Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

İslâm’a Göre, Kadın Devlet Başkanı Olabilir Mi?

Bu mevzuda, www.sorularlaislamiyet.com sitesindeki bir soru ve o soruya verilmiş uzun cevabın ilk kısmı şöyledir:

Soru: “Kadının devlet başkanı, hâkim ve vali olması ile ilgili, ‘Bir kavmin başına kadın hükümdar gelirse, o kavim helak olmaya mahkumdur.’ şeklinde bir hadis-i şerif var mıdır?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Evet, böyle bir Hadis-i Şerif vardır:

“İşlerini bir kadına bırakan topluluk asla felah bulamaz.”(Buhârî, Meğâzî, 82, Fiten, 18; Tirmizî, Fiten, 75; Nesaî, Kudât, 8; Ahmed b. Hanbel, V/43, 51, 38, 47).

Hanefilere göre, kadının malî konularda hâkimlik yapması caizdir. Çünkü günlük muamelelerde onun şahitliği geçerlidir. Ancak had ve kısas cezasını gerektiren davalarda kadın hâkim görev yapamaz.

Çoğunluk fakihlere göre ise, hâkimlikte ve devlet başkanlığı görevinde erkek olmak şarttır. Kadın kazâ ve devlet başkanlığı görevini üstlenemez; delil yukarıda verilen hadistir.

Aynı hadis bazı rivayetlerde;

“Kendilerine bir kadını devlet başkanı (melike) yapan bir topluluk asla felah bulmaz.”

şeklindedir. Devlet başkanlığı kazâ görevini de kapsadığı için buradaki rivayet farklılığı, sonucu etkilemez. Klâsik fıkıh kaynaklarında kadının kazâ görevi dışında tutulmasının gerekçesi şöyle açıklanır: Kazâ görevi tam görüş sahibi olmayı, uyanık bulunmayı, bir de hayat olayları karşısında tecrübe kazanmış olmayı gerektirir. Kadının ise tecrübesinin azlığı ve hayat olaylarının içinde bulunmayışı çok önemlidir. Diğer yandan hâkimin, fakihler, şahitler ve hasımlardan bir takım erkeklerle oturum yapması gerekir. Kadına, fitne korkusu yüzünden, erkeklerle oturum yapması ise yasaklanmıştır.

Allah Teâlâ, kadınların şahitliği konusunda onların bir özelliğini şöyle belirler:

“Erkeklerinizden iki de şahit yapın. Eğer iki erkek bulunmazsa, razı olacağız şahitlerden bir erkekle iki kadın yeter. Böylece kadınlardan biri unutursa, diğerinin hatırlatması (sağlanmış olur).” (Bakara, 2/282).

Bu duruma göre kadınlar İslâm devlet başkanlığı veya valilik görevi için de elverişli bulunmazlar. Çünkü ne Hz. Peygamber (asm) ne dört halife ve ne de ondan sonra gelenler, herhangi bir kadına yargı veya valilik görevi vermemişlerdir. (bk. İbn Rüşd, II/449; eş-Şirbînî, IV/375; İbn Kudâme, IX/39).

Ancak günümüz mü’min kadınlardan İslâmî ölçüler içinde eğitim görmüş, hukuk formasyonunu tamamlamış, Müslümanların karşılaştığı problemlerin şer’î fetvalarını verecek dirayeti kazanmış, İslâm toplumunu yakından tanıyan, sosyal olayları yakından izleyerek tecrübe kazanmış olan bilgin hanımlar için, yukarıdaki gerekçeler önemini kaybetmiş olabilir.”

———————————————————————————————————————————————————

“Seçim” denildiğinde, sadece birkaç yılda bir yapılan siyasî seçimler değil; her zaman ve  en başta akla gelmesi gereken ise şudur.:

Bütün iktidar, güç, kuvvet Allah’ındır; insana verdiği ise, sadece “seçmek”tir. İnsanın yaptığı seçimlerine göre fiillerini Allah gerçekleştirir; fakat yapmış olduğu tüm seçimleriyle insanı mesul eder. Bu, akıl taşıyan insanların tüm hayatlarındaki her seçimleri için böyledir.

Prof.Dr.Mustafa Nutku

Cehennem’den Bahsetmenin Lüzumu

Peygamberimiz’in (s.a.s.) fethini asırlar öncesinden müjdelediği, onu fetheden ordunun kumandanına ve askerlerine medhiyelerde bulunduğu, o medhiyelerin mazharı olabilmek için İslâm ordularının defalarca fetih seferleri yaptığı İstanbul, 29 Mayıs 1453 yılındaki fethiyle asırlarca Osmanlı Devleti’nin başkenti olduktan sonra onun ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara yapılmışsa da, başka mevzularda İstanbul’un başkentliği halen devam etmektedir. O mevzulardan biri olarak, kültürel faaliyetlerde de İstanbul’un başkentliği devam etmektedir.
Yıllar önce İstanbul’daki bir millî kütüphanemizde her hafta değişik bir kişinin konuşması olur ve ardından çay ve kuru pasta ikramı yapılırdı. Ben de ekseriya o toplantılara katılırdım ve ikindi ezanı okununca da bazılarıyla birlikte ikindi namazı için çok yakındaki bir camiye gitmeye çalışırdık. O toplantıların müdavimlerinden 80 yaşlarında görünen bir kişinin ezan okununca hiç camiye gitmemesi ve namaz hassasiyeti göstermemesi çok dikkatimi çekerdi; fakat küfür kelamı sayılabilecek sözlerle bana tepki gösterebileceği endişesiyle ona bu mevzuda bir şeyler söylemeye de cesaret edemezdim.
O mekandaki bir konuşmaya daha dinleyici olarak katıldıktan sonra ayaküstü çay ve kuru pasta ikramını aldığımız küçük ve yüksek masada ben ve ondan başka bir de Diyanet İşleri Başkanlığı personelinden imam veya vaiz bir kişi vardı. 80’li yaşlarda gözüken o yaşlı kişinin Diyanet İşleri kadrosundaki kişiyle tanıştıktan sonra ona “Vaazlarınızda ne olur Cehennemden bahsetmeyin” demesini çok yadırgamıştım.
Hem 80’li yaşlara gelmiş olmasına rağmen ezan okununca çok yakındaki camiye gittiği hiç görülmüyor, hem de Kuran’da âyetlerle ve Peygamberimiz’in (s.a.s.) hadislerle bahsettiği ve cezalandırılma tehlikesine karşı ikazlarda bulunulduğu Cehennem’den resmî görevi gereği olarak da bilhassa bahsetmesi gereken bir Diyanet mensubunu bundan yasaklamaya çalışıyordu! Bediüzzaman da “nev-i beşerin en mühim meselesinin Cehennemden kurtulmak olduğu”na Meyve Risalesi Sekizinci Meselesinde dikkat çekiyorken, dinî irşadla görevli bir Diyanet İşleri Başkanlığı personelinin Cehennem’den bahsetmemesi, mesleğinin kendisine yüklediği mesuliyete de aykırı ve çok tezatlı bir hal olmaz mıydı?
“Adalet”, Risale-i Nur’da mükerrer olarak bahsedildiği gibi, bu kâinatın temel prensiplerindendir. Allah’ın “ADL” ismi, O’nun adaletin en yüksek derecesinde olduğunu ifade eder. Risale-i Nur’da Otuzuncu Lem’a, Hz. Ali (r.a.) tarafından “İsm-i Azam” olarak kabul edildiğini bildirdiği Allah’ın altı isminden biri olarak “ADL” isminden de bahsetmektedir.
Adalet, en kısa ifadesiyle, hak sahibinin hakkını vermek ve –yetkiliyse- suçluyu da cezalandırmaktır. Hak sahibinin hakkını vermek her insanın vazifesiyken  ve suçluyu ise ancak yetkili olan insanlar cezalandırabilirken, Allah suçluyu cezalandırmak mevzuunda da en fazla yetkilidir, O’nun suçluları cezalandırması ve bunun için elbette Cehennem olacak ve orada cezalandırılmamaları için insanları ikaz etmekle görevli dinî irşad görevlileri de elbette “nev-i beşerin en mühim meselesi olan Cehennem”den kurtulabilmeleri için insanlara ikaz faaliyetlerini mutlaka yapacaklardır.
 
Hem de Kur’an’da Cehennem’den bahsedilmesi Cennet’ten bahsedilmesiyle birlikte yapılmaktadır. Kur’an’ın Cehennem’den böyle bahis şekliyle insanlara, bu dünya imtihanlarından başarıyla ve yüz akıyla çıkabilirlerse Allah’ın kendilerini Cennet’le mükafatlandırabileceği, hem de aslında en mühim imtihanlarının içinde oldukları halde defterler-kitaplar açık, başkalarıyla yardımlaşmalarının serbest ve hatta bu  mevzuda tavsiyelerin  ve teşviklerin edildiği, kopya çekmelerinin ve bilmediklerini imtihan içinde oldukları halde bilenlere sormalarının dünyevî makamlar için yapılan imtihanlardaki gibi yasak olmak bir yana, Allah’ın elçisi Peygamberler ve onların ilmî vârisleri olandin âlimleri tarafından bunun yapulması için ısrarlarla  tebliğ ve teşviklerde bulunulduğu bu dünya imtihanlarında başarılı olmamak için direnenlere ve neticede Cehennem’e gidecek olanlara “zarara rızası ile giren ve acınmaya müstahak olmayanlar” nazarıyla bakılması gerekmez mi? 
Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Zemzem Suyunun Fazileti, Özellikleri ve Bereketi

Orucun mümkünse hurma ile hurma yoksa, su ile açılması tavsiye edilmiştir.
    
Yeryüzündeki en kıymetli su ise, Mekke’de, Kâbe’nin güney doğusunda, Kâbe’ye yirmi metre kadar uzaklıkta, Hacer-i Esved’in tam karşısında bulunan Zemzem kuyusunun suyudur. Buna “İsmail Kuyusu” da denilir. Çünkü, kısa bir yazıda tamamen nakletmemiz mümkün olmayan, Hz. İbrahim, Hz.Hâcer ve oğulları Hz. İsmail ile başlayan 4000 yıllık bir tarihçesi vardır.
Yeryüzündeki en kıymetli su olan Zemzem suyunun fazileti, özellikleri ve bereketi bir kitap hacminde  olacak kadar geniş bir konudur.
İçinde bulunduğumuz Ramazan ayında Zemzem suyu ile ilgili bu kısa yazıda, yeryüzünün bu en kıymetli  suyla orucunu açmak isteyebilecekler için, belki onun özelliklerinden sadece birinden  bahsedilebilir:
Alman bilim adamı Dr. Knut Pfeiffer, bir miktar Zemzem suyu içmiş. 35 dakika sonra da rahatladığını hisseden Dr. Pfeiffer, Zemzem suyunun özellikleri ile ilgili basit bazı deneyler yapmak isteyince, o deneylerinin neticesinde  Zemzem’in suyunun mayalama özelliği olduğunu hayretle görmüş. Dr. Pfeiffer Zemzem suyu ile ilgili o deneylerinden şöyle bahsediyor:
“Bu su (Zemzem) her şart altında kendisi değişmiyor ama, karıştırıldığı içme sularını değiştiriyor. Çok hayret verici bir deney yaptım: Bir damla Zemzem suyuna yüz damla başka içme suyu karıştırdım; sonuçta gördüm ki suyun hepsi Zemzem’e dönüşmüş. Sonra bir damla Zemzem’e bin damla başka içme suyu karıştırdım; hepsinin Zemzem’e dönüşmüş olduğunu gördüm. Zemzem suyunda hiçbir suda görülmeyen şöyle bir özellik de var: İlave edildiği başka içme sularının özelliğini değiştiriyor; fakat kendisi değişmiyor”
    
Onun Zemzem suyu ile ilgili deneyleri sonucundaki bu tesbiti doğruysa, her Ramazan ayında, bilhassa aile efradıyla birlikte oruç açmaya yetecek kadar Zemzem suyu bulamayacak olanlar, az miktardaki Zemzem suyunun başka içme sularını mayalayabilmek özelliğinden istifadeyle bütün Ramazan ayındaki her iftarda Zemzem suyu ile oruçlarını açabilirler.
    
(NOT: Bu yazımı gönderdiklerimden bana yapılan bir geri dönüşte, evindeki içme suyuna biraz Zemzem ilave edince, aynen bu yazıda bahsedildiği gibi, o  içme suyunun Zemzem suyuna dönüştüğü bana bildirilmiştir.)
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Çocukların Camiye Getirilmesi

Son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığımız, küçük çocukların camiye getirilmesi mevzuu üzerinde beyanatlarla ve hazırlattığı vaazlarla ısrarla durmaktadır. Ancak bu mevzua her yönüyle dikkati çekmeyi yapmaması sebebiyle, bilhassa camilerimizin çok dolu olduğu mübarek gecelerde cemaatle farz namazları ve Ramazan’da teravih namazları kılınırken, bazı küçük çocukların cami adabına çok aykırı hallerinden rahatsızlık duyan cemaatle diğerleri arasında çok sert tartışmalar olabilmektedir.            
Bunun bir sebebi de, küçük çocukların camiye getirilmesi mevzuundaki ısrar ve tavsiyelerinde Diyanet İşleri Başkanlığının bu mevzua bütün yönleriyle değil, sadece bir yönüyle bakmasıdır. Kısaca ifade etmek gerekirse, küçük çocuklarını camiye getirecek olan yakınlarının camide nasıl davranmaları hususunda çocuklarını eğitmeyi ve camide kendi kontrolleri altında bulundurmayı ihmal etmemelerinin de söylenilmesi gerekmektedir.
30 Nisan 2018 tarihini 1 Mayıs 2018 tarihine bağlayan gece, İslâm dininde yılın en mühim gecelerinden biri olan “Berat Kandili” gecesiydi. Tüm yurtta bu sebeple, yatsı namazında camiler cemaatle doldu. O gece gitmiş olduğum camiye küçük çocuklarıyla birlikte gelenlerden bazılarının daha önce çocuklarına cami adâbı mevzuunda gerekli eğitimi vermiş ve onları kendi kontrolları altında tutmuş oldukları görülürken, bazıları ise sanki çocuk parkına eğlenmeye götürmüş gibi çocuklarını camiye getirdiklerinden, onların cemaatle farz namazı kılınırken yaptıkları sebebiyle, cemaat içinde  sert tartışmalar tekrar yaşandı.  
“Cami adâbına uymak” da mühim bir mevzudur ve bunun üzerinde halkımızı çeşitli yönleriyle dinî irşad faaliyetine – yaklaşan Ramazan ayı vesilesiyle de- ihtiyaç bulunmaktadır. Bir misal olarak, “Sorularla İslamiyet” adlı web sitesinde, küçük çocukların camiye getirilmesi mevzuunda sorulan bir suale verilen cevapta şunlar söylenilmektedir:
Bu mevzuda Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel ve Ebu Davud’un bize aktardığı şu hadisler konumuza ışık tutmaktadır: 

“Hz. Peygamber(a.s.m), bazen Zeyneb’in kızı Ümame omzunda olduğu halde namaz kılardı. (Bir rivayette öğle ve ikindi namazlarında cemaate namaz kıldırırken Ümame omzundaydı. Rükûa vardığında onu omzundan indirir, kalkınca tekrar omzuna alırdı” (bk. Şevkânî, Neylu’l-Evtar, I-II/422-423).

Yine İmam Ahmed’in rivayetine göre: Hz. Peygamber bazen yatsı namazını kılarken yanında getirdiği Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin onu bırakmaz, secdeye vardığında sırtına binerlerdi. Efendimiz kalkarken onları yavaşça yere bırakırdı. Yine secdeye vardığında tekrar sırtına binerlerdi. Namaz boyu bu böyle devam ederdi. (bk. a.g.y.)

Fıkıh kitaplarımızda, çocuklarla delilerin camileri pisleyecekleri endişesiyle onların camiye girmelerinin caiz olup olmadığı hakkında, âlimler farklı görüş beyan etmişler. 

Hanefi âlimlerine göre, camiyi pislemeleri ihtimali yüksek olduğu durumlarda, çocuklar ve delilerin camiye girmeleri tahrimen mekruhtur. Bu ihtimal yüksek değilse, tenzihen mekruhtur. 

Malikilere göre de, camiyi pislemeleri ihtimali yüksek olduğu durumlarda veya –sözden anlamaz bir şekilde- camide gürültü yapar, oynarlarsa, girmeleri haramdır, böyle bir durum yoksa caizdir.

Şafiiler de yaklaşık aynı görüşteler. Onlara göre, mümeyyiz (iyiyi kötüyü farkeden) çocukların camiye girmelerinde bir sakınca yoktur. Mümeyyiz olmayanların -aynı endişeden dolayı- girmeleri haramdır.

Hanbelilere göre ise, mümeyyiz olmayan çocukların sebepsiz camiye götürülmeleri mekruhtur. Fakat okuma-yazma öğrenmek gibi bir ihtiyaçtan dolayı, çocuk ve hatta delilerin de camiye girmelerinde bir sakınca yoktur. (bk. el-Cezerî, el-Fıkhu ala’l-Mezahibi’l-Arbaa, I/288). 

Mümeyyiz; iyiyi, kötüyü fark eden, söz dinleyen çocuk demektir. Yaklaşık 6-7 yaşındakiler, zihinsel bir problemleri yoksa, mümeyyiz olurlar. Hadislerde çocuklara namaz öğretme yaşının 6-7 olarak tespit edilmesi de bu mümeyyizlik vasfının o yaşlarda geliştiği içindir. Bugün artık altı yaşındakiler okula gidiyorlar.

Çocukların 6 yaşına geldiklerinde namaza yönlendirilmesi, on üç yaşına geldiklerinde ise, daha duyarlı bir şekilde yönlendirilmesi gerektiğine dair hadisler vardır. (bk. Gazali, İhya, II/217, Şevkânî, Neylu’l-Ev tar, I-II/287-88). 

Cemaat halinde namaz kılarken erkek, kadın ve çocukların ne şekilde namaza duracakları da Peygamber Efendimiz tarafından öğretilmiş ve bu uygulama da günümüze kadar korunarak gelmiştir. Cemaat halinde namaz kılınırken ilk önce erkekler, sonra çocuklar, daha sonra da en arkada kadınlar saf yaparlar. Bu ise, saadet asrında çocukların camiye gittiğinin açık belgesidir.

Bu fiilî uygulamanın esasları da kaynaklarımızda mevcuttur. Bu konuda birçok hadisi misal olarak verebiliriz: 

a. Peygamber Efendimiz toplu namaz kılarken safların ne şekilde olacağını bizzat kendisi belirlemiştir: “Namaz kılarken benim arkamda ilk safta erkekler, sonra onların arkasına duranlar sonra onların arkasına duranlar” (Müslim, Salat, 122; Ebu Davut, Salat, 96; Tirmizi, Mevakit, 54) 

Âlimlerin cumhuruna göre, bu hadis-i şerif, ilk safta erkeklerin, sonra varsa çocukların, en arkaya da kadınların saf yaparak namaz kılmalarını emretmiştir. (İbn Recep, Fethu’l-Barî, VI/132- el-Mektebetu’i-Şamile).

b. Bir diğer hadiste Allah Resulü namaz kıldırırken kendisinin arkasına erkekleri, onların arkasına çocukları, çocukların arkasına da kadınları saf yaparak namaz kıldırdığı, rivayet edilmiştir. (Taberanî, Mucemul-Kebir, 3/291; Ahmet b. Hanbel, Müsned, 5/34).

c. Bir rivayete göre Hz. Peygamber(a.s.m) şöyle buyurdu: “Ben bazen durduğum namazı uzatarak kıldırmak istediğim halde, çocuk ağlamasını duyduğum için, annesi rahatsız olmasın diye namazı kısa kesiyorum” (bk. Buharî, Ezan, 65; Müslim, salat, 191). Demek ki kadınlar çocuklarıyla bile sabah namazına geliyordu. 

Fıkıh kaynaklarında, bırakın çocukların camiye gitmesini, işin ehli, aklını kullanabilecek bir seviyeyi yakalamış çocukların imamlık yapıp yapmayacağı konusunda önemli bilgilere yer verilmiştir. İmam Nevevî’nin bildirdiğine göre, Şafii âlimleri buna cevaz vermişler. Hanefi âlimleri ise, farzlarda değil, -teravih gibi- sünnet/nafile namazlar için caiz görmüşlerdir. (bk. Nevevî, Mecmu, IV/248-249).

Caiz görenlerin bir delili şu hadistir: Amr b. Seleme anlatıyor: “Ben Hz. Peygamber devrinde daha yedi yaşında iken imamlık yaptım” (a.g.y.).

İmamlık yapacak çocukta aranan şart: onun bilgi bakımından işin ehli ve aklını kullanabilecek bir düzeyde olmasıdır. Bunun farklı kimselerde farklı bir tezahürü olduğunu söyleyen âlimlere göre, bu şart bazılarında 6-7 yaşlarında ortaya çıktığı halde, bazılarında on yaşlarında bazılarında ise daha sonraki yaşlarda ortaya çıkabilir. (a.g.y.).

Şunu belirtmeliyiz ki, çocukların dini terbiyeleri başta anne-baba olmak üzere bütün toplumun omzundadır. Çocuk yaşta vermesi gereken dini eğitimi vermeyen anne-babanın sorumluluğu büyüktür. Büyüdükten sonra, kendisine verilmeyen eğitimden dolayı yapacağı suçlara onlar da ortak olur. Çünkü,
bir şeye sebep olan onu yapmış gibidir. Tersi de öyledir: onların verdiği eğitim sayesinde çocuklarının kazandığı sevaplara onlar da ortaktır. 

Kendilerine düşen görevlerini yerine getirdikten sonra, çocukları daha sonra şeytana uyar kötülük yaparsa, elbette onlar artık sorumlu değiller. Âyette belirtildiği üzere
“Kimse başkasının günah yükünü yüklenmez/başkasının suçundan dolayı sorumlu tutulmaz.”

Her çocuğun mizacı ayrıdır. Farklı terbiye yöntemine ihtiyaç duyabilir. Ancak genel olarak şu hususlara dikkat edilse iyi olur.

Ödüllendirme metodu çocuk için çok önemlidir.

Camideki cemaati rahatsız etmemeleri için özel tavsiyelerde bulunulmalıdır.

Hem maddî hem manevî açıdan camiyi kirletmemeleri için gereken önlemler alınmalı ve öğütler verilmelidir.

Söz gelimi, İslam’ın kendilerine tanıdığı haklarını bilmeli ve o yerlerin sınırını aşmamalıdır. 

Örneğin, ön safta asla yer almamalıdır. Özellikle yaşlı insanlar daha fazla rahatsız olurlar.

Çocuklarıyla beraber gelen babalar, çocukları kendi saflarında değil, kendileri çocuklarının saflarında durmalıdır.

Hocalarımız tarafından cemaat de bu konuda eğitilmeli: Çocukları ufak bir söz, bir olumsuz davranışla incitmek, hayat boyu onları dinden soğutabileceğini akıllardan çıkarılmamalıdır. Bu takdirde onların vebalinin hesabını da düşünülmelidir
 
Prof.Dr.Mustafa Nutku
(Kaynak: Sorularla İslamiyet)

Kütüphaneler Haftası Vesilesiyle…

En  “SEVGİLİden  Gelen  En Uzun “MEKTUP”!..

 Beş yaşında kadar gözüken küçük çocuk, etrafındaki kendi kendine sessizce bir şeyler okuyan büyüklerine sırayla göz gezdirdi. Sonra, bir an durgunlaştı ve aniden boşalıp:

 “-Ben niçin okuyamıyorum?” diye hıçkırıklarla ağlamaya başladı.

  Büyükleri, şefkatle onu teskine çalıştılar.

Aslında ne kendisinin ne de büyüklerinin, bu mevzuda bir hatasından veya ihmalinden bahsedilemezdi. Genellikle çocuklar okuma-yazmayı, altı yaşını bitirdikten sonra kaydoldukları ilköğretim okulunun birinci sınıfındayken öğrenirlerdi. Okula gidememiş erkekler askerdeyken, kadınlar ise okuma-yazma kurslarında okur-yazar hale gelirlerdi. Fakat gene de, o küçük çocuğun:

-Ben niçin okuyamıyorum?

diye hıçkırarak ağlaması, insana tesir ediyor ve bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

 Bir köy ilkokulu öğretmeni, talebelerini okumaya ve yazmaya alıştırmak için;

“-Bulduğunuz  her yazıyı okuyun  ve bulduğunuz her boş kağıdı yazıyla doldurun..” tavsiyesini tekrarlarmış.

İslâmın ilk emrinin “Oku!” olduğunu bilen çoktur: “Yaratan Rabb’inin adıyla (ve Rabb’in adına) oku.”(Alak Sûresi, 96/1). Bu âyette, “-Neyi?” sorusunun cevabı olacak bir nesne bulunmadığından, O’nun rızasına uygun olan bütün okumaları da içine almaktadır. Bulduğu her yazılı kağıdı okumanın Allah’ın (c.c.) “Oku!” emrine dahil olduğunu söyleyebilmek, mümkün değildir. Ancak, bu tavsiyenin okuma-yazmaya karşı direnci kırmak ve köy çocuklarının bu mevzudaki atâletini gidermeye faydası olabilir.

Bütün mülk, tesir, fiil, Allah’a (c.c.) aittir. İnsanın elindeki ve onunla dünya hayatı boyunca imtihan olduğu tek şey: “Seçmek”tir (meyelânı ile, irade-i cüz’iyyesi ile). Her şeyi okumamalıdır. Okumak, akıl midesini doldurmaktır. Mideye her şey, rastgele doldurulmaz; seçim yapmak şarttır. Çünkü, doldurulan şeylerin bazısı gıda olsa da; bazısı zehir, bazısının hazmı güç, bazısı  da obezite (şişmanlık) yapıcı olabilir.

İnsanın okumaya en fazla istek duyabileceği yazılı metin: “Sevgiliden gelen mektup”tur. Okuma biliniyorsa; bu mektup, kalp atışı hızlanarak, yudum yudum  içer veya teneffüs eder gibi okunur, koklanır, öpülür, muhafaza edilir. Okumasını bilmeyen bir ana, sevgili oğlunun askerden veya uzak bir yerden gönderdiği mektubunu alınca ne kadar çok sevinir; eline alır, öper, koklar, satırları üzerinde göz gezdirir ve hemen onu kendisine okuyacak birini bulup, okunanları sevgi gözyaşlarıyla dinler. Sevdiklerinden gelen mektupları bizzat kendisi okuyabilmek için okuma kursuna giden yaşlı analar da çoktur.

Evet, mevcûdatta  sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsân ve kemâl, Bâki-i  Hâkikî’nin hüsün ve ihsân ve kemâlâtının işarâtı ve çok perdelerden geçmiş zaif gölgeleridir; belki cilve-i esmâ-i hüsnânın gölgelerinin  gölgeleridir.

                                                               (Risale-i Nur Külliyâtı-Üçüncü Lem’a).

Düşünecek olursak, Allah’ın (c.c.) mâsivâsını (O’nun haricindekileri); Allah’ın (c.c.) hüsün, kemâl ve ihsânının gölgelerinin gölgesi, mecazî ve çok küçük tecellîleri için sevip, o muhabbet sebebi sıfatların asıllarına en yüksek derecede sahip olan Allah’ı (c.c.) sevmekteki ihmalkârlık ve O “Hakikî Sevgili”nin  bize gönderdiği uzun mektubu  olan Kur’an’a karşı alâkasızlık; ne kadar  tezat, haksızlık, vefasızlık, katı kalplilik ve yabanîlik değil midir?

Bugün Kur’an okudunuz mu?

 (Prof.Dr.Mustafa NUTKU)