Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

Analitik düşünceye dair

Yanlış hatırlamıyorsam, yıllarca önce katılmış olduğum bir toplantıdaki katılımcılardan biri, önce Müslüman ve daha sonra da Risale-i Nur talebesi olmuş İngiliz profesör Colin Turner’e İngilizlerin Türkler hakkındaki düşüncelerinin ne olduğunu sormuştu; o da, cevaben  “İngilizler Türklerin analitik düşüncelerinin zayıf olduğunu düşünüyorlar” demişti. O toplantıda bu konuda başka konuşma olduğunu hatırlamıyorum.
Hangi mevzuda olursa olsun, insanlar hakkında toptancılıkla fikir beyan edilemez. Herhangi bir insan toplumunda bazı mevzularda analitik düşünceleri zayıf olanlar da vardır; olmayanlar da. Bana da, İngilizler ve gayrimüslim nüfusu ekseriyet teşkil eden diğer milletler hakkında ne düşündüğümü sorsalar, ben de “onların dinî mevzulardaki analitik düşüncelerinin zayıf olduğunu” ve hatta daha da fazlasıyla ve açıklamasıyla, misaller de vererek söyleyebilirim.
Üniversitede talebeyken bir yaz tatilinde teknik staj yapmak için İspanya’ya gittiğimde, ekseriyeti gayrimüslim ve Katolik Hristiyan olan o ülkede bir ailenin papaz okuluna giden oğullarıyla çok iftihar eden hallerini görünce, tahrif edilip aslından uzaklaştırılmış batıl bir dinin papazlığı ile ilgili okula giden oğullarıyla çok iftihar eden hallerini çok yadırgamıştım.
Yıllar sonra, geçici görevli olarak gittiğim İngiltere’de orta yaşlı bir İngiliz’in “tam konsantre olmuş” halde elindeki bir kitabı okuduğunu görünce merakımı yenemeyerek, okuduğu kitabın ne olduğunu sorduğumda o da, Protestan Hristiyanlığın papazlığında daha yükselmek için onun (bozulmuş ve bâtıl hale gelmiş Hristiyan dininin) “öğretileri”yle  ilgili bir kitabı okuyarak o mevzudaki bir imtihanla papazlıkta yükselmeye çalıştığını öğrenince de hayret etmiştim. Çünkü, dünya hayatındaki asıl imtihanından, o yaşa gelmiş olduğu halde habersiz ve o mevzudaki “asıl analitik düşünce”den uzak görünüyordu. Dinî mevzularda “gerçekten analitik düşünebilseydi”, Hristiyan papazlığına öyle dört elle sarılmaz; ondaki yanlış “öğretiler”i daha fazlasıyla öğrenmeye vaktini, enerjisini harcamaz, onlara inanmaz ve belki de Müslüman olurdu.
“Dinî mevzuda analitik düşünceden uzaklıkla İslâm’la müşerref olmayan” gayrimüslimlerden başka, “İslâm’la müşerref” oldukları halde, “haddinden fazla hüsn-ü zan” ettikleri bazılarının yanlış söz ve yazılarını doğru zannederek, bazı mevzularda “gerçek İslâm”ı hayatlarında yaşamakta “analitik düşünceden uzak” davranan Müslümanlar da elbette vardır.
Bu Müslümanların “analitik düşünmeye davet”le gerçek İslâm’dan uzak bazı yanlışlarından vazgeçirilmesinde, Bediüzzaman’ın, www.nurnet.org sitesinde  14/06/2018 tarihinde yayınlanan “Süleyman Demirel İle İlgili Tavır” başlıklı yazımda da bazı cümlelerini naklettiğim, iç kapağındaki “Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi veyahut Bedîüzzaman’ın Münâzarâtı cümleleriyle takdim edilen, Bediüzzaman Said Nursî’nin İkinci Meşrutiyet’ten sonra Şark’taki aşiretler arasında yaptığı sohbetler esnasında sorulan suallere verdiği cevaplardan meydana gelen ve ilk baskısı 1911’de İstanbul’da Osmanlıca olarak yapılmış olan “Münâzarât” Risalesinin şu cümlelerine de dikkatlerin çekilmesi belki faydalı olabilir:
“Hiçbir müfsid, “Ben müfsidim” demez; daima sûret-i haktan görünür, yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez “Ayranım ekşidir.” Fakat, siz mihenge vurmadan almayınız. Zirâ çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.
Ayni Risalede,  “Neden hüsn-ü zannımıza sû-i zan edersin?” sualine cevap olarak:
“…….Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir  hatıra fedâ etmez. Zirâ, hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir. Fakat, şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zirâ, bir müfside, bir dessasa da hüsn-ü zan edebilirsiniz; delil ve âkibete bakınız.
Ve, devamındaki; “Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklid ederiz.” sualine cevap olarak da Bediüzzaman şöyle demiş:
“Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebîb yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil. İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. Öyle ise, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattir, ötekisinde ihtilaf ve zarar saklanmıştır.” (Münâcât, Yeni Asya Neşriyat, s. 49-50)
Prof.Dr.Mustafa Nutku

Süleyman Demirel İle İlgili Tavır

İnsanların son halleri mühimdir. “El hükm-ü lillah”, hüküm elbette ki Allah’ındır; biz hatasıyla, sevabıyla âhirete gitmiş her kişiyi Allah’a havale ederiz ve hiç kimse hakkında vefatından sonra, Allah’a karşı haddimizi aşarak hüküm veremeyiz. Ancak, kiminki olursa olsun, amellerin doğrusu için “doğru” ve yanlışı için “yanlış” demek de Müslümanların hakka hizmetle ilgili mesuliyetlerinden ve vazifelerindendir.
Süleyman Demirel’in son halini bilmiyoruz. Fakat onun demokratik sistemimizde “Demokrat” kelimesiyle yıllardır kendisine methiyede bulunularak, onun devr-i hükümetlerinin bazıları tarafından hasretle anılmasına devam edilmesi karşısında, Müslüman halkımızın oylarına ihtiyacı olduğu zamanki bazı tavır ve sözleriyle, Reisicumhur olup Müslüman halkımızın oylarına ihtiyacının kalmadığı o mevkideki bazı tavır ve sözlerinin, bazen zıtlık derecesine kadar varan farklılıkları olduğunu belirtmemiz de gerekiyor. 
27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi faciasıyla Demokrat Parti’nin iktidardan uzaklaştırılmasından sonra, onun siyasî hayattaki yerini doldurmak için 11 Şubat 1961’de emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala tarafından Adalet Partisi adlı bir parti kurulmuş ve kurulduğu yıl yapılan milletvekilliği ve senato üyeliği seçimlerine katılarak aldığı oylarla CHP ile koalisyon yapmıştı.
1964 yılında Ragıp Gümüşpala’nın ölümünden sonra yapılan Adalet Partisi Genel Başkanlığı seçiminde en güçlü aday Sadettin Bilgiç olarak gözükürken, sürpriz bir şekilde aday olan Süleyman Demirel hakkında kendisinin Mason olduğuna dair bir belge yayınlanmış, bunun ardından da belgede adı geçen Masonluk locasının yetkilileri o belgenin sahte olduğunu açıklamış ve neticede Süleyman Demirel, Adalet Partisi Genel Başkanı olmuştu.
Dışarıya sızan bilgilerine göre, resmiyette kamuflajlı isimler de kullanan fakat gizli kuralları ve ritüelleri olan Mason’luğa girildikten sonra, Mason’luktan çıkılamaz. Ancak, motorlu bir hareket vasıtasının hareket ettirilmeden motorunun çalıştırılmasına “rölanti” hâli denildiği gibi, Masonlar da aktif hâlden “rölanti” hâline geçebilirler.
Süleyman Demirel’e 1964’te Adalet Partisi Genel Başkanlık seçiminin yapılmasından önce “Mason değildir” açıklamasının, bağlı olduğu Mason locası tarafından uzun tartışmalardan sonra nasıl yapılmış olduğuna dair teferruatlı bilgiyi Erol Simavi vermişti. Erol Simavi, tamamına sahip olduğu Hürriyet gazetesinin %25’ini 22 Haziran 1993’de Erol Aksoy’a sattıktan sonra, 29 Haziran 1994’te Hürriyet gazetesinin kendi üzerindeki hissesini de Aydın Doğan’a devrederek medya sektöründen ayrılmasından önceki günlerde, kendisinin de Mason olduğunu itiraf ile hâtıralarını Hürriyet gazetesinde günlerce seri yazılar hâlinde neşretmişti.
Erol Simavi o hâtıralarında, Süleyman Demirel’in Mason olduğuna dair yayınlanan belgede adı geçen Masonluk locasındaki tartışmalar neticesinde “Biz, Süleyman Demirel’in üyemiz olmadığına dair açıklama yapmazsak o, Adalet Partisi Genel Başkanı ve Başvekil olamaz” gerekçesiyle, Süleyman Demirel’in Mason’luk üyesi olmadığına dair açıklamanın yapılarak, Masonluk kurallarına aykırı hareket edildiğini yazmıştı.
Süleyman Demirel’in bilhassa Mason olduğu iddiasıyla yıpratılması, sağ cenahta kitle partisi olarak Adalet Partisi’nin oy kaybına ve bir kısım oylarının “kitle partisi” olmayan sağ cenahtaki diğer partilere dağılarak boşa gitmesi  CHP’nin tek başına iktidara gelmesine sebeb olabileceğinden veya ona sebeb olamasa bile Müslüman halkımızı istikrarsız koalisyon hükümetlerine mahkûm edebileceğinden; o şartlarda “ehvenüşşer” görülen Adalet Partisi’nin tek başına iktidar olabilmesi için, Risale-i Nur Cemaatleri meşveretlerinde bazı kararlar alınıyordu. O kararlara göre, Süleyman Demirel’in Müslüman halkın hoş göremeyeceği bazı özellikleri olmasına rağmen, “ehvenüşşer” kabul edilmesi gerektiği, çünkü ona siyasî muhalefetin Türkiye’de İslâm’a fayda getirmeyeceği kanaati vardı.
 AKADEMİK PERSONEL DERSLERİMİZ
1970’li yıllarda İstanbul’da Risale-i Nur talebesi akademisyenlerin iki haftada bir Risale-i Nur derslerine İttihad ve Yeni Asya gazetelerinin imtiyaz sahipliğini Mayıs 1970’de Salih Özcan’dan devralmış olan Mehmet Kutlular da bazen gelir ve Risale-i Nur dersleri yapardı. İstanbul’da olduğum zamanlar, her defa başka bir evde yapılan o derslere ben de katılırdım.
Mehmet Kutlular’ın 1970’li yılların o siyasî ortamında yaptığı Risale-i Nur derslerinde, bilhassa Risale-i Nur talebesi Müslümanlar tarafından Süleyman Demirel hükümetlerinin yıpratılmaya çalışılmamasıyla ilgili ders mevzuu seçtiği dikkati çekerdi.
Onun hem Risale-i Nur talebesi akademisyenlerin derslerinde hem de katıldığı diğer Risale-i Nur derslerinde en fazla üzerinde durduğu mevzu, iç kapağındaki “Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi veyahut Bedîüzzaman’ın Münâzarâtı cümleleriyle takdim edilen, Bediüzzaman Said Nursî’nin İkinci Meşrutiyet’ten sonra Şark’taki aşiretler arasında yaptığı sohbetler esnasında sorulan suallere verdiği cevaplardan meydana gelen ve ilk baskısı 1911’de İstanbul’da Osmanlıca olarak yapılmış olan “Münâzarât” Risalesinin, naklettiğim aşağıdaki cümleleri olurdu:
“…hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvafık olsun; hangi adam var ki, bütün ahvâli şeriata mutâbık olsun? Öyle ise şahs-ı manevî olan hükümet dahi mâsum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhînin Medine-i fâzıla-i hayaliyesinde mâsum olabilir.” (Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, s.39)
…………………………………………………………………………………………………….
“Suâl : O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi adamlardır.”
Cevap: Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.
       
Suâl: Nasıl iyilikten fenalık gelir?”
Cevap: Muhâli taleb etmek, kendine fenalık etmektir. Bir dağdan uçmak niyetiyle kendini havalandıran parça parça olur. Zira, onların istedikleri şey, ya bir hükümet-i mâsumedir. Halbuki şimdi şahs-ı vâhid bile mâsum olamaz. Nerede kaldı, zerratı günahkârlardan mürekkeb bir hükûmet, tamamıyla mâsum olsun. Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhâl-i âdidir. Ben öyle adamlara, anarşist nazarıyla bakıyorum. Zirâ onlardan birisi –Allah etmesin– bin sene yaşayacak olsa, âdeta mümkün hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak, şu hülyanın neticesi olan meyl-üt tahrib ile o sûreti bozmağa çalışacak..(HAŞİYE) Şu hâlde böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel’un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilal ve fesaddır.
Sual: Belki onlar eski hâli istiyorlar?
Cevap: Size kısa bir söz söyleyeceğim. Ezber edebilirsiniz. İşte eski hâl muhâl.. ya yeni hâl veya izmihlal.…
Kendisi İslâm, millet-i hâkimesi İslâm, üss-ül esas-ı siyaseti de şu düsturdur: Bu devletin dini, Din-i İslâm’dır. Şu esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünki milletimizin maye-i hayatiyesidir.” (Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, s.51)
İstanbul’da 1970’li yıllarda, onbeş günde bir yapılan “Akademik Personelle Risale-i Nur dersleri”nden bilhassa bizim evde yapılan bir tanesinde Mehmet Kutlular’ın “Münâzarât” Risalesinde yer alan bu sözler ve açıklamalarıyla yapmış olduğu uzun bir dersi ve konuşması, sanki dün yapılmış gibi, görüntüleriyle hafızama kaydolmuştu.
Mehmet Kutlular’ın o Risale-i Nur derslerinde ve konuşmalarında en çok bu mevzu üzerinde durmasının sebeblerinin şunlar olduğu anlaşılıyordu;
1 – Hem tüm insanların ve hem de devlet idarecilerinin değerlendirilmelerinde, onların idarecilikteki hasenâtının (iyiliklerinin) kötülüklerine galip ve daha çok olması halinde onların yıpratılmaması gerektiği,
2 – Peygamberler günahsızlıkları sebebiyle bu mevzuda hariç olmak üzere, seyyiâtı (günahları) olmayan âkil-bâliğ (Allah’a kulluk mükellefiyeti taşıyan) insanın bulunamayacağı,
3 – Tek başına iktidara gelmiş sağ cenahta “ehvenüşşer”([1]) bir kitle partisinin başkanının hedef alınarak ağır tenkitlerle yıpratılması ve o partinin bu şekilde oy kaybına uğratılmasıyla, ülkemizin idaresinin “ehvenüşşer olmayan” bir partiye veya istikrarsızlıklarla dolu “koalisyon hükümetleri”ne geçmesine sebep olunmaması.
——————————————————————————
[1]Ehvenüşşer, Ehvenişer: Şerrin en az zararlısı, kolayı, şerrin daha az zararlısı, daha az kötü olan, iki şerden daha az zararlısı. (Osmanlıca-Türkçe Lügat, Yeni Asya Neşriyat)
 
HÂŞİYE: Said’i yirmibeş sene ezen bir parti, bu zulmü, sönmesiyle tasdik etti.
 
Prof. Dr. Mustafa Nutku

İttihad’ın ve Yeni Asya’nın İlk Çıkışları

İttihad ve Yeni Asya gazetelerinin yaklaşık yarım asır önce ilk çıkışlarından bahseden “GAZETE KURULMA DEVRESİ” başlıklı aşağıdaki yazıda bahsedilenler halen hayatta olan bazıları tarafından bilinmekte, “Bediüzzaman’ın Doktor Talebesi Dr. Sadullah Nutku–(Hâtıralar-Yorumlar)” kitabımda yer almakta ve Abdülkadir Badıllı’nın (merhum) “Mufassal Tarihçe-i Hayat, 3. cilt (eski)” eserinde de bulunmaktadır. O yazı aynen şöyledir:

“GAZETE KURULMA DEVRESİ

1968 yılında ‘Bugün’ gazetesi gittikçe tırajını yükseltmekteydi. Bu gazetenin sahibi Şevket Eygi ise, bu muvaffakiyeti kendisinin hünerinden bilerek çeşitli siyasî girişimlerde bulunuyor ve bazı nasihat edicilere karşı sert tavırlarla onları tanımamak hâli gösteriyordu. Aynı gazetede çalışan bazı Nurcu muharrir zatlar da Şevket Eygi’den şikayetçiydiler. Nur talebelerinin neşrini istedikleri yazı ve makaleleri Şevket Eygi bazen neşrettirmiyordu.

Salih Özcan, Bugün gazetesine karşı büyük bir gazete çıkarmak istemişti; böyle bir gazetenin kat’î lüzumu üzerinde duruyor ve bununla ilgili temaslarda bulunuyordu. İstanbul’daki gazetecilik meyilleri fazla olan bazı Nurcu zatlar da, Salih Özcan’ın bu fikrine iştirak ettiler ve “Nur cemaatının da bir gazetesi yahut da yüksek trajlı kaliteli bir mecmuası olması zaruridir” dediler.

Salih Özcan kendisinin çıkarmakta olduğu “Hilal Mecmuası”ndan başka bu gazetenin de çıkmasını istiyor, bunun malî külfetinin tamamına yakın kısmını kendisi ödemeyi vaad ediyordu.

Salih Özcan’ın ortaya atmış olduğu gazete fikrini, Salih Özcan’la birlikte içinde Mustafa Polat, Avukat Bekir Berk vesaire bulunan bir heyet halinde Zübeyr Ağabey’e ilettiler. Birçok sebep ve hadiseleri ve esbab-ı mucibeleri Zübeyr Ağabey’e anlattılar. Uzun uzadıya konuşmalar oldu. Zübeyr Ağabey bu mevzuda ikna edilmeye çalışıldı.

Zübeyr Ağabey de, bunların gösterdiği kısmen haklı, kısmen mübalağalı esbab-ı mucibelerin üzerinde durdu, düşündü. Bu arada Hazreti Üstad’ın bu meseledeki söz, ihtar, davranış ve hareketlerini de göz önünde bulundurdu. Ve nihayet: Nur cemaati adına ve Nur talebelerini temsil eden bir gazetenin çıkarılmasına suret-i kat’iyede Üstad’dan bir fetva, bir izin bulmanın mümkün olmadığını bildirdi ve fakat eskiden beri gazetecilik ve dergicilikle ilgili Salih Özcan ve Mustafa Polat gibi zatların kendi namlarına müstakim, ağır başlı, Nur davasının özünü savunacak bir mecmua veya gazetenin çıkarmasına bazı şartlar çerçevesinde “evet!..”’ dedi.

Zübeyr Ağabey, Üstadımızın Nur talebeleri ve cemaati adına ve onu temsil edecek bir gazetenin çıkarılmasına dair fetvası, izni olmadığına dair açıklamasında: “Çünki bir gazete, ne olursa olsun, nihayet gazetedir. Kusurlar yapacaktır, hatalar edecektir. Hizipleştirmeyi netice verecektir..” dedi ve ağır bir şartname ile bunun temel prensiplerini ve kaidelerini yazıya döktü. “Bu kaideler dışında çıkacak bir gazetenin Risale-i Nur talebeleri tarafından hiç bir zaman tanınmayacağını” da söyledi.

GAZETE KURMA ŞARTNAMESİ ŞÖYLEYDİ

Madde-1: Salih Özcan İmtiyaz Sahibi’dir.

Madde-2: Mustafa Polat Umumî Neşriyat Müdürü’dür.

Madde-3: Gazetenin personelini tayin ve lüzumu halinde tebdil, Umumî Neşriyat Müdürü’ne aittir.

Madde-4: Gazetenin politikası; İmtiyaz Sahibi ve Umumî Neşriyat Müdürü’nün de dahil olduğu bir İstişare Heyeti tarafından tayin edilir. İstişare Heyeti’ndeki kimseler: Salih Özcan, Mustafa Polat, Abdurrahman Nuri, Halil Küçük. Ahmed Şahin, Rüştü Tafral, Mehmet Kutlular, Mehmet Fırıncı ve Mehmet Emin Birinci’dir (Zübeyr Ağabey kendi kalemiyle Halil Küçük, Mehmet Fırıncı ve Mehmet Birinci’yi bilahere istişare heyetinden isimlerini silmiştir. Bu belge İstanbul’da bir dosyada mahfuzdur. A.B.). Karar ekseriyetle verilir.

Madde-5: Sermaye 30 Ağustos 1968’e kadar Salih Özcan tarafından temin edilecek.. Sermayenin geri alınması, intişarın altıncı ayından sonra, iki binden az, beşbinden çok olmamak üzere çekilebilecek.

Madde-6: Gazetenin İmtiyaz Sahibi (Salih Özcan) Umumî Neşriyat Müdürü gibi maaş alacak ve sermaye olarak yatırdığı parayı tamamen çektikten sonra, artık para çekemeyecektir. Kâr, gazetenin döner sermayesi olarak kalacak ve inkişafına sarf edilecektir. Gazete kapandığı takdirde, sermaye ve mal durumunda istişarenin kararına göre tasarruf edilecektir. Mukavelede değişiklik de, ancak istişarede bulunanların kararına göre olacaktır.

Madde-7: Umumî Neşriyat Müdürünün işinden çıkarılma vesaire durumları meşveretteki kimselere aittir.

Madde-8: Gazete Risale-i Nur’a aykırı neşriyat yaptığında, istişaredeki kimselerin kararıyla kapatılır. İmtiyaz Sahibi ve Umumî Neşriyat Müdürü bu isimle bir gazete çıkaramaz.

Madde-9: Kitap tanıtma işi, istişare kararıyla yapılır.

Madde-10: Gazetedeki neşriyatta, hâlde ve mazide Risale-i Nur’un aleyhindeki kimselerin yazıları neşredilmez.

Madde-11: Risale-i Nur’u devamlı mütalaa ile meşgul olup Risale-i Nur’un meslek ve meşrebiyle hâlen ve kalen yaşayan bir Nur talebesi, herhangi bir husus hakkında, Risale-i Nur’dan ve Üstadımızdan me’haz göstererek tenvir ve ikaz edici bir şey söylerse, istişaredekiler onu kemal-i hürmetle dinleyecek ve nazara alacaktır.

Madde-12: Risale-i Nur parası, sermayesi elinde toplanan herhangi bir Nur talebesi veya Nur naşiri gerek re’sen, gerek dolayısıyla gazeteye ortak olamaz.

Madde-13: İstişaredeki kimselerden sahip, müdür ve orada memur olarak çalışandan başka biri, istişaredeki kimselerin izni olmadan gazetede maaşlı olarak çalışamayacak. Bu şahısların gazeteden maddeten istifadeleri hiçbir çeşit ve surette olmayacaktır.

Madde-14: İstişaredeki kimseler, burada (İstanbul’da) her zaman hazır oldukları için tercih edilmiştir. Bu itibarla Risale-i Nur’dan ve Üstad’dan ve geçmiş hadisattan me’hazler gösteren herhangi bir Nur talebesi ile istişare edilebilir; onun tenvirkâr fikirleri kemal-i hürmetle nazara alınır.

Madde-15: İstişarenin adâbına son derece riayetkâr olunacaktır. Müdavele-i efkâr ve istişare esasında cahillerin sıfatı olan laftan kuşkulanma, alınma, evham etme, kızıp tehevvüre gelme, bağırıp çağırma gibi amiyane şeylerden son derecede içtinab edilecektir. Kanaatlara hürmet, muhabbet ve müsamaha bu kimselerin şiarı olacaktır.

Madde-16: İstişaredeki kimseler namına, onlardan habersiz olarak, istişareye dahil bir kimse, başkalarınca sorulacak herhangi bir şeye, tek başına cevab vermeyecek, not alıp sorup gelerek istişare edecektir.

Madde-17: İstişaredeki reyler arz ve izhar edilirken, indî, şahsî veya sair meslek, meşreb ve cereyanlardan mülhem şeyler söylenmekten kaçınılarak delil ve me’hazden, Risale-i Nur’un meslek, meşreb ve tarzından ilham alınmaya çalışılacak ve rızay-ı ilahi ile hareket edilecektir.

Madde-18: Dine hizmet gayesiyle olanlarla görüşme ve konuşmalara, başka cereyanlarda görünen iftira ve ittihamlar, şöhretperestlik ve maddî menfaatlar gibi gayet çirkin manâlar verilmeyecektir. Mesleğimiz hüsn-ü zandır. Biz Müslümanız aldanırız, aldatmayız.

Madde-19: Gazetenin istişaredeki kimselerin re’yi ile çıkarıldığı halka; Mustafa Polat, Salih Özcan ve sairleri tarafından suret-i kat’iyede söylenmeyecektir. Çünki hem gazeteye, hem hizmete darbeler gelir.

Görüldüğü üzere, şartname veya taahhütnamedeki en çok mühim görülen ve gösterilen dört şeydir:

1- Gazetenin Salih Özcan’ın namına olması ve adına çıkarılması.. Yine gazeteci olan Mustafa Polat’ın neşriyat müdürü gösterilmesiyle; Nur cemaati adına olmadığına (yani zahir nazarda) önem verilmiştir.

2- Her şeyin mutlaka istişare ile karara bağlanması.. Bu istişarede mutlaka Risale-i Nur’dan ilham alınan ve Hazret-i Üstad’ın meslek ve meşrebini rencide etmeyen, bil’akis savunan ve yaşayan fikirler çerçevesinde olmasına dikkat çekilmiştir.

3- Sair ehl-i imanla münakaşaya, polemiğe girmemek, girilse de hiç bir zaman sair gazeteler gibi iftira, yalan ve karalamalarla kişilerin veya cemaatlerin çürütülmesine çalışılmamasına önemle dikkat çekilmiştir.

4- Hâlde ve geçmişte Risale-i Nur aleyhinde bulunmuş ve bulunan kişi ve kişilerin herhangi bir sözü, yorumu veya siyasî sözlerinin bu gazetede neşredilmemesine lüzumu derecesinde tenbihatta bulunulmuştur.

Zübeyr Ağabey’in üzerinde ehemmiyetle titreyerek durduğu dört hususa, gazetenin hâlen yapmakta olduğu neşriyatta uyulmakta mıdır?

Merhum Zübeyr Ağabey’in, şartnameden hülâsa edilen dört mühim husustan üçüncüsünün lüzum ve ehemmiyetini, 1970’li yıllarda neşretmiş olduğu şu yazısında da belirtmektedir:

‘Risale-i Nurun neşrinde kimseyi tefrik etmemek, icbar da etmemek, mülayemet ile muamele etmek.

Bu hizmette metod: Müsbet hakikatleri ders verip, din düşmanları ile ne sözle, ne fikirle ve ne de zihnen meşgul olmamak.

Risale-i Nur’a bilmeyerek itiraz eden ehl-i imana adavet etmeden ikaz.. Ve bütün kalbleri La ilahe illallah Muhammedün Resulullah üzerine tevhid.. Hattâ Allah ve Peygamberine inanan, fırâk-ı dalle bile olsa veya âhiret gününe inanan ehl-i kitap biri ise onunla münazaradan çekinmek..

Ehl-i dünya ve ehl-i siyasete vesvese ve korku verecek her türlü tezahürden kaçınmak..

Hakka hizmet edenleri müsbet bir şekilde, İslamiyet’e hizmette desteklemek. Risale-i Nur talebeleri, birbirlerinin kusurları olsa da tenkid etmemek..

Hiç bir zaman beddua etmemek; hidayetler için dua etmek.”

Haftalık İttihad ve günlük Yeni Asya gazetelerinin neşrine başlanmasıyla ilgili olayların bizzat içinde bulunanlardan ve şahitlerinden olunmadığı için, aynen nakletmekle iktifa edilip şahsî yorum ve değerlendirmelerde bulunulmasa bile; yukarıda nakledilen “GAZETE KURULMA DEVRESİ” başlıklı yazının “GAZETE KURMA ŞARTNAMESİ ŞÖYLEYDİ” başlıklı kısmıyla, İttihad gazetesinin 5 Mayıs 1970 tarihli sayısındaki yazılar arasındaki mutabakat ilişkisine kolaylıkla dikkat çekilebilmektedir.

Haftalık İttihad gazetesi’nin “Yıl: 3 – Sayı: 131– 5 Mayıs 1970” nüshasının birinci sayfasının 1/3’ünü kaplayacak şekilde, daha fazla dikkati çekici olması için sarı fon üzerine siyah çerçeveli manşetüstü yazısı yapılmış; büyük harf karakterlerinin bold (siyah) harfleriyle “İSLÂMİYET SELM VE MÜSÂLEMETTİR” yazısı ve onun hemen altında da ayni çerçeve içerisinde büyük puntolu kalın (bold) harflerle “Dahilde nizâ ve husumet istemez!” yazısı yer almış; ayni sayfanın orta kısmında da gene çerçeve içerisinde “Salih Özcan ayrıldı” başlığı altında, o sayıdan itibaren İttihad’ın İmtiyaz sahipliği vazifesini Mehmed Kutlular’ın deruhte etmeğe başlamış olduğu “İttihad Gazetesi Yazı Ailesi” tarafından bildirilmişti.

Yeni Asya Neşriyat’ın Osmanlıca-Türkçe Lügatında “Selm” kelimesinin Arapça’dan dilimize girmiş, gramer bakımından isim cinsinden olduğu ve “Barış, barışıklık, sulh” manâsında; “Müsâlemet” kelimesinin de Arapça’dan dilimize girmiş, “Silm” kelimesinden türetilmiş, gramer bakımından isim cinsinden ve “1-Herkesle barış içinde olma, sulh, barışıklık. 2-Durgunluk” manâsında olduğu yazılıdır.

Haftalık İttihad gazetesinin 5 Mayıs 1970 tarihli sayısında duyurulan Salih Özcan’ın İmtiyaz Sahipliğinin Mehmed Kutlular’a devrinden başka, günlük günlük Yeni Asya gazetesi imtiyaz sahipliği de o tarihlerde Salih Özcan’dan Mehmed Kutlular’a devredilmişti.

Haftalık İttihad gazetesinin yukarıda bahsetmiş olduğum “Yıl: 3 – Sayı: 131– 5 Mayıs 1970” sayısındaki manşetüstü yazısının tam metnini buraya aynen naklediyorum:

 

“İSLÂMİYET SELM VE MÜSÂLEMETTİR

Müslümanlar, cemiyetin emniyet ve asayişini temin hususunda azamî dikkat ve hassasiyeti gösterirlerken kendi aralarında da manevî bağların kuvvetlenip gelişmesine dikkat eder, nifak ve tefrikadan şiddetle kaçınırlar. Düşmanlar, mü’minlerdeki bu dikkat ve hassasiyeti gayet iyi bildikleri için, mütemadiyen onların birbirleriyle olan münasebetlerini bozmaya, kardeşâne yaşayışlarını kin ve husumete çevirmeye çalışırlar. Ancak bu yolla Müslümanlarla mücadele edebileceklerine, onlara karşı gelebileceklerine inanırlar. Müslümanlık bizatihî sevgiyi, kardeşliği, sulh ve selâmeti esas aldığı, Müslümanları birbirlerinin kardeşi olarak da kabul ve ilan ettiği için, bu kuvvetli bağların zayıflaması ile düşmanlarımız hedeflerine varmış, gizli ve hain emellerine nâil olmuş olurlar.

Zamanımızda Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği, sevgi ve muhabbeti, ittihad ve kardeşliği bozmaya çalışan gizli komitelerin, fesad şebekelerinin sayıları ise bir hayli fazladır. Bunlar, doğrudan doğruya Müslümanların karşısına çıkmamakta, suret-i hakdan görünerek onların aralarına girmeye çalışmakta, bir

birleri aleyhine asılsız ve esassız itham ve isnadlar yaymak suretiyle, mâbeynlerindeki hürmet ve sevgiyi husumete çevirmek istemektedirler. Hâinane planlar ve kesif çalışmalarla devam ettirilen bu fesad hareketi karşısında Müslüman her zamankinden daha fazla dikkat ve hassasiyet göstermek, dostunu, düşmanını tam tefrik etmek mecburiyetindedir. Bilhassa bir mü’min kardeşi aleyhine sarfedilen sözleri, ileri sürülen itham ve isnadları derhal kabul etmemeli, aslını-esasını araştırmalı, doğruyu bulup ortaya çıkarmalıdır. İslâm hukukunda tarafeyni dinlemek esastır. Birisi diğerinin aleyhinde bir iddiada bulunur, bir itham ileri sürer, bir söz söylerse, aleyhinde konuşulan, yahut ithama hedef ittihaz edilen Müslümanı arayıp bulmak, mes’elenin esasını sormak, ileri sürülen ithamların vârid olup olmadığını tedkîk etmek her Müslümanın vazifesidir,

Bunun içindir ki, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri , “İslâmiyet selm ve müsalemettir, dahilde nizâ ve husumet istemez” demek suretiyle dinimizin daima sulh ve selamet içerisinde, kardeşâne, uhuvvetkârane bir hayatı esas aldığını, ayrılık ve gayrılıklara asla yer vermediğini, husumetin, kin ve adavetin içtima

î hayatı sarsan büyük bir tehlike olduğunu ifade etmiş bulunmaktadır.

Müslüman olarak gerek İslâmî hizmetin devamını arzu ediyor ve gerekse mü’minler arasında birlik ve beraberliğin teessüsü için hassasiyet gösteriyorsak, buna bilhassa dikkat etmeli, ortaya atılan iddiaların aslını esasını araştırmadan, doğruluk derecesini tesbit etmeden inanmamalı ve böylece uhuvvet ve muhabbetin her zamankinden daha fazla kalbimizde, kafamızda, ruhumuzda, aklımızda, aile efradımız arasında ve cemiyet hayatı içerisinde yerleşmesine, kök salmasına, neşv-ü nemâ bulmasına dikkat etmeliyiz.

İslâm’a hizmet edenler yahut İslâm’a hizmet ettiğini iddia edenler, bilhassa bu ölçüleri hatırdan çıkarmamalıdırlar.”

 

Prof. Dr. Mustafa Nutku

 

Para İle İmtihan…

“Ne sây ile, ne mal iledir beyim,
büyüklük kemâl iledir.”
 
Mevlanâ’ya Selçuklu sultanlarından biri, kabul etmesini arzu ederek birkaç kese altın göndermişti. 
Mevlanâ’nın talebelerinden biri altınları alıp Mevlanâ’ya arz edince, Mevlanâ talebesine döndü ve
 
“-Beni gerçekten seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atınız!” 
dedi.Talebesi, Mevlanâ’nın bu isteğini emir telakki edip, hiçbir sual dahi sormadan yerine getirdi.
Bu olaya şahit olan bazı kimseler, çamura atılan altınları toplamak için, hiç vakit kaybetmeden çamurun içine dalmışlardı. 
Fakat, kısa süre sonra üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hale geldi. 
Mevlanâ talebelerine onların bu hallerini göstererek ; 
“-Bu altınlar, şu gördüğünüz dünya ehlinin üstünü, başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini kirletir. Çeşitli günahlara sevk edip ibadetlerden alıkoyar. Bunun için dikkat edilmesi gereken husus; hırs ve tama yapmadan kanaaat üzere bulunmaktır. Dünyada, âhiret için çalışılmalı, kazanılmalıdır. Çünkü İslâm, insanlara faydalı olmayı emreder. Dünyadaki saadetlerden biri de helal kazanmak ve bu kazancını hayır ve hasenat yaparak âhirete göndermektir. Asıl sermaye ise, ilim, amel, ihlâs ve güzel amele sahip olmaktır” 
buyurdu.   
 
 
SANMA EY HACE Kİ SENDEN ZER-Ü SİM İSTERLER
 
Sanma ey hace ki senden zer ü sim isterler
“Yevme la yenfau” da kalb-i selim isterler.
 
Berzah-ı havf ü recadan geçe gör nakam ol
Dem-i âhirde ne ummid ü ne bim isterler.
 
Unutup bildiğini arif isen nadan ol
Bezm-i vahdette ne ilm-ü ne âlim isterler.
 
Âlem-i bi meh ü hurşid ü felekde her giz
Ne mühendis ne müneccim ne hakim isterler
 
Harem-i ma’niye biganeye yol vermezler
Âşina yi ezeli yar-i kadim isterler
 
Sakin-i dergeh-i teslim-i riza ol daim
Bermurad itmeğe hizmette mukim isterler.
 
Dergeh-i fakra varıp dirliğini arz etme
Anda her giz ne sipahi ne zaim isterler.
 
Aşık ol serbet-i vasl ister isen kim aşık
Çaresiz derd arayıp renc-i elim isterler .
 
Ni’met-i zahire dilbeste olan gürsineler
Muzd nan pareye cennat-i naim isterler.
 
Kible-i ma’niyi fehm eylemeyen kec revler
Sehv ile secde edip ecr-i azim isterler.
 
Ezber et kissa-i esrar-i dili ey Ruhi
Hazır ol bezm-i İlahi’de nedim isterler
——————————————————————————————————————
(BU ŞİİRİN YENİ TÜRKÇE’DEKİ ŞEKLİ)
 
Efendi, sanma ki senden altın ve gümüş isteyecekler
Hayır ,”Yevme la yenfau” da ancak kalb-i selim isterler
(Bu beyitte Şuârâ Sûresinin 88-89 âyetlerini telmih mevcut olup; o âyetlerde “Yevme la yenfau malun vela benun / Illa men eta’llahe bi kalbin selim” buyrulmaktadır. Meali şöyledir: “O gün (kıyamette) mal da fayda vermez evlatlar da / Ancak sağlam bir kalb ile Allah’ın huzuruna gelenler müstesna.”  
Şair bu beyitte âhirete temiz kalb ile gitmek gerektiğini vurgulamaktadır). 
 
Korku ve ümit merhalesinden geçip nakam olmaya bak
Yoksa son nefeste ne korku ne de umid işe yaramaz.
Eğer arif isen bildiklerini (vesveselerini) unutup bilmezlik makaminda kal.
 Çünki vahdet bezminde ne ilim ne de âlim isterler
(Gerçek) ay ile güneşlerin kaybolup gittiği şu dünyada ve gökkubbenin altında
Ne muhendis ne muneccim ne de filozof olmak kar etmiyor
(Bu beyti, “şu güneş imiş şu ay imiş gibi ayrımların yapılmadığı gerçek âlemde mühendis de olsan, müneccim yahut filozof da, faydası yok” şeklinde manâlandırmak da mümkündür).
 
Bigane olanları manâların harem dairesine girmeye bırakmazlar
Oraya girebilmek için ta ezelden âşinalar ve kadim dostluklar (Allah’i bilmek ve O’nun dostu olarak yaşamak) istenir.
 
Daima Hakk’ın rızasına teslimiyet dergâhında ikamet et
Çünki bir kişiyi muradına erdirmek için hizmette devamlılık isterler.
 
Fakr dergahına varıp maaşının yüksekliğinden dem vurma
Çünki orada asla ne üst düzey paşalar ne de prensler (yuksek bürokratlar) isterler.
 
Günü geldiğinde vuslat şerbetinden içmek istersen gerçek aşık ol
Ancak bil ki aşıklar gerçek aşka ulaşabilmek için çaresiz dertler arayıp elim sıkıntılar isterler.
 
Gösteriş nimetine gönül bağlayan gerçek fakirler bir parça ekmek parasına karşılık Naim cennetlerini istiyorlar (Garip doğrusu. Dilenciye çeyrek ekmek parası sadaka vermekle cennet kazanılacak sanıyorlar)
 
Gerçek manalar kıblesini idrak edemeyen aykırı gidişatlılar
Kazara bir secde ederler de hemen ardından (ömürleri taatle geçmiş gibi) en büyük ecirleri isterler.
(Demek bayram namazına gitmekle yıllık ibadetini tamamladığını sanıp sofuluk taslayanlar XVI. asırda da varmış )
 
Ey Ruhi, gönül sırlarına ait kıssayı ezberleyip kendini hazırlıklı tut ki
Yarın Allah’ın huzuruna varıldığında, tatlı dilli sohbet adamı (kulluğunda eksiği olmayan dost) isterler.
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Yarım Asır Öncesi ve Şimdi…

Büyük İslâm Mücahidi Bediüzzaman Said Nursî’nin bugün dünyanın her tarafında  sayıları milyonlarla ifade edilen talebeleri arasında çok sayıda doktor talebeleri de vardır. 
    
Babam Dr. Sadullah Nutku’nun Bediüzzaman’ın o doktor talebeleri arasında en tanınmışardan biri olmasında, 1955 yılında Risale-i Nurlar’ı tanıdıktan ve onun müellifi Bediüzzaman Said Nursi’ye talebe olduktan sonra, sırasıyla Bâb-ı âli’de, Sabah, İtttihad ve Yeni Asya gazetelerinde, vefatına kadar yıllarca devam etmiş olan sağlık köşesi yazarlığı esnasında okuyucularının suallerine  hem tıbbî cevaplar vermesinin ve hem de bilhassa Kur’an ve Hadislerden süzülmüş manâlar halindeki Risale-i Nur derslerinden “manevî tedavi” mahiyetinde nakiller yapmasının, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (şimdiki Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) doktorluğunun, Risale-i Nur derslerine çok defa iştiraklerinin ve çok sayıdaki dinî amaçlı seyahatlerinin  de rolü olmuştu. 
    
Ben, o yıllarda  gazetelerdeki ilk yazısından itibaren yıllarca, onun sağlık köşesi yazılarının editörlüğü, redaktörlüğü ve sağlık köşesi yazarlığı yaptığı gazeteye ulaştırılması işleriyle ilgili yardımcısıydım. 
    
Kendisinin bir trafik kazası sonucu dört gün komada kaldıktan sonra 23 Ağustos 1972 tarihindeki vefat gününden başlayarak şimdiye kadar çok kişi tarafından onunla ilgili müstakil bir kitap yazmam benden istenilmişti. Nihayet, vefatından 47 yıl sonra, “Bediüzzaman’ın Doktor Talebesi Dr. Sadullah Nutku-(Hâtıralar-Yorumlar)” adıyla, 16,5×23,5cm ebadında 504 sayfalık bir kitabımı “şahıs yayını” olarak, Aralık 2017’de yayınladım ve şimdiye kadar bizzat satışını yaptım. 
    
Önsöz, Son Söz ve 17 Bölüm’den ibaret  olan o kitabımın çeşitli konularla ilgili bölümlerinden birindeki, yarım asır kadar öncesini anlatan ve bugünkü durumlarla da mukayeseler yapmak için malzeme olabilecek  yazıların alt başlıklarından bazıları şöyleydi:  Gazete ve Dergilerle Risale-i Nur Neşriyatının O Dönemdeki Önemi/ İlk Nur Gazeteleri ve Dergileri/ Bâb-ı Ali’de Sabah, İttihad ve Yeni Asya/ Yeni Asya Gazetesiyle İlgili Bir Yazı/ İttihad’ın  ve Yeni Asya’nın  İlk Çıkışları/ “Gazete Kurulma Devresi”/ Gazete Kurma Şartnamesi Şöyleydi/ Süleyman Demirel İle İlgili Tavır/ Akademik Personel Derslerimiz/ Süleyman Demirel’i Ziyaretlerimiz.
    
Ülkemiz ve İslâm âlemi için  çok önemli olan 24 Haziran 2018 seçimleri yaklaşırken, o kitabımdan şahidi olduğum olaylarla ilgili bazı kısımları nakletmemin  benden istenilmesi üzerine, önce sıcak bakmadığım bu isteği daha sonra red edemeyeceğimi düşündüm.
     
O kitabımda teferruatıyla bahsettiğim, babamla vefatından bir yıl önce, 1971 yılında birkaç kişi birlikte olarak  yaptığımız son Karadeniz seyahatimizde Rize’nin Çayeli kazasına geldiğimizde, Yeni Asya gazetesinin o zamanki Genel Yayın Müdürü Mustafa Polat’ın bir trafik kazasında vefat ettiği haberini telefonla alınca, o günün şartlarında babamın onun yerine vefat etmeye razı olmasıyla ilgili şu sözlerini duymuştuk: 
“- Mustafa Polat’ın Yeni Asya gazetesiyle yaptığı hizmetine devam edebilmesi için, onun yerine birisinin vefatı  gerekseydi, o kişi ben olmayi kabul ederdim..”. 
Bu, onun mukadderata isyanı değil; o zamanki çok zor şartlarda Kur’an ve iman davası uğrunda Risale-i Nur ölçüleriyle İslâmî bir gazete neşriyatı yaplabilmesinin devamı ve başarısı için, kendi dünya hayatından feragat etmeyi bile kabullenmesiydi.
Dr. Sadullah Nutku’nun dünyanın fanî yüzüne muhabbetle bağlanmadan ve bu fanî dünya hayatında “tevehhüm-ü ebediyet”e kapılmadan, Allah’a kullukta yüksek bir makam olduğu için, en büyük nimet olan hayatından feragat” arzusunda bulunması, o tarihten önce damadıyla yaptığı bir şehirler arası otomobil yolculuğunda da olmuştu.
 
Dr. Sadullah Nutku’nun yaklaşık yarım asır öncesindeki Türkiye’nin ortamında ve şartlarında Yeni Asya gazetesi Genel Yayın Müdürü Mustafa Polat’ın vefat haberini duyunca onun yerine kendisinin vefatını kabullenmesinin sebebi, yaklaşık yarım asır öncesindeki Türkiye’nin ortamının ve şartlarının, İslâm’ı yaşayabilmek ve onu tebliğ edebilmek hürriyeti bakımından bugünkü Türkiye’nin ortamı ve şartlarıyla kıyaslanamayacak şekilde çok farklı ve çok geride olmasıydı.
Yaklaşık yarım asır önceki Yeni Asya gazetesi, Türkiye’nin o günkü şartlarında gerekli ve faydalı İslâmî tebliği yapmaya çalışan günlük neşriyatı ile çok mühim bir boşluğu dolduruyordu. O zamanki Yeni Asya gazetesinin Risale-i Nur eserlerinden kısımlar nakletmesi de şimdiki gibi olmasına rağmen, onların yorumlarına dair bazı yazılar ve günlük siyasetle ilgili neşriyat tarzı, şimdiki Yeni Asya gazetesindekilere hiç benzemeyen bazı farklılıklar arz ediyordu.
Dr. Sadullah Nutku için kendi dünya hayatından da daha ehemmiyetlisi, âhirzamanda Risale-i Nurlar vasıtasıyla Kur’an ve iman hizmetiyle doğru İslâmiyeti tebliğ etmek olduğundan, yarım asır kadar önceki Türkiye’nin ortamında ve şartlarında Mustafa Polat’ın başında bulunduğu Yeni Asya gazetesi, bu mevzuda onun çok mühim taraftarlık göstermesi ve destek vermesi icab eden bir vazife icra ediyordu.
    
Yarım asır kadar öncesinin Türkiye’sindeki Risale-i Nurlar vasıtasıyla Kur’an ve iman hizmetinin içinde bulunduğu o zor şartları daha iyi anlayabilmek ve bugünün Türkiye’sindeki Kur’an ve iman hizmetinde çok artmış dinî hürriyetlerle hakkı tebliğle gerçekçi bir mukayesesini yapabilmek için, yarım asır kadar öncesine ”zaman içinde seyahat”lerle, o zaman dilimiyle ilgili başka hâtıraların penceresinden de istifade ederek bakmakta fayda olabilir.
   
Evet, Risale-i Nur talebelerinin ekseriyeti  için, Yeni Asya gazetesinin o günkü ehemmiyeti şimdikinden çok farklıydı.
 
Prof. Dr. Mustafa Nutku