Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

Sandalyede namaz (3)

Din görevlilerimiz, dinî tebliğ ve irşad mükellefiyeti bahis konusu olduğunda bazen;

“- Herkes, kendi mesleği neyse onunla meşgul olsun. Nedense, dinî tebliğ ve irşad meselesine karışmak isteyen çok oluyor.”

tarzında şikayet edasıyla konuşmaktadırlar.

Bu sözlerinin haklı tarafı, dinî mevzularda bilgisi yetersiz olan ve usulüne göre tebliği yap(a)mayacak kişilerin bu mevzularda konuşmaması gerektiğidir. Haksız tarafı ise; “Bizden başka hiç kimse dinî meselelerde konuşmasın” tarzındaki bir inhisarcılık ve meslekî taassubta bulunmalarıdır.

Halbuki, dinî meselelerde irşadda bulunmak, sair mesleklerle kıyaslanamaz. Kur’an’da Âl-i İmrân Sûresi-3 ve diğer bazı âyetler, hakkı tebliğ vazifesinin lüzumundan ve öneminden bahsetmektedir. Hadiste de belirtildiği gibi, İslâmiyet’te “ruhbanlık” yoktur, yani “hakkı tebliğ” sadece din görevlilerinin yetkisi, vazifesi ve sorumluluğuyla ilgili bir mevzu değildir. Her Müslüman, İslâm’ı şer’î kaynaklarından iyi öğrenip yaşamak ve en yakınlarından başlayarak başkalarına da usulüyle anlatıp onların da yaşamasını temine çalışmakla mükelleftir. Ancak, dinî mevzularda şer’î kaynaklarla uyumlu olmayan cahilce ve yanlış şekilde konuşmamak şarttır!

İslâm dinini tebliğin, şer’î delillerine uygun ve usulüyle olmak şartıyla, bu zamanda ve bu ülkede yapmak, bugünün Türkiye’sinde sadece Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosundakilere mahsus bir vazife olmadığı, Risale-i Nur Külliyâtı’nın Hutbe-i Şâmiye ve Emirdağ Lâhikası adlı eserlerinde de, bu zamanın cihadının “cihad-ı manevî” olduğu, “cihad-ı manevî”nin ise bu zamanda “farz-ı kifaye” bir mükellefiyet olmaktan çıkmış; onu usulüyle yapabilecek tüm Müslümanlar için “farz-ı ayn” dinî bir mükellefiyet olduğu belirtilmektedir.

Dinî irşad görevlilerimiz bunu haksız olarak kabul etmezlerse, 80 milyon nüfuslu Türkiye’de bu hizmetin gereği gibi ve yeterli şekilde yapılmasının mesuliyetini de kendi üzerlerine alıyorlar demektir! O vazifeleri mevzuunda da, içinde bulunulan âhir zamanda “manevî bir seferliği” gerektiren Türkiye’deki şartlarda Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosundakiler olarak;

 “-Acaba ülkemizdeki manevî tehlikelerle mücadele ve o tehlikeleri gidermek mesuliyetini tam olarak ifa edebiliyor muyuz, bunun için gerekli dinî irşad için kendimizi tamamen yeterli görüyor muyuz, bunun tüm mesuliyetini üzerimize alabiliyor muyuz?”

sorularını bir nefis muhasebesi ile kendilerine sormaları ve doğru cevabını aramaları gerekir.

Halbuki, Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilâtındaki dinî irşad görevlilerimiz, bazı mevzularda dinî irşad ile ilgili olarak söylemeleri gereken her şeyi söyleyememekte, yapmaları gereken her örnek davranışı da yapamamaktadırlar.

“Sandalyede namaz” mevzuunda “Din İşleri Yüksek  Kurulu”, fetvasını altı buçuk yıl önce yayınlamış ve o  fetvasına da internet ortamında kolayca ulaşılabilmesine rağmen, “hakikî mazereti” olmadan ve bu mevzuda yapılan haklı ikazlara uymayan, hattâ tepki bile göstererek bazen kendine has “yetkisizce fetva” vermeye çalışanların çok olması, bu mevzuda hem din görevlilerinin ve hem de diğer Müslümanların, usulüne göre “hakkı tebliğle cihad-ı manevî” vazifesini ihmal etmemelerini ve yapmalarını icab ettirmektedir. Yukarıda linki verilen “Din İşleri Yüksek  Kurulu”nun “Sandalyede Namaz” mevzuunda yedi yıl önce  28.4.2011’de yayınlamış olduğu fetvasının tam metnini dikkatle okuyup, hem ona uymak ve hem de başkalarına ona uymayı tavsiye etmek lâzımdır:

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Din İşleri Yüksek Kurulu’nun bu mevzuda yedi yıl önceki fetvası şöyleydi:

“SANDALYEDE NAMAZ

28.4.2011

​            Namaz, kulun Allah’a en çok yakınlık kazandığı bir ibadettir. Bu niteliğinden dolayı Hz. Peygamber (s.a.v) bu ibadeti “en hayırlı amel” (İbn Mâce, Taharet, 4) olarak tanımlamış, kıyamet gününde hesabı sorulacak ilk amelin namaz olacağını bildirmiştir. (Tirmîzî, Salât, 188) Bu sebeple namazın terk edilmesine izin verilmemiş; ima ile de olsa mutlaka kılınması istenmiştir. Hz. Peygamber “Kim namazı kasten terk ederse, Allah’ın himayesi ondan uzak olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI. 421) buyurmuştur. 

Namaz ibadetinin rükünlerinin neler olduğu Kur’an ve Sünnette belirtilmiş ve nasıl uygulanacağı da bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından sözlü ve pratik olarak ortaya konulmuştur. Bu rükünleriftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rüku, secde ve ka’de-i âhiredir. Allah Teala “Gönülden boyun eğerek Allah için namaza kalkın” (Bakara, 2/238) Ey iman edenler, rükû edin, secde edin, rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.” (Hac, 22/77) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) de; namaz kılmayı öğrettiği bir sahabiye, sonunda nasıl teşehhüd yapacağını gösterdikten sonra “Bunu da yaptığında namazın tamam olur” buyurmuştur. (Tirmîzî, Sünen, Ebvabü’s-Salât, 226)
            Bu rükünlerden her hangi birinin mazeretsiz olarak terk edilmesi halinde namaz sahih olmaz. Ancak dinimizde sorumluluklar, kulun gücüne göre belirlenmiş (Bakara, 2/286); gücü aşan durumlar için kolaylaştırma ilkesi getirilmiştir. (Bakara, 2/185) Namazın rükünlerinden herhangi birini yerine getirmeye engel olan rahatsızlıklar da kolaylaştırma sebebi sayılmıştır. Buna göre;

Namazı normal şekli ile ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse için asıl olan, namazını oturarak kılmaktır. Böyle bir kişi namazını kendi durumuna göre diz çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) nasıl namaz kılacağını soran hasta bir sahabiye Namazını ayakta kıl. Eğer gücün yetmezse oturarak, buna da gücün yetmezse yan üzere kıl.” (Buhari, Taksiru’As-Salat, 19) buyurmuştur. 
           Ayakta durabilen ve yere oturabildiği halde secde edemeyen kimse namaza ayakta başlar, rükûdan sonra yere oturarak secdeleri ima ile yapar.

           Ayakta durabildiği halde oturduktan sonra ayağa kalkamayan kişi namaza ayakta başlar, secdeden sonra namazını oturarak tamamlar.

          Ayakta durmaya ve rükû yapmaya gücü yettiği halde yere oturamayan kimse, namaza ayakta başlar; rükudan sonra secdeyi tabure ve benzeri bir şey üzerine oturarak ima ile eda eder.

          Ayakta durmaya gücü yetmeyen, yere de oturamayan kimse namazı tabure, sandalye ve benzeri bir şey üzerine oturarak rükû ve secdeleri ima ile yerine getirir.

          Kul Rabbine ibadet ederken hem özde samimî olmalı hem de dinin belirlediği şekil şartlarını tam olarak yerine getirmeye özen göstermelidir. Özen ve hassasiyet eksikliğinden dolayı Rabbine karşı sorumlu olacağı bilincinde olmalıdır. Bu sebeple namazını tabure, sandalye ve benzeri şeyler üzerinde kılan mü’minin ileri sürdüğü mazeretleri kendisini vicdanen rahatlatacak boyutta olmalıdır. Namazı aslî şekline uygun olarak kılmaya engel olmayacak hafif bedeni rahatsızlıklar bu konuda meşru mazeret olarak görülmemelidir.

          Öte yandan dinî açıdan zorunlu ve meşru bir sebep bulunmadıkça camilerde sandalyede namaz kılmak, göze hoş gelmeyen bir görüntü ortaya çıkarmakta ve cemaat arasında tartışmalara sebep olmaktadır. Özellikle üzerinde namaz kılmak amacı ile camilerde sıralar halinde sabit oturakların yapılması, cami doku ve kültürüyle bağdaşmamaktadır. Bu sebeple hastalık ve özürlülük gibi herhangi bir rahatsızlığı bulunan kimselerin, zorunlu olmadıkça namazlarını sandalyede değil, yere oturarak kılmaları uygundur.​

Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı

(https://artvin.diyanet.gov.tr/savsat/Sayfalar/contentdetail.aspx?MenuCategory=Kurumsal&contentid=141)

Bu fetvada ve sonunda da defalarca tekrarlanıp vurgulamada bulunulduğu gibi, “hastalık ve özürlülük gibi herhangi bir rahatsızlığı bulunan kimselerin, zorunlu olmadıkça namazlarını sandalyede değil, yere oturarak kılmaları uygundur.”​ Buna rağmen, camilerimizde yere oturarak namaz kılan “yok” denebilecek kadar az; fakat sandalyede namaz kılanlar ise, ona nisbeten çoktur.

Bazıları şişman oluşlarının hakikî bir mazeret olduğuna kendilerini inandırmış gibi, şişman oldukları için sandalyede namaz kılmaktadırlar. İhtiyarlıktan başka, her hastalığın devasının bulunduğu hadiste bildirilmiş olduğuna göre, şişmanlığının devasını araştırıp uygulamadan onu sandalyede namaz kılmak için “hakikî mazeret” gibi zannetmemeleri herhalde isabetli olur.

“Hakikî zaruret” halleri olmadan sandalyede namaz kılmakta israr ile devam eden mü’minlere  “Namaz mü’minin miracıdır” hadisinden de bahsedilmelidir; Namaz kılan bir insan, kendisini “Allah’ın huzuruna çıkmış” olarak düşünmeli ve namazının rükünlerini hakkını vererek ifa etmelidir.

Âlemlerin Rabbi Allah’ın (c.c.) huzurunda, “hakikî bir mazereti” olmadığı halde namazının rükünlerini yapmaması, onun bu dünyadaki asıl vazifesi olan “Allah’a kulluğu” ile bağdaştırılabilir mi?

“Hakiki zaruret” olmadan sandalyede namaz (2)

Belki de “hakikî zaruret” halleri olmadığı halde bazılarının, en mühim ibadet” olan namazlarını aslında “kılmamış” sayılabilecekleri şekilde; bir sandalye, tabure, koltuk veya sabit oturma yerinde ayaklarını aşağı sallandırıp oturarak namaz kılıyor görüntüsü vermekten vazgeçmediklerini,  yıllardır görmekte devam ediyoruz.

Bazı kişiler Kur’an’daki “Namazı dosdoğru kılın” ilahî emrine, bu mevzuda Diyanet İşleri Din İşleri Yüksek Kurulu’nun kararına, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamimlerine, muteber dinî kitaplarda bu konuyla ilgili yazılanlara ve bu konuyu bilen diğerlerinin ikazlarına aykırı davranmalarının vebalini düşünmüyorlar. Aralarında bazen gençlerin de bulunabildiği, sayısı gün geçtikçe artan “sandalyede oturarak namaz kılanların” ne kadarı, bunu “hakikî zaruretle” yapmaktadır?

           Yıllar önce (ismini vermeyeceğim)  büyük bir ilimizin müftüsünden, mühim bir konuyla ilgili olarak randevu alıp iki kişi ziyaretine gitmiştik. Randevuyla geldiğimiz halde, Müftü Efendi hiç yüzümüze bile bakmıyor, devamlı olarak önündeki kağıtlarla meşgul oluyor, sorularımıza ve söylediklerimize çok kısa cevaplar veriyor ve âdeta bir an önce gitmemizi ister gibi davranıyordu. Onun bu hali, hem hayretimi mucip olmuş ve hem de beni üzmüştü. Bu şekildeki bir ziyareti mümkün olduğu kadar kısa kesmek iyi olacaktı. Ancak, büyük zorlukla randevu alabildiğimiz o Müftü Efendi’yi makamında ziyaret edebilmek fırsatını elde edebilmişken, ayrılmadan doğrudan makamını ilgilendiren bir konuyu da açmak istemiştim: Bir cami cemaatinden olarak, camilerde sandalye üzerinde ve hatta camilerin içinde arka taraflarına sandalye benzeri oturma grupları yerleştirilerek onların üzerinde -hangi hakikî zaruretle olduğu belli olmadan- ayaklarını aşağıda sallandırarak oturmuş halde namaz kılanların gittikçe arttığını, Müftülük olarak bununla ilgili ne yapılabileceğini sordum.

            Müftü Efendi bu sorum üzerine, o zamana kadarki pozisyonunu biraz değiştirip makamında hafifçe doğrularak ve ilk defa başını masasının üzerindeki kağıtlardan kaldırır gibi yaparak,  bana pek nazik olmayan bir üslupla: “Biz bu konuda gerekeni yapıyoruz, önleyemiyoruz; siz de üzerinize düşeni yapıyor musunuz?” dedi.

            Onun bu cevabı ve beni haksız yere sorgulamasıyla, daha önceki hayretim biraz daha arttı ve:

            “- Siz, Müftülük olarak bu konuda gerekeni yaptığınızı ve netice alamadığınız söylüyorsunuz; bu konuda yetkisi olmayan cami cemaatinden biri bu durumu önlemekle ilgili ne yapabilir, hakikî zarureti olmadan rahatı için de sandalyede namaz kılanı bilen cemaatten birisinin ona yetkisizce yapacağı ikaz, onun o halini düzeltebilir mi?” dedim. 
              Önceki yazımdaki cümlelerimden biri şöyleydi: “Cami ve mescit isimlerini de vererek buna dair rastladığım çeşitli misallerden bahsetmek istemiyorum; fakat İstanbul’daki “Türkiye Diyanet Vakfı İslâmî Araştırmalar Merkezi ve Kütüphanesi’’nin yüz metre kadar yakınındaki mescitte bile yer alan, tramvaylardaki gibi sabit çok sayıda oturma yerlerinin, bu mevzu ile ilgili benim en çok hayretime ve üzüntüme sebeb olan örneklerden biri olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.” 
             Meselâ: İstanbul İl Müftülüğü ve o ildeki Üsküdar İlçesi Müftülüğü, “Türkiye Diyanet Vakfı İslâmî Araştırmalar Merkezi ve Kütüphanesi’’nin yüz metre kadar yakınındaki mescitte bile yer alan, tramvaylardaki gibi sabit ve çok sayıda oturma yerleri”nden bile yıllardır habersiz veya o yanlışa karşı kayıtsız kalmışsa, Müftülük olarak bu konuda gerekeni yaptığını iddia edebilirler mi? 
            Aslında Diyanet İşleri Başkanlığı ve Müftülükler, sandalyede namaz kılmaya hangi zaruret halleriyle cevaz verilebileceği, namazın farzlarını gerektiği gibi yapamayanların bunlara en yakın şekilde nasıl yapmaya çalışmaları hususunda cemaati eğitici vaazlar verdirebilir, cami girişlerine eğitici resimli afişler astırabilir, dergi, broşür ve kitap halinde cemaati eğitici neşriyat yapabilir. Fakat bu konuda yetkililer tarafından muhataplarının anlayabileceği “gerekli ve yeterli eğitici faaliyetler” maalesef yapılmamakta ve bunun neticesinde “gerçek bir zaruretle” olsa da olmasa da, namazı sandalye ve emsali  üzerinde ayaklarını aşağı sallandırmış halde oturarak kılanların, camilerde ve ve evlerdeki sayısı gün geçtikçe artmaktadır!..
            Ben, yukarıda bahsetmiş olduğum o il Müftülüğünü ziyaretimizde, namaz kılanların bu konuda gerekli ve yeterli şekilde eğitilmesi ihtiyacını Müftü Efendi’ye doğrudan söylemekle de, bir Müslüman olarak vazifemi yapmaya çalışmıştım. Bu ihtiyaçla ilgili gereğini yapmak da, o Müftülüğün sorumluluğuydu.
        Önceki yazımda da belirttiğim gibi, bu konuda maalesef Diyanet İşleri Başkanlığımızın da, İl ve İlçe Müftülüklerimizin de görevlerini “gerekli ve yeterli” şekilde yaptığı söylenememektedir.  “İnsanlara anlayacağı şekilde hitap etmek” gerektiğini en iyi onların bilmesi gerekir; ekserisi yaşlı ve cahil, okuduğunu ve dinlediğini anlayış kabiliyetleri az, muhakemeleri ve Türkçeleri zayıf olan insanlara sadece dinî kaynaklardan ilmi pasajlar nakletmekle iktifa edilemez.
             
            Ayni mevzuda önceki yazımın sonunda belirttiğimi burada da tekrarlayayım:

“.(Bu mevzudaki).gerçekler kendilerine tekrarlandığı halde yanlışlarında israr eden Müslümanları o yanlışlarında ısrarları ile “aslında namaz kılmadıkları halde, kendilerini namaz kılıyor zannetmek” hallerinden vazgeçirebilmek için –kelimelerle söylenenleri renkli resimler lle de takviye ile- Diyanet İşleri Başkanlığı cami girişlerinde devamlı olarak asılmasını mecbur tutarak büyük afişler hazırlatmalıdır.

Diyanet İşleri Başkanlığı’mızın renkli resimler diliyle de böyle bir irşad ve tebliği yapması, bu mevzuda mühim bir ihtiyaç halinde gözükmektedir. “

Prof. Dr. Mustafa Nutku

‘Hakikî Zaruret’ yoksa, ‘Sandalyede namaz’ olmaz!..

İslâm fıkhına göre kabul edilebilecek ‘Hakikî Zaruret’ olmadan sandalyede ayaklarını aşağı sarkıtarak oturmak suretiyle namaz kılanların artması ve camilerde böyle namaz kılmağa çalışmakta israr edenlerle cami görevlileri arasında çok sert tartışmaların olması üzerine, iki yıl önce Eylül ayında Mehmet Görmez’in Diyanet İşleri Başkanlığı döneminde bu mevzuda ülkemizde en yetkili karar organı olan Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından alınan karar medyada şöyle bildirilmişti:

Diyanet’in ikazı

Son zamanlarda camilerde her geçen gün artan sandalye, tabure hatta özel banklar üzerinde namaz kılınması uygulamasına Diyanetten ikaz geldi. Din İşleri Yüksek Kurulu, “Namazı normal şekli ile ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse için asıl olan, namazını oturarak kılmaktır. Böyle bir kişi namazını kendi durumuna göre diz çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılar” dedi.

İbadette samimiyet olmalı

Diyanet, değişik zamanlarda din görevlilerine yazılar göndererek, “Kul Rabbi’ne ibadet ederken hem özde samimi olmalı hem de dinin belirlediği şekil şartlarını tam olarak yerine getirmeye özen göstermelidir. Özen ve hassasiyet eksikliğinden dolayı Rabbine karşı sorumlu olacağı bilincinde olmalıdır. Bu sebeple namazını tabure, sandalye ve benzeri şeyler üzerinde kılan müminin ileri sürdüğü mazeretleri kendisini vicdanen rahatlatacak boyutta olmalıdır. Namazı aslî şekline uygun olarak kılmaya engel olmayacak hafif bedenî rahatsızlıklar bu konuda meşru mazeret olarak görülmemelidir” ikazında bulundu.

Namaz ibadetinin rükünlerinin neler olduğu, nasıl uygulanacağının da bizzat Peygamber Efendimiz tarafından sözlü ve pratik olarak ortaya konulduğunu hatırlatan Diyanet, “Peygamber Efendimiz de; namaz kılmayı öğrettiği bir sahabiye, sonunda nasıl teşehhüd yapacağını gösterdikten sonra ‘Bunu da yaptığında namazın tamam olur’ buyurmuştur. Peygamberimiz nasıl namaz kılacağını soran hasta bir sahabiye ‘Namazını ayakta kıl. Eğer gücün yetmezse oturarak, buna da gücün yetmezse yan üzere kıl’ (Buhari, Taksiru’As-Salat, 19) buyurmuştur” sözlerinin altını çizdi.

Gücü yeten ayakta kılmalı

Namazın rükünlerden herhangi birinin mazeretsiz olarak terk edilmesi hâlinde o namazın sahih olmayacağını dile getiren Diyanet, namazın rükünlerinden herhangi birini yerine getirmeye engel olan rahatsızlıkların da kolaylaştırma sebebi sayıldığını kaydederek, “Buna göre;namazı normal şekli ile ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse için asıl olan yerde oturarak kılmaktır. Böyle bir kişi namazını kendi durumuna göre yerde diz çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılar” cümlelerine yer verdi.  

Diyanet son olarak, “Camilerde sandalyede namaz kılmak, göze hoş gelmeyen bir görüntü ortaya çıkarmakta ve cemaat arasında tartışmalara sebep olmaktadır. Özellikle üzerinde namaz kılmak amacı ile camilerde sıralar hâlinde sabit oturakların yapılması, cami doku ve kültürüyle bağdaşmamaktadır. Bu sebeple hastalık ve özürlülük gibi herhangi bir rahatsızlığı bulunan kimselerin, zorunlu olmadıkça namazlarını sandalyede değil, yere oturarak kılmaları uygundur” ifadelerini kullandı.

Eğilemiyor, ama yürüyor!

Camiye kadar yürüyerek gelebilen bazı kişiler, ısrarla sandalyede namaz kılıyor. Ne Diyanet’in tamimleri, ne de muteber eserler dikkate alınıyor; bazıları kendi aklını ölçü kabul ediyor! 

Peygamber efendimiz ikaz etti

Resulullah Efendimiz, bir hastayı ziyaret etti. Onun, eli ile yastık kaldırıp, üzerine secde ettiğini görünce, yastığı aldı. Hasta, odun kaldırarak bunun üstüne secde etti. Odunu da alarak, “Gücün yeterse, yere secde et! Yere eğilemezsen, yüzüne bir şey kaldırıp, bunun üzerine secde etme! İma ederek kıl ve secdede, rükûdan daha çok eğil!” buyurdu. (Kaynak: Fethu’l-Kadir, Merakı’l-Felah, Halebi, Mecmau’l-Enhür)

İlmihal kitaplarında namazın nasıl kılınacağı konusu anlatılırken, (sandalyede ayaklarını aşağı sarkıtıp) “oturarak namaz kılmak”, aslında “ayakta duramayanlar için” bildirilmiştir. 29.09.2016

O zaman, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez bu mevzudan bahsederken, kendi köyünün camisinde bile muhtemelen hakikî mazeretleri olmadan, sandalyede namaz kılan Müslümanların olduğundan bahsetmesi de medyada yer almıştı.

O tarihten şimdiye kadar geçen iki yıl esnasında Diyanet İşleri Başkanlığı, bazı camilerin girişinde nadiren rastlanan bu mevzudaki yazısı dışında, maalesef gerekli ve yeterli şekilde üzerine düşeni yapmadı. Bazı Müslümanlar kör cehaletleri ve inatları veya “gerçek ubûdiyetten istiğnâ” ile, hakikî mazeretleri olmadan sandalyede namaz kılmak isteklerinden vazgeçmedikleri için, “aslında namaz kılmamış” sayılabilecek hallerini maalesef “namaz kılmış” zannetmekte devamları ile bugüne kadar geldiler.

Cami ve mescit isimlerini de vererek buna dair rastladığım çeşitli misallerden bahsetmek istemiyorum; fakat İstanbul’daki “Türkiye Diyanet Vakfı İslâmî Araştırmalar Merkezi ve Kütüphanesi’’nin yüz metre kadar yakınındaki mescitte bile yer alan, tramvaylardaki gibi sabit çok sayıda oturma yerlerinin, bu mevzu ile ilgili benim en çok hayretime ve üzüntüme sebeb olan örneklerden biri olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.

 
Sanki ‘kahvehaneye benzetecekler’

İki yıl önce bu konuyla ilgili değerlendirmelerde bulunan İlahiyatçı Yazar Osman Ünlü de, gerçek mazereti yokken sandalyede namaz kılmanın dinen uygun olmadığını, fıkıh kitaplarında namazın nasıl kılınacağının yeteri kadar anlatıldığını söylemişti. Kitaplarda yer alan namazı ayakta kılamayanlar için ‘oturarak kılın’ yazılarının yanlış yöne çekildiğini kaydetmiş olan Ünlü, “Oturarak kılın’ denilmesinden maksat, ‘yerde bağdaş kurarak namaz kılın’dır. Yerde bağdaş da kuramıyorsa, o zaman ayaklarını kıble istikametinde uzatmalı ve o şekilde namaz kılmalıdır. ‘Secdeye nasıl gitmeli?’ derseniz, ‘ayaklarını yerde kıble istikametine uzatmışken; tekbirini oturduğu yerde alır, ellerini bağlar, rükû için biraz eğilir, secde için de bundan biraz daha fazla eğilir’. Dinimizde, namazın nasıl kılınacağı konusu böyle anlatılırken, bunlar ayakta duramayanlar için bildirilmiştir” diye açıklamada bulunmuştu.

Osman Ünlü bu mevzuyla ilgili sözlerinin devamında “Dinî kitaplarımızda her şey çok açık ve net bir şekilde yazılmıştır; buna rağmen son zamanlarda bazı vatandaşlar kendi insiyatifleriyle sandalyelerde namaz kılıyorlar ve onların bu yanlışları çığırından çıkmış bir vaziyet alıyor; camilerde bunun için hususi yerler bile yapılıyor! Bu kişiler camilerimizi neredeyse kahvehaneye, kafeye benzetecekler!.. Bunun önüne geçmek için, Diyanet İşleri Başkanlığımız açıklamalarda bulundu. Dinî kitaplara bakılırsa, onların gerçek mazeretleri olmadan öyle namaz kılmalarına asla cevaz olmadığı açıkça görülebilir” demişti.

*

Bu mevzuda, ilgili her Müslümanın bilip uyması gerekenleri tekrar özetlersek:

SANDALYEDE NAMAZ KILINMASI, GERÇEK MAZERETİ YOKSA, ASLA CAİZ DEĞİLDİR!

 *Dizlerini bükemeyen hasta, yere oturarak veya yatağının içinde, ayaklarını kıbleye karşı uzatarak “ima ile” namaz kılabilir. Rükû için başını biraz öne eğer, secde için biraz daha fazla eğer. Koltuğa veya sandalyeye oturursa, ayaklarını sehpaya veya başka bir koltuğa koyarak kılabilir. Bunları da yapamayan hasta, yatarak ima ile namaz kılar.
*Ancak tekerlekli sandalyede oturan felçli hasta –ayaklarını önlerindeki bir sehpaya koyacak birisi olmazsa-  onları aşağı doğru sarkıtarak namaz kılabilir; ayaklarını sehpaya koyabilenlerin ise, namazları caiz olmaz!

*Dizlerini bükebilen hasta, yerde ayaklarını kıbleye doğru uzatamaz; kolayına geldiği gibi, mesela namazda oturur gibi oturur. Bu oturuş şekli onu rahatsız ederse, yerde bağdaş kurarak oturur.
*Yere oturunca kalkamayan, dizlerini de bükemeyen hasta, bir koltuğa veya sandalyeye oturup ayaklarını da başka bir koltuk veya sandalye üzerine uzatarak namazını kılar. 

                                              *

Bu gerçekler kendilerine tekrarlandığı halde yanlışlarında israr eden Müslümanları o yanlışlarında israrları ile “aslında namaz kılmadıkları halde, kendilerini namaz kılıyor zannetmek” hallerinden vazgeçirebilmek için ise, ekte verilen örnekteki gibi –kelimelerle söylenenleri renkli resimler lle de takviye ile- Diyanet İşleri Başkanlığı cami girişlerinde devamlı olarak asılmasını mecbur tutarak büyük afişler hazırlatmalıdır.

Diyanet İşleri Başkanlığı’mızın renkli resimler diliyle de böyle bir irşad ve tebliği yapması, bu mevzuda mühim bir ihtiyaç halinde gözükmektedir.

Allah (c.c.) bizi, hakkı “hak” bilip ona tabi olan ve bâtılı da “bâtıl” bilip ondan sakınanlardan eylesin.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Newton ve Din

Okullarımızda yeni ders yılı 17 Eylül 2018 Pazartesi günü başlayacaktır. Bu vesile ile, ilköğretim yıllarından itibaren okullarımızda ilgili derslerde sadece fizik bilimine çok önemli katkılarıyla bahsedilen Newton’un, İslâm imanına çok yakın dinî şahsiyetine de dikkati çekmekte fayda vardır.

İcat ve keşiflerin peş peşe geldiği dönem kabul edilen 16–19. yüzyıllar arasında, ilmî buluşlarla neredeyse eş zamanlı, şer manâda yeni bir saha ortaya çıkmıştı: “bilim ideolojisi”. Esasen ilmin tabiatıyla zıt bir durum arz eden, bu dogmatik ideolojinin temeli şöyle ifade edilebilir: “bilim; inanç ve imandan ayrı bir kulvardır ve dinle bilim kesinlikle bir çatışma içindedir.”(!)

Buluş, keşif ve icatların, inandırıcılığı ciddi manâda zedelenmiş Hristiyanlığın rahminde şekillenmesiyleirtibatlandırılabilecek bu yaklaşım, zamanla gittikçe daha da giriftleşen bir doktrin ve dogmaya dönüşmüştü. Zaman içerisinde bu dogmatik yaklaşımın aktörleri, iman sahibi olan ve buluş/keşiflerini imanî bakış açısıyla ele almak ve sunmak isteyen sayısız bilim adamını ve düşünürü ya tamamen “yok sayılmağa” mahkûm etmiş veya amansız bir baskıyla onların seslerinin kısılmasına sebep olmuştu. Bugünkü manzara da, bu ideolojinin hâlâ ne derece aktif olduğunu ortaya koymaktadır. Zira bir teoriden başka hiçbir şey olmayan Darwinizm, doğruluğu ispat edilmiş bir bilim dalı gibi savunulmakta, ona karşı çıkanlar bilim dairesinin dışına çıkarılmaya çalışılmaktadır!

Birçok ilmî kaynak tarafından, gelmiş geçmiş bütün bilim insanlarınca, “birinci dereceden bilim adamı” olarak tanıtılan Sir Isaac Newton (1642–1727) da bu dogmatik ideolojinin mağdurları arasındadır. Pek çok kaynakta, fiziğin temel kanunlarından “Gravitasyon Kanunu”nun veya diğer mühim keşiflerinden sadece birinin bile, kendisini dünya çapında bir bilim adamısaymak için kâfi gelebileceği ifade edilmektedir. 24 yaşındayken meşhur Yerçekimi Kanununu keşfeden Newton, 25 yaşında, ölen hocasından boşalan matematik kürsüsüne profesör tayin edilmişti. Çeşitli bilim mevzularındaki inceleme ve keşifleri ile “Royal Society” (Krallık İlimler Akademisi) başkanlığına lâyık görülen ve her yıl yeniden seçilerek hayatının sonuna kadar bu vazifesine devam eden Newton, kraliçe tarafından “Sir” unvanı verilen ilk bilim insanı sıfatını da taşımaktadır. Parlamento üyeliği ve darphane müdürlüğü vazifelerinde de bulunan, Londra’da ikameti için kendisine lüks bir ev tahsis edilen bu bilim insanı, her şeye rağmen alçakgönüllü, çekingen, iffetli ve sade bir hayatı tercih etmiştir. Arkasında bilinen manâda bir vasiyetname bırakmayan ve bekâr olarak vefat eden Newton, muhteşem bir cenaze merasiminin ardından, diğer ünlü İngiliz büyükleri gibi Westminster Katedrali’ne defnedilmişti.

İlköğretim yıllarından itibaren okullarımızda, “büyük bir bilim adamı” olarak tanıtılan Newton’un “dinî ilimler (teoloji) hakkında şimdiye kadar ortaya çıkarılan ve dört milyon kelimeyi bulan yazıları” kendi ülkesinde şuurlu bir gayret ile gizlenegelmiştir. Bu büyük bilim insanının kalbî ve ruhî derinliğine işaret eden yazıları, nesillerin nazarlarından uzak tutularak, onun sadece bilime yaptığı katkılar öne çıkartılmaktadır. Newton’un teolojiyle alâkalı uzun zaman gizlenmiş yazıları, terekesinde yapılan incelemelerle gün yüzüne çıkmış; bu yazılar sayesinde onun içinde yaşattığı iman, net bir şekilde anlaşılmıştır. Teolojiyle alâkalı yazılarının asırlardır gizlenmesinin sebebinin, doğup yaşadığı İngiltere’deki Anglikan Kilisesi’nin ve yakın zamana kadar devam eden İngiliz Sömürge İmparatorluğu’nun takip ettiği siyaset ile paralel şekillenen “bilim ideolojisi” olduğu düşünülmektedir. Onun bilhassa ömrünün son günlerinde yazdıklarının İslâm inancına yakınlığı ilgi konusudur. O yazılarında, bilindiği kadarıyla, en azından muvahhit (Allah’ın varlığına ve birliğine inanan) bir insan olduğuna dair işaretler vardır.

Newton, Allah’ın varlığına, birliğine ve bütün âlemlerin Rabbi olduğuna inanıyordu. Newton’a göre, kâinat hesaplanabilir ve ölçülebilir kural ve kanunlarla ayakta durmaktadır. Zira onu, kendine has keyfiyetiyle belli bir akıl ve mantık sahibi güç –yani bir Yaratıcı- yoktan var etmiştirNewton kâinatı, her şeye Kadir olan bir Yaratıcı’nın vücut verdiği bir kriptogram olarak görüyordu.(1) Onun her şeyi tabiata ve sebeplere bağlamak yerine, Allah’a bağlamaya olan imanı muhtelif eserlerinde açık bir şekilde gözlenmektedir. Bu mevzuda yazdıklarından bazı örnekler şöyledir:

i) “Gerçek rububiyet odur ki; hakiki İlâh, hayat sahibi, hikmet sahibi ve muktedirdir; diğer bütün mükemmelliklerden çok farklı olarak, bütün eksikliklerden arınmış bir mükemmelliktedir. Ezelî ve ebedîdir, her şeye malik ve muktedirdir; her an mevcuttur, her şeyi idare eder, olan ve olabilecek olan her şeyi bilir.”(2)

ii) “Bana öyle geliyor ki; Yaratıcı, maddeyi başlangıçta katı, ayrışmaz ve hareketli olarak, muhtelif ebatlar ve şekillerde, kâinattaki diğer maddelerle belirlediği nispetlerde, kendi takdir ettiği maksatlara uygun bir tarzda yarattı.”(3)

iii) “Güneş ve gezegenler, aralarında hiçbir şey yokken birbirlerini nasıl ve neye göre çekiyorlar? Nasıl oluyor da, tabiatta hiçbir şey abes olmuyor ve dünyada şahit olduğumuz düzen ve güzellik vücut buluyor? Bütün bu olan bitenden, bilinen manâda haricî bir vücudu bulunmayan, canlı, akıl sahibi, muktedir bir Zat’ın var olduğu, sonsuzluk içinde kendine has nitelikte her şeyi çok yakînen bildiği ve idrak ettiği açık bir şekilde ortaya çıkmaz mı?”(4)

Newton’un, “Ateizm”i çok sert bir dille eleştirmesinden başka, Hristiyanlıktaki “teslis” (Allah’ı üçlemek) akîdesi için “sonradan çıkarılmış bir tür sahtecilik” dediği, Hz. İsa’yı İlâh gibi görüp ona tapınmayı “putperestlik” olarak vasıflandırdığı da ortaya çıkmıştır. Newton Katolizm, Anglikanizm ve Kalvinizm’in tahrif olmuş ve sapkın görüşler olduğuna inanıyordu. Çünkü “teslis” düşüncesinin, tahrif olmamış Hristiyanlıkta yerinin olmadığına katiyen iman etmişti.(5)

Kendi inancını, Hz. İsa’nın “sadece bir peygamber, elçi ve ancak yeryüzünde bir halife”(6) olduğunu savunan Arianizm’e yakın buluyordu. Ölüm döşeğindeyken Anglikan Kilisesi’nin ritüellerini kesin bir dille reddetmesi, bu inancındaki samimiyetinin açık işaretiydi.(7)

Onun 1673 yılında hususî olarak kaleme aldığı tahmin edilen bir belgede, genel Hristiyan inancıyla açıkça ters düşen, Hz. İsa’nın şahsiyetine dair ulaşmış olduğu neticeleri sıraladığı 12 madde dikkatleri çekmektedir; o belgede enteresan bir şekilde 13. maddeyi boş bırakmıştır. O 12 maddede açıkça, sadece Yüce Rabb’in İlâhî nitelikte olduğunu, Hz. İsa’nın Yaratıcı’dan madde ve fıtrat itibarıyla apayrı bir varlık olduğunu, belki ete kemiğe bürünmüş bir “İlâhî söz ve hikmetler mecmuası” olabileceğini belirtiyordu.(8)

O,“God is known from his works” (Allah yaptıkları ile bilinir) sözüyle (9), Allah’ın zâtıyla bilinemeyeceğine, ancak kâinat sayfalarındaki isim ve sıfatlarının tecellileri (akisleri) ile bilinebileceğine dair çok mühim bir hakikate işaret ediyor; insanın en başta gelen vazifesinin de ‘Allah’ı tanımak’ (marifetullah) olabileceğine vurgu yapıyordu.

Yine başka bir eserinde, her şeyin son derece suhûletle (kolaylıkla) olup bitiyor olmasını Yaratıcı’nın mükemmelliğiyle irtibatlandırıyor; Yaratıcı’nın hikmetle iş yaptığını ve asla hiçbir şeyi başka bir şeye karıştırmadan işleri yürüttüğünü söylüyordu.(10)

Hayvanların vücudundaki “organ simetrisi” üzerine yorum yaptığı bir eserinde ise, bu simetrinin asla kendiliğinden olamayacağına işaret ederek, kâinattaki benzer hâdiselerde Yaratıcı’nın hikmetli ve bilgili kudret elinin tecelli etmesine açıkça vurgu yapıyordu.(11)

Ortaya konulan bütün bu belge ve delil niteliğindeki ifadelerden açıkça anlaşıldığı gibi, Newton, adını tam olarak ortaya koyamasa da Kadîr, Vâhid ve Ehad bir Yaratıcı’ya dikkatleri çekerek, maddeyi ezelî tevehhüm edenlere, tesadüfçülere, her şeyin kendiliğinden olduğu iddiasında bulunanlara, bilimin diliyle gereken cevabı vermiştir. Kıyısına kadar geldiği anlaşılan İslâm dairesine girip girmediği konusu meçhul olsa da, Newton ciddî yüreklilik isteyen bir kararlılıkla devrinin ve toplumunun genel hâline karşı koyması için ihtiyaç duyduğu iman derinliğini sergilemiş görünüyor. Bu itibarla, “inançsızlık ve maddecilik” temellerine göre hareket eden bilim ideologları ne kadar gizlemeye gayret etseler de, Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğu, dinin ve bilimin birbiriyle çelişmediği her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır.

Dipnotlar
1. John Maynard Keynes, Newton, the Man, London, 1946.
2. The Principia: Mathematical Principles of Natural Philosophy (1687), 3rd edition (1726), trans. I. B. Cohen and Anne Whitman (1999), General Scholium, 941.
3. Optics (1730), 344.
4. Optics, 2nd edition (1718), Book 3, Query 28, 343-5.
5. Snobelen, D. Stephen, ”The true frame of Nature”: Isaac Newton, Heresy, and the Reformation of Natural Philosophy, in Heterodoxy in Early Modern Science and Religion, Brooke and Maclean.(yıl ve yer), s.232-233.
6. Richard S. Westfall , Never at Rest, (Cambridge, 1980)
7. http://science.howstuffworks.com/dictionary/famous-scientists/physicists… newton5.htm)
8. (Gale E. Christianson 1994. In the Presence of the Creator: Isaac Newton and His Times, The Free Press: New York,s.253.) (Newton, Principia, p. 942.)
9. Isaac Newton, Cambridge University Library, MS Add. 3965, section 13, cited in J .E. McGuire, ‘Newton on Place, Time, and God: An Unpublished Source’, The British Journal for the History of Science, 11 (1978), 118-9.
10. Newton, Yahuda MS 1.1a, fo. 14r.
11. J. E. McGuire, ‘ ”Newton’s Principles of Philo­sophy”: An Intended Preface for the 1704 Opticks and a Related Draft Fragment’, The British Journal for the History of Science, 5 (1970), 178–86.)

(Prof.Dr. Mustafa NUTKU)

Trafik ve Hayat Yolculuğu

Karayolları ulaşım vasıtalarının motorize olup hızının artması, dünya ve şehir nüfuslarındaki artışlar, insandaki acelecilik, stres, hızlı yaşamak arzularının frenlenemeyişi, vd, asrımız gündemine sık olarak trafik kazalarını ve buna tedbir olarak da “trafik güvenliği” konularını getirmektedir. Buna dikkati ve alâkayı celp etmek ve trafik güvenliğine katkıda bulunabilmek için, yıllardır her yıl “Trafik Haftaları” düzenlenmekte, bilhassa o haftalarda yapılan konuşmalarda ve neşriyatta, bir yılda dünyada ve ülkemizde trafik kazalarında ölen ve yaralananlarla cihan harplerinde ölen ve yaralananların sayıları karşılaştırılmakta, ayrıca maddî hasarların bilançoları da bildirilmektedir.

    Bunlara paralel olarak, otomobil üreticileri ve satıcıları, “trafik güvenliği” kavramını, reklam malzemesi olarak çok kullanmaktadırlar. Bir otomobilde güvenlik unsurları çok olabilir; fakat “maksimum güvenlik” olamaz! Buna rağmen, bilhassa reklam ve satış için,“maksimum güvenlik” iddiasının yanlış olarak kullanıldığına rastlanmaktadır. Belki de, bu abartılı reklamlarla yükseltilmiş fiyatları ödeyerek otomobil sahibi olanlar, “otomobillerine fazla güvenmenin kurbanı” olabilmektedirler. En pahalı ve “en güvenli” olarak bilinen otomobillerin kaza yapmalarının bir sebebi de budur.

    Aslında insanın, elinden geldiği kadar ve gücü ne kadar yetiyorsa, kazalara karşı tedbirlerini alması gerekir. Fakat tedbir almakla neticeye hükmettiğini iddia edemez; aldığı tedbirlerini, “Allah’a tevekkül etmek” de takip etmelidir. Mesela: ABS, frenin gelişmiş bir şeklidir; her türlü yol ve sürüş şartlarında buna güvenmek ise, “diğer tedbirleri ve tevekkülü terk etmek” suretiyle, kazaya açıkça davetiye çıkarmaktır.

    Şiddetli yağmurlarda tekerleklerle yol zemini arasında geçici olarak meydana gelen “su filmi” sebebiyle, tekerleklerin yolu kavrama özelliği azalır. Yağmurlu havaların trafik güvenliğini tehdit etmesinin en mühim sebebi budur. Motorlu kara nakil vasıtalarının tekerleklerindeki derinlikli desenlerin asıl vazifesi, tekerlek üzerinden suyu en seri şekilde uzaklaştırmaktır. İz derinliği iyice azalmış veya kaybolmuş “kabak lastik” denilen lastiklerin kullanılmasının yasak oluşu, bu güvenlik tedbirini sağlayamayacağı, “kabak lastik” üzerinde daha geniş “su filmi” daha uzun süre kalarak, aracın yağışlı havada yolu kavramasında azalmaya sebebiyetle tehlike oluşturacağı içindir. Lastik fabrikalarında lastik desenleri, estetik kaygılarla değil; bu amacı ne derece sağlayabildikleri tecrübelerle araştırılarak seçilir.

    Yağmurlu havalarda daha yavaş gitmeli, daha dikkatli ve tedbirli olmalıdır. Direksiyon hakimiyetinin kaybedilmesi, bilhassa virajlarda aracın savrulması ihtimali, yağmurlu havalarda artar. Gece ve aydınlatılmamış şehirler arası yollarda araç sürmek, emniyet kemeri takmamak, acelecilikle belli bir vakitte bir yere varmakta hırs göstermek vd her türlü hava şartlarında ve bilhassa yağışlı havalarda, trafik güvenliğine kasteden diğer risk faktörlerini teşkil eder.

    Bilhassa uzun yolda, “Ömür biter; yol bitmez.” düşüncesiyle insan, sürata meyleder. “Sürat felakettir!”, “Acele giden, ecele gider!” gibi uyarı levhaları onu pek etkilemez! Ehliyet imtihanının yazılı sorularına hazırlanırken, bir kara nakil vasıtasının saatte 60 km hızla gitse bile saniyede 16,66 metre, eğer saatte 100 km hızla gidiyorsa saniyede 27,77 metre gitmekte olduğundan bahsedilmiş; anî bir durumda onu değerlendirme süresinde, karar süresinde, icraata geçme süresinde ve ondan sonra aracın yol şartlarına da bağlı olarak kaç metre gittikten sonra durdurulabileceğine sürücü adayının dikkati çekilmiştir. Fakat ehliyetin alınması için öğrenilen o bilgiler, ehliyet alındıktan sonra ekseriya unutulur ve “Sürat asrındayız..” gibi sözlere itibar edilir. Yabancı menşeli bir trafik uyarı filminin sonunda: “Heaven can wait..” yazısı var. Yani, “Cennet bekleyebilir; Cennete gitmek için niye o kadar acele ediyorsun? Cennetin kapıları hemen kapanmak üzere değil ki, sen dünyadaki vazifelerini hakkını vererek yapmaya çalış. Cennet, kapılarını kapatmadan seni bekler.” demek istiyor mânidar ve çok kısa bir ikaz cümlesi halinde..

    “Hırs, sebeb-i hasârettir.” Hırsın başarıya sebep olduğunu söyleyenler de bulunmasına rağmen, hırs aslında zarara sebep olur.Hırsı, iyi bir sıfat olan ihlâslı azimle, kuvvetli irade ile doğruyu ve iyiyi, hakikî ve mühim menfaati talep edip onu elde etmeye çalışmakla karıştırmamak lâzımdır. Zarara sebep olan hırs, sadece para ile dünya malı ile ilgili olan hırs değildir. Sağlıklı olmak için gösterilen hırs bile, zarara sebep olabilir; çünkü bu hırs, insanı her tedbirini almaya çalıştıktan sonra Allah’a tevekkül etmeyi ihmalden, hayrı Allah’tan talep etmekten uzaklaştırabilir ve iman-tevhid-teslim-tevekkül silsilesine bağlılıktan koparabilir. Sevaba hırs göstermenin bile, bazı zararları olabilir.

    Çeşitli konularda gösterilebilecek hırsların zararı gibi, karayolu trafiğinde belli bir zamanda belli bir yere varmakta gösterilen hırsın da zararı olabilir ve bu hırs bazen karayolu trafik güvenliğini ciddî biçimde tehdit edebilir. Böyle bir hırs göstermek yerine; “Yola çıkanın halini Allah bilir.” düşüncesine daha fazla meylederek, “insanın ebedî bir yolcu olduğunu, ruhlar âleminden başlayan bu yolculuğunun rahm-i mâder (ana rahmi), dünyaya geliş, bebeklik, çocukluk, berzah (kabir hayatı), haşir, Mahkeme-i Kübrâ ve (inşallah) ebedî Cennet ve rü’yet-i Cemalullah ile neticelenecek safhalarını” tefekkür ile, dikkatini önündeki kilometreye vererek aracını sürmelidir.

    Karayolundaki bu sürücülükte ve yolculukta, mümkünse gündüz vakti tercih edilmeli, hem daha iyi yol görüşü, hem de sürekli değişip tazelenen manzaralardan, yolcular ile birlikte sürücü de yola dikkatini dağıtmadan, tefekkür hisseleri alabilmeye çalışmalıdır.

    Bu sürücülükte ve yolculukta, daha başka tefekkür kapılarından da girilebilir. Bir karayolu aracını süren insan, bedeninin de, asıl varlığını teşkil eden ruhunun bineği olduğunu, ruhunun bineğine de iyi bakmak ve onun “sürücü”lüğünü iyi yapmak, “ehliyetsiz sürücü” gibi hayat yollarına dalmağa başlamadan önce, bu “sürücü”lüğün nasıl olması gerektiğinin kurallarını, yani “İlmihalini” öğrenmek ve buna uymak gerektiğini mühim bir tefekkür konusu olarak, o anda yaptığı karayolu sürücülüğü ile kıyaslar yaparak işleyebilir.

    Karayolu trafiğinde sürücülük kurallarına aykırı hareket etmenin cezasının verildiği gibi, ömür müddetince ruhunun bineği olan bedenini kullanmakta yapacağı hataların da cezasının mutlaka verileceğini düşünüp, asıl ve en mühim olan bu hayat yolculuğunun sürücülüğünde hata yapmamaya, kurallara aykırı hareket etmemeye azamî dikkat ve itina gösterilmelidir.

    Karayolu trafiğindeki sürücülük, bazı İngilizce yabancı neşriyatta şu tek cümle ile özetlenmiştir: “Always the right way, always the right gear, always the right speed.” (Daima doğru yoldan, doğru vitesle, doğru hızla gitmek).

    Karayolunda motorlu araç sürücülüğündeki bu kaideyi, ruhumuzun vücut bineğindeki sürücülüğünü ömrümüz boyunca yaparken de uygulayabilirsek; yani, doğru yolu seçip o yolda mukteza-yı hale mutabık olarak yapmamız gerekenleri haddimizi bilerek ve onu aşmayarak, ifrat ve tefritten uzak, itidal dairesinde yapabilirsek; bu uzun yolculuğumuzda da trafik güvenliğiyle (inşallah) menzil-i maksudumuza selametle ulaşabiliriz.

    Karayolu trafiğinde bir yanlış karar, kazaya ve ağır kayıplara sebep olabildiği gibi, ömür boyu hayat yolculuğumuzda da yanlış karar vermekten ve bunun neticesinde telafisi güç zararlara sebep olmaktan sakınmalıyız. Hayat yolculuğumuzu ruhumuzun vücut bineğinin sürücülüğüyle yaparken yanlış kararlarımız, çok çeşitli cinsten olabilir. Bunların tümüne karşı dikkatli ve temkinli olabilmek için, buzlu yolda her an kayabilecek bir araç kullanır gibi ihtiyatlı olmalıyız.

    Çünkü, hayat yolunda “ayağımızın kayması” – veya burada yaptığımız benzetme ile – “vücut bineğimizin sürücülüğünde dikkatsizlik ve hata ile sebep olduğumuz kayma”, buzlu yolda aracımızın kaymasından çok daha tehlikeli ve zararlı olabilir!
Prof. Dr. Mustafa Nutku
Altınoluk dergisi, 2010 – Aralık, Sayı: 298, Sayfa: 014