Etiket arşivi: sevgi

Başarı Karşılığı Sevgi

Son dönem gözlemlerimde dindar anne-babaların dahi çocuklarına sevgilerini başarı karşılığında sunduklarını fark ettim. Çocuklarının ahlaklı, dini vazifelerini yerine getiren, hayatta başarılı olmalarını isteyen anne-babaların bu masum isteklerinde çocuğun “okul başarısını” en önemli mihenk kabul etmeleri herhalde ahir zamandaki manevi havanın bozulmasıyla nazarların tamamen dünyevi hayatın kazanılmasına hasredilmesinden kaynaklanan bir durum. Düşünce ve uygulama olarak sadece dünyaya hizmet eden bir hayat yaşamasa da anne-babalar, etraftan etkilenme veya kendi gençliklerinde başarılı olamadıkları alanlarda çocuklarına yol gösterme, başarılı yapma meyliyle, farkında olmadan, okul başarısını çocuklarını değerlendirmede çok belirleyici bir faktör zannediyorlar.

Halbuki İslami anlayışın esasında anne-babanın asıl vazifesi “Allah’ın rahmetine ayine olmak yani çocuğuna karşılıksız sevgi sunmak”tır, böylece çocuk anne-babasında gördüğü o “karşılıksız sevgi” kavramıyla tanışır, büyüdükçe bu sevginin asıl kaynağının Rabbi olduğunu anlar ve hayatı O’na bağlılık ile pek çok endişe ve korkulardan salim olarak yaşar. Maalesef günümüzde bu  anlayış epey perdelenmiş, kaybolmaya başlamış. Kapitalizmden gelen “her şey karşılıklı” felsefesine  mağlup olunup, karşılıksız rahmetini sunan rabbimizin rahmetini gösteren ayna olmak kavramı unutulmaya başlamış. Arkadaşlık dostluk kavramları kaybolduğu gibi karşılık beklentisi anne-evlad ilişkilerine kadar girebilmiş.

Hepimiz evladlarımızın maddi ve manevi sahada başarılı olmasını arzu ederiz ve bu neticeye götürecek donanımları kazanmasını isteriz. Bu sahalarda başarılı olmanın ölçüsü çocuğun sadece okul derslerindeki başarı durumu yada arkadaşları arasında ne kadar söz sahibi olduğu gibi iki zahiri kriter olmamalıdır. Bunlar kendi alanlarında birer belirleyicidir ve bize çocuğumuzun o alanda yapabilecekleri hakkında bir fikir verebilirler ama çocuğumuzu yani bir insanı, hele imanla ruhu 18 bin aleme açılabilen bir insanı, bütünüyle değerlendirmeye yetmezler.

Öncelikle bir adım geriye gidip resme bütünüyle bakmalıyız. Yani evladlarımıza “benim çocuğum” anlayışıyla değil de, “Allah’ın benim terbiyeme emanet ettiği bu ademoğlu, bu müstakil birey” nasıl hem dünya hem ahret hayatında başarılı olacak şekilde eğitilmelidir? Bunu ona kazandıracak hangi bilgiler ve nasıl bir uygulama olmalıdır? Gibi çocuğun bu hayatın başından en nihayetine yani ölümüne kadar ve ölümünden Rabbinin huzuruna çıkarılıncaya kadar seyredeceği bu “hayat yolculuğunda” nasıl başarılı olabileceğine dair modeller bulmalıyız. ( Bu modellerin tamamı Fahr-i Kainat Efendimiz(ASM)’ın çocuk ve gençlere olan muamelelerinde derc edilmiştir. Sünnet-i Seniyye kaynağından bizim durumumuza uygun olanı seçip uygulamalıyız. )

Cenab-ı Allah Ehadiyetinin tecellisiyle her kulunu ayrı bir fıtrat, ayrı hassasiyet ve ayrı istidadlarla yaratmıştır. Bu yüzden her çocuk da farklı bir fıtrat sahibidir, farklı meyilleri vardır ve bu meyilleri besleyecek ve kabiliyet haline dönüştürecek farklı faaliyet alanlarına ihtiyaç duyar. Örneğin bir çocukta insanlara yardım etme eğilimi fazladır, o tür faaliyetlerden, arkadaşlarıyla bir arada olmaktan lezzet alır. Diğer bir çocukta okumak, araştırmak meyli fazladır, arkadaşları yerine kitapları tercih edebilir. Bu iki çocuğu kıyaslayıp “Bizimki sabahtan akşama park bahçe şişe kapağı topluyor, tekerlekli sandalye alacakmış, eve girmiyor; komşunun çocuğu da almış kitabı evden dışarı bile çıkmıyor. Bizimki yaramaz, komşununki akıllı..” gibi bir değerlendirme fıtratı bilmeme cehaletinin bir ifadesidir. Bu iki çocuk kendi ölçüleri içinde müstakil değerlendirilmelidir.

 İslami terbiye içerisinde en önemli mesele çocuğun “kişilik sahibi” olmasıdır. Yani müstakil ama vazifesi bulunduğu her topluluğa karşı sorumluluklarını bilen ve kendini ifade edebilen bir insan olmasıdır. Çocuğun kişilik sahibi olması için belli eğri ve doğrularını tesbit edebilmesi ve bunlara göre yaşadıklarını değerlendirebilmesi gerekir. Öyle ise öncelikle çocuğumuza eğri-doğruyu hakiki bulabileceği bir kaynağı takdim etmemiz lazımdır. Çocuk bu sabit kaynağı öğrendikten sonra değer yargılarını ona göre oturtarak sağlam bir karaktere sahip olacaktır. Bu kaynak da 1400 yıldır hakkaniyeti isbatlanmış, toplumların teveccüh ve itimadını giderek artırdığı Kur’an-ı Kerim ve onun hayata uygulanmış hali olan Sünnet-i Seniyyedir. Çocuk kaynak olarak Kur’an’ı, rehber olarak Peygamberini(ASM) aldıktan sonra her yeni deneyimini bu eksenlerde iç alemine yerleştirecektir.

Çocuklarımızı kişilik sahibi bireyler olarak yetiştirirken önemli bir mihenk de “yanlışların içinden doğruyu ayırdedebiliyor mu, doğruyu bulunca bunu uygulayabiliyor mu, yanlış yaptığını fark edince hatasını nasıl düzeltiyor” gibi doğruları hayatına yerleştirmeye çalışan bir yaklaşımı kazanıp kazanmadığını ölçmektir. Yani çocuk “doğruyu öğrenmeyi öğrendikten” sonra bilmedikleri için fazla endişe etmeye gerek kalmaz; çünkü ihtiyacı oldukça öğrenecektir. İnsandaki akıl, kalp, vicdan mekanizmaları ve bunları eğiten Kur’an-Sünnet yolu bireyin her durum için doğruyu bulup uygulamasına zemin hazırlar. İşte çocuğumuzun bu dış kaynakları(Kur’an-Sünnetten gelen bilgileri) iç dinamikleriyle birleştirmeyi öğrenmesi ona bir ömür kılavuzluk edecek en mühim rehberdir.

Anne-babanın çocuğun eğitiminde yapacağı en mühim katkı çocuğun kendi fıtratına uygun bir kişiliği bulmasına yardım etmektir. Çocuğumuz sünnet-i seniyyeye göre uymamız gereken umumi ve şahsi hakları çiğnemiyorsa, yani kendi had ve sınırlarını ihlal etmiyor, başkalarına zarar vermiyorsa, diğer farklılıklar için çocuğa değişimi telkin etmemelidir. Aklına kapı açmalı, “şöyle yapsan daha iyi olabilir”  demeli ama iradesini elinden almamalıdır. Yukarıdaki örnekte kapak toplayan çocuk okul derslerini 3 ile geçiyorsa, “kapak toplama da otur çalış sınıfı 4 ile geç” gibi bir yaklaşım çocuğun üstünde baskı oluşturur, çocuk kendi başına verdiği kararlardan şüphe etmeye başlar, kişiliği örselenir, kendine güveni azalır. Çocuğa derslerini daha iyi öğrenmek istiyorsa, daha çok vaktini çalışmaya ayırması gerektiği anlatılmalı ama  buna kendisi karar vermesine çalışılmalıdır. Karar çocuğa mal olursa eğitici olur yoksa dökme su ile değirmen dönmeyeceğini bilmeliyiz. Anne-baba sevgisini notlara göre ayar ediyorsa yani 5 alınca sevgi ve iftihar dolu bir sesle “aferin benim aslan evladıma”; 2 alınca sevgisiz, ilgisiz bir tepki veriyor, çocuğu dışlıyorsa bu çocuğa: “Seni notun ve başarın kadar seviyorum!” mesajı vermek demektir. Bu mesajı alan çocuk da bir ömür anne babasını notla, ilerde kariyerle mutlu etmeye çalışır durur. Peki mutlu olabilir mi?  Elbette hayır.. Anne-babası kendisine gerekli değer yargıları ve eğri-doğruları öğretmediği için bir ömür kişilik problemi yaşar, her durumda eğri-doğrusu değişir, iş ve kariyerin dışında ne yapacağını bilmeyen, sürekli kendini birilerine isbatlamaya çalışan, başarılı olmazsa sevilmeyeceğine inanan, okul başarısının hayatın gayesi olduğunu sanan ve hayata karşı bir sürü sui zanlarla dolu bir birey olur, neticede MUTSUZ olur. 15-20 yıllık okul hayatında çok başarılı olmuş ama hayatın okuldan ibaret olduğu zannıyla yetiştirildiği için kişiliği, sosyal yapısı gelişmemiş ve ömrünün kalan 30-40 senesinde hayatın dışında kalmış  arkadaşlarımız mevcuddur. Bu arkadaşlarımız okulda başarılı ama hayatta başarısız birer insan olur! Elbette bu neticeyi hiçbir anne-baba istemez.

Öyleyse evladlarımıza yapacağımız yönlendirme ve ikazlar hangi eksende olmalı?

Bu çok önemli sorunun cevabını uzman pedagoglara bırakmakla beraber elzem birkaç noktaya değinelim.

Çocuk doğru ve yanlışı algılayabilecek yaşa geldiğinde(her yaşta bu seviye farklıdır, her yaşa göre çocuk sorumluluklarının artmasıyla bu doğru ve yanlışlara muhatap edilmelidir), çocuğun karar vermesine izin vermelidir, bu esnada çocuk yanlışlar yapacaktır, ama yanlış yapmasına bir kez izin verirsek ona kararlarını uygulama becerisi kazandırır hem de kendi kararını kendisi değerlendirmesine fırsat vermiş oluruz. Hiç hata yapmadan doğruyu bulması ise mümkün değildir. Çocuğa kendi karar ve davranışlarını değerlendirme anlayışını yerleştirmeliyiz, yani kendi kendini eleştirebilen, sorgulayabilen bir insan olmalı. İçimizdeki vicdan mekanizması zaten sürekli bizi mihenge vurur, bazen ikaz eder, bazen ferahlığıyla doğru yaptığımızı söyler. İşte vicdanın bu sesini açığa çıkarmak, yani kendini eleştirmek bizi hayatta dengeli tutan önemli bir ikaz mekanizmasıdır.

Çocuğumuz hata yaptığında ise kızmak yerine beraber kararını değerlendirmek ve bu kararı almasına sebep olan his ve fikrini konuşarak kendi kendisini düzeltmesine zemin hazırlamak en kalıcı eğitim metodudur. Örneğin çocuğumuz ödevini akşam hazırlamadı ve sabah erken kalkarım düşüncesiyle sabaha bıraktı. Ve neticede sabahleyin ödevini yetiştiremeden okula gitti. Bu çocuğa “Ben sana demiştim, şimdi öğretmenine rezil olacaksın, notun da düşecek, tembel çocuk” gibi negatif telkinler yerine hiçbir şey söylemeden ve kararının neticesini kendisi görmesini bekleyerek okula yollamak, okuldan gelince de “Okul nasıl geçti” gibi ilgilenip çocuğun kendisi anlatmasına fırsat vermek gerekir. Çocuklar kendilerine sıkıntı veren şeyi paylaşmak isterler, çocuk fıtri bir şekilde gelip “Anne/baba şöyle oldu, öğretmen kızdı” der ve üzüldüğünü ifade ederse , “Evet evladım, hakkaten üzücü bir şey yaşamışsın, galiba sabahları okul ödevi yetişmiyor, değil mi?” gibi çocuğun problemin kaynağını bulmasına yardımcı olabiliriz. Muhtemelen çocuktan da “Evet anne” gibi bir cevap gelecektir, “Bir daha sabaha bırakmayalım o zaman” gibi bir kararı beraber almış oluruz. Bu senaryoda çocuk hem karar verme yeteniğini korumuş hem de kendini değerlendirme ve sonuçlarıyla yüzleşme fırsatı bulmuş oldu, hem de anne-babasına güveni, yakınlığı sarsılmadı. Ama çocuk ödevini aksatmasın diye baskılama olsaydı, negatif telkinlerle çocuk uzaklaşacak, bu kazanımlar olmayacaktı.

Bunlar gibi binlerce örnek verilebilir. Mühim olan okul başarısı veya kariyer gibi zahiri mihenklerin çocuğumuzu değerlendirme tek kriter olmadığını bilerek, onlardan çok daha fazla insanı mutlu eden erdem, şahsiyet, fazilet gibi kavramlarla çocuğumuzu tanıştırarak iç alemi dengeli bir birey olmasını sağlamaktır. Çocuğumuza iki alemdeki mutluluğu, ancak oturmuş bir kişilik sahibi olması ve hakiki doğrulara göre yaptığı tercihleri kazandırır. Gayemiz yapıcı, onarıcı metodlarla evladlarımızı hayat yolculuğuna hazırlamaktır.

Rabbimizin emanetlerini en güzel şekilde muhafaza etmek duasıyla..

Nabi

Nurnet.org

Öğrencinin Öğretmeni Olabilmek

Öğrencinin öğretmeni kimdir? sorusuna, öğrencinin duygu ve düşüncelerine değer veren ve onu kendisine gönül bağı ile bağlayan öğretmen cevabını verebiliriz. Mesleğinizde  başarılı olabilmek için, kendinizi sevdirmeniz şarttır. Çünkü sizi seven öğrenciniz, dersinizi de sever; bu sevgiyle daha çok çalışır ve tabii ki başarılı olur.

Üstelik sizi seven öğrenciniz, ahlakınızı da sever; size benzemek ister, davranışlarınızı örnek alır. Sizi seven, fikrinizi, zikrinizi sever ve tabii ki sevdiğini benimser ve ona benzemek ister. Böylece öğretmen, örnek olur.

Kendinizi sevdirmek için Kimlik ve kişiliğinizi sevilecek bir hale getirmek için yapılacak tek bir şey vardır ‘’Öğrencinin Öğretmeni Olabilmek.’’

Öğretmenin en önemli kazancı da öğrencilerinin kalpleridir. O minik, o saf ve o masum kalplerde olmak kadar tatlı bir manevi kazanç yoktur.

Öğretmen, dersinde ne kadar otorite olmuş olursa olsun öğrenci ile gönül bağı kuramazsa başarılı olamaz. Öğrenci öğretmeni ile gönül bağı kuramazsa dersini de sevmez. Hepimiz öğrencilik yaşadık. Bize değer veren sevdiğimiz öğretmenlerin dersini sabırsızlıkla beklerdik. Gönül dünyamızda olumsuz etki bırakmış öğretmenlerin dersleri bize eziyet verirdi. Dersin çabuk bitmesini isterdik.

Öğretmenler sadece bilgi hamalı olmamalıdır. Yaş, baş ve cinsiyetlerine göre, biraz anne, baba, ağabey, abla; biraz arkadaş, dost ve rehber olmayı da bilmelidirler. Öğretmen yerine gelince çocuğun derdiyle dertlenmeli, yeri geldiğinde sevincini paylaşmalı. Doktorun hastalığı teşhis etmesi gibi öğrencinin de ihtiyacını  teşhis edebilmeli ve ona göre çözüm üretebilmelidir.

Osmanlı döneminde hocalar ruhlara ahlak ve fazilet damgasını silinmeyecek şekilde vururlardı. İşte bu sebeple o zamanlarda, insanlara, “Hangi okuldan mezunsun?” diye sorulmaz; “Hangi hocadan okudun?” diye sorulurdu.

Ve öğrencilerin okuduğu hoca, hâllerinden, tavırlarından dolayı, tahmin edilebilirdi?

“Bu öğrencinin hali tavrı, filan hocadan okuduğunu gösteriyor” derlerdi.Tarihimizde çok güzel örnek olabilecek büyük öğretmenler yetişmiştir. Osmanlılar zamanında yetişmiş büyük öğretmenlerden. Fatih Sultan Mehmet’i yetiştiren Akşemsettin, Kanuni’nin Hocası Ebu suud  Efendi gibi hocaları örnek verebiliriz. Bu hocalar  tarihe adını altın harflerle yazmış talebeler yetiştirmişlerdir.

Öğretmenlerin çocuklara sevgiyle yaklaşmalarının basit bir olay olmadığını  anlatan ABD de yaşanmış bir olayı aktarmak istiyorum:

Amerika’da bir profesör, sosyoloji sınıfındaki öğrencilerini şehrin kenar mahallelerine göndererek o bölgede yaşayan 200 çocuğun durumlarını araştırmalarını ve her bir çocuğun geleceği hakkında bir değerlendirme yapmalarını istedi.

Araştırmasını tamamlayan öğrencilerin hemen hepsi hazırladıkları raporlarında bu çocukların gelecekte hiçbir şanslarının olmadığını belirttiler.

Bundan tam yirmi beş yıl sonra bir başka sosyoloji profesörü tesadüfen bu çalışmayı buldu ve öğrencilerinden bu projeyi sürdürmelerini ve aynı çocuklara ne olduğunu araştırmalarını istedi.

Öğrenciler, o bölgeden taşınan ya da ölen 20 çocuk dışındaki 180 çocuktan 176’sının olağanüstü bir başarı gösterip, avukat, doktor ya da işadamı olduklarını ortaya çıkardılar.

Profesör çok etkilenmişti ve bu konuyu izlemeye karar verdi. Birer yetişkin olan o çocukların hepsi o bölgede yaşadıkları için, her biriyle buluşma şansı oldu.

– O koşullarda nasıl bu kadar başarılı oldunuz? sorusuna verilen cevap hep aynıydı:

– Mahalle okulunda bir öğretmenimiz vardı. Onun sayesinde.

Profesör, bu öğretmeni çok merak etmişti. Hayatta olduğunu öğrendiği yaşlı öğretmenin izini bulması zor olmadı. Kendisini ziyaret etmek için evine kadar gitti. Karşısında yılların yüzüne eklediği kırışıklıklara rağmen hâlâ dinç duran yaşlı bir kadın buldu. Merakla yaşlı kadına bu çocukları kenar mahallelerden kurtarıp, başarılı birer yetişkin olmalarını sağlamak için kullandığı sihirli formülün ne olduğunu sordu.

Yaşlı öğretmenin gözleri parladı ve dudaklarının kenarında bir gülümseme belirdi:

– Çok basit, dedi. Ben o çocukları çok sevdim.

Evet Amerika’da ki Öğretmen fazla bir şey yapmamıştır. Sadece Öğrencileri sevmiş ve onlara değer vermiştir. Böylece Öğrencilerin Öğretmeni olmuş bunun sonucunda Öğrencileri bu sevgiyi karşılıksız bırakmamış ve hepsi okuyarak topluma yararlı birer birey haline gelmişler. Bizler de Amerikalı  Öğretmeni örnek alıp zorlukları sevgi harcı ve fedakarlık tuğlası ile aşmalı ve yeni nesilleri yetiştirmeliyiz.

Hamit Derman

www.NurNet.org

Bu Ayeti Kimse Duymasın, Demeyelim!

Nisâ suresi 34. âyet-i kerîmeye önceki hafta başlamıştık bu hafta ayetin son bölümüne geldik.

Bir hanım, ilahiyatçı arkadaşı ile bu âyet-i kerîme üzerine konuşmak istemiş. İlahiyatçı hanım onu susturmuş. “Sus, bu âyeti hiç bir yerde söyleme, kimse duymasın! Olur ki söylediğin kişilerin içinde kalbi İslam’a ısınacak birisi olurda onu dinden soğutursun.”

İlahiyatçı hanımın kalbi Allah (c.c) sözlerini ne kadar reddediyor ki bu âyet-i kerimeyi duyan birinin islam’ı kabul edeceğine inanamıyor. İslam”ı bütünüyle kabul etmedikçe ve teslim olmadıkça müslüman olmayız. Tamam, sakladık bu âyet-i kerîmeyi, kimselere duyurmadık, utandık Rabbimizin sözlerinden, hidayet bizim elimizde midir?

Velev ki bir kişi Nisâ sûresi 34. âyet-i kerimeyi, kısas ayetlerini, islamın miras hukukunu, kurban kesmeyi, kısacası modern dünyaya uymuyormuş gibi duran âyet-i kerîmeleri duymadı, bunları duymadan müslüman oldu ve sonra bu âyetleri duydu o zaman ne olacak? Dinden mi çıkacak? Hâşâ bu âyetler dinimizin kusurlu bölümleri de biz mi eksiklerini tamamlayacağız!!!

Böyle bir davranış Yahudi temayülünden başka bir şey midir? Bazı Yahudiler de Allah’ı gereği gibi tanımadılar.

En’âm sûresi 91. âyet-i kerîmede “(Yahudiler de) Allah hiçbir insana bir şey indirmedi.” demekle, Allah’ın kadrini gereği gibi takdir etmemiş oldular.

(Rasûlüm! Onlara) “Öyleyse Mûsâ’nın, insanlara nur ve doğru yol gösterici olarak getirdiği kitabı kim indirdi? Halbuki siz onu bir takım kağıtlara (yazıp) koyuyor, onun (işinize gelen kısmını) açığa çıkarıyor, bir çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın da bilmediği şeyler (Kur’an’ da size öğretilmiştir. (İşte o kitabı indirin de) Allah’tır de, sonra bırak onları, saplandıkları batakta oynayadursunlar.”

Gelelim aşağılık kompleksine sahip olanları utandıran ya da nefislerine ağır geldiği için ret noktasına gelenleri zorlayan Nisâ Sûresi 34. âyet-i kerîmenin son bölümüne:

Geçimsiz, kafa tutan, aldatmalarından endişelendiğiniz kadınlara gelince, onlara nasihat edin, sonra kendilerini yataklarında yalnız bırakın, daha sonra disiplin için hafifçe vurun. Eğer size itaat ederlerse artık aleyhlerinde başka bir yol aramayın. Çünkü Allah Yücedir, büyüktür.”

Bu âyet-i kerîmenin nüzul sebebi de önemli.

“Müslümanlar arasında kısas yapılmasıyla ilgili âyet-i kerîme indiği sıralarda, bir erkek karısına vuruyor. Kadın da Peygamber (s.a.v.)’e gidip:

Kocam bana vurdu, kısas istiyorum” diyor. Peygamber (s.a.v.) de:

Doğru, kısas gerekir” buyuruyor. Kadının da kocasına vurabileceğini söylüyor. Bunun üzerine Allahu Tealâ Nisâ sûresi 34. âyet-i kerîmeyi indiriyor. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:

Biz bir iş murat ettik, Allahu Tealâ ise başka bir iş murat etti. Ey kişi, hanımının elini tut.”

Allahu Tealâ kadının kocasına vurmasını kabul etmiyor, kadınların kocalarına karşı saygılı olmalarını emrediyor. Sonunu anlamak için bu âyet-i kerîmeyi başından itibaren kısaca hatırlayalım.

Rabbimiz birinci adımda: “Erkekler kadınlar üzerine ‘kavvamdır’ yöneticidir, koruyucudur.” buyurarak, aileye genel bir çerçeve çizerek başlıyor, âyet-i kerîmeye, kadın ve erkeğe birlikte sesleniyor.

İkinci adımda, kadınlara hitap ediliyor. “Sâliha kadınlar, iyi kadınlar, gönülden seve seve kocalarına itaat ederler, onlara saygısızlık etmezler” buyruluyor.” Kadın kocasına itaat ederek iki iyiliği birden elde eder. Birincisi kocaya itaati Allah(c.c) emrettiği için aslında Allah(c.c)a itaat etmiş olur ve öncelikle Rabbinin yanında sâliha kadın sıfatı kazanır. İkincisi, kocası ile de güzel bir iletişim için en önemli adımları atmış olur.

Üçüncü adımda, erkeklere hitap, kadınlara da ihtar var. Erkek evin yöneticisi olduğuna göre bu sorumluluğu götürebilmesi için yaptırım yetkisi olması lâzım. Sorumluluğu olup yetkisi olmayan yönetici olamaz. Kadın erkeğe saygı duymuyor, inat ve ısrarla dediğini diyor ve ailenin huzurunu bozacak şekilde davranıyorsa Rabbimiz insan fıtratına en uygun olan eğitim metotlarını sayıyor.

“Geçimsiz, kafa tutan, aldatmalarından endişelendiğiniz kadınlara gelince onlara nasihat edin, sonra kendilerini yataklarında yalnız bırakın, daha sonra disiplin için hafifçe vurun. Eğer size itaat ederlerse artık aleyhlerinde başka bir yol aramayın. Çünkü Allah Yücedir, büyüktür.”

Öfke ve kızgınlıkta insanın ilk tepkisi genellikle saldırıdır. Kadınlar dilleri ile saldırır, erkekler elleri ile. Âyet-i kerîmenin bundan önceki bölümünde şiddet konusunda ilk uyarı kadınlara gelmişti: “Kocalarınıza gönülden itaat edin.” emriyle kadına dilini ve davranışlarını kontrol etmesi ve psikolojik şiddete başvurarak kocasına eziyet etmemesi emrediliyor.

Âyeti kerîmenin devamında ise erkeğe, öfke karşısında ilk tepkiyi kontrol etmesi tavsiye ediliyor. Kadına vurmak emredilmiyor hatta tam aksi kadına vurmak zorlaştırılıyor. Aynen, kadınların miras hakkı yokken erkeğin yarısı kadar miras hakkına sahip olmaları sağlandığı gibi… Yaratıcımıza hüsnüzan etmemiz gerekiyor.

Bu âyet-i kerîmede bir sıralama var. Rabbimiz erkeğe:

“Sakin ol ve önce güzelce söyle, nasihat et.” buyuruyor. Kadın iyilikten anlıyorsa zaten bu aşamada sorun çözülür.

İyiliğin ve nasihatin faydası olmadı, sorun devam ediyor:

“O zaman, yatakları ayır, ilişkiyi kes.” tavsiyesi var.

Kocasını seven, onun ilgi ve sevgisini kaybetmek istemeyen kadın bu aşamada kendine çeki düzen verir, vermelidir.

Yine olmadı o zaman “vurabilirsiniz” izni var, işe yarayacaksa, bu bir emir değil. Hadisi şeriflerden de yüze vurmadan, yaralamadan, iz bırakmadan vurabileceğini peygamberimizden öğreniyoruz. Âyet-i kerîmenin devamında da “İtaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın.” buyruluyor. Kadınları incitecek şeyler yapılmaması emrediliyor.

Âyet-i kerîmede “Vurabilirsiniz” derken “Vadribûhunne” kelimesi geçiyor. Kelimenin en yaygın kullanış şekli “vurmak” Bunu kabul etmek istemeyenler burada “darabe” kelimesi “misal anlamına gelir, evleri ayırmak anlamına gelir” gibi farklı yorumlarda bulunuyorlar. Fakat hadîsi şeriflere ve âyetin yukarıda geçen iniş sebebine baktığımız zaman burada “vadribûhunne” kelimesinin “vurmak” anlamına geldiği gayet açık bir şekilde belli.

Bütün güvenilir kaynaklarda da bu âyet “vurabilirsiniz” diye tefsir edilmiş. Çünkü Âyet-i kerîmeleri destekleyen hadîs-i şerifler var. “Ben Allah’ın Elçisinin sözünü tanımam” demiyorsak,”Peygambere itaatin Allah’a itaat olduğu” âyetini kabul ediyorsak, peygamberimizin şerefli sözleri ile tamamlandığında âyet-i kerimeden çıkan anlam bu.

İtiraz edenler “Peygamberimiz eşlerinden hiç birine tek fiske bile vurmamış” diyorlar. Peygamberimizin eşlerinin de huysuzlukları olmuş; fakat ya uyarı aşamasında ya da yatakları ayırma aşamasında kendilerine çeki düzen vermişler. Bunları ayetlerde görüyoruz.

Son olarak, eşlerinin topluca başkaldırması hadisesinde ise ayetlerde boşama uyarısı olduğunu biliyoruz.

Erkekler, işe yaramayacaksa hafifçe vurma adımını kullanmayıp, geçimsiz kadını boşama hakkını kullanabilirler. Fakat kaç kadın, kendi hatalı olduğu halde, ikisi arasında tercih yapma durumunda olsa boşanmayı tercih eder. Böyle bir tercih durumunda çoğu kadın “Kocamdır döver de severde” diyecektir.

Kulu en iyi bilen Yaradan’dır. Her insanda şiddete meyil az ya da çok vardır. İnsanda koruma ve korunma güdülerinin içinde vardır şiddet. Yoksa tehlike karşısında kimse kendini koruyamazdı. Şiddet deyince akla önce fiziksel şiddet geliyor. Oysa psikolojik şiddet, fiziksel şiddetten daha çok yaralayıcıdır. Kelimelerle saldırmak, surat asmak, aşağılamak,vb.

Erkekler daha çok beden gücü ile fiziksel şiddet kullanırlar, kadınlar ise gücü yettiklerine elleriyle, gücü yetmediklerine psikolojik şiddet uygularlar.

Annesinden dayak yemeden büyüyen çocuk neredeyse yok gibidir; ama baba dayağı yemeden büyüyen çocuk çoktur. Anneleri tarafından pek çok çocuk dayak yiyor ama “Kadınlar şiddet uyguluyor, kadınlar saldırgan, kadınlara ceza verelim, dur diyelim.” diye kimse ayaklanmıyor. Burada bariz bir “iki yüzlülük” var.

Ayrıca erkek şiddetinde kadın kışkırtıcılığını unutmamak lazım. Bir erkek alkolik değilse, uyuşturucu kullanmıyorsa, ciddi bir ruh hastalığı yoksa, çok tahrik edilmedikçe vurmaz. Kadın cinayetlerinde ya erkek alkollüdür ya da aşırı tahrik ve hakarete uğramıştır, ya da çocukları kendine düşman edilmiştir.

Ülkemizde en son işlenen kadın cinayetlerinin birinde kadın bir yıla yakın bir süre çocuğu babasına kaçırmış. Elbette bu cinayet sebebi olamaz; fakat erkeğin bozulan ruh halini ve psikolojik durumunu göz önüne alırsak, “Erkekler kötü, saldırgan, kadınları öldürüyorlar.” tarzındaki yüzeysel yorumlar yerine, olaylar ile ilgili daha doğru değerlendirmeler yapabiliriz.

Bir seminer sonrası yanıma gelen bir hanım titreyerek ve dolu dolu gözleri ile bana “Kocam geçen hafta beni dövdü, ilk defa bana el kaldırdı, unutamıyorum onu affedemiyorum, ne yapmalıyım.” dedi. Bende “Eşiniz neye kızdı?” diye sordum. “Bir konu da tartışıyorduk elimdeki tepsiyi kafasına fırlattım.” diye cevap verdi. “Sen kocanın kafasına tepsi fırlatırsan o da seni döver, yapacak bir şey yok.”

Aslında Kur’an-i metoda göre, önce uyarması, sonra yatakları ayırması, kadın hâlâ isyankar davranışlara devam ediyorsa o zaman vurması lâzımdı.

Dil ile saldırı da çok kışkırtıcıdır. Mesela, kadın sinirlendiği zaman erkeğin ailesine saldırıyor. Annesinden başlıyor, kardeşlerinden devam ediyor. Ayrıca kocasına “öküz, ayı, şerefsiz, namussuz, hayvan kadar terbiye görmemişsin, sen ne biçim erkeksin” gibi ağır hakaret içeren kelimeleri söylediklerini de ben bizzat hanımlardan duydum.

Yapılan araştırmalarda kadınların yüzde kırkı “Erkeklerin dayak atmada haklı sebepleri olduğunu düşünüyor.” Herkes yaptığını kendi daha iyi bilir. Böyle bir durumda da kadın “Kocamdır, döverde severde, kimse karışamaz.” derse kimse karışmamalı, karı kocayı ayırmak için kışkırtmamalı. Ortada yaralamaya yönelik ağır bir durum yoksa.

Ayrıca şiddetten hoşlanan mazoşist kadınlarda var.

Özetle âyet-i kerîme ve hadis-i şeriflere bütün halinde bakarsak, dinimiz, ailenin huzurunu bozan geçimsiz kadınlara, işe yarayacaksa son çare olarak vurulmasına izin vermiş; fakat erkeklere sabırlı olmaları ve iyilik adımları ile sorunlara çözüm bulmaları tavsiye edilmiş. Kadınlar erkeklere Allah’ın emanetidir. Haksız olarak kadınlara eziyet ederlese, emanete hıyanet etmiş olurlar.

Psikoterapist Jed Diamond “Hırçın Erkek Sendromu” kitabında kırk yılı aşan meslek hayatından edindiği bilgileri ve şiddet ile ilgili dünyada yapılmış araştırmaları aktarmış. Kitaptan ilgili bölümlerinden yaptığım alıntılarla yazıyı bitirmek istiyorum.

“Şiddeti, Dünya Sağlık Örgütü: ‘Kişinin kendisine, bir başkasına, bir gruba ya da bir topluluğa karşı, yaralama, ölüm, psikolojik tahribat, kötü gelişim ya da yoksunluk hissi ile sonuçlanan veya sonuçlanma olasılığı yüksek, gerçek veya tehditsel bir bilinçli fiziksel kuvvet ya da güç kullanımıdır.’diye tanımlıyor.”

“Aile içi şiddet evrenseldir. Dünya Sağlık Örgütü’nün hazırladığı ‘Dünya şiddet ve sağlık raporu’na göre eşe karşı şiddet, istisnasız tüm ülkelerde, tüm kültürlerde ve toplumun her seviyesinde süregelmektedir.”

“Aile içi şiddet kullananlar sıra dışı kimseler değildir. Birçok yönden bizim gibi insanlardır. “

Tüm dünyada erkek şiddetini tetikleyen onur kırıcı olaylar hayret verici derecede aynıdır. Dünya Şiddet ve Sağlık Raporuna göre bu olaylar, kadının erkeğe itaat etmemesi ve sürekli münakaşa çıkarması, erkeği para ve kadınlar konusunda sorgulaması; erkeğin ise kadının yemekleri zamanında hazırlamadığını, çocuklar ve evle yeterince ilgilenmediğini düşünmesi ve kadının cinsel ilişkiyi reddetmesidir.”

“Aile içi tartışmaların %30 ila %80 arasındaki kısmı taraflardan biri veya ikisinin içkili oldukları zamanlarda gerçekleşmektedir.”

“Kadınları kurban, erkekleri ise saldırgan ilan eden günümüz “feminist” yaklaşımı yanlış yönlendirici olabilir ve gerçekte sorunları daha kötü hale getirebilir. Kadınların “iyi”, erkeklerin ise “kötü” olduğu yolundaki sosyal algılamamız, genellikle gerçekleri görmemizi engeller.”

“Şiddet genellikle pasif-agresiftir. Başkaları bizi yaralar, acımızı içimize atarız, sonra öfke olarak yüzeye çıkar ve hiddet şeklinde patlar. “

Son söz: Rabbimizin ayetlerinden utanmayalım. Yaradan’ımızın verdiği akılla Yaradan’dan daha iyi olduğumuzu düşünüyorsak eğer, bu düşünceden dolayı kendimizden ve müslümanlığımızdan utanalım.

Sema Maraşlı – Haber 7

Muhabbetten Muhammed Oldu Hâsıl

Muhabbetten Muhammed Oldu Hâsıl. Muhammedsiz Muhabbetten Ne Hâsıl

Rahman ve Rahim olan Hâkim-i Zülcelâl; Af ve bağışlama ile ilgili Âyet-i Kerime’de insanlara şöyle emir buyurmaktadır:

”Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Teğabün Sûresi: 64.14.)

Resülullah (a.sm.)’ma :En efdal insan kimdir?” diye sorulmuştu. “Kalbi mahmüm (pak), dili doğru sözlü olan herkes” buyurdular.

Ashap: “Doğru sözlülüğün ne demek olduğunu biliyoruz. Mahmüm’ül kalb ne demektir?” diye sordu. ” (Mahmüm’ül kalb), Allah’tan korkan tertemiz kalptir, içinde günah yoktur, zulüm yoktur, kin yoktur, hased yoktur” buyurdular. (Kütüb-i Sitte, 7256

Suçludan öç almak adalet, onu bağışlamaksa fazilettir. (Molla Cami)

Yirmi ikinci mektup, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Dördüncü vecih, üçüncü düstur’da uhuvvetle ilgili Müceddid-i din ve o şerefe Cenab-ı Hakkın nail ettiği Üstad Bediüzzaman şöyle açıklıyor:

Üçüncü Düstur: Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, her şeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır.

Düşmanlık etmek istersen kalbinde ki kötü hasletlerine düşmanlık et, onlardan uzak kalmaya çalış. İnsana en fazla zarar veren nefs-i emaresidir. İşte insan evvela içindeki nefsini terbiye etmekle meşgul olması gerekir. Kendi nefsinin hatırı için mü’min kardeşine adavet edemez. İmtihan olarak verilen nefsin en kötüsü olan nefs-i emare ve seni kötü düşündüren duygularınla oynayıp hak yolundan saptıran, kendini hep haklı gösteren, nefsinin terbiyesi için uğraşmak en doğrusudur.

Bizim en büyük düşmanımız nefsimizdir. Seni Allah yolundan ayıran ve dünya sefahatine yönlendiren enaniyetini kabartıp kötü yola sürükleyen nefsin için bir mü’min kardeşine düşmanlık beslemek insafsızlıktır. Eğer düşmanlık etmek gerekirse kâfirler zındıklar çoktur. Onlara adavet et, Bir mü’min, başka bir mü’min kardeşiyle uğraşmaz. Muhabbete muhabbet, Adavete de adavet etmek lazımdır.

Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur.

“İyi ve izzetli birine iyilik edersen, onu elde edersin. Kötü birine iyilik edersen, o daha da azar.” (Mütenebbi’ye aittir.)

hükmünce, mü’minin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, İmân cihetinde kerîmdir. Evet, fena bir adama “İyisin, iyisin” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen fenalaşması çok vuku bulur. Öyleyse, gibi desâtir-i kudsiye-i Kur’âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır.

”Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan Suresi: 25.72.)

Türkçe mevlid-i şerifin yazarı Süleyman Çelebi, Resulullah (asm) efendimize olan muhabbetini şöyle belirtilmektedir.

“Muhabbetten Muhammed Oldu Hâsıl. Muhammedsiz Muhabbetten Ne Hâsıl?”

Muhabbet hissi muhabbet doğurur. İslam dünyasında zayıflığın en önemli sebebi husumet ve düşmanlıktır. Düşmanlığın ve nefretin kaynağı, insanın kendini beğenmesidir. Farkında olmadan başkalarına da zarar verebilir. Düşmanı mağlup etmek istersen, kötülüklerine karşı iyilikle mukabele etsen sana dost olur. Eğer kötülükle mukabele edersen o zaman kin ve husumet araya girer, adavet devam eder. Gerek birey, gerek toplumsal olarak insanların saadet ve selameti ancak karşılıklı muhabbet ve sevgi ile olur.

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Bir Dünya İstiyorum

Çocukları cıvıl cıvıl oynayan
Mutfağında yemekleri kaynayan
Muhabbete ve sevgiye doymayan
İnsan dolu bir dünya istiyorum

İnsanları birbiri ile kardeş
Her biri diğerine dost ve de eş
Çevresini aydınlatan bir güneş
Işık saçan bir dünya istiyorum

Dedikodu ve fitnesi olmayan
Doğru dürüst sağa-sola sapmayan
Yalan ve iftiraya inanmayan
Halisane bir dünya istiyorum

Burada ne terör var ne cinayet
Ne katil var ne hain ne hıyanet
Bütün insanlar birbirine hasret
Merhametli bir dünya istiyorum

Hürmetin ve saygının çok olduğu
Dik başlı insanların yok olduğu
Nemelazımcı fikrinin solduğu
Sevgi dolu bir dünya istiyorum

Bu dünyaya uğramamış husumet
Ne adam kayırma vardır ne rüşvet
Ne kin vardır bu dünyada ne haset
Doğru dürüst bir dünya istiyorum

Açlık denilen nesne burada yok
Buradaki insanların karnı tok
Muhabbet ve sevgi desen hepsi çok
Neşesi bol bir dünya istiyorum

Münafıklık desen burada olmaz
İnsan yüzlü şeytanlar hiç bulunmaz
Cehalet desen bu dünyada pek az
İlmi seven bir dünya istiyorum

Savaş diye bir şeyin olmadığı
Burada barınmaz din düşmanlığı
Zalim kimselerin bulunmadığı
Barış dolu bir dünya istiyorum

Allah’ın emrine itaat eden
Resulüne salât ve selam eden
Tanyeri’nin günahını eriten
Dua dolu bir dünya istiyorum

Ahmet Tanyeri – Diyarbakır

www.NurNet.org