmesini ısrarla tavsiye etmektedir:

Nasıl Ezan-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim.”

Aysofya nasıl müzeye çevrildi? Buna neden gerek duyuldu?

Ayasofya’nın müzeye çevriliş nedenleri gülünç denecek kadar basittir. Raporlarda zikredilenler arasındaki iki gerekçeyi söylemek ve ona gülmek mümkündür:

1)  Türk Hükümetinin maddi imkanlarının tamir ve bakıma müsait olmaması, eğer müzeye çevrilirse başta Bizans Enstitüsü olmak üzere batılı kuruluşların para tahsis edeceği iddiası.

2) 1930’lu yıllarındaki Hükümetlerin Yunanistana jest yapmak istemeleri ve Batılı devletlere kendi ifadeleriyle şirin gözükmeleri. Bunların gerçek sebepler olmadığını müzeye çevriliş hikayesi ile alakalı belge ve raporları okuyanlar adaha iyi anlayacaklardır.

Fatih’in bedduası:

“Bütün bu şerh ve ta’yin eylediğim şeyler, tesbit edilen şekilde ve vakfiyede yazılı haliyle vakıf olmuştur; şartları değiştirilemez; kanunları tağyir edilemez; asılları maksatları dışında bir başka hale çevrilemez; tesbit edilen kuralları ve kaideleri eksiltilemez; vakfa herhangi bir şekilde müdahale Allah’ın diğer haramları gibi haramdır; Levhi, Kalemi, Arşı, Kürsi’yi, gökleri ve yeri koruyan Allah’ın hıfzı ve inayetiyle mahfuzdur; üzerinden süre geçtikte bu vakfı tekid edecektir; zaman yenilendikçe vakfı daha da yerleştirecektir.

Allah’ın yarattıklarından Allah’a ve O’nun rü’yetine iman eden, Ahirete ve onun heybetine inanan hiçbir kimse için, sultan olsun melik olsun vezir olsun bey olsun, şevket ve kudret sahibi biri olsun hâkim veya mütegallib (zâlim ve diktatör) olsun, özellikle zâlim ve diktatör idareciler tarafından tayin olunan, fâsid bir tahakküm ve bâtıl bir nezâret ile vakıflara nâzır ve mütevelli olanlar olsun ve kısaca insanlardan hiçbir kimse için, bu vakıfları eksiltmek, bozmak, değiştirmek, tağyir ve tebdil eylemek, vakfı ihmal edip kendi haline bırakmak ve fonksiyonlarını ortadan kaldırmak, asla helal değildir.

Kim ki, bozuk teviller, hurafe ve dedikodudan öteye geçmeyen bâtıl gerekçelerle, bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyir ederse; vakfın tebdili ve iptali için gayret gösterirse; vakfın ortadan kalkmasına veya maksadından ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse, vakfın temel hayır müesseselerinden birinin yerine başka bir kurum ikame eylemek (temel müesseselerden birinden taviz vermek) ve vakfın bölümlerinden birine itiraz etmek dilerse veya bu manada yapılacak değişiklik veya itirazlara yardımcı olur yahut yol gösterirse; veya şer’-i şerife aykırı olarak vakıfda tasarruf etmeye azm eylerse, mesela şeri’ata ve vakfiyeye aykırı ferman, berat, tomar veya talik yazarsa veyahut tevliyet hakkı resmi yahut takrir hakkı resmi ve benzeri bir şey taleb ederse, kısaca bâtıl tasarruflardan birini işler yahut bu tür tasarrufları tamamen geçersiz olan yazılı kayıtlara ve defterlere kaydeder ve bu tür haksız işlemlerini yalanlar yumağı olan hesaplarına ilhak ederse, açıkça büyük bir haramı işlemiş olur, günahı gerektiren bir fiili irtikâb eylemiş olur. Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların la’neti üzerlerine olsun. “Ebeddiyyen Cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebeddiyyen merhamet olunmasın. Kim bunları duyup gördükten sonra değiştirirse vebali ve günahı bunu değiştirenlerin üzerine olsun. Hiç şüphe yok ki, Allah her şeyi işitir ve herşeyi bilir.”.

Prof.Dr. Ahmed Akgündüz

Rotterdar İslam Üniversitesi Rektörü

www.NurNet.org

Mustafa Sungur Ağabey’den İkinci Cumhuriyet Erkan ve Azalarına Tavsiyeler!

Mustafa Sungur Ağabey’den 52 Sene Evvel İKİNCİ CUMHURİYET ERKÂN VE AZALARINA Risâle-i Nur Hakkındaki Tavsiyeler

– Dinî Eserleri ve Risâle-i Nurları Yasaklama ve İmha Kararı Alan Hukuk Tanımazlara Mektup

– Milli Eğitim Bakanlığına ve Diyanet İşleri Başkanlığına Risâle-i Nurları neşretmek için tavsiye

– 52 Sene evvel İkinci Cumhuriyet İfadesini Mustafa Sungur Ağabey’in Kullanması

Bediüzzaman Hazretlerinin mümtaz talebelerinden Merhum Mustafa Sungur Ağabey, 5.5.1961 yılında, belki de ilk defa İkinci Cumhuriyet tabirini kullanarak, İkinci Cumhuriyet Erkân ve A’zalarına başlığı altında, 1960 İhtilâlini yapan yetkililerine tavsiyelerde ve tarihî açıklamalarda bulunmaktadır. Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmî Şahsiyeti adlı eserimizin II. Cildinin başına alacağımız bu mektubu, meraklıları bekletmemek için ve bu zamana kadar neşredildiğine rastlamadığımız zannettiğimiz için neşretme kararı aldık. Osmanlıca kaleme alınan ve arşivlerimizde saklı bulunan bu yazı, günümüz devlet adamları için de geçerliliğini koruyan hakikatler ihtiva eylemektedir.[1]

Mustafa Sungur Ağabey, Yazının özetini özü başlığı altında şöyle hülasa etmektedir:

Müte’addid Ağır Ceza Mahkemelerinin berâ’at kararları nazar-ı itibara alınmayarak bir kısım dinî eserler hakkında verilen imhâ ve müsâdere emrine itiraz ve şekvadır.

İKİNCİ CUMHURİYET ERKÂN VE AZALARINA

Vatan ve milletin saadeti ve istikbalimizin selameti noktasından son derece mühim bir hakikatı arz ediyorum. Aciz bir vatandaş olarak ibraz ettiğim hakikatın sabırsızlıkla nazarı ehemmiyete alınması lazım geldiği kanaatindeyim. Çünkü sizler madem Türk vatanının ve Türk milletinin idaresini üzerinize almışsınız, elbette bu necip millet ve bu mübarek vatanın tarihinin hayatının ve istikbalinin temel taşları hükmünde olan ebedi gerçekleri nazar-ı dikkate alırsınız. Şöyle ki:

Bu memlekette öteden beri gerek bazı matbuat tarafından gerek bazı şahıslar tarafından ileri geri fikirler söylenen Risale-i Nur ve Nur talebeleri mevzuu hakkında salahiyettar makamlardan müsbet ve kat’i malumat almış olmaklığınıza rağmen İslamiyet ve Kuran düşmanı olan bazı gizli unsurların uydurma isnadların tahriki ile menfi bir kanaat getirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bu hususda adeta hakikatı zıddıyla itham etmek gibi garip bir tezada düşüldüğü görülmektedir. Bu kısım ifadeleri size takdim eden ben yıllarca risalei nuru okuyarak yazarak neşriyatta bulunan ve merhum Said Nursinin yanında uzun müddet hizmet eden ve Risale i Nur mevzunun esasına her cihedle aşina olan bir ferd olarak bir ma’rûzâtda bulunuyorum.

Son günlerde edindiğim malumata göre erkân-ı hükümetin ve komite üyelerinin haberi olmadan bir iki şahsın hareketleriyle vatan sathına tamim edilen bir karar üzerine (birkaçı müstesna) bütün dini kitaplarla birlikte Risale-i Nur eserlerini müsadere ve imhasına gidildiği esefle işitilmiş bulunmaktadır. Üzerime terettüb eden vicdani ve insani ve İslami bir vecibe telakkisiyle bu hareketin kanunsuzluğunu ve hakikatı olduğu gibi sizlere arz etmeye mecbur kaldım.

Malumdur ki Risale-i Nur namındaki 130 parça dini eserler 40 seneye yakın bir zamandan beri Türk vatanında intişar etmektedir. Hatta meşrutiyet devrinde de bu eserlerin asılları Türkçe ve Arapça neşr edilmiştir. Risale i nurun telifiyle intişara başlamasından 10 sene sonra 1934 senesinde Eskişehir, 1944 de Denizli ve 1948 de afyon ağır ceza mahkemelerinde Nur talebeleri ve Nur risaleleri hakkında yapılan duruşma, tahkikat, tetkikatlar beraat ile neticelenmiştir. Bundan sonra 1950 den 1960 a kadar, Türkiye’nin 30-40 mahkemesinde yine bu eserler hakkında duruşmalar ve tahkikatlar yapılmış ve her vilayet, kaza ve nahiyelerde tahkikler ve incelemeler cereyan etmiş. Netice itibariyle 30 – 40 dan ziyade beraat, iade ve men i muhakeme kararları ile Risale i nur eserlerinin dünya, ilim, irfan ve hakikat muvacehesinde son derece takdire değer imani ve Kur’anî esasları ihtiva eden memleket ve milletin terakkisine ve saadetine medar iman, ahlak ve fazilet umdelerini yerleştiren, vicdanlarda ilahi ve dini müeyyideleri tahkim eden, cemiyetin ve halihazır insan cemaatlerinin manevi yaralarına merhem olacak esasları havi bir tefsiri kuran mahiyetinde olduğu tespit ve tebeyyün etmiş bulunmaktadır. Bu kararların bir kısmı temyizin tasdikinden geçerek kaziyeyi muhkeme haline gelmiştir. Ağır ceza mahkemelerinden başka muhtelif emniyet dairelince yapılan taharri ve tetkiklerde Risâle-i Nur ve talebelerinde de hiçbir menfi hususa rastlanmamıştır. Bilakis daima müsbet hareket müşahede edilmimştir. İşte bunlar gibi bir sürü müsbet vesikalar ve delillerle sabit olmuş ki;

Risale i Nur eserleri iman ve İslamiyet’i asrımızın idrakine münasip ispat ve telkin eden; akıl, kalp ve ruhları ihtizaza getiren ve teselli ettiren; medeniyeti kuranın alemde galebesine yol gösteren ve teşvik eden çok mümtaz eserlerdir. Risale i Nurların sayısız okuyucuları ve eserleri neşr edenler ise geçen 40 senede ki hadise ve cereyanların hiçbirisine karışmamaları ve hiçbir vukuat zabıtaca kaydedilmediği delaletiyle okuyucular bulundukları her yerde en müstakim en faziletli olmaları şehadetiyle, müsbet anlayışlı ve doğru hareket edici bulundukları zahir olmuştur. Ve daha bunun gibi pekçok belki binler delil, şehadet vesilakaları ibraz ile görülüyorki risalei nur eserleri ve bu eserleri okuyanlar asla menfi ve zararlı olmayıp bil akis çok faydalı ve müstakim hem son derece menfaatli ve memleket ve milletin ebedi medar ı iftaharı şerefini, tarihi mefharetini devam ettiren hak ve hakikat yolcularıdır, rehberleridir.

Ayrıca 27 Mayıs’dan sonrada birçok idari ve adli merciler tarafından yapılan tahkikat neticesinde Risâle-i Nur eserlerinde ve okuyucularında hiçbir menfi hal görülmeyip bitemamiha beraat verilmesine rağmen, maalesef şimdi haber alıyoruz ki, bir sulh ceza mahkemesinin verdiği tekbir karara dayanarak hem Risâle-i Nur eserlerinin hem bir kısım muteber din kitaplarının müsadere ve imhasına dair Dâhiliye vekaletince bir karar ittihaz edilmiş ve memleketin hertarafına tamim edilmiştir. Bu tamimde Yıldızname, Saatname, Karınca duası, Hamail, Resimli Nüsha, Çevirgil duası, Vasiyetname, Uğru Abbas gibi bir kısım muska kitaplarına bir diyeceğimiz yok. Fakat bunlar meydanda 25-30 senedir din âlimleri ve Türk mahkemeleri tarafından tetkik edilmiş ve beraat kararlarını almış, Sözler, Lemalar, Mektubat, Asayı Musa ve Mesnevi-i Nuriye gibi Risâle-i Nurlar ve Şerhül-Akaid, Halabi Tercümesi, Akaid-i Hayriye, Kenzül-İrfan, Şurut’us-Salat, Tecvid Karabaş, Kuduri, Amentü Şerhi ve Usul’ul-Akaid gibi İslam’ın akaidine ve fıkhına mütedair İslam uleması beyninde muteber kitaplarında toplattırılıp imhasına karar vermek ve bu kararı bütün idari makamlara tamim etmek, İslam dininin ve islami kitaplarına büyük bir darbe olduğu ve 99 u Müslüman olan bu milletin mukaddesatını çiğneyerek milleti devlet idaresinden tenfire en büyük bir sebep olduğu müşahede edilen kati bir hakikattır. Tamim edilen bu yazının mahiyeti o kadar acı ve hüzündür ki Tarih-i İslam’da hilafı hakikat ve ağlatıcı böyle bir hadise görülmemiştir. Çünkü hakikat uzun senelerin tetkikat ve tahkitıyla güneş gibi aşikâr olduğu halde ve idare ve adli mercilerin bu kadar müsbet karar ve tetkiklerine rağmen, ufak bir bahane ile imha ve müsaderei havi böyle bir yazı ve bunun vahim neticeleri olarakta yer yer her tarafta dini eserlerin imhasına çalışılması elbette tarihte ender görülen ve İslam tarihinde eşine rastlanmayan çok acıklı ve hazin bir hadisedir. Fırsattan istifade etmekle bu necip millette İslamiyet hakikatını ve kuran nurunu söndürmek isteyen gizli bir zihniyet ve anarşist ruhlar, iftira ve tahrikâtlarla Türk tarihine türkün milyarlar kahraman şerefli ecdadının kutsi hatıralarına, Türk vatan ve milletine, istikbal nesillerinin selametine en büyük darbeyi bu suretle vurmak istiyorlar.

İKİNCİ CUMHURİYET’İN SAYIN ERKÂN VE AZALARINA

Elbette sizler Türk milletini seversiniz; Terakki ve Saadetini arzu edersiniz. Ve elbette sizler kominizim gibi inkârcı ve yıkıcı cereyanların gizli ve aşikâr faaliyetlerini önlemek istersiniz. Ve yine elbette sizler bir masum genci parçalamaktan binler defa daha korkunç ve tehlikeli olan imansızlığın ve dinsizliğin körpe dimağları zehirlemesine mani olmayı milli bir vazifeniz telakki edersiniz. Öyleyse biran evvel süratle bütün hakiki dini eserleri imha etmekle İslam dinine nihayet vermek, vicdanı umumiyi ve efkârı ammeyi tezelzüle uğratmak isteyenlerin faaliyetlerine ve amansız hücumlarına mani olmak suretiyle vatanseverliğinizi ibraz ediniz. Bütün bir millet ve belki bütün tarih ve Anadolu taşıyla toprağıyla hem âlem-i İslam ve insaniyet sizden bunu bekliyor. Kuran-ı Hakimin hakaikına perde çekmek isteyenlerin gizli veya aşikar faaliyetlerini önlemenizi bekliyoruz.

İKİNCİ CUMHURİYET’İN SAYIN ERKÂN VE AZALARINA

Biz hem sizlere hem hükümetin alakadar mensuplarına Risale i Nur ve talebeleri mevzuunda her nevi malumatı arz etmeye hazırız. Esasen gizli hiçbir şey yoktur. İdari ve adli merciler her türlü inceleme ve araştırmayı yapmışlardır. Hal böyleyken hakikat-ı İslami yenin ve imanın inkişafını arzu etmeyen ve Türk cemaatinin dini şuurla yüksek seciyeli olmasını çekemeyen ve bilhassa genç nesillerin mütenebbih ve kalbleri imanlı olmasını asla arzu etmeyen her hâdise ve her fırsattan istifâde ederek bu memlekette anarşistliğin tohumunu ekmeye çalışan ve netice itibariyle memleket âfâkını kızıl rüzgarın cevelânına hazırlayan bir takım menfi unsurlar, binler te’essüf ki, güneş gibi parlak ulvî hakikatları vatan ve millet sa’âdeti için çırpınan asîl ruhları yok etmek gibi tahribatlara tevessül etmektedirler. Artık hâdisenin tafsîlâtına girişmeyerek Risâle-i Nur Eserleri ve talebeleri hakkında yapılan uydurma isnâdların asılsızlığını bir iki sözle beyân ederim. Merhûm Üstad’dan ve Nurlar’dan aldığımız ders ile âlem-i insaniyetin saadetine yol açan ve bugün Türkiye’de zuhur ederek hak ve hakikat nurları ile âlem-i beşeriyete ve kâinata ışıklar serpen ihlâs aşkı ve rizây-ı ilâhî şevki ile vücud bulan Risâle-i Nur’dan bir nebze bahsetmek istiyorum.

Ey bu memleketin idaresini deruhde edenler ve ey bin seneye yakın Kur’an-ı Hakîm’in bayraktarı ve Âlem-i islamın kumandanı olarak cihanda en kudsî ve en ulvî vazife ile Nur-u Kur’an’ın hâdimi ve nâşiri olan bir milletin evladları!

Hem hâdisât-ı âlemin şahadetiyle, hem Merhûm Said Nursî’nin kuvvetli ve beşâretli ihbarıyla görünüyor ki, nev’-i beşer uyanmış ve Hak dini arıyor. Fıtrat-ı insaniyeyi tatmin edecek bir hakikat taharri ediyor. Bu hakikat hiç şüphe yok ki, ezeli ve ebedi birbirine bağlayan, ferd ve cemiyetin dünyevî ve uhrevî bütün sa’âdet düsturlarını hâvî olan hakikat-ı Kur’aniye ve İslamiyedir. Almanya’da, Amerika’da, İsveç, Norveç ve Finlandiya ve sair memleketlerde cüz’î ve küllî İslam dinine karşı bir meyelân ve arzu var. Demek değil ylanız âlem-i İslam, işte âlem-i insaniyet ve belki bütün beşer, hakikat-ı Kur’aniyeyi taharri ediyor. Tâ ruhunun ebedî ihtiyaç ve arzularını onunla tatmin etsin. Ve kâinâtın tehâcümâtından mahiyetini kurtarsın. Evet dost ve düşman umum ehl-i aklın, Şark ve Garbın ittifakıyla maddi ve manevi, dünyevî ve uhrevî bütün saadet düsturları, medeniyet ve kemâlât-ı insaniye, İslamiyetin ve Kur’an’ın hakikatındadır. Şimdi âlem-i İslama düşen vazife, insanlık âleminin bu şedîd ihtiyacına muvafık ve kabiliyetine uygun iknâ’a, izah ve isbat usulleriyle Kur’an hakikatlarının neşrinde ve hizmetinde bulunmaktır. Merhûm Mehmed Âkif’in dediği gibi;

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.

İşte bu en elzem ve yüksek vazifa ve asırların beklediği mu’azzam hakikat, Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ki, Türk vatanında, Türk Milleti içinde zuhur etmiş ve Türk lisânı ile yarım asra yakın bir müddetten beri neşr edilmektedir. Şimdi Türk hamiyetperverleri kendi öz vatanlarında zuhur eden Kur’an’ın bu en nurânî hakikatları olan Risâle-i Nur’u elde ederek dünya efkâr-ı umumiyesine ders vermekle, şerefli ecdadımız gibi bu asrın icabatı olarak Kur’an ve iman hizmetinde bulunmalıyız.

Evet hiçbir maddi kuvvet olmadığı halde, yalnız hakikatın güzelliği ve mu’cize-i Kur’an’ın ulviyeti ve berraklığı ile akıl ve kalbleri uyandıran, ihtizaza getiren, şahâmet-i imaniye ve şefkat-i imaniyeyi ders veren Risâle-i Nur, bu asırda dünyayı sarsan dehşetli hâdiselere, komünizm cereyanlarına ma’rûz kalan İslam Cemâ’atini ve Türk gençliğini vikaye ve muhâfaza etmektedir.

Risâle-i Nur etrafında ve neşrinde pervane misâl çalışan Müslüman gençlerin bu faaliyetlerinin sebep ve sâiki nedir? Hangi menfaat ve gaye peşindedirler? Diye vârid olabilecek suale cevaben, şerefli ecdadımızın ve khraman türklerin dünyaya parmak ısırttıracak fedakârlık numuneleriyle hakaik-ı İslamiyeleri dünyaya ilan etmek istemeleri nev’inden ulvî ve kudsî br hizmet şevki ile rızay-ı İlâhî muhabbetiyle ve saadet-i ebediye gayretiyle, vatan, millet, tarih ve ecdad sevgisi ile çalışmalarıdır. Başka türlü bir gaye ve saik düşünülemez ve olmadığı da incelemelr ve mahkeme kararlarıyla sâbit olmuştur.

Gençliğin ruhunu ulvî mefkûrelerle doldurmak, onları başıboşluktan kurtarıp şuurlu, vakarlı ve menfaatli birer insan yapmak emelini, vicdanında hissedenler, elbette Kur’anın ve İslamiyet’in hakikatlarına sarılmak mecburiyetindedirler.

MA’RÛZÂTIMA ŞU MADDELERLE SON VERİYORUM

1. Risâle-i Nur eserleri, müsâdere edilmek şöyle dursun, devlet ve hükümetçe ele alınarak yeni baştan Anadolu’nun her köşesine, âlem-i İslam ve insaniyete neşredilmeye elyak ve hem çok lâzım. Aynı zamanda zamanın telakkisine ve asr-ı hâzırın idrakine hitab edici mahiyette yüksek eserlerdir. Her bir mes’ele-i diniye delâil-i akliye ve mantıkiye ile isbat ve izah edilmiş olup hiçbir şüpheye meydan bırakmayan mukni’ eserlerdir. Gerek Ma’ârif ve gerek Diyânet Dâirelerinde ele alınıp okutulmaya ve neşredilmeye değer kıymetindedirler.

2. Risâle-i Nur hakkında bu kanaatler yalnız benim gibi bir âcizden değil, bu memlekette milyonlar okuyuculardan ve binler salahiyetdâr şahıslardan gelmektedir. Bu itibarla Risâle-i Nur mevzuunda salahiyetdâr zatların, ehl-i ilim ve hakikatın kanaati alınması gerekmektedir.

3. Manevî tahribâtıyla efkâr ve kulubu ifsâd etmeye çalışan solcu cereyânların tahripkâr ve inkârcı istilasından genç nesilleri muhâfaza için Risâle-i Nur namındaki eserlerin devlet ve hükümetçe ele alınması, en büyük millî bir vazifedir. Çünkü Risâle-i Nur otuz kırk seneden beri bu memlekette ve en başta Komünizm olarak yıkıcı ve inkârcı cereyanlara tek başıyla mukabele ettiğinden bu tehlikeye karşı bir sedd-i Kur’anî vazifesini gördüğü âşikâr ve zâhir olmuştur.

4. Uydurulan isnadlar ki, cemiyetçilik, tarikatçılık, emniyeti ihlâl ve sâire gibi ithamların asılsızlığı kırk senelik uzun bir devrenin şahadetiyle müte’addid mahkeme ve emniyet dâirelerinin tahkikat ve incelemeleriyle tebeyyün etmiştir. Bilakis bu memlekette hiçbir karışıklığa meydan vermeyen ve daima yapıcı müsbet hareketleri ders veren iman, ahlak, fazilet, şefkat ve merhamet esaslarınıu ta’lîm ve tahkim eden Risâle-i Nur’un Anadolu’daki intişârı neticesi olarak karıştırıcı cereyânlar, menfi gayelerine muvaffak olamıyorlar. İşte en bâriz bir hakikat ve en ziyâde takdire değer bir keyfiyet ki, biz onunla itham ediliyoruz. Ne garip bir tecelli ki, hak ve hakikat zıddı ile itham edilmektedir. Fakat rahmet-i ilâhiyeden ümit ederiz ki, dâima hak gâlib ve hakikat üstün olacaktır.

5. Bu kadar biz hakikatlerden ve yarım asra yaklaşan uzun bir tahkikattan sonra, vatandaşlarla beraber emniyet ve adliye dairelerinin müsbet kanaat ve takdirleri de olduğu halde, bazı menfi gayretkeşlerin ve solcu unsurlarla desise ve iftiralarıyla veya tahrikiyle Hükümet erkânının ve devlet ricâlinin haberi olmadan bir ta’mîmle birkaç müstesnâ bütün hakikatlı dinî eserlerle birlikte Risâle-i Nur Mecmualarının müsaderesine ve imhâsına dâir bir tek Sulh Ceza Mahkemesinin kararına dayanarak ve 1930’dan 1961 senesine kadar verilen otuzdan ziyâde Ağır Ceza Mahkemelerinin berâ’at kararları nazara alınmayarak Dâhiliye Vekâletince yapılan ta’mîm yersizdir. Bütün mahkemeleri mahkûm etmek demektir. Vu bunun neticesi olarak yapılacak hareketler, Türk Vatanında İslamiyet ve Kur’an aleyhinde ittihâz olunan ve tarih sayfalarında eşine nâdir rastlanan dehşetli bir hâdisedir. Ve İkinci Cumhuriyeti millet nazarından düşürmek gibi devlete karşı da en büyük bir hiyânettir. Ve bütün millet efradının ve istikbal nesillerinin ma’nen i’damına hükmetmek gibi korkunç bir teşebbüstür.

Bu itibarla Hükümetin bütün erkân ve a’zasından ve İkinci Cumhuriyet mensuplarından hak ve hürriyete çalışan bütün vatanperverlerden umumen ricâ ederek ve onlara bu acıklı ve müthiş hâdiseyi haber vererek ma’rûzâtıma nihâyet veriyorum.

Üstad Merhûm Said Nursi’nin 1949 senesinde o zaman iktidarda bulunan Hükümete gönderdiği bir istid’âsından şu parçaları nazarınıza takdim ediyorum.

Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.

Evet hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak; ancak İslâmiyet hakikatıyla mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.

İkinci cereyan: Âlem-i İslâm’daki müstemlekâtlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle ittiham etmekle bozmak ve âlem-i İslâm’ın irtibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adavete çevirmek gibi bir plânla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Eğer bu cereyanın aklı başında olsa, bu dehşetli plânı değiştirip hariçteki âlem-i İslâm’ı okşadığı gibi; bu merkezdeki İslâmiyet dinini okşasa, hem o da çok istifade eder, hem azîm fütuhatını bir derece muhafaza eder, hem bu vatan ve millet dehşetli beladan kurtulur.

Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılab namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve inkılab iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç-dört adamın seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azab ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört inkılabçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret olamaz.

Sâlisen: Size karşı elbette çok cihetlerde dâhilî ve haricî muarızlar var. Ben dünya ve siyasetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye namına çıksa idi, birden sizi mağlub ederdi. Çünki bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an’ane-i İslâmiye ile, ruh ve kalb ile bağlanmış. Zahiren muhalif-i fıtratındaki emre, itaat cihetiyle serfüru’ etse de kalben bağlanmaz.

Hem bir müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıd altında kalamaz; istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatın çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip sizin zekâvetinize havale ediyorum. Bu asrın Kur’ana şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir.

Siz, şimdiye kadar gelen inkılab kusurlarını üç-dört adamlara verip, şimdiye kadar umumî harb ve sair inkılabların icbarıyla yapılan tahribatları -hususan an’ane-i diniye hakkında- tamire çalışsanız; hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza keffaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hamiyetperver namına müstehak olursunuz.

Râbian: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve madem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz ve madem o kat’î ölüm ehl-i dalalet için i’dam-ı ebedîdir, yüzbin hamiyetçilik ve dünyaperestlik ve siyasetçilik onu tebdil edemez ve madem Kur’an, o i’dam-ı ebedîyi ehl-i iman için terhis tezkeresine çevirdiğini güneş gibi isbat eden Risale-i Nur elinize geçmiş ve yirmi seneden beri hiçbir feylesof, hiçbir dinsiz ona karşı çıkamıyor, bilakis dikkat eden feylesofları imana getiriyor ve bu oniki sene zarfında dört büyük mahkemeniz ve feylesof ve ülemadan mürekkeb ehl-i vukufunuz, Risale-i Nur’u tahsin ve tasdik ve takdir edip, iman hakkındaki hüccetlerine itiraz edememişler ve bu millet ve vatana hiçbir zararı olmamakla beraber, hücum eden dehşetli cereyanlara karşı sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî olduğuna, Türk milletinden hususan mekteb görmüş gençlerden yüzbin şahid gösterebilirim; elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak, ehemmiyetli bir vazifenizdir. Siz dünyevî çok diplomatları her zaman dinliyorsunuz; bir parça da âhiret hesabına konuşan, benim gibi kabir kapısında vatandaşların haline ağlayan bir bîçareyi dinlemek lâzımdır.[2]

Said Nursi

5.5.1961

Adres: Mustafa Sungur, Çankırı Caddesi, Armutlu Sokak, No: 13, Ankara.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz / www.NurNet.Org

www.islamicuniversity.nl

Mustafa Sungur abinin mektubu

YÖK, Rotterdam İslam Üniversitesi Diplomalarının Denkliğini Kabul Etti

Türkiye Cumhuriyeti Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), Rotterdam İslam Üniversitesinin Lisans ve Master diplomalarının  denkliğini kabul etti (Karar No: 14.08.2013/24).

Hayırlı olsun diyor ve ilgili belgeyi sizinle paylaşmak istiyorum. Artık Türkiye’deki bütün Üniversitelerle, kanunlar ve uluslararası hukuk çerçevesinde her türlü işbirliği (Doktora hakkı dahil) mümkün olabileceği gibi, me’zunlarımız da başta Diyanet İşleri  Başkanlığı olmak üzere, devletin bütün kadrolarına müracaat hakkını elde etmiş oldular.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

www.NurNet.org