Etiket arşivi: Diyanet İşleri

‘Hakikî Zaruret’ yoksa, ‘Sandalyede namaz’ olmaz!..

İslâm fıkhına göre kabul edilebilecek ‘Hakikî Zaruret’ olmadan sandalyede ayaklarını aşağı sarkıtarak oturmak suretiyle namaz kılanların artması ve camilerde böyle namaz kılmağa çalışmakta israr edenlerle cami görevlileri arasında çok sert tartışmaların olması üzerine, iki yıl önce Eylül ayında Mehmet Görmez’in Diyanet İşleri Başkanlığı döneminde bu mevzuda ülkemizde en yetkili karar organı olan Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından alınan karar medyada şöyle bildirilmişti:

Diyanet’in ikazı

Son zamanlarda camilerde her geçen gün artan sandalye, tabure hatta özel banklar üzerinde namaz kılınması uygulamasına Diyanetten ikaz geldi. Din İşleri Yüksek Kurulu, “Namazı normal şekli ile ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse için asıl olan, namazını oturarak kılmaktır. Böyle bir kişi namazını kendi durumuna göre diz çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılar” dedi.

İbadette samimiyet olmalı

Diyanet, değişik zamanlarda din görevlilerine yazılar göndererek, “Kul Rabbi’ne ibadet ederken hem özde samimi olmalı hem de dinin belirlediği şekil şartlarını tam olarak yerine getirmeye özen göstermelidir. Özen ve hassasiyet eksikliğinden dolayı Rabbine karşı sorumlu olacağı bilincinde olmalıdır. Bu sebeple namazını tabure, sandalye ve benzeri şeyler üzerinde kılan müminin ileri sürdüğü mazeretleri kendisini vicdanen rahatlatacak boyutta olmalıdır. Namazı aslî şekline uygun olarak kılmaya engel olmayacak hafif bedenî rahatsızlıklar bu konuda meşru mazeret olarak görülmemelidir” ikazında bulundu.

Namaz ibadetinin rükünlerinin neler olduğu, nasıl uygulanacağının da bizzat Peygamber Efendimiz tarafından sözlü ve pratik olarak ortaya konulduğunu hatırlatan Diyanet, “Peygamber Efendimiz de; namaz kılmayı öğrettiği bir sahabiye, sonunda nasıl teşehhüd yapacağını gösterdikten sonra ‘Bunu da yaptığında namazın tamam olur’ buyurmuştur. Peygamberimiz nasıl namaz kılacağını soran hasta bir sahabiye ‘Namazını ayakta kıl. Eğer gücün yetmezse oturarak, buna da gücün yetmezse yan üzere kıl’ (Buhari, Taksiru’As-Salat, 19) buyurmuştur” sözlerinin altını çizdi.

Gücü yeten ayakta kılmalı

Namazın rükünlerden herhangi birinin mazeretsiz olarak terk edilmesi hâlinde o namazın sahih olmayacağını dile getiren Diyanet, namazın rükünlerinden herhangi birini yerine getirmeye engel olan rahatsızlıkların da kolaylaştırma sebebi sayıldığını kaydederek, “Buna göre;namazı normal şekli ile ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse için asıl olan yerde oturarak kılmaktır. Böyle bir kişi namazını kendi durumuna göre yerde diz çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılar” cümlelerine yer verdi.  

Diyanet son olarak, “Camilerde sandalyede namaz kılmak, göze hoş gelmeyen bir görüntü ortaya çıkarmakta ve cemaat arasında tartışmalara sebep olmaktadır. Özellikle üzerinde namaz kılmak amacı ile camilerde sıralar hâlinde sabit oturakların yapılması, cami doku ve kültürüyle bağdaşmamaktadır. Bu sebeple hastalık ve özürlülük gibi herhangi bir rahatsızlığı bulunan kimselerin, zorunlu olmadıkça namazlarını sandalyede değil, yere oturarak kılmaları uygundur” ifadelerini kullandı.

Eğilemiyor, ama yürüyor!

Camiye kadar yürüyerek gelebilen bazı kişiler, ısrarla sandalyede namaz kılıyor. Ne Diyanet’in tamimleri, ne de muteber eserler dikkate alınıyor; bazıları kendi aklını ölçü kabul ediyor! 

Peygamber efendimiz ikaz etti

Resulullah Efendimiz, bir hastayı ziyaret etti. Onun, eli ile yastık kaldırıp, üzerine secde ettiğini görünce, yastığı aldı. Hasta, odun kaldırarak bunun üstüne secde etti. Odunu da alarak, “Gücün yeterse, yere secde et! Yere eğilemezsen, yüzüne bir şey kaldırıp, bunun üzerine secde etme! İma ederek kıl ve secdede, rükûdan daha çok eğil!” buyurdu. (Kaynak: Fethu’l-Kadir, Merakı’l-Felah, Halebi, Mecmau’l-Enhür)

İlmihal kitaplarında namazın nasıl kılınacağı konusu anlatılırken, (sandalyede ayaklarını aşağı sarkıtıp) “oturarak namaz kılmak”, aslında “ayakta duramayanlar için” bildirilmiştir. 29.09.2016

O zaman, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez bu mevzudan bahsederken, kendi köyünün camisinde bile muhtemelen hakikî mazeretleri olmadan, sandalyede namaz kılan Müslümanların olduğundan bahsetmesi de medyada yer almıştı.

O tarihten şimdiye kadar geçen iki yıl esnasında Diyanet İşleri Başkanlığı, bazı camilerin girişinde nadiren rastlanan bu mevzudaki yazısı dışında, maalesef gerekli ve yeterli şekilde üzerine düşeni yapmadı. Bazı Müslümanlar kör cehaletleri ve inatları veya “gerçek ubûdiyetten istiğnâ” ile, hakikî mazeretleri olmadan sandalyede namaz kılmak isteklerinden vazgeçmedikleri için, “aslında namaz kılmamış” sayılabilecek hallerini maalesef “namaz kılmış” zannetmekte devamları ile bugüne kadar geldiler.

Cami ve mescit isimlerini de vererek buna dair rastladığım çeşitli misallerden bahsetmek istemiyorum; fakat İstanbul’daki “Türkiye Diyanet Vakfı İslâmî Araştırmalar Merkezi ve Kütüphanesi’’nin yüz metre kadar yakınındaki mescitte bile yer alan, tramvaylardaki gibi sabit çok sayıda oturma yerlerinin, bu mevzu ile ilgili benim en çok hayretime ve üzüntüme sebeb olan örneklerden biri olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.

 
Sanki ‘kahvehaneye benzetecekler’

İki yıl önce bu konuyla ilgili değerlendirmelerde bulunan İlahiyatçı Yazar Osman Ünlü de, gerçek mazereti yokken sandalyede namaz kılmanın dinen uygun olmadığını, fıkıh kitaplarında namazın nasıl kılınacağının yeteri kadar anlatıldığını söylemişti. Kitaplarda yer alan namazı ayakta kılamayanlar için ‘oturarak kılın’ yazılarının yanlış yöne çekildiğini kaydetmiş olan Ünlü, “Oturarak kılın’ denilmesinden maksat, ‘yerde bağdaş kurarak namaz kılın’dır. Yerde bağdaş da kuramıyorsa, o zaman ayaklarını kıble istikametinde uzatmalı ve o şekilde namaz kılmalıdır. ‘Secdeye nasıl gitmeli?’ derseniz, ‘ayaklarını yerde kıble istikametine uzatmışken; tekbirini oturduğu yerde alır, ellerini bağlar, rükû için biraz eğilir, secde için de bundan biraz daha fazla eğilir’. Dinimizde, namazın nasıl kılınacağı konusu böyle anlatılırken, bunlar ayakta duramayanlar için bildirilmiştir” diye açıklamada bulunmuştu.

Osman Ünlü bu mevzuyla ilgili sözlerinin devamında “Dinî kitaplarımızda her şey çok açık ve net bir şekilde yazılmıştır; buna rağmen son zamanlarda bazı vatandaşlar kendi insiyatifleriyle sandalyelerde namaz kılıyorlar ve onların bu yanlışları çığırından çıkmış bir vaziyet alıyor; camilerde bunun için hususi yerler bile yapılıyor! Bu kişiler camilerimizi neredeyse kahvehaneye, kafeye benzetecekler!.. Bunun önüne geçmek için, Diyanet İşleri Başkanlığımız açıklamalarda bulundu. Dinî kitaplara bakılırsa, onların gerçek mazeretleri olmadan öyle namaz kılmalarına asla cevaz olmadığı açıkça görülebilir” demişti.

*

Bu mevzuda, ilgili her Müslümanın bilip uyması gerekenleri tekrar özetlersek:

SANDALYEDE NAMAZ KILINMASI, GERÇEK MAZERETİ YOKSA, ASLA CAİZ DEĞİLDİR!

 *Dizlerini bükemeyen hasta, yere oturarak veya yatağının içinde, ayaklarını kıbleye karşı uzatarak “ima ile” namaz kılabilir. Rükû için başını biraz öne eğer, secde için biraz daha fazla eğer. Koltuğa veya sandalyeye oturursa, ayaklarını sehpaya veya başka bir koltuğa koyarak kılabilir. Bunları da yapamayan hasta, yatarak ima ile namaz kılar.
*Ancak tekerlekli sandalyede oturan felçli hasta –ayaklarını önlerindeki bir sehpaya koyacak birisi olmazsa-  onları aşağı doğru sarkıtarak namaz kılabilir; ayaklarını sehpaya koyabilenlerin ise, namazları caiz olmaz!

*Dizlerini bükebilen hasta, yerde ayaklarını kıbleye doğru uzatamaz; kolayına geldiği gibi, mesela namazda oturur gibi oturur. Bu oturuş şekli onu rahatsız ederse, yerde bağdaş kurarak oturur.
*Yere oturunca kalkamayan, dizlerini de bükemeyen hasta, bir koltuğa veya sandalyeye oturup ayaklarını da başka bir koltuk veya sandalye üzerine uzatarak namazını kılar. 

                                              *

Bu gerçekler kendilerine tekrarlandığı halde yanlışlarında israr eden Müslümanları o yanlışlarında israrları ile “aslında namaz kılmadıkları halde, kendilerini namaz kılıyor zannetmek” hallerinden vazgeçirebilmek için ise, ekte verilen örnekteki gibi –kelimelerle söylenenleri renkli resimler lle de takviye ile- Diyanet İşleri Başkanlığı cami girişlerinde devamlı olarak asılmasını mecbur tutarak büyük afişler hazırlatmalıdır.

Diyanet İşleri Başkanlığı’mızın renkli resimler diliyle de böyle bir irşad ve tebliği yapması, bu mevzuda mühim bir ihtiyaç halinde gözükmektedir.

Allah (c.c.) bizi, hakkı “hak” bilip ona tabi olan ve bâtılı da “bâtıl” bilip ondan sakınanlardan eylesin.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Dini sadece Diyanet İşleri anlatırsa ne olur?

Daniel Quinn‘in İsmail’de ‘çeşitlilik’ ve ‘hayat’ ilişkisi üzerine söylediği kıymetli birşey var. Diyor ki Quinn: “Çeşitlilik topluluğun kendisi için bir hayatta kalma faktörüdür. Yüz milyon türün meydana getirdiği bir topluluk, küresel bir felaket dışında, neredeyse herşeyden sağ çıkabilir. Bu yüz milyonun içerisinde dünya ikliminde yirmi santigrat derecelik bir düşüşten sağ çıkabilecek binlercesi olacaktır ki, bu değişiklik, kulağa geldiğinden çok daha yıkıcıdır. Bu yüz milyonun içerisinde dünya ikliminde yirmi santigrat derecelik bir artıştan sağ çıkabilecek binlercesi olacaktır. Ancak (daha başlangıçta) yüz veya bin türden oluşan bir topluluğun (böyle bir değişimde) hayatta kalma niteliği yok gibidir.” (Parantez içi açıklamalar bana aittir.)

Geçenlerde şahit olduğum bir tartışma nedeniyle bu ifadeler ister-istemez hatırıma geldi. Başlarken azıcık da ondan bahsedeyim: Taraflardan birisi diyordu ki: “Bu hoca eflasyonuna bir son verilmeli! İslam’ı sadece Diyanet İşleri personeli anlatmalı. Her isteyen hocalık yapmamalı!” Doğrusu bu işe taaccüp ettim. Çünkü aynı kişinin cuma hutbelerinden de şekva ettiğini hatırlamaktaydım. Neden mi şikayet ediyordu? Üslûbundan. Tesirsizliğinden. Sıkıcılığından. Suya sabuna dokunmayan mahiyetinden. Evet. Bu yönde şikayetlerini duymuştum. 

Muhatabı ise ‘otorite eleştirisi’ üzerinden farklı bir yöne gitmişti. Dini anlatacakları kontrol etmenin dolaylı yoldan ‘dini kontrol etmek’ anlamına geleceğini söylüyordu. Haklıydı. Fakat, yola aşk-ı tenkit ile çıktığı için, haklı bir çerçevede kalamıyordu. Büsbütün ‘kontrolsüzlüğü’ istiyordu. Bilimsel gelişmenin yegane kardeşi olarak hürriyeti tanıdığından (seküler ihtisası ona böyle öğretmişti) din konusunda da çözümü ‘özgürce tartışmakta’ görüyordu. 

Ona göre dinî konulardaki tartışmaların artması iyiye gidişti. Böylelikle din gelişiyordu(!) Ne enteresan değil mi? Fakat ben buna da taaccüp ettim. Çünkü o arkadaşın da kimi hocaların yaptığı açıklamaları (söyledikleri fıkhın en sarih/sıradan meselelerini tekrar etmekten ibaret olmasına rağmen) ‘bağnazlık’ olarak görerek öfkeyle yakındığını hatırlıyordum. Demek elinden gelse o da kontrol edecekti. Kontrolsüzlük arzusu katıldığı isimlere dairdi.

Buralardan da zihnim Münazarat‘ta denk geldiğim birşeye kaydı. Medrese, mektep ve tekkenin Medresetü’z-Zehra denilen bir yapıda birleştirilmesi gerektiğini ifade ettikten sonra diyordu ki mürşidim: 

“Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecmaü’l-küll, biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde arz-ı dîdar edecektir. Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehra dahi o kasr-ı İlâhîyi haricen temsil edecektir.” Bir sayfa öncesindeyse bu ‘birleştirmenin’ ilk faydası olarak şunu zikrediyordu: “Medârisin tevhid ve ıslâhı…”

Sanıyorum ‘birleştirme/tevhid’ kelimesinin gelebildiği birkaç anlam var. Anlaşmazlıklar da en çok buradan çıkıyor. Bunlardan ilkinde ‘birleştirme’ aslında bir ‘tekilleştirme’ manası içeriyor. Yani norm alınan ‘bir’ haricinde geri kalan herşey eleniyor. Dışlanıyor. Sistem dışına atılıyor. Budanıyor. ‘Anormal’ ilan ediliyor. Bu tür bir birleştirme ‘kendinden gayrı herşeyi dışlayan’ bir birleştirme. Tahtie. Aslında bir tekilleştirme. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile edindiğimiz bugünkü eğitim sistemi kelimenin daha çok bu anlamına bakıyor.

Kelimenin ikinci anlamıysa ‘buluşturma’ mahiyetinde. Yani biz ‘farklılıkların buluşturulmasına’ da bir tür ‘birleştirme’ diyoruz. Buradaki birlik ‘aynılık’ değil ‘beraberlik.’ Tekillik değil de ittihad. Veya ittifak. Veya kardeşlik. Veya musavvibe. Herhangi bir zeminde buluşan, ortak bir ‘paydaya’ veya ‘faydaya’ veya ‘tanıma’ veya ‘amaca’ sahip olan şeylerin beraberliği ile oluşan bir beraberlik. Mürşidimin ‘Medârisin tevhidi’ tâbiri de sanki böyle bir bağlama bakıyor.

Yani Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehra projesinde, herbirisi İslam emanetinin bir parçasını omuzuna almış ‘ekollerin beraberliğini’ hayal ediyor. Ne için? Elbette yoketmek için değil. Teke indirmek için değil. Arkadaşımın tabiriyle ‘hoca eflasyonuna son vermek için’ değil. Ya? Dengemizi bulmamız için. Şikayet ettiğimiz ölçüsüzlüklerden kurtulmak için. Birbirimizi daha fazla anlamaya çalışmamız için. Tek tek çiçekler yerine bir buket olabilmek için. Ve beraberce İslam emanetini layık olduğu şekilde ayakta tutmak için.

Çünkü (tıpkı İsmail’de Daniel Quinn’in dikkatimizi çektiği gibi) hayatta kalmanın bir yüzü de ‘çeşitliliğe’ bakıyor. Evet. Çeşitlilik! Çeşitlilik, ism-i Kayyum’un bir tecellisi olarak, varlığa dahil oluyor. Nasıl? Belki biraz şöyle: ‘Yaşam şartları’ değiştiği zaman bu türlerden bazıları diğer bazılarına göre daha ‘elverişli bir fonksiyon’ icra ediyor ve ‘canlılığın sürmesine’ vesile oluyor. Buğday bitmeyen tarlaya arpa ekiliyor. Zeytin olmayan toprakta kaysı oluyor. Muz yetişmeyen dağlardan elma fışkırıyor. Her farklı zemin, şartlarına uygun yaşam türleriyle, ism-i Kayyum’un bir tecelli rengini bize haber veriyor.

Evet. Şu yazılana dikkat et arkadaşım. Kayyum ism-i şerifinin bir tezahürü de farklılıklarımızdır. Çünkü ancak farklılıklarımız sayesinde hayatlarımız bereketlenir. Ayakta kalır. Dayanır. Farklılaşan şartlara karşı uyum gösterir. Hatta genetikte akraba evliliklerinin yoğunluğu hastalıklı genlerin ortaya çıkması riskini arttırıp nesli zayıflatırken karışmaksa nesli sağlamlaştırır.

Kavgada celal gerekir. Barışta cemal gerekir. Panikte soğukkanlılık gerekir. Hayırda acelecilik gerekir. Annede şefkat gerekir. Babada disiplin gerekir. Atada korumacılık gerekir. Evlatta saygı gerekir. Bu binlerce renk güzelliğimiz içinde biz de insanlığın hayatta kalmasını sağlarız. Her dönemde bir tabiat öne çıkar. Günü kurtarır. Ve onun vesilesiyle insanlık da kurtulur. Hayat devam eder.

Bu iş insanlıkta böyledir de ‘insaniyet-i kübra olan İslamiyet’te nasıldır? Bence hiç farkı yoktur. Tıpkı orada olduğu gibi burada da dinin hayatı ‘farklılıklara’ bağlıdır. Ama neredeki farklılıklara? İstikamet içi farklılıklara. Cadde-i Kübra içi sokaklara. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat içinde kalmaya ahdetmiş, Sünnet-i Seniyyeyi amel edişinin merkezine koymuş, Dört Mezheb’i kıblesi yapmış farklılıklara. Bunların dışında meydana gelen ayrışmalar fıtrî farklılıklar değil kanserlerdir. Kimliğimizi değiştirirler. Tanımlarımızı yokederler. Bizi öldürürler. Ancak Ehl-i Sünnet mabeyninde meydana gelen renklenmeler bizi hayatta tutarlar. Zenginleştirirler. Çünkü ‘çerçevesizlik’ bir açıdan ‘tanımsızlıktır.’ Her anlama gelebilenler aslında hiçbir anlama gelmezler. Ehl-i Sünnetse bizim çerçevemizdir.

Hepiniz az-çok yaşamışsınızdır. Bir Nurcu olarak yakınınızdaki bir gencin dünyasına ulaşamazsınız. Bir Nakşibendî mübarek ulaşır. Bir Nakşibendî mübarek bir başkasının dünyasına ulaşamamıştır. Tarikatlarla hiçbir bağı olmayan bir mübarek hoca ulaşır. Bir mübarek hoca onun dünyasına girememiştir. Bir Kadirînin nasihati tesir eder. Bir Kadirînin nasihati tesir edemiyordur. Bir başka ekolün mensubunun sözü dokunur. Allah insanı renk renk, huy huy, kabiliyet kabiliyet yarattığı gibi mürşid dillerini de aynen bu şekilde usûl usûl, metod metod, tesir tesir yaratmıştır. Birisinden nasibini alamayan arı ötekine konar. Harun’dan ders alamayan Musa’ya gider. Hidayet balı yaratılmaya, elhamdülillah, bu şekilde devam eder.

Özetle şunu söylemek istiyorum: Canlılıklarımızı ‘tekilleştirmeye’ kasteden canımıza kastetmiştir. Ama ‘buluşturmaya’ kasteden gözümüzün bebeğidir. Amacı mübarektir. “Allah onun yardımcısı olsun!” diye dua ederiz. Zira bizi buluşturmak aynı zamanda silahlarımızı/yöntemlerimizi buluşturmaktır. Küçük küçük taburlardan ‘her bölüğü ayrı bir savaş sanatında mahir’ kocaman bir tebliğ ordusu kurmaktır. Bu ordunun neticesi her cephede zaferdir. 

Lakin bizi (olumsuzladığım anlamda) ‘tekilleştirmek’ her gün yeni bir saldırı şekliyle maneviyatımıza kasteden şeytanlara karşı tek bir taburu veya tek silah türünü veya tek stratejiyi hayatta bırakmaktır. Gerisini ise dağıtmaktır. Halbuki, oynayanlar bilirler, satrançta her taşın ayrı önemi vardır. At ayrı kıymetlidir. Kale ayrı önemlidir. Fil ayrı ehemmiyetlidir. Her taşın hareket tarzı sayesinde yeni bir strateji sahibi olursunuz. Yeni savunmalar yaparsınız. Taşları tekilleştirmek, sadece fili veya kaleyi veya atı bırakmak, geri kalanı yoketmek, ehl-i İslam’a yardım değil düşmanlıktır. Allah böyle bir düşmanlığa niyet edenleri kem niyetlerinden döndürsün. Ehl-i Sünnet’in herbir parçasını ‘hikmetle okumayı’ bize öğretsin. Mabeynimizdeki ihtilafları da sulh ile çözmek nasip etsin. Âmin.

Ahmet AY – risalehaber.com

‘Artık Yeter!’ Dememiz Gerekiyor…

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Hakkari’nin Yüksekova ilçesinin Dağlıca kesiminde dün gece meydana gelen terör saldırısına ilişkin açıklamada bulundu.

Kenya heyetini kabul eden Diyanet İşleri Başkanı Görmez, gazetecilerin Dağlıca saldırısına ilişkin soruları üzerine “Millet olarak her ferdimizin, Doğulusuyla, Batılısıyla, Güneylisiyle, Kuzeylisiyle, Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla her birimizin bilhassa 30-40 yıldır bu millete yönelmiş ölüm şebekesine karşı ‘Artık yeter’ dememiz ve hep birlikte bu ateşi söndürmek için üzerimize düşen görevleri hakkıyla yerine getirmemiz gerekiyor” dedi.

Allah’ın rahmeti ve mağfiretinin hak olduğu kadar gazabı ve kahrının da hak olduğuna vurgu yapan Başkan Görmez, şunları söyledi;

“Dünyadaki mazlumların umudu, ülkemizi ateşin içine çekme teşebbüsleri Allah’ın izniyle tutmayacaktır…”

Bu gece milletçe aldığımız haberler dolayısıyla büyük hüzünler yaşadık. Öncelikle şunu açıkça ifade etmek isterim, coğrafyamızın ateşler içinde yandığı bir zaman diliminde dünyadaki bütün mazlumların, mağdurların, mahrumların milletimize umut bağladığı bir zamanda milletimizi, ülkemizi bu ateşin içine çekme teşebbüsleri Allah’ın izniyle tutmayacaktır.

“Doğulusuyla, Batılısıyla, Güneylisiyle, Kuzeylisiyle, Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla her ferdimizin, bu millete yönelmiş ölüm şebekesine, ‘Artık yeter’ dememiz gerekiyor…”

Millet olarak her ferdimizin, Doğulusuyla, Batılısıyla, Güneylisiyle, Kuzeylisiyle, Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla her birimizin bilhassa 30-40 yıldır bu millete yönelmiş ölüm şebekesine karşı ‘Artık yeter’ dememiz ve hep birlikte bu ateşi söndürmek için üzerimize düşen görevleri hakkıyla yerine getirmemiz gerekiyor. Hz. İbrahim’in ateşini söndürmeye giden karınca misali her birimize bu konuda ayrı ayrı görevler düşüyor. Bilhassa akıl, iman, vicdan, izan sahibi her insanın bu ölüm şebekesine karşı varlığımıza, birliğimize, huzurumuza, barışımıza, kardeşliğimize karşı on yıllardır kast eden bu ölüm şebekesine karşı her bir Müslüman’a, her bir kardeşimize, her bir vatandaşımıza vazifeler düştüğünü açıkça ifade etmek istiyorum.

“Huzurumuz, güvenliğimiz, birliğimiz ve beraberliğimiz için hayatını kaybeden bütün ciğerparelerimize, şahadet şerbetini içen şehitlerimize Allahtan rahmet diliyorum…”

Bizim varlığımız, huzurumuz, güvenliğimiz, emniyetimiz, birliğimiz, beraberliğimiz için hayatını kaybeden bütün ciğerparelerimize, yavrularımıza, şahadet şerbetini içen bütün şehitlerimize öncelikle Allahtan rahmet diliyorum. Onların anne babalarına, sevenlerine ve bütün acılara rağmen birlik beraberlik kardeşlikte ısrar eden milletimize baş sağlığı diliyorum.

“Allahın merhameti, adaleti, mağfireti ne kadar hak ise gazabı, laneti, kahrı da o kadar haktır…”

Allahın merhameti, adaleti, mağfireti ne kadar hak ise gazabı, laneti, kahrı da o kadar haktır. On yıllardır bir taraftan bu ülkenin eli kalem tutacak çocuklarını dağlara götürüp onlardan kardeş katili yapanlar sonra onlarla birlikte yine bu ülkenin çocuklarının canlarına beyhude davalar uğruna kast edenler, Allahın ‘Kahhar’ ismiyle kahrolacaklarından hiçbir şüphemiz olmasın. Hep birlikte milletin her ferdi köylüsüyle, şehirlisiyle, öğretmeniyle, imamıyla, mühendisiyle, müftüsüyle hangi vazifeleri yapıyorsak yapalım hep birlikte ülkemizi kuşatan bu fitne ateşini söndürmek için elimizden gelen her türlü vazifeyi yerine getireceğimize olan inancımı ifade etmek istiyorum.

“Dünyanın tüm mazlum, mağdur, mahrum insanlarının duaları bu milletin arkasındadır…”

Henüz biz de sizler gibi kaç ciğer paremiz, kardeşimiz şahadet şerbetini içti bilmiyoruz ama bir kişi bile olsa öncelikle Allahtan rahmet diliyorum. Mazlum ve mağdur dünyadan gelen ve ülkemizi ziyaret eden dünyanın bütün mağdur, mahrum insanların duaları bu milletin arkasındadır.

“Bütün bu acıları, fitneleri hep birlikte aşacağız ve ülkemizi ateş çemberine çekme teşebbüsleri Allahın izniyle ve bizim güçlü iradelerimizle tutmayacaktır…”

Bütün bu acıları, fitneleri hep birlikte aşacağız ve ülkemizi, milletimizi, coğrafyamızı kuşatan ateş çemberlerine çekme teşebbüsleri Allahın izniyle ve bizim güçlü iradelerimizle her birimizin yüce yüksek dualarıyla inşallah tutmayacaktır.

diyanet.gov.tr

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI ASIL NÜSHALARIN BELİRLENMESİ

باسْمِهِ سُبْحَانَهُ
وَإنْ مِنْ شَيْءٍ إلاَّ يُسَبّحُ بحَمْدِهِ

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI
ASIL NÜSHALARIN BELİRLENMESİ

Bilindiği üzere 26/11/2014 tarihli ve 29187 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 2014/7007 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Diyanet İşleri Başkanlığına Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinin asıl metinlerinin belirlenmesi vazifesi verilmiştir. Bu vazifenin yerine getirilmesinde Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çalışmalar şu kıstaslar üzerinden yürütülmüştür:

• Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinin günümüze değin pek çok yayınevi tarafından pek çok baskısı yapılmıştır ve bu baskılarda aynı eserin çeşitli baskıları arasında ileride detayları zikredilecek olan farklar ortaya çıkmıştır. Bu farkların giderilebilmesi ve eser metinlerinin bizzat eser sahibi Üstat Bediüzzaman’ın muvafakatiyle son şeklini verdiği hale getirilebilmesi için kelime seçimi, tashihi, yer değiştirmesi vs. gibi ya da cümle/paragraf yerleşimi, mektup/bölüm yerlerinin eser sahibinin tercihi doğrultusunda belirlenmesi veya eserde herhangi bir paragrafın, mektubun/bölümün yer alıp almayacağı gibi hususlarda -elyazması ya da (müellif hayatta iken kendi nazarından geçerek basılmış olan) Osmanlıca-Latince matbu nüshalarda- bizzat eser sahibinin ortaya koyduğu kendi fiili uygulamaları ve tasarrufları ya da metinlerdeki kendi elyazısı ile yaptığı düzeltmeler/tashihler esas ittihaz edilmiştir.

• Ayrıca eğer varsa, eser sahibinin konu ile ilgili mektuplarındaki yönlendirmeleri esas alınmıştır.
1950’lerden günümüze kadar Risale-i Nur Külliyatının basımını yapmakta olan 20’nin üzerinde yayınevibulunmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığınca yapılan metin analizi çalışmalarında bu yayınevlerinin basmakta olduğu nüshalar arasında kelime, cümle, paragraf ve mektup/bölüm düzeyinde muhtelif farklar tespit edilmiştir.

Bu farkları şöyle izah edebiliriz.
(a) Kelime düzeyindeki fark ile, Risale-i Nur Külliyatında her bir eserin günümüze değin yapılan bütün baskıları arasında kelimeler arasında bulunan (a) yazım farkları, (b) bir kelimenin farklı kelimeyle değiştirilmesi, (c) eser metnine kelime ilave edilmesi, (d) eser metninden kelime çıkarılması ya da (e) kelimenin yerinin değiştirilmesi gibi çeşitli farkları kastetmekteyiz. Yapmış olduğumuz analizlere göre bu gibi farkların ortaya çıkmasının başlıca nedenleri (1) eserlerin önceki dönemlerde matbaalarda kurşun harflerle dizilmesi, (2) kelimelerin Osmanlıca orijinal metinlerden Latince harflere aktarılırken yanlış okunması, (3) eserleri Osmanlıca elyazısı ile kopya eden müstensihlerin kelimeleri yanlış yazması, (4) kelimelerin sadeleştirilmesi, (5) eserin sahibi Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin kendi elyazısı ile yaptığı tashihlerin bir diğer yayınevi tarafından görülmemiş olması ve metne işlenmemiş olması vs. gibi hususlar olmuştur.
(b) Cümle, paragraf ve mektup/bölüm düzeyindeki farklarla kastettiğimiz ise
Şualar ve Lahikalar gibi birkaç eserin farklı yayınevleri nüshaları arasında yapılan karşılaştırmalarında ortaya çıkan; bir cümlenin, paragrafın ya da mektubun/bölümün (a) aynı kitabın günümüze değin çeşitli baskılarında kitap içerisinde yerinin değiştirilmiş olması, (b) farklı yayınevi baskılarında çıkarılmış olması ya da (c) ilave edilmiş olması gibi yayınevi nüshaları arasında bulunan farklardır.
Üstat Bediüzzaman Hazretleri hayatta iken eserlerinin neşir hizmetinde bulunmuş talebelerinin, 1960 yılında Bediüzzaman Hazretleri dâr-ı bekâya irtihal ettikten sonra birkaç eserde, eserlerin yeni baskısını yaparken kitabın baş kısmına ekledikleri ve eserle ilgili önemli bilgiler ihtiva eden takdimler haricinde, sonradan ilave edilen metinler yine eser sahibi Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin çeşitli mektuplarıdır. Fakat asıl metnin tertip ve teşekkülünde eser sahibinin tercihleri esas olduğundan dolayı, ilave edilen, çıkarılan ya da kitap içerisinde yeri değiştirilen metinlerle ilgili, Bakanlar Kurulu Kararnamesindeki asliyet şartının bir gereği olarak eser sahibinin nihai tercihini de gösteren, müellifin hayatta iken kabul ettiği ve son şeklini verdiği Latince harfli matbu nüshalar, Osmanlıca/Arapça teksir baskılar, elyazma nüshalar ve varsa daktilo nüshalar metinlerin tertibi, teşekkülü ve tashihi konusunda esas alınmıştır. Ayrıca başta da ifade edildiği üzere eser sahibi Üstat Bediüzzaman elyazması eserlerin üzerinde ya da yazdığı mektuplarda bir cümlenin, paragrafın ya da mektubun eser içerisinde yer alıp almayacağını ifade eden ya da eserin hangi kısmında yer alması gerektiğini ifade eden yönlendirmelerde bulunmuştur. Tespit edildiği hallerde bu yönlendirmeler de esas alınmıştır.
Netice olarak özellikle cümle, paragraf ve mektup düzeyinde birkaç eserde yayınevleri nüshaları arasında ortaya çıkan farklarla ilgili olarak 1955-1960 yıllarında eser sahibi hayatta iken nazarından geçerek Latince baskısı yapılmış olan eser baskıları esas alınmış ve müellifin dâr-ı bekâya irtihalinin ardından günümüze değin çeşitli gerekçelerle muhtelif yayınevlerince eserlerde yapılan ilave, çıkarma ya da yer değiştirme gibi işlemler düzeltilerek, eserlerin ilk baskılarına dönülmüştür.
Kelime düzeyindeki farklarda ise, Diyanet İşleri Başkanımızın başkanlığında icra edilmiş olan Yayınevleri Toplantısı’nda elyazması, teksir ve Osmanlıca/Arapça/Latince orijinal nüshalar üzerinde “edisyon kritik/tahkik” adı verilen nüsha karşılaştırması işlemini hangi yayınevlerinin yaptığı sorulmuş ve yapan yayınevlerinden bu nüshalar talep edilmiştir. Yaptıkları çalışmaları Diyanet İşleri Başkanlığına gönderen yayınevlerinin eser metinleri elyazması, teksir ve matbu olmak üzere eser sahibi hayatta iken nazarından geçmiş nüshalar ile karşılaştırılmıştır. Böylece eserlerin kurşun harflerle dizilmesinden, yanlış okunmasından, müstensihlerin yanlış yazımından vs. kaynaklanan hatalar dolayısıyla ortaya çıkmış farklar dışında orijinal metinler elde edilmiştir. Belirtilen hatalardan dolayı ortaya çıkan farklarla ilgili olarak ise Diyanet İşleri Başkanlığının oluşturduğu heyetler orijinal nüshalarla nüsha karşılaştırması/edisyon kritik çalışmalarınısürdürmektedir. Ayrıca herhangi bir yayınevi, araştırmacı vs. tarafından delilleriyle ortaya konması yani eser sahibine ait bir düzeltme bilgisinin ilgili heyetlerle paylaşılması halinde bu bilgi de değerlendirilmeye alınacaktır.
Diğer bir önemli husus ise eserlerin ilk hallerinin yani elyazması, teksir, matbu ve daktilo halleri Diyanet İşleri Başkanlığının elinde bulunup bulunmadığı konusudur. Yapılan çalışmalarda eserlerin müellifi Üstad Bediüzzaman Hazretlerine ait orijinal elyazması, Osmanlıca/Arapça teksir ya da matbu ve Latince daktilo ve matbu eser nüshalarının ve mektupların yurtiçinde ve yurtdışında müteferrik yerlerde dağınık halde bulunduğu tespit edilmiştir. Bu tespitin ardından hızlı bir şekilde tespit edilen orijinal nüshaların Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde bir arşivinin oluşturulmasına yönelik çalışma başlatılmıştır. Bu çerçevede öncelikle Hizmet Vakfı Arşivi, Sözler Neşriyat’ta bulunan arşiv, Said Özdemir Ağabeyde bulunan arşiv, Hayrat Vakfı Arşivi, Merhum Abdulkadir Badıllı Ağabeyin şahsi arşivi, Isparta’da Üstad Bediüzzaman’ın evinde bulunan arşiv ve tespit edilen diğer arşivler dijital ortamda Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde toplanmaya başlanmıştır.
Bu süreç devam etmektedir. 2015 yılı başları diyebileceğimiz şu günlere kadar, yarıya yakını Bediüzzaman Hazretlerinin kendi tashihinden geçmiş elyazması nüshalardan oluşan 2.000’e yakın nüshanın dijital arşivi oluşturulmuştur.

Ayrıca Risale-i Nur Külliyat’ı ile ilgili asıl metnin elde edilmesi hususunda Diyanet İşleri Başkanlığı eserlerin orijinal nüshalarının karşılaştırılması, tashih okuması, son okumaların yapılması, arşivde bulunan eserlerin analizi ve incelenmesi gibi eserlerin asliyetinin sağlanması ve muhafazası açısından hayati önem arz eden çalışma alanlarında, alanında uzman onlarca kişiden müteşekkil heyetlerle bu çalışmalarını yürütmektedir.

Asıl nüshanın belirlenmesi hususunda ayrıca Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hayattaki talebeleri ile devamlı olarak istişarelerde bulunulmaktadır. Başta eser sahibi Bediüzzaman Said Nursî’nin Emirdağ Lahikası I’de“Vasiyetnamemdir” adlı mektubunda adlarını zikrettiği ve kendilerini vekil olarak tayin ettiği Said Özdemir, Ahmet Aytimur, Hüsnü Bayramoğlu ve Abdullah Yeğin ağabeyler olmak üzere Mehmet Fırıncı ağabey gibi Üstadın hayattaki talebeleriyle bu sürecin her bir safhasında istişare ve toplantılar yapılmaktadır.
Yapılan istişare toplantılarında ortaya konan değerlendirmeler dikkatle not edilmekte ve titizlikle ele alınmaktadır. Ayrıca dâr-ı bekâya irtihaline kadar Risale-i Nur’un neşri ve asliyetinin tesbiti hususlarında Diyanet İşleri Başkanlığı ile her türlü bilgi ve belge alışverişini devam ettirmiş olan Üstad Bediüzzaman’ın talebelerinden merhum Abdülkadir Badıllı ağabeyi de rahmet ve minnetle yad etmemiz gerekiyor.
Son olarak asıl nüshanın belirlenmesi sürecinde, yol haritasının tesbiti noktasında yayınevleriyle ilgili yayınevlerini bir araya getirerek ya da yayınevlerinin yetkilileri ile istişarelerde bulunulmuştur.

Bu çerçevede Bakanlar Kurulu Kararnamesinin Resmi Gazetede yayımlanmasının ardından Risale-i Nur neşreden yayınevleri davet edilmiş Sözler, Envar, İhlas Nur, Hayrat, RNK, Tenvir, Med Zehra, Yeni Asya, Şahdamar, Ufuk, Mutlu Yayınevleri’nin temsilcilerinin bulunduğu bir yapılmıştır.

Bu toplantıda alınan kararlar değerlendirilmiş olup çalışmalar sürmektedir. Ayrıca yayınevlerinin sorumluları ile devamlı surette görüş alışverişi ve bilgi paylaşımı devam etmektedir.

Furkan Torun

Türkiye Avrupa’da İslam Üssü Kuracak!

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez AB nezninde diğer dinleri temsil eden teşkilatların olduğunu fakat İslam dinin temsil eden bir teşkilatın olmadığını ve eksikliğin üzüntüsünü yaşadıklarını dile getirdi.

Prof. Dr. Brüksel’de İslam’ı ve Müslümanları temsil eden bir kuruluşun olması son derece önem arzediyor dedi.

BÜTÜN İSLAM ÜLKELERİNDE MÜFTÜLER YER ALACAK

Görmez konuşmasına şu şekilde devam etti:

İslam’ı ve Müslümanları temsil eden bir üst kuruluşun oluşması için çabamız. Yapılması planlanan İslam merkezinde klasik ve modern mimariden yararlanılarak inşa edilecek. Merkeze başta büyük bir cami yapılması planlanırken aynı zamanda içinde kütüphane, konferans salonu, konaklama yerleri, müftü odaları da yer alacak. Merkezde bütün İslam ülkelerinden müftüler yer alacak. Bu müftüler özellikle üniversite mezunu, hafız, 2 ve daha fazla dil bilen kişilerden seçilecek.”

Mabetsiz şehirler oluştu

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, halkın yüzde 25′inin köylerde, yüzde 75′inin şehirlerde yaşadığını belirterek, ‘Peki, 85 bin camimizin dağılımı nasıl? Tam tersi, camilerin yüzde 75′i köylerde, yüzde 25′i şehirlerde. Dolayısıyla insanımızın, nüfusumuzun oranına göre bir cami yapılanmamız yok. Pek çok şehirler kuruldu, çok hızlı şehirleşmeler yaşadık ama pek çok mabetsiz şehirler oluştu’ dedi. Türkiye genelinde 14 bin 314 cami derneği bulunduğunu bildiren Görmez, camilerin toplu yaşamın dışına çıkarıldığını vurgulayarak, ‘Camilerimiz hayatın dışına itildi, halbuki bizim medeniyetimiz camileri hayatın merkezine alan bir medeniyettir’ dedi. Cami dernekleri tek boyutlu olmaktan çıkarılmalı diyen Görmez, ‘Her cami derneği bir sivil toplum örgütüne dönüşmeli’ değerlendirmesinde bulundu. Görmez, camilerin sıkıntılarına değinerek, camilerin 24 saat açık kalması, güvenlik ve depreme dayanıklılığın sağlanması, temizlik, engellilerin ve kadınların camilere rağbetinin sağlanması konusunda çalışma yapacaklarını belirtti.

Kaynak: Risale Ajans/Yeni Şafak