Etiket arşivi: Selim Gündüzalp

Sevgi Öyküleri (Evlilik)

İngiliz yazarı Bernard Shaw, ihtiyarlık yıllarında evinin bahçesiyle çokça uğraşıyordu. Bir gün karısını ziyarete gelen yaşlı bir hanım, onu elinde çapa, iki büklüm olmuş durumda görünce tanıyamadı. Gözlüklerini düzelttikten sonra:

-Günaydın bahçıvan efendi, dedi.

-Siz Bernard Shaw’un yanında ne zamandan beri çalışıyorsunuz?’

-Kendimi bildim bileli.

‘Verdikleri ücret sizi geçindiriyor mu?

-Yalnız yiyeceğimi veriyorlar.

Yaşlı kadın, bahçıvanın bu hâline acımış olacak ki:

-‘Eğer benimle çalışırsanız, size yiyecek ve giyecekle birlikte yeterli aylık da verebilirim’ diye bir teklifte bulundu.

Bernard Shaw: ‘Teşekkür ederim, bayan. Ne yazık ki ben, Bayan Shaw’a ömür boyu bağlıyım diye bu teklifi geri çevirdi.

Yaşlı bayan biraz da kızarak: ‘Ama bu tutsaklıktan, kölelikten başka bir şey değil  dedi.

Bernard Shaw ise, gülerek: ‘Hayır sayın bayan’ dedi. Biz buna evlilik diyoruz.

Selim Gündüzalp

Sen Özelsin, Sen Güzelsin..

Her Gününde ayrı bir güzellik gizlenen bahar sabahlarını severim, çok severim. Neşemdir, sevincimdir onlar. Hayatımın en önemli olaylarını hep bu mevsimde yaşadım, belki de onun için. Hiç bitmesin, hiç geçmesin isterim baharlarım. Her yandan hayat fışkırır, her yer hayat kokar bu mevsimde Acaba renkler ve sesler bu mevsimden çok hangisine yakışır? Hiç düşündünüz mü? Yaradan; onu oraya, bunu buraya öylesine serpmiş ki, tesadüf yok çizdiği desenlerde. Akıllar O’nun sanatı karşısında ancak hayrettedirler. Erken uyanır oldum bu sıralarda. Sanki, bütün günahlarımı affetmiş gibi Rabbim, içimde bir hafiflik, bir rahatlık var. ‘Dışarıda delikanlı bir bahar.Sayısız güzelliğin içinde, herkesin keyfi yerinde. Ortalık bayram yeri gibi şıkır şıkır, her şey kıpır kıpır. Güneşi selâmladığım bir sabah, baharı görmek istedim yerinden ve daha da yakından. Bu güzelliğin kaynağına yönelmeliydim.Elde değil bu güzelliğe aşık olmamak, elde değil vurulmamak. ‘Güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği Yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır’ diyor.Bediüzzaman.

Ruhumuz çekiliyor güzelliğin içine doğru. Çağrılıyoruz . Hiç olmazsa bu bahar, bu daveti geri çevirmeyeceğim. Gündelik işlerin perdesini aralayıp, yola koyuluyorum. Bir başıma ama kalbimle beraber. İçimde hâlâ bir şüphe var. ‘Allah’ım şu sayısız varlık arasında benim özel bir yerim var mı? Yoksa ben bu dünyada sıradan bir yolcu muyum?’ Belki bu soruların ve daha nicelerinin cevabını orada bulurum. Kırk yıl süren uzun bir geceden sonra, ilk defa ışıkla, Güneş’le tanışan bir gözle, hayatın tam içine doğru yürüyorum. Şehir, köy ve evler, İnsanlar ve gürültüler şimdi hepsi çok ama çok gerilerde kaldı. Güzelliğin sınırı sessizlikle başlıyormuş meğer. Her yer yemyeşil ve tarlalar rızk dolu. Buğdaylar kendini hemen de gösteriyor. Olgun başaklar, boynunu bükmüş hasadını bekliyorlar. Yürüdüğüm yolun iki yanı da kıpkırmızı gelinciklerle kaplı. Işıktan bir ırmak olmuş da önümde akıyor sanki. Kalbim yoruldu bu güzellikleri izlemekten, durdum. Yolun kenarında oturdum, birazcık bekleyeyim dedim. Kalbi, kalbimi aramaya çıkmış bir yol arkadaşı belki gelir diye. Bu güzellikler bir başına seyredilmiyor. Bu yollar yalnız yürünmüyor. Kalbin kalbe desteği gerek onu bildim bugün. İşte tam burada iki bulut gibi buluşsaydı eğer iki kalp, yağmur yağardı, rahmet inerdi semadan, bu ilahî sevginin hatırına. Hep öyle olmamış mıdır? İnce ince düşünürken, sorularıma cevaplar gelmeye başladı bir bir, Hava sakin, rüzgâr uyumuştu ama ne olduysa o sırada oldu! Nereden geldi de beni buldu bilmem? Ağır ağır, döne döne bir yaprak düştü ellerime Ak saçlarıma yılların düştüğü gibi.

Bir yaprak değildi bu, bir mektuptu O’ndan. Yaradan’dan geliyordu. Göklerden de ötelerden bir mesajdı bu. Çiçekler, kuşlar konuşurdu biliyorum, yaprak da konuşur muydu acaba? Atmaya kıyamadım, o kadar güzeldi bu yaprak. Kurumuş ve azıcık ıslaktı. Göz yaşlarımla biraz daha ıslandı. Bir buse kondurdum ve yaprak konuştu benimle: ‘Sen özelsin, sen güzelsin. Benim, senin ellerine düşmem için evrendeki bütün yasalar birlikte hareket ediyor.’ dedi. ‘Belki de yüzlerce yasa senin için çalışıyor. Niye kucağına düştüm, niye ellerindeyim biliyor musun? Bu kanunlar yüzünden değil elbette. Yetmez bunları açıklamaya hiçbir sebep. Çünkü sen özelsin ve sen burada olduğun için senin ellerine düştüm. Beni sana getiren yasalar ne kadar ince ve önemli olsalar da sen hepsinden de önemlisin. Çünkü sen özelsin, sen güzelsin.

Sen güzellerin güzeli olan Rabbim’in biricik eserisin.Yaprak konuştuğuna göre her şey konuşmalıydı benimle. Derken bir yağmur damlası alnıma düştü. ‘Dağlar taşlar aştım’ dedi su damlası ‘bir yağmur tanesi olup alnına düştüm çünkü sen özelsin, sen güzelsin‘ dedi. Sonra rüzgar konuştu; ‘Deryalar, kıtalar aştım bir yanık yüreğin yüzünü okşamak için meltem oldum senin için, çünkü sen özelsin, sen güzelsin’ dedi. Yeryüzü bahçelerinin meyveleri tek tek konuştu benimle. ‘Güneşte piştik senin için, kızardık, al al olduk, sofrana konduk.’ dedi bir kiraz. ‘Bunca rahmet, bunca zahmet senin için, bunca renk, tat ve çeşit senin için, hepsi senin için çünkü sen özelsin, sen güzelsin’ dedi. Güneş milyonlarca kilometre öteden ışıklarını koşturdu gözbebeğime, ben göreyim diye. Görevini yapmanın rahatlığıyla ışık yüzüme değdi, ruhumu aydınlattı, ‘Çünkü sen özelsin’ dedi. Asırlar ötesinden hiç değişmeyen ama ruhumun aşina olduğu bir koku geldi burnuma, bırakıp da gitti bütün güzelliğini. ‘Ben o hiç solmayan bahçenin güllerinden bir esintiyim. Bunca varlık arasında bizim o güzel kokumuzu hissedecek senden başka bir güzel yok, çünkü sen özelsin, sen güzelsin’ dedi. Mevsimler konuştu sonra,Al al, yeşil yeşil, ak ak, türlü türlü renklerle bezendi dünya. ‘Senin için, çünkü sen özelsin’ dediler.

İnsana yine insanın eliyle en son bir hediye gönderdi Allah, bir çocuk verdi özel mi özel, güzel mi güzel. O gün anladım bu dünyada neymiş yerim? Neymiş varlıklar arasında önemim? Yaşlı gözlerle duaya durdu dudaklarım, seyretti o yavrucuğu uzaktan. Ve bu çocuk Meryem’in kucağındaki İsa gibi konuştu. ‘Sen, ben ne varsa hepimiz Rabbimiz’in güzeliyiz.’ dedi. Rabbim, bütün bu güzelliklerin arkasındaki Güzel, benim tek Güzel’im, kabul et ki geç kaldım kapına gelmekte. Tut ki, gafletime say. Geldim, ruhumun, hayalimin hızında ve ışığında. Ne varsa elimde, hepsiyle beraber geldim. Geç kalışım için affet, oyalayan her şey için beni affet. Sen ki, affı umman olansın. Bir katre günah içinde çırpınan bu ümitsiz yolcunu da affet. Madem ki, yarattığın her şeyle tek tek konuştum, bana ‘sen özelsin’ dediler. Allah’ım ben Sen’den başka kimin özeli, kimin güzeli olabilirim ki?

Buldum, yıllardır aradığım soruların cevabını buldum. Kalbim sükunet içinde. İçimdeki çocuğun o sessiz çığlıkları dindi. Kapındayım, medet ey sonsuz Şefkat Sahibi, ey Yüce Rahmet Sahibi affet. Şanının yüceliğini bir kez daha göster. Açılsın gül yaprakları gibi perde perde rahmetin, her affedişinde öyle bir güzellik tecelli etsin ki melekler bile şaşsın buna. Affet Allah’ım affet. Yolundan, adından, kitabından, kılavuzundan uzak kaldığımız günler ve çöllerdeki kumların adedince, o kumlara gömülü gecelerin ve yıldızların sayısınca affet. Şanın için, merhametine, affına sığındım. Azametin ve rahmetin için ve sevgili Habîb’in için affet. Sen’den istemek de güzel Allah’ım. Çünkü isteten de sensin. Kapındaki bu dilencinin elini değil, ruhunu dolduran gözyaşlarına bari kerem et, affet. Şimdi yine Sen’i söylemek isteyen bir dil olmak için dilleneceğim, bin bir dil olacağım. Yer yüzündeki çiçekler kadar serilip, serpilip, her güzelliği içimde bilip, Sana sunacağım. Beyhude geçen hayatımı, başı boş giden günlerimi, dakikalarımı affet. Sen ki, kâinat sana muhtaç. Sen ki Ehad’sin ben de kapında sana muhtaç. Ey Samed olan Allah’ım beni affet. Duayı öğretmesen, dua edecek dili ve kalbi vermesen bu duaları da edemezdim ya. Ben Sen’den başka kimsenin değilim Allah’ım. Sen’in nezaketin hürmetine o nazik şefkatin adına beni affet.

Sen çok naziksin, nazifsin, paksın, her türlü kusurdan sonsuz derecede uzaksın. Allah’ım, affet. Tertemiz o güzelim isimlerin için, fiillerin, sıfatların için beni affet. Sen’i lâyıkıyla bilememenin cehaleti içinde bu dünyadan göçüp gitmekten korkuyorum. Sen’i nasıl bilmek gerekiyorsa öyle bildiren ve öyle anlatanlar hürmetine, gönderdiğin resuller adına affet. Semadan meleklerinin indirdiği her bir kar tanesinin ve her bir yağmur damlasının hürmetine tövbelerimi kabul et Allah’ım. Bilemedik, bilemedik işte affet. Ama bir gün olur, bilir, anlar, hissedersek ne olur kapını o güne kadar açık tut, yüzümüze kapama Allah’ım. Yok Sen’den başka Rab, yok senden başka İlah, yok senden başka Sevgili. Kalpler ancak senin adını anmakla huzur buluyorsa eğer söyleyecek tek sözüm var kabul et. Bu kalbim, bu dünyam zaten Sen’in ama söylemek iradesini de bahşettiğin için, sevinerek ve içten gelerek söylüyorum ki; bu hayatım ve bu dünyam ne varsa Sen’in sevdiklerinin yoluna feda olsun. Sermayem bu kadar, koskoca bir hiçim. Ama sen bu hiçin karşısındaki her şeysin Allah’ım. Madem ki ben özelim, madem ki ben güzelim, ey güzellerin güzeli olan Allah’ım, kim bilir Sen nasıl bir güzelsin. Bütün sevdiklerimle beraber ebediyet yurdu olan Cennet’ten Cemâl’ini ve merak ettiğimiz bütün güzelliklerini görmeyi lütfet, nasip et.

Selim Gündüzalp

Silgi Yiyen Çocuk

Elimden oyunumu ve yazlık elbiselerimi aldığı için sonbaharı pek sevmezdim. Bir de, okulların başladığı bir mevsim olduğundan tabii. Çocukluk günleri malum; bir günümüz bir hafta kadar uzun gelirdi bize. İşte o uzun günlerin bitmez zannedilen yaz tatilinin peşinden eylül çıkagelirdi. Eylül; tatile veda, okula merhaba demekti…Bahçemizdeki kavak ağaçlarının yaprak döküm mevsimiydi. Bir yandan ağaçlar soyunuyor, kuru dallar iskelet şeklini alıyorlardı. Sadece dut ağaçlarının yaprakları direniyordu, sonbaharın son ânına kadar. Bir yandan kısalan günler ve biten tatil, diğer yandan ise sürprizler ve meraklar karmaşası içinde okulun yolunu tutuş. Birinci sınıfta refakat eden, okulun kapısına kadar getiren babaanne ya da yakın biri yok artık. Önce ilkokul iki de bu ilgiler azalıyor. Üçüncü sınıfta ise, tamamen yalnızlaşıyorsunuz. Eh okulu da tanıdığınıza göre, bir de sınıf başkanıysanız benim gibi, havanız değişiyor birden. Belki de bize güven duydukları için, ilk yılların takip ve ilgisi kalmıyor. Sevdiğim bazı arkadaşlarımdan sınıflarımız ayrıldı diye çok üzülürdüm…Bir müddet sonra buna da alışırdık. Hiç olmazsa aynı okuldayız diye teselli bulurduk. Aklım sokaklarda ve oyunlardaydı. Alışkanlıkları terk etmek kolay mı? Ama yine de yeni öğretmen, yeni sınıf ve yeni arkadaşlar heyecan uyandırmıyor değildi. Pırıl pırıl giysilerimiz, özenle kaplanmış defterlerimiz bir başkaydı. Çantaya tüm kokusunu sindiren kalemler ve silgiler unutulur mu hiç? Hâlâ hatırlarım hafızama sinmiş bu kokuyu. İçime uzun uzun kokusunu çektiğim pembe silgiler vardı. Sekizgen köşeli, parmak kalınlığında, köfteye benzerdi. İnsanın yiyesi gelirdi onları. Bu pembe silgiler, o günlerde başıma çok iş açmıştır.. “Sakın Ağzındakini Çıkarma!” Bir gün Necla Öğretmen sınıf arkadaşlarımızdan birini sözlüye kaldırmıştı. Ezberlediği çarpım tablosunu dinliyordu. Ben de dalmışım. Alışkanlık işte, ısırdığım silginin ufalanmış parçalarını ağzımda gezdiriyordum. Öğretmenim birden bana doğru bakıp, “Öyle kal!” dedi. Ne yapacağımı bilemedim. “Sakın ağzındakini çıkarma” diyordu. Eyvah ki eyvah. Silgiden başka bir şey olsaydı ağzımda, onu yutardım ama şimdi ne yapabilirdim. Bu hâlimle bir yanda bütün sınıfa karşı rezil olmak vardı. Bir yanda da utancımdan ağzımdaki silgi parçalarını kimsenin görmesini istemiyordum.Her şeyi göze alıp, başımı sıranın altına doğru eğdim ve ağzımdaki silgi parçacıklarını yere tükürdüm. Benim ağzım boşalmıştı ama öğretmenimin ağzı, yüzü öfkeyle dopdoluydu. Ne vardı bu kadar büyütülecek, anlamadım gitti. Ben onun yerinde olsaydım, daha koca bir silgi verirdim öğrencimin eline kimseye çaktırmadan. “Boş vakitlerinde evde devam edersin” diye, bir de işi espriye vururdum. Öyle olmadı maalesef. Sanırım o gün Necla Hanım da çok kötü bir günündeydi. Orta boylu, ağır vücut yapısıyla iki yana sallana sallana hışımla yanıma geldi. “Aç bakayım ağzını” dedi. Ağzımda bir şey olmadığımı görünce, öyle bir tokat aşketti ki, hatırladıkça hâlâ sol yanağımda o acıyı duyarım. Keşke bunları yaşamasaydım ve sizlere de anlatmasaydım. Ama olmuyor işte, hayat böyle acısıyla, tatlısıyla güzel. Bu tatsız günler de, diğer tatlı ve güzel günlerin kıymetini bilmek için bir ölçü oluyor sanki. Öfke ile kalkan zararla oturur derler ya, her ikimiz için de kayıp bir gündü…

Eminim, aynı el o sıralarda yeni doğmuş çocuğuna şefkatle dokunurken, onu tutup sevip, okşarken, bana attığı o bir tokat için çok acılar hissetmiştir. Kendi çocuğuna yapabilir miydi bunu? Asla… Peki ama bana neden? Yaptığım şey yanlış ise, uyarması gerekmez miydi? Sekiz yaşında bir çocuğun, işin doğrusunu ondan öğrenmek hakkı değil miydi? Benim hayatıma mutlaka unutulmaz güzellikler katan öğretmenim, bir tokatla siliniverdi dünyamdan. Onca güzel anılar varken, yaşadığım bu tek acı olay yüzünden; bütün o yılı ve üçüncü sınıfın tamamını sildim hafızamdan… Ağlamak Benim de Hakkım ŞİMDİ ağlamak istiyorum… Öğretmenime haksızlık ediyorum belki de… Bana mutlaka sayısız faydası dokunmuş olan bu insanı, bir tokat attı diye nasıl da acımazsızca silmişim defterimden. Bunu geç de olsa telâfi etmeliyim.

Siz, siz olun, ne yapılırsa yapılsın affetmesini bilin. Bazen büyüklük, küçüklerde kalmalı… Benim gibi öğretmenini affetmek için kırk yıl beklemeyin lütfen olur mu? Yıllarca yüreciğim bu acıya nasıl da dayanmış, hayret… Bu olayı yaşamaktan daha da acısı affetmemekmiş meğer bunu bildim. Affettim öğretmenim, ebediyen affettim sizi. Suçlu bendim ama bunun suç olduğunu bilecek, yanlış olduğunu gösterecek biri çıkmadı karşıma. Elimden tutmalıydınız, doğru davranışı göstermeliydiniz. Buna rağmen affettim sizi, lütfen siz de affedin beni. Dualarım ruhunuza ulaşır inşaallah… Sevgili, öğretmenim benim.

İşte böyle arkadaşlar. Bakın o günlerden kalma en acı bir hatıra bile sonunda tatlıya bağlandı değil mi? Barışmak güzel, yüz yüze olmasa bile güzel. Hem bizim küsmelerimiz hani mendil kuruyuncaya kadardı canım. Ne çabuk unuttuk. Hâlâ mı affetmeyelim bize A’yı, B’yi, hayatı, yaşamayı öğretenleri. Lütfen bu hatıra anlattığım kadarıyla kalsın, sizler bundan başkaca bir olumsuzluk dersi çıkarmayın olmaz mı? Ben sevdiklerimle bir müddet konuşmasam bile, onları dualarımdan silmedim hiçbir zaman. Çünkü küsmek bile, ancak birbirini sevenlerin arasında olan şeydir. Birbirini hiç tanımayan insanlar arasında ne küslük, ne dargınlık olabilir ki. Sevgili öğretmenimle aramızdaki bu anıyı, bugün bir kez daha hatırlamamızın sırrı, onunla tekrar görüşme arzusundan doğmuştur belki de. Hatıralar hatırlandıkça, güzel tarafından bakıldıkça, ne kadar da doyumsuz bir zevk veriyor insana. Dışarıdaki eylül güneşi ne kadar solgun olursa olsun, içinizdeki güneş parlayacak ve ısıtacak sizleriAbdülkadir Geylâni’nin; “Acılara sabırla karşılık verdiler, tatlı oldular” özdeyişini hatırlamanın tam da sırası. Rabbim neşenizi hiç eksik etmesin. Hayatınız en güzel hatıralarla dolu dolu geçsin inşallah.

Selim Gündüzalp

Yağmuru Kim Yağdırıyor?

Hudeybiye Yılıydı. Peygamber Aleyhisselam ve ashabı, Medine’den sefere çıkmışlardı. Gece olduğunda yağmur yağdı. Sabah hep birlikte namaz kıldılar. Peygamber Aleyhisselam namazdan sonra ashabına şöyle dedi: “Bilir misiniz Rabbiniz ne buyurdu?” Ashab: “Allah ve Resulü en iyi bilendir!” dediler. Peygamber Aleyhisselam sözlerine şöyle devam etti: “Allah şöyle buyurdu: Kullarımdan kimi bana iman etti, kimi de kâfir oldu. Her kim, Allah’ın rahmeti, Allah’ın rızkı ve Allah’ın lütfu ile üzerimize yağmur yağdı dediyse; işte o, Bana iman etmiş oldu. Her kim, de filan yıldızın tesiriyle üzerimize yağmur yağdı (veyahut, tabiat yağdırdı, bulut yağdırdı, bu iş sadece bir gök olayıdır.. vs.) dediyse işte o da yıldıza iman etmiş, Bana iman etmemiştir”

Selim Gündüzalp

Kimler Yok ki Orada

Evet, kimler yok ki orada! Gönülden sevdiğimiz anne, baba ve kardeşlerimiz. Ninnilerini dinlediğimiz nur yüzlü nineler… Sakalını okşadığımız beli bükük ihtiyarlar…

Nice büyük insanlar, veliler, peygamberler ve en önemlisi, iki cihan güneşi Efendimiz (s.a.v.) hep orada… Sevdiklerimizle dolu olan bu âleme geçmek için, bir başka doğuş olan ölüm, tek çare… Şair: Öleceğiz, müjdeler olsun, müjdeler olsun. Ölümü de öldüren Rabbe, secdeler olsun. diyerek, sevinç çığlıkları atarken, bu gerçeği görmüş olsa gerek.

Ölümü bir müjde bilmek için, sıra bize gelmeden önce eksik kalan mânevî vazifelerimizi tamamlamamız gerekmiyor mu? Bunun için, önümüzde ne kadar olduğunu bilmediğimiz yıllar, aylar, belki de sadece saatler var.

Ömür dediğimiz bu sermayeyi değerlendirmek konusunda Peygamberler Peygamberinin mübarek bir sözüne kulak verirken, ölümün son olmadığını yine Ondan (s.a.v.) dinlemiş oluyoruz: Nasıl yaşıyorsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz, öyle de dirilirsiniz.

Selim Gündüzalp