Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

Dr. Sadullah Nutku

Babam Dr.Sadullah Nutku (1908-1972), Bediüzzaman’ın doktor talebeleri arasında en çok tanınmış olanlardan biriydi. Bediüzzaman’ın vefatından beş yıl önce Risale-i Nurlar’ı ve Bediüzzaman’ı tanımış olmasına rağmen, dinî hizmetlere baskının yaşandığı o tarihten vefatına kadar çok aktif olarak Risale-i Nurlar ile Kur’an ve iman hizmetinde bulunmuştu. 1955’de, Demokrat Parti iktidarda olmasına rağmen Risale-i Nurlar’ın satışı serbest değildi; CHP ve onun yandaşı bürokratlar, bu Kur’an ve iman hizmetini engellemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. 1957 Milletvekili seçimlerini CHP tekrar kaybedince, CHP Genel Başkanı İ.İnönü’nün “Bizi nurcular yıktı..” sözü gazetelere manşet olmuş ve CHP’nin Risale-i Nurlar’la Kur’an ve iman hizmetine karşı engellemeye çalışmak faaliyetleri daha da artmıştı. Bilhassa o yıllarda Konya’da ikamet eden babamın yaşadığı baskılar, zulümler hapisler, Valilik makamına götürülerek orada bizzat Konya Valisi tarafından “Sizin kökünüzü kazırız..” dehşetli sözüne karşı büyük bir kararlılıkla “Hiçbir şey yapamazsınız!.” cevabını verince, Feridiye Karakolu’na götürülüp orada polislere dövdürülmesi ve diğer konuların bir kitap haline getirilmesi gerekiyordu.

Onunla en fazla beraberliği olmuş ve o hadiseleri kısmen yaşamış bir kişi olarak böyle bir kitabı hazırlamak da en çok benim için vazife teşkil ediyordu. Aralık 2017’de 16,5×23,5cm ebadında 504 sayfalık böyle bir kitabı şahsî yayınım olarak yayınladım ve tümünün satış bedelini de onun adına, onun davası için kullanmak kararımı da bildirerek bazı dostlarıma satış teklifinde bulundum.

Halen bu kitabımın satış geliri babamın hesabına geçeceği için, şahsen maddî gelir teminim için kitabımın reklamını yapmıyorum; çok şükür buna ihtiyacım da yok. Fakat bilhassa yeni nesil Risale-i Nur talebelerine onu biraz tanıtmış olmak için böyle bir giriş yapmayı faydalı buldum.

                                                       *  *  *

Babam Dr.Sadullah Nutku’nun, Türkiye’de dinî cemaatlere baskı ve zulümlerin olduğu o dönemde çok aktif şekilde Risale-i Nurlar ile Kur’an ve iman hizmetinde bulunmuş olmaktan başka, kendi ihtisas dalında tıp doktorluğu mesleğinin de çok ehli olduğuna dair bir geçmişi bulunmaktaydı. Çok genç yaşlarından itibaren, mesleği ile ilgili yabancı yayınları takip için çeşitli derecelerde birkaç yabancı dili öğrenmişti. Annemin anlattığına göre, babam Askerî Tıbbiyeyi bitirdikten sonra “Dahilî Hastalıklar” ihtisası yapmak istemiş. O tarihlerde Askerî Tıbbiye’de yanında asistan olarak “Dahilî Hastalıklar” ihtisası yapabileceği Prof.Dr.Abdülkadir Noyan ve bu ihtisası yapmak isteyenler olarak da  aralarında “torpilli” (iltimaslı) denebileceklerin de bulunduğu çok sayıda askerî tıbbiye mezunu varmış. Babam, tıp doktoru olduktan sonra bir askerî birlikte “askerî doktor” olarak vazifeliyken, iki yıl boyunca her gün gündüzleri resmî görevi dışındaki saatlerde çalıştığı muayenehanesinde hastalardan kazandığı vizite ücretleriyle ve her gece saat 03:00’de kalkarak yaptığı ilmî, fikrî çalışmalarıyla, “Dahiliye Hastalıkları ve Genel Teşhis” adlı, 1. hamur kağıda basılmış 906 sayfalık kitabını 1935 yılında 27 yaşındayken “şahsî yayını” olarak  neşretmiş. O kitabını mezun olduğu Askerî Tıbbiye’deki Dahilî Hastalıklar Anabilim Dalı profesörü Abdülkadir Noyan’a ilk sayfalarında matbu olarak ithaflı şekliyle hediye edince, hocası çok sayıda aday olmasına rağmen, “Ben kitap yazmış bir asistanı tercih ederim” diyerek, babamı Dahilî Hastalıklar ihtisası yapması için asistanlığına kabul etmiş.

Babamın, 906 sayfalık “Dahiliye Hastalıkları ve Genel Teşhis” adlı o tıp kitabıyla ilgili olarak, bir yayının Önsöz’ünde; iç hastalıklarına ait en esaslı, en ruhlu noktaları toplamaya ve bunları en yeni bilgilerle süsleyerek neşretmeye çalıştığından, meslektaşlarının o kitabını seve seve okumasının kendisi için büyük sevinç kaynağı ve vicdan rahatlığı olacağından bahsettiğini okumuştum.

Tıp bilimi, belki de en hızlı gelişen bilim olduğundan 83 yıl önce 1935 yılında yayınlamış olduğu “Dahiliye Hastalıkları ve Genel Teşhis” adlı 906 sayfalık o kitabının bugünkü tıp bilimi için de ilmî değerini aynen muhafaza ettiği elbette iddia edilemez. Fakat, onun 75 yıl önce 1943 yılında “Dirim” adlı bir tıp dergisinde yayınlanmış “İnsulin ve Glikoz Şırıngaları ve Ağızdan Çiğ Karaciğer Tedavileri ile Âşikar Salâh Gösteren Asitli Bir Siroz Vakâsı” adlı makalesine burada kısaca dikkati çekmek istiyorum.

Geçen ay, uzun zamandır tanıştığım bir öğretmen beni kendi kardeşiyle tanıştırmıştı. O kardeşinin tanıştırmada ve daha sonra yüzüme hiç bakmamasının, ileride sabit bir noktaya gözlerini dikmiş hali, söylediklerime hiç mukabelede bulunmamasının ve hiç konuşmamasının sebebini kardeşine sormuştum. Kardeşi, onun karaciğer hastası (siroz) olduğunu, yapılan tedavilerden sonuç alınamadığı ve karaciğer nakline de riskli görüldüğünden karar verilememesi sebebiyle, o psikolojisi içinde ölümünü bekler gibi bir hale girdiğini söyleyerek durumunu bana açıklamıştıı.

Ben tıp doktoru olmadığımdan, tıbbın o hastalıkla (siroz) ilgili anabilim dalında ve hele onun daha da ötesi olan bilim dalında hiç uzman değildim. “Karaciğerde siroz ve asitli siroz hastalığı” aramasıyla, ancak internetten bazı bilgilere ulaşabilirdim. İnternette yaptığım o aramamda gördüğüm kadarıyla, bilhassa asitli siroz vakaları için karaciğer nakli dışında tedavinin mümkün olmadığından bahseden çeşitli makaleler vardı.

Burada, babamın “Dirim”  adlı bir tıp dergisinin T0M:XVIII, Son Teşrin-İlkkânun 1943, Sayı: 11/12’deki bir makalesini aynen neşretmem mümkün değil; fakat o makalesinde babam Dr.Sadullah Nutku’nun “asitli siroz” hastalığının tedavisiyle ilgili olarak yazmış oldukları kısaca şuydu:

  1. Sıkılmış karaciğer suyunun “asitli siroz” hastasının karaciğerinin hasta kısımlarındaki regenerasyona yardımcı olabileceği,
  2. “Asitli siroz” hastasının karaciğerinde su metabolizması bozukluğuna insulin ve glikoz şırıngalarının iyi tesirinin olabileceği,
  3. Her iki hususiyetin birleşmesiyle, “asitli siroz” hastasının karaciğerinin vazife kabiliyetinin, geçici de olsa, âşikar surette arttığı ve düzeldiği.

               Tıbbın bu hastalıkla ilgili anabilim dalındaki bir bilim dalının tıp doktorlarının, tıp ilminin en hızlı gelişen bir bilim alanı olmasına rağmen, 75 yıl sonra bile Dr.Sadullah Nutku’nun bu makalesinde “asitli siroz” hastaları için bir tedavi şeklini – belki o meslekten biri olmadığım için benim araştırmamla anlayabildiğim kadarıyla- neşrettiğine hiç rastlamamış oluşum, bu yazımın başında bahsettiğim “Bediüzzaman’ın Doktor Talebesi: Dr.Sadullah Nutku (Hâtıralar-Yorumlar)” adlı, 504 sayfalık şahsî yayınım olan kitabımdaki onunla ilgili bazı cümlelerimi bana hatırlatmıştı:

MESLEĞİNİ İCRADAKİ BAZI DAVRANIŞLARI 

             Dr.Sadullah Nutku, o zamandaki muteber tıp bilgileriyle icra ettiği doktorluğunun dışında, bu meslekteki tecrübesinin kazandırdığı melekeleri, feraseti ve belki de dualarının bereketiyle ilgili bir icra-yı tababet özelliğinin de olduğuna dair intibalar ve kanaatler hâsıl etmiştir. 
           Dr.Sadullah Nutku’ya kendileri veya bir yakınları muayene olmuş birçok kişiden onun doktorluğunu icra şekli ve aldıkları netice ile alâkalı anekdotları çok dinlemişimdir ki, bunların hepsini burada nakletmeğe imkân yoktur. 
           Bu anekdotların büyük ekseriyetinde, Dr.Sadullah Nutku’nun Allah’ın Şâfî ismine ilticayla duası, tıbbî bilgileriyle mü’min ferasetini birlikte mezcetmiş olarak yaptığı teşhisleri, hastaya gösteriş yapmağa çalışarak ondan fazla vizite alabilmekten tamamen uzak bir ihlâs ve kanaatkârlıkla tavsiye ettiği kolay ve ucuz tedavileri, bilhassa şifanın Allah’tan olduğuna, doktorlar ve ilaçların sadece sebebler olabileceğine önemle vurgulamada bulunarak dikkat çekmesi, Kur’an’ı ve Sünnet-i Seniyye’yi esas alan manevî tedavileri hiç ihmal etmemesi, reçetelerine besmele-i şerifi yazmakla başlamaktan çekinmemesi, hastalarına ekseriya dinî kısa bir sohbet, paylaşım ve tebliğ de yapması, doktorlara tıp mesleğini icra etmeleri esnasındaki zarurete dayalı mubahlıkla namahremlik olmadığı halde gene de hangi yaşta olurlarsa olsunlar karşı cinsten olan hastaları muayenede azamî takvayı göstermeğe çalışması gibi hususlar bulunmaktadır.”

Mustafa Nutku

Stres ve biz

Stres, halkın bildiği ve kullandığı manâda, “sıkıntıları kafaya takmak” demektir.
Sıkıntılar insanı mutsuz ediyor; mutsuzluk da, onun hastalığına sebeb oluyor.
Kimisi, hastalıklarla mücadele etmekten yorulup, mutsuz ve tekrar hasta oluyor.
Kimisi, ailesiyle problemler yaşamaktan bunalıyor.
Kimisi, maddî sıkıntılarla boğuşuyor.
Kimisi, çevresindekilerin kendisini anlamadığından dert yanıyor.
Kimisi, bir sevdiğini toprağa verince hayata küsüyor.
Hayatta insanı strese sokan o kadar çok şey var ki; herkes kendisine dert edecek bir sıkıntı bulabilir.
Hastalığını kafaya takıp bunalıma girerse insan, “Allah’ım, beni niçin hastalıkla imtihan ediyorsun ki?” demiş olmuyor mu?
                                                            * * *
Allah, Peygamberlerin kıssalarını bize teferruatıyla niçin bildiriyor? İbret almamız için değil mi?
Peygamberlerin hayatlarından ders alarak, bazı sorular sormak gerekmez mi?
Hz. Eyyüb’ü hastalıkla imtihan eden Allah, bizi de aynı imtihana tabi tutmaz mı?
Hz. Nuh’u oğluyla imtihan eden Allah, diğer insanları da evlatlarıyla imtihan etmez mi? 
Hz. İsmail’i babasıyla imtihan eden Allah, yalnız onu mu babasıyla imtihan eder?
Hz. Lut’u eşiyle imtihan eden Allah’a, “Beni niçin eşimle imtihan ediyorsun ki?” denilebilir mi?
Hz. Yusuf’u kardeşiyle imtihan eden Allah, belki diğer insanlardan bazılarını da kardeşleriyle imtihan etmiyor mu?
Tüm peygamberlerin hayatlarında bazı musibetler (aslında imtihanlar) olduğuna göre, bizim hayatımızda da olması, bu dünya hayatının özelliklerinden biri değil mi?
Anne veya babasını kaybedince bunalıma giren bir insan, Allah’a “Benim annemi / babamı niye alıyorsun ki?” demek hakkına sahip midir?
“En büyük acı evlat acısıdır!” denilir. Beş defa evlat acısıyla imtihan edilmiş bir Peygamberin ümmeti olduğumuzu bilmeli değil miyiz?
“-Kardeşim, onlar Peygamber, bizler Peygamber değiliz, sadece insanız.” diyecekler olursa; Peygamberler de bizler gibi üzülen, ağlayan ve Allah’a sığınan insanlar değil miydi? Onların Allah tarafından özel seçilmiş olmaları, “insanî” acılara maruz kalmayacakları manâsına da gelir mi?
Biz, “hayatı doğru anlamalı” değil miyiz?
                                                            * * *
Netice olarak, insan çok sıkıldığı zaman şu cümleyi hatırlamalı; hattâ pano haline de getirerek, evinin veya işyerinin duvarlarına asmalıdır:
 
Bir gün dünyaya ait büyük bir derdin olursa, Rabbine dönüp “Benim büyük bir derdim var!” deme; derdine dönüp “Benim büyük bir Rabbim var!”de…
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Müslümanların Arasındaki İhtilafları Gidermek

Kur’an Âyetleri
 
“Hepiniz Allah’ın ipine (dîne) sımsıkı yapışın, parçalanıp ayrılmayın.” [1]

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz. [2]

Hadisi Şerifler

Hz. Ebû Derdâ radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, 

“Size oruç, namaz ye sadakadan daha üstün bir şey söyleyeyim mi?” buyurdu. Sahâbe-i Kiram radıyallahu anhum, 

“Evet” dediler. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, 

“Arayı düzeltmek hepsinden daha üstündür. Çünkü arayı bozmak, tıraş edip kazımaktır. (Yani ustura ile kılların bir anda yok olduğu gibi, aradaki kavga ve çekişme ile de din yok olur.)” [3]

———————————————————————————————————————————————                                                                       
Hz. Humeyd bin Abdurrahman, annesi radıyallahu anhadan şöyle rivayet etmiştir; Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; 

“Kim iki kişinin arasını dü­zeltmek için birinin tarafından diğerine (hayali) sözler ulaştırırsa, o yalan söyle­memiş olur. (Yani ona, yalan söyleme günahı verilmez.)” [4]

———————————————————————————————————————————————-                       
Hz. Abdullah bin Amr radıyallahu anhuma’dan rivayet edilmiştir: Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; 

“Canım elinde bulunan yüce Zâta yemin ol­sun ki, birbirini seven iki müslümanın arasının açılmasının sebebi; onlardan biri­nin günah işlemiş olmasındandır.” [5]

———————————————————————————————————————————————-

Hz. Ebû Eyyûb Ensari radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; 

“Müslüman birinin, kardeşinden üç günden fazla (ilişkisini kesip) onu terketmesi caiz değildir. Onlar birbirleriyle karşılaştıklarında biri yüzünü bu tarafa biri o tarafa döner. Bunlardan en üstünü (yakınlık ve ilişki kurmak için) önce selam verendir.” [6]

———————————————————————————————————————————————-                                                             
Hz. Ebû Hûreyre radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur; 

“Bir müslümanın diğer müslüman kardeşiyle üç günden fazla ilişkisini kesmesi helal değildir. Kim üç günden fazla ilişkisini keser ve ölürse Cehennem’e girer.” [7]

———————————————————————————————————————————————-

Hz. Ebû Hûreyre radıyallahu antidan rivayet edilmiştir: 

“Bir mü’min diğer mü’minden üç günden fazla (ilişkisini keserek) onu terketmesi helal değildir. Eğer üç gün geçerse kardeşiyle görüşüp selam vermelidir. Selamına cevab verirse ecir ve sevabta ortak olurlar. Eğer selamına cevab vermezse, o günahkâr olur. Selam veren ilişkiyi kesme günahından kurtulur.” [8]

———————————————————————————————————————————————-                                            
Hz. Aişe radıyallahu anha’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; 

“Müslüman, müslüman kardeşiyle ilişkisini kesip, onu üç gün terk etmesi doğru değildir. O halde onunla karşılaştığında üç defa selam vermeli, eğer o hiçbirine cevab vermezse selam verenin (üç günlük ilişkiyi kesme) günahı selama cevab vermeyen kişinin üzerine yüklenir. [9]

———————————————————————————————————————————————-                                 
Hz. Hişâm bin Amr radıyallahu anhuma diyor ki: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemln şöyle buyurduğunu işittim; 

“Bir müslüman diğer müslümanla üç günden fazla ilişkisini kesmesi caiz değildir. Bu ilişkiyi kesmeye devam ettikleri müddetçe haktan sapacaklardır. Onlardan hangisi (barışmak için) ilk adımı atarsa onun bu hareketi ilişkiyi kesme günahına keffaret olur. İlk adımı atan kişi selam verdiğinde diğeri selamını kabul etmezse, melekler onun selamına cevab verirler. Şeytan da diğerine cevab verir. Eğer ikisi de ilişkilerini kesmiş oldukları halde ölürse, Cennete giremeyecekler ve Cennette bir araya gelemeyeceklerdir.” [10]

———————————————————————————————————————————————-

Hz. Fadâle bin Ubeyd radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu; 

“Kim müslüman kardeşiyle üç gün ilişkisini keserse (ve bu hal üzere ölürse) Cehennem’e gidecektir. Ancak Allahu Teâlâ Kendi rahmetiyle ona yardım ederse müstesnadır. (O takdirde Cehennem’den kurtulur.)” [11] 

———————————————————————————————————————————————                                                                                      
Hz. Ebû Hirâs Sülemî radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu; 

“Kim müslüman kardeşine küserek onunla bir sene görüşmeyi terkederse, sanki o kardeşinin kanını dökmüş gibi olur. (Yani sene boyu ilişkiyi kesmenin günahı ile haksız yere birini öldürmenin günahı bir­birine çok yakındır.)”

Hz. Câbir radıyallahu anh diyor ki: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğunu işittim; “Şeytan Arab Yarımadası’nda müslümanların kendisine ibadet yapmalarından (yani küfür ve şirke düşmelerinden) ümidini kesmiştir. An­cak onların aralarında fitne ve fesad yaymak ve onları birbirine karşı tahrik et­mekten ümidini kesmemiştir.” [12]

———————————————————————————————————————————————                                                                       
Hz. Ebû Hûreyre radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu; 

“Kulların amelleri her pazartesi ve perşembe günü Allahu Teâlâ’nın huzuruna arzedilir. Allahu Teâlâ o gün Allah’a ortak koşmayan herkesi affeder. Ancak müslüman kardeşine düşmanlık besleyen kimse müstesna­dır. (Allah tarafından meleklere) ‘Birbiriyle barışana kadar bunları bırakın’ denilir.” [13]

———————————————————————————————————————————————

Hz. Muâz bin Cebel radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu; 

“Şaban ayının on beşinci gecesi (olan Beraat gecesinde) Allahu Teâlâ bütün mahlûkâta teveccüh eder. Şirk işleyen ve kin tu­tan kimseden başka bütün mahlûkâtı bağışlar.” [14]

———————————————————————————————————————————————-                 
Hz. Câbir radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; 

“Pazartesi ve perşembe günleri ameller (Allahu Teâlâ’nın hu­zuruna) arzedlir. Bağışlanmayı isteyenler bağışlanır. Tevbe edenlerin tevbesi ka­bul olunur. Ancak kin tutanlar kinlerinden dolayı tevbe edinceye kadar bırakılırlar. (Yani onların istiğfar etmeleri kabul olunmaz.)” [15] 

———————————————————————————————————————————————-                                            
Hz. Ebû Musa radıyallahu anadan rivayet edilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu; “Bir mü’minin diğer mü’minle olan münasebeti, bir kısmı diğer kısmını kuvvetlendiren bir binaya benzer”. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem (bunu söylerken) ellerinin parmaklarını birbirine geçirdi (ve bu hareketiyle, müslümanların aralarında bu şekilde beraber olmaları ve birbirlerini güçlendirme­leri gerektiğini anlatmış oldu.)” [16]

———————————————————————————————————————————————                                                                        
Hz. Ebû Hûreyre radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu; 

“Bir kadını kocasına veya bir köleyi efendisine karşı tahrik eden bizden değildir.” [17]

———————————————————————————————————————————————                                                                           
Hz. Zübeyr bin Avvam radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu; 

“Önceki ümmetlerdeki hastalıklar size de sirayet etti. O hastalıklar hased ve buğzdur. Bunlar tıraş edicidir. Ben, kılları tıraş eder demiyorum aksine bunlar, dini tıraş edip kökünden kazıyıverir. (Bu hastalık­lar yüzünden, insanın ahlâkı bozulur, berbâd olur.)” [18]

———————————————————————————————————————————————                                    
Hz. Atâ bin Abdullah Horasânî rahmetullahi aleyh’den rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu; 

“Birbirinizle musâfaha yapınız. (Bununla) kin ve düşmanlık sona erer. Birbirinize hediye veriniz, böylece birbirinizi seversiniz ve düşmanlık yok olur gider.” [19]


Prof.Dr.Mustafa Nutku

[1] Âl-i İmran: 3/103.

[2] Hucûrat: 49/10

[3] Tirmizî

[4] Ebû Dâvûd

[5] Müsned’i Ahmed, Mecma’uz Zevâid

[6] Müslim

[7] Ebû Dâvûd

[8] Ebû Dâvûd

[9] Ebû Dâvûd

[10] İbni Hibban.

[11] Taberâni, Mecma’uz Zevâid

[12] Müslim

[13] Müslim

[14] Taberâni, Mecma’uz Zevâid

[15] Müslim

[16] Buhâri

[17] Ebû Dâvûd

[18] Tırmizî

[19] Muvattâ – İmam Mâlik

Eğitimde disiplinsizlik asla kabul edilemez!

Disiplinsizlik, eğitime yapılabilecek en büyük sabotajdır!

            Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’nde Millî Eğitim Bakanı’nın kim olacağı, en çok merak edilendi. Yeni Millî Eğitim Bakanı’nın ismi ve özgeçmişi açıklandı. Şimdi onun icraatının ne olacağı merak ediliyor. 
           Evet, tekrar edelim: Disiplinsizlik, eğitime yapılabilecek en büyük sabotajdır! Disiplinsiz eğitim olmaz!
          Asırlarca eğitimi “Edep Yâ Hû” levhası önünde ilk öğretimden itibaren disiplin içinde yapmış olan ecdadımız, “zalimliklerinden” (?) veya “insan haklarına hürmetsizlikten (?) mi eğitimde disiplini en başta gelen şart olarak uygulamışlardır?
        Okullarımızdaki disiplinsizlik karşısında kayıtsız kalmak hatasından derhal dönülmesi için gereğini yapmak, Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’nin Millî Eğitim Bakanı’nın ilk ve en mühim görevidir.
       Okullarımızdaki disiplinsizliklerin çok sayıdaki ve çok dehşet verici örneklerinden burada geniş şekilde bahsedebilmemiz mümkün değildir; onları bilmeyenler, mutlaka sorup öğrenmeli ve bu mevzuda ortak bir tavır koyarak gereğinin yapılmasına katkıda bulunmalıdırlar.

       Son zamanlarda okullarımızda çok artmış çok vahim disiplinsizlik örneklerinden bahsedenler çok olmasına rağmen, bunları önlemek için maalesef gereğini yapan yok gibidir veya etkisiz kalmaktadır.
       Ecdadımızın, çocuklarını öğretmene ilk defa teslim ederken söyledikleri ve yakın zamana kadar halkımız arasında çok yaygın olan “Eti senin, kemiği benim” sözü, çocukların velilerinin “yamyam”lıkta kendi çocuğunu onun ilk öğretmeniyle paylaşacak kadar dehşetli bir cinayet failliği (?) içinde olduklarını değil; çocuklarını teslim ettikleri öğretmene, eğitimin vazgeçilmez ve en mühim şartı olan disiplini çocuğu için de uygulamaktan çekinmemesi izniydi ve tavsiyesiydi.
       Şimdi ise, okullardaki “eğitimde disiplinsizlik” o derecede vahim bir hal almıştır ki, bu yazıyı yazmadan yarım saat kadar önce konuştuğum bir öğretmenin anlattığı bir vak’a da, bu konunun vehametini anlatmak için eğitim kurumlarımızdan verilebilecek onbinlerce misalden sadece biri olarak kâfidir:
      Konuşmuş olduğum o öğretmen, bir defasında sınıfta dersini vermeye çalışırken, bilhassa bir öğrencinin diğer arkadaşlarından daha da fazla o dersi sabote etmeye çalışmaktan vazgeçmemesi üzerine, o ders esnasında o öğrencinin velisini cep telefonundan arayıp “Çocuğunuza söyleyin de, sınıfta dersi işlememe mani olmasın” diye ondan yardım istemek zorunda kalmış. Telefonla aradığı öğrenci velisi,“telefonunuzun hoparlörü açık mı, bütün sınıf bu telefon görüşmemizi dinleyebiliyor mu?” sorusuna öğretmenden “Evet” cevabını alınca, “Asıl siz, sınıftaki tüm öğrenciler önünde benim çocuğumdan özür dileyin” demiş!
       Öğrenci velisinin çok haklı bir talepte bulunan öğretmene verdiği bu cevap, tüylerinizi “diken diken” etmiyor mu?
     Eğitimde disiplinsizlik ve öğrencilerin velilerinin çocuklarının disiplinsizliğini gidermekle ilgili olarak üzerlerine düşen görevleri yapmayışları, sadece laik devlet okullarında değil; maalesef öğrencilerin yaz döneminde devam ettikleri Kur’an kurslarında da aynen devam etmektedir.
 
      Bu konuyu facebook sayfamda paylaştığımda yorum yazan bir Kur’an Kursu hocası, yorumunda şöyle demiş: 
       “Çok teşekkürler hocam. 
       Hakikaten çok önemli bir konuyu dile getirmişsiniz. Verdiğiniz örnekten ve benim de okullardan ve Kur’an Kurslarından, hattâ Yaz Kur’an Kurslarından, bizzat onlarca örneğini verebileceğim,öğrencilerin öğreticilere karşı şımarık tavırlarından ve o öğrenci velilerinin anlayışsızlıklarından anlaşılacağı üzere, günümüzde hakikaten öğretmenlerin yaramaz ve haylaz öğrenciler ve çocuklarını âdeta putlaştıran veliler karşısında çaresiz kaldığı bir dönemi yaşıyoruz. Bu yazılanlar inşaallah eğitim yetkililerine de ulaşır da, gerekenler yapılır
.”
Prof.Dr.Mustafa Nutku

Süleyman Demirel’i Ziyaretlerimiz

Risale-i Nur talebesi akademik personel olarak, görev yaptığımız illerde kendi aramızda yaptığımız Risale-i Nur derslerinden başka, yılda bir defa da Türkiye’nin her tarafından ulaşımın diğer illere nisbeten kolaylığı sebebiyle Ankara’da yaptığımız toplantılarda, Mehmet Kutlular’ın bizim için randevu almasıyla Süleyman Demirel’i de ziyaret ederdik.
Adalet Partisi Genel Başkanı ve Başbakan olduğu o dönemde Süleyman Demirel, yaptırmış olabileceği araştırma ve değerlendirme çalışmaları ile Yeni Asya Gazetesi’nin “Türkiye’deki tüm Risale-i Nur talebelerinin temsilcisi, sözcüsü ve yayın organı” bir gazete olmadığını mutlaka bildiği halde, “siyasette bir oy’un bile değerli olması” ve muhtemelen tüm Risale-i Nur talebesi seçmenlerden oy alamayıp sadece Yeni Asya okuyucularından alabileceği kadar bile olsa alabileceği oy sayısını partisi için kazanç sayması sebebiyle, Yeni Asya gazetesinin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular’a muhatap olur ve onunla bazen telefonla veya bizzat görüştüğünden bahsedilirdi. Bu sebeble Ankara’daki yıllık toplantılarımızda mutad hale gelen Süleyman Demirel’in ziyaret edilmesi için randevu alınması işi, “Yeni Asya gazetesinin İmtiyaz Sahibi” sıfatıyla Mehmet Kutlular tarafından yapılırdı.
Ankara’ya “Risale-i Nur talebesi akademik personel” yıllık toplantılarına katılarak, Süleyman Demirel’i de o toplantıya katılanlardan bir heyete dahil olarak yaptığım ziyaretlerimin ilki, Adalet Partisi Genel Merkezi’nde, diğer birisi de Süleyman Demirel’in Güniz Sokak’taki evinde olmuştu.
Adalet Partisi Genel Merkezi’ndeki ziyaretimizde, fotoğrafları dışında kendisini ilk defa orada gördüğüm Süleyman Demirel henüz ileri yaşlara gelmemişti. Çok zeki bir kişi intibaını veriyor ve “cin gibi” bakışlarla ziyaretçilerini süzüyordu. O ziyaretimizde kayda değer bir konuşma olmamıştı.
“Risale-i Nur talebesi akademik personel”den bir heyet halinde bizi Güniz Sokak’taki evinin büyük salonunda kabul ettiği diğer bir ziyaretimizde ise, koltuğunun yanındaki sehpada üst üste duran kitaplardan –büyük bir ihtimalle Mehmet Kutlular tarafından yeri işaretlenerek kendisine verilmiş– “Emirdağ Lâhikası-2” adlı Risale-i Nur eserinin işaret konulmuş olan yerini açarak:
“Bu asil Türk milleti, ihtiyârı ile o partiyi (CHP’yi) kat’iyyen iktidara getirmeyecek..”
cümlesini okuduktan sonra, o kırmızı ciltli kitabı kapatmış ve (Bediüzzaman Said Nursi’yi kastederek)
“– Hocaefendi ne kadar güzel söylemiş..”
dedikten sonra tekrar aldığı yere, koltuğunun yanındaki sehpada bulunan kitapların üstüne koymuştu.
Süleyman Demirel’i heyet hâlindeki bu ziyaret hâtıramızdan, yarı şaka-yarı ciddî olarak yakın çevremizde dilden dile aktarılarak çok defa bahsedildiğini hatırlıyorum.
O zaman avamdan bazı Risale-i Nur talebelerinin bunun gibi bazı hadiseleri mübalağa ve haddi aşan lüzumsuz siyasî tarafgirliklerle büyüterek onun için “Nurcu Demirel” dediklerine bile şahit olmuştum. Halbuki randevu veren herkes, kendisini randevusuna hazırlar. Risale-i Nur talebesi akademisyenlerden bir heyete kendisini ziyaretleri için randevu verince Süleyman Demirel de, o ziyareti kabulüyle ilgili olarak ziyaretçilerinde iyi bir intiba bırakmak, başkalarına da o intibalarını anlatmalarını sağlamak ve bu yolla da Genel Seçimlerde fazla oy almak için, Risale-i Nurlar’dan kendisinin siyasî hedefleri ile örtüşen o cümleyi seçip okumuş olabilir. Çok defa tekrar ile söylendiği gibi, “siyasette bir tek oy bile değerli” olduğundan, Süleyman Demirel’in Yeni Asya okuyucusu Risale-i Nur talebeleriyle olduğu gibi, Genel Başkanı olduğu yıllarda, Adalet Partisi için “oy deposu” olarak gördüğü diğer dinî cemaatlarla da iyi münasebetler kurmaya çalıştığını bilmekteydik.
Adalet Partisi’nin milletvekilliği adaylığı listelerinin, milletvekilliği kazanılması şüpheli kritik yerlerine çeşitli dinî cemaatlerden teklifler almak suretiyle tesbit edilen kişiler konularak “Hem nalına, hem mıhına” denilebilecek bir siyaset uygulanıyordu: Dinî cemaatlerin teklif ettiği kişileri milletvekilliği aday listelerinin kritik yerlerine koymakla, hem o cemaatler memnun edilmiş oluyor ve belki bu şekilde o partiye daha fazla bağlanmaları sağlanabiliyor; hem de o kişilerin partinin milletvekilliği aday listesinde milletvekili seçilebilmesi şüpheli yerlerde bulunmalarına rağmen milletvekili seçilebilmeleri için, o cemaat mensupları daha fazla çalışarak o partiye oy desteğini arttırıyorlar ve bundan partinin kendisi için beklediği neticeler hâsıl olabiliyordu.
Bu şekilde Adalet Partisinin aday listesine alınarak milletvekili olanlardan başka, o günlerde Risale-i Nur talebeleri arasında, Süleyman Demirel’in“siyasî hazır cevaplı” oluşuyla ilgili, doğruluğunu tahkik edemediğim bir mükâleme de tebessümlerle anlatılıyordu:
Güya Süleyman Demirel’e;
“– Başbakan olarak, hükümetinizde niçin Risale-i Nur talebesine yer vermiyorsunuz?”
diye sorulmuş; Süleyman Demirel de bu soruya;
“– Ben varım, ya..”
cevabını vermiş!.
“Süleyman Demirel İle İlgili Tavır” başlıklı bir yazımızın başında söylediklerimizi bu yazının sonunda da tekrarlayalım: İnsanların son halleri mühimdir. Süleyman Demirel’in son halini bilmiyoruz. “El hükm-ü lillah”hüküm elbette ki Allah’ındır; biz hatasıyla, sevabıyla âhirete gitmiş her kişiyi Allah’a havale ederiz ve hiç kimse hakkında Allah’a karşı haddimizi aşarak hüküm veremeyiz. Ancak, kiminki olursa olsun, amellerin doğrusu için “doğru” ve yanlışı için “yanlış” demek de Müslümanların hakka hizmetle ilgili mes’uliyetlerindendir ve vazifelerindendir.
Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde Risale-i Nur talebeleri olarak o günlerin siyasî ortamındaki şartların zaruretiyle kendisiyle kurulmuş olan yakın siyasî ilişkilerin alışkanlığıyla, o vefat edinceye kadar olduktan başka vefatından sonra da onun medhiyesine devam edilmesi ve onun hükümetlerine hasret tavırlarda israr edilmesi, bugünün siyasî ortamının şartları içerisinde Risale-i Nur talebelerinin büyük ekseriyeti tarafından yadırganmaktadır. 
Prof. Dr. Mustafa Nutku