Etiket arşivi: sevgi

“Dünya”yı sevelim ama nasıl?

Cenâb-ı Hak dünyayı ve dünyadaki her şeyi güzel yarattığını, fakat bunların geçici olduğunu, aldanılmaması gerektiğini, asıl dönülecek ve varılacak yerin Allah’ın huzuru olduğunu bildiriyor.

Nefsanî arzulara, kadınlara, oğullara, hesapsız şekilde biriktirilip istif edilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, davarlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katıdır.” 1

Bediüzzaman Saîd Nursî Hazretlerine göre dünyanın üç yüzü vardır:

1- Dünyanın birinci yüzü, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine bakar. Allah’ın isimlerinin nakışlarını gösterir. Mânâ-yı harfiyle, yani ayna gibi başkasını gösteren vücudu ile Allah’ın isimlerinin aynası hükmündedir. Dünyanın bu yüzü Allah’ın hadsiz isimlerinin hadsiz mektupları mahiyetindedir; bu yüz gayet güzeldir. Nefrete değil; aşk derecesinde sevilmeye lâyıktır. Çünkü dünyanın bu yüzü sevildikçe, neticede Allah’ın isimleri sevilmiş olur, Allah sevilmiş olur.

2- Dünyanın ikinci yüzü âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır. Cennetin fidanlığıdır. Rahmetin çiçekliğidir. Dünyanın bu yüzü de, birinci yüzü gibi güzeldir. Çünkü bu yüzde ekilen her şey Allah’ın izniyle âhirette ebediyen meyve verecektir. Şu halde bu yüz de tahkire değil; muhabbete lâyıktır.

3- Dünyanın üçüncü yüzü, insanın heveslerine bakan, gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın oyuncağı hükmünde bulunan yüzüdür. Dünyanın bu yüzü gayet çirkindir, gayet tehlikelidir. Çünkü fanidir. Çünkü yok olucudur. Çünkü elemlidir. Çünkü keder vericidir. Çünkü aldatıcıdır. İşte âyetlerin ve hadislerin dikkat çektiği ve sevgisine aldanmamak için uyardığı yüz, bu yüzdür. Sevilmemesi gereken, nefret edilmesi gereken, kendisinden Allah’a sığınılması gereken yüz, bu yüzdür.

Üstad Said Nursî Hazretlerine göre dünyayı tahkir edenler dört sınıftır:

1- Ehl-i marifettir. Yani Allah’ı bilenlerdir. Bu sınıf, Cenâb-ı Hakk’ı derinden bilmeye, O’nu tanımaya, sevmeye, rızasını kazanmaya ve O’na ibadet etmeye set çektiği ve mâni olduğu için dünyayı sevmez.

2- Ehl-i âhirettir. Yani kendisini ahirete vermiş olanlar. Âhiret nimetlerine düşkün, gece gündüz âhiret için hazırlanan, ebedî hayat için çalışan bu kimseler dünyanın geçim derdi, çoluk çocuk derdi, aşı ve işi gibi bir takım zorunlu çalışmalarından rahatsız olurlar. Âhireti bilen ve âhirete hazırlanan, fakat dünyanın zarurî işlerinden dolayı âhiret amelinden geri kalan bu kimseler, Cennetin güzelliklerine nispeten dünyayı çirkin görürler. Nitekim dünyanın bütün güzellikleri, Cennetin güzelliklerine oranla hiç hükmündedir. Cennetin bir sinek kanadı kadar nuru, dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir.

3- Dünyayı sevmeyen üçüncü sınıf insan grubu ehl-i dünyadır. Bir kısım ehl-i dünya dünyayı sevmez; çünkü eline geçiremez. Kovalar durur. Dünya bir türlü eline geçmez. Bu sevmemek makbul değildir, çünkü bu dünyanın nefretinden değil; dünyanın sevgisinden ileri geliyor. Çünkü dünya eline geçse sevecek, fakat geçmiyor.

4- Dünyayı sevmeyen dördüncü sınıf insan da yine ehl-i dünyadır. Bu kısım ehl-i dünya, dünyayı eline geçiriyor, yatıyla, katıyla, parasıyla, puluyla dünyayı ayaklarına serilmiş buluyor, dünyayı dolu dolu yaşıyor. Fakat ne çare; dünya durmuyor, gidiyor. Onu da beraber götürüyor. O da bunu hissediyor ve kızıyor. Sırf teselli bulmak için dünyadan nefret ettiğini söylüyor. “Pistir!” diyor. Oysa bu hakaret de dünya sevgisinden ileri geliyor.

Makbul tahkir, ilk iki sınıf olan ehl-i marifet ve ehl-i âhiretin tahkiridir. 2

Dünyayı âhiretin bir tarlası ve Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin aynası ve geçici bir misafirhanesi olarak sevmenin, nefs-i emmâre karışmamak şartıyla Cenâb-ı Hakk’a ait bir sevgi olduğunu bildiren Bedîüzzaman Hazretleri, bunun için dünyayı ve dünyadaki varlıkları mânâ-yı ismiyle değil, mânâ-yı harfiyle sevmemiz gerektiğini kaydediyor.

Yani Bedîüzzaman’a göre dünya, “Ne güzeldir!” diye değil; “Ne güzel yapılmış ve yaratılmıştır!” diye sevilmelidir, kalbimizin içine Allah’tan başka sevgilerin ve muhabbetlerin girmesine izin vermemelidir, çünkü kalbin içi Allah’a mahsustur.

Dünyada böylesine Allah sevgisini kazanmak ve muhafaza etmek için Allah’a duâ etmeli ve “Allah’ım! Bize Kendi sevgini ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin sevgisini nasip et!” demeliyiz. 3

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, dünyayı âhiretin tarlası ve Allah’ın isimlerinin aynası hükmünde görerek sevmenin âhiretteki neticesinin, dünya kadar, fakat fânî dünya gibi fânî olmayan bâkî bir Cennet olduğunu bildiriyor. 4

Cenâb-ı Hak bizi, dünyayı âhiretin tarlası ve Allah’ın isimlerinin aynası görerek sevenlerden eylesin ve fani dünyanın fitnelerinden bütün Müslümanları korusun. Âmin.

Süleyman KÖSMENE

Dipnotlar:

1- Âl-i İmrân Sûresi, 3/14.

2- Sözler, s. 571, 572.

3- Sözler, s. 584.

4- Sözler, s. 592.

Cehalet, Zarafeti Şiddete Dönüştürüyor.

Çocuk ve Dinkonusunu işlediğimi, “Allah Çocuk Yakmaz” adlı kitap çalışmamda “Lokman (as) gibi baba olmak” başlığında bir yazı yazmıştım. Bana böyle bir yazıyı yazdıran süreç, Kur’an’da, Peygamberlerin evlatlarıyla konuşma üslubunun dikkatimi çekmiş olmasıydı. 

Kur’an’da evladıyla diyalogu anlatılan bütün peygamberler “Ya buneyye” ifadesiyle söze başlıyor. “Oğulcuğum, yavrucuğum, canım oğlum!” anlamlarına gelen “Ya buneyye!” ifadesi, Anadolu’da adeta unutulmuş.

Anadolu’da yaygın olan, babaların evlatlarına soğuk davranmasının sebebini merak ederdim hep. Hem kutsal kitabımızdaki uslup, hem Peygamber Efendimizin (as) çocuklarla kurduğu “Sevgi ve ilgi” merkezli dil kaybolmuş, yerine çocuklarına hiç yüze vermeyen, onlara sevgilerini göstermeyen bir dil hakim olmuştu.

En klasik savunma “Biz de babamızdan böyle gördük!” savunmasıydı. Evet, doğru söylüyorlar. Onlar da babalarından öyle gördüler. Ama niçin?

Bu tavrı, Osmanlı döneminden kalma bir alışkanlık, bir gelenek olarak devam eden bir davranış biçimi olduğunu sananlar da var.

Kendi babasının yanında, evladını sevmeyi ayıp sayma geleneğimizden bahsediyorum.

Kendi oğluna, “Oğlum!” demeyen babaların tavrından bahsediyorum.

Hanımlarını, birkaç metre geriden yürütmeyi, yaşam biçimi haline getirme geleneğimizden bahsediyorum.

Babaların evlatlarına mesafeli davranma sebebini öğrenince, “Bu nasıl bir zarafet!” dedim içimden. Sonra “Böylesi bir zarafet, cehalet yüzünden, nasıl da psikolojik şiddete dönüşen yaralar açmış!” diye düşündüm.

Olayın sebeplerini daha iyi anlatabilmek için, önce yüz yıllık tarihimizi hatırlatmam gerekiyor.

Savaşlar dönemi!

1911 yılında başlayan Balkan savaşlarıyla beraber, Anadolu insanı hep savaşlara koşmak zorunda kaldı. On yıl civarında süren bu savaşlar yüzünden Anadolu köylerinde neredeyse erkek kalmadı. Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşı gibi yüz binlerce erkeğin, gidip bir daha dönemediği bu süreç bitince, Anadolu’da dul kadınlar ve yetim çocuklar kaldı. 10-11 yaşındaki erkeklerin, 17-18 yaşındaki kızlarla evlendirilmek zorunda kaldığı dönemlerden bahsediyorum.

Herhangi bir sebepten dolayı savaşa gidemeyen veya savaş sonrası savaş gazisi olarak köyüne dönebilen az sayıda erkek dışında, köy – kasaba halkının çok büyük bir kısmı, dul kadın veya yetim çocuklardan oluşuyordu.

Böylesi bir zarafet!

İşte böylesi bir ortamda yaşayan babalar, evlatları yanlarına gelince, diğer yetim çocukların içi acımasın diye, kendi evlatlarını yanlarında uzaklaştırırmış. Baba hasretiyle yanan yetim çocuklar, babalarını hatırlayıp üzülmesinler diye, başkalarının yanında kendi evlatlarını sevmeye utanırmış babalar. Böylesi ince, böylesi zarif bir düşünceyle, babalar evlatlarına mesafe koymuş.

Hanımlarıyla sokakta gezmek zorunda kaldıklarında, “kocasını kaybetmiş dul kadınlar bizi yan yana – elele görürseler yaraları deşilir” düşüncesiyle, yan yana yürümemeye çalışırmışlar. Anadolu’da erkeklerin hanımlarını birkaç adım geriden yürütme gelenekleri, böylesine bir zarif düşünceyle oluşmuş.

Cehaletin, nasıl korkunç bir bataklık olduğunu, yeninde görmemi sağladı bu olay. Başka yetim çocukların içi acımasın diye ortaya konan tavır, cehalet yüzünden, öz evladını, yetim psikolojisi ile ilgisiz ve sevgisiz büyütme tavrına dönüştürülmüş.

Dul kadınların, savaştan dönmeyen kocalarını hatırlayıp yaraları acımasın diye gösterilen nezaket, kendi hanımını dışlayan bir tavra dönüşmüş cehalet yüzünden.

Ah Cehalet! Sen nasıl bir belasın ki, böylesi bir zarafeti şiddete dönüştürüyorsun?

Sait ÇAMLICA / Rotahaber

Sevgi mi? Aşk mı?

Sevgi; ona onun ihtiyacını, kendi ihtiyacından vazgeçerek vermektir. Sevgi ne istediğinle ilgili değildir. “Sevgi, sevilene sevgini koşulsuz verebilmenle ilgilidir.” Sevmek bir çalgı aleti çalmaya benzer. Bilmeyen kötü sesler çıkarır. Ancak enstrümanı çalmayı bilen kişi ondan harika sesler çıkarabilir.

Sevgi başkasının sana hissettirdiği değil, senin ona koşulsuz olarak hissettirmenle ilgilidir.” Sevginin ancak çift kişilik olabileceğine inanılan bir dünya da sevmek, yalnızca sevilene ulaşıldığı zaman anlam bulur. Böylesi bir algılama içinde amaca ulaşmak için yapılan her şey taktik içerir ve zamanla taktikler sevginin yerini alır. Aşk “ben”leri yok etme pahasına “biz” olabilmektir. Sınırları iyi çizilmiş bir evlilik “ben”leri koruyarak “biz” olabilme sanatıdır. Sadakatsizlik ise “biz”i yok etme riskini göze almaktır.

Aşkın sevgiye dönüşmesi her şeyden önce zaman gerektirir. Çünkü sevgi yalnızca fiziksel ya da kimyasal anlık bir çekim değildir. Sevgi, aşk gibi “bulunan” bir şey değildir. Önce doğurulan, ardından büyütülüp geliştirilen ve özenli biçimde bakım verilen bir şeydir.

Yalnızca bir duygu asla değildir sevgi. Çünkü her duygunun bir ömrü vardır ve ömrü tamamlanınca duygular da tükenir. Aşk gibi, korku gibi, sevinç gibi, öfke gibi…

İnsanlar karşılıklı çekim sonucu bir bağ gerekçesiyle evlenebiliyor. Aradan yıllar geçiyor, çekim ve çekicilik kaçınılmaz olarak azalıyor. Bu çifti bir arada tutabilen tek güç yaşamlarının geri kalan kısmını bir arada geçirme kararı oluyor.

Peki, nedir öyleyse sevgi? O. Henry’nin The Gift of the Magi’ de (Magi’nin Hediyesi) yazdığı şu kısa öyküde en güzel şekilde ifade edilir sevgi:

Bir zamanlar birbirini çok seven, evli ve oldukça yoksul bir çift vardı. Yeni yıl zamanının yaklaştığı bir dönemdi. Her iki eş de parasız oldukları için birbirlerine hediye alamayacak olmanın yoğun üzüntüsünü yaşıyorlardı. Genç kadının para edebilecek tek varlığı çocukluğundan beri uzattığı ve herkesin hayran olduğunuzun saçları idi. Genç adamın para edebilecek tek varlığı ise nesilden nesile aktarılmayı takiben en son babasından kendisine kalan ve hep cebinde sakladığı altın saati idi.

Yılbaşı sabahı geldiğinde her ikisi de birbirlerine birer hediye paketi verdiler. Erkeğin karısına güzel saçlarını topuz yapıp yukarıya toplayabilmesi için aldığı pırlantalı saç tokası idi. Kadının kocasına aldığı hediye ise her zaman kaybetmekten korktuğu altın saatini güven içinde taşımasını sağlayacak altın bir zincirdi. Ancak erkek pırlanta tokasını alabilmek için altın saatini, karısı ise altın zinciri alabilmek için güzel saçlarını satmıştı. Her ikisi de mutluluktan ağlıyordu. Her ikisi de birbiri için dış dünyadan aldıkları hediyeleri kullanamayacaklardı. Ancak iç dünyalarından gelen bu gerçek hediyeler, onlara derin sevgilerini her zaman hatırlatacaktı…

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Evliliğinizin Kaçıncı Kilometresindesiniz Kitabından Alıntıdır…

Evlilik Aşkı Bitirir mi?

Eminim siz de çokça duymuşsunuzdur “Evlilik aşkı bitirir” sözünü. Acaba bu söz doğru mu yoksa yanlış mı? Acaba bunu söyleyen insanlar neye dayanarak böyle söylüyorlar? Evlenince kimin aşkı biter, kimin aşkı ölünceye kadar artarak devam eder? Acaba siz hangi gruptansınız? Evlenince aşkı bitenlerden mi yoksa ölünceye kadar devam edenlerden mi?

Kim bilir şimdiye kadar, “Evlenince aşk biter, sevgi azalır, hayat monotonlaşır” sözünü kaç defa duydunuz. Gariptir ki, evlenmeden önce birbirini ölesiye sevdiğini sandığınız çok sayıda çift, sanki bu sahte sözü haklı çıkarmaya yemin etmiş gibi, geçimsizlikleriyle sizi kandırdı.

Peki, gerçek nedir? “Ateş olmayan yerden duman çıkmadığına” göre, bu gerçek dışı dumanı tüttüren ne olabilir? Olayın aslı şudur: Aşk ya da flört dönemi, insanların en fazla yalan söylediği, kendisini farklı tanıttığı ve karşısındakini yanlış tanıdığı bir dönemdir. Taraflar hem kendi kusurlarını alabildiğince gizlemeye çalışır, hem de sevdiğinin kusurlarını görmez. Muhatabını üzmemek için hoşlanmadığı şeylerden hoşlanmış gözükür. Sevdiğinin her eksik ve kusurunu tevil eder, onlara iyi yorumlar getirir. Taraflar sanki yüzlerine birer maske takınmışlar, gerçek yüzlerini gizleyip, karşısındakinin hoşlanacağını sandığı bir kişilik sergilemişlerdir.

Evlenince bu maskeler çıkar. Maksat sevdiğine kavuşmak olduğu için artık amaca ulaşılmış, zahmete katlanmaya gerek kalmamıştır. Taraflar gerçek kişiliklerini sergilemeye başlarlar. Sevenlerin odaklandığı nokta cismanî güzellik ise, sonuç daha da vahimdir. Çünkü aşkın yöneleceği asıl adres, cisim değil, kalp ve ruhtur. Asıl cazibe ve güzellik, duygusallıkta ve ruhsallıktadır. Sevgiyi nefis adına cisme yöneltenin, arzusunun aksiyle tokat yemesi normaldir. Bu yüzden asıl güzelliği keşfedemeyenlerin evlilikleri her geçen gün sıradanlaşır ve mutsuzlukla sonuçlanır. Gerçi böyle bir evliliği kurtarmak da imkânsız değildir.

İşte insanları evlenince aşkın bittiği yanılgısına götüren bu tür yanlış anlama ve yanlış yorumlamalardır. Oysa evlilik aşkın bitişi değil, kökleşme dönemidir. Evlilik öncesi aşk ise, kısa süreli tanışma safhasıdır; dikkat edilmezse insanı aldatır. Asıl sevgi, evlenince devreye girer ve giderek şiddetlenir. En güçlü dönemi ise, yaşlılığın son günleridir.

Evlilik çocuk oyuncağı değil

Çünkü eşler arasındaki karşılıklı sevgi öyle bir sevgi olmalıdır ki, onu hiçbir engel, hiçbir problem sarsmamalıdır. Sevmek, aynı zamanda acı çekmektir, katlanmaktır, feragattir, fedakârlıktır. Karşılığında acı çekilmeyen ya da acı çekmenin göze alınamadığı sevgi, sevgi değildir ve kolayca vazgeçilir.

Severek ve isteyerek evlenen, ancak eşinden kaynaklanan sürekli bir hastalık ya da problem çıktığında ayrılmanın planlarını yapanlar, âşık değil, en büyük sahtekârdırlar. Hatta evlendiği zaman sökün eden problemler karşısında, onları çözme cesaretine girişmeyip, “Yanlış adayla mı evlendim? Aldandım mı yoksa? Şimdiye kadar gördüklerim bir serap mıydı?” diyerek farklı arayışlara giren, âşık olduğunu zanneden ve kendini aldatan bir zavallıdır. Böylelerini, “Ne yapayım, tam tanıyamadım, aldandım. Ben onu iyi zannetmiştim” demeleri de kurtarmaz. Tam tanımadığınız bir kimseye nasıl âşık oluyorsunuz? Evlilik çocuk oyuncağı mı ki, âşık olduğunuzu söyleyip bir gencin geleceğini karartıyorsunuz?

Sevgi ömürlüktür, sonsuzdur

Aşk bu kadar ucuz mu? Zaten magazin gazetelerine yansıyan “aşk” lafı maalesef “fuhuş”u ya da en hafif tabirle “gönül eğlendirmeyi” ifade ediyor. Ayda ya da günde bir sevgili değiştirilir mi? Sevgi, ömürlüktür, hatta sonsuzdur. Siz, değil dünyevî ömrü, sonsuz bir hayatı hedeflemelisiniz. Beraberlik sözleşmesini sonsuzluğa göre imzalayanların aşkını, küçük problemler bitirir mi?

Âşık, sevdiği için her türlü acıya katlanabilen kişidir. Zoru görünce kaçmak, aşkın kitabında yoktur. Bunun için, “Sevgi evlenince kökleşir” diyorum. Daha doğru bir ifadeyle, “Sevgi evlenince kökleşmeli” demem gerekir. Çünkü bunu başaramayıp ya eşini bırakan ya da mutsuz bir beraberliği sürdürmek zorunda kalanlar var.

Eşinizi iyi ve kötü günde sevecek ve bırakmayacaksınız. Onu, acısıyla, tatlısıyla, iyiliğiyle, kusuruyla seveceksiniz. Ancak olumsuz yönlerini sevmek, ona şefkat edip düzelmesine çalışmak demektir. Bunu da usulüne uygun yapmanız gerekir. Yoksa onu düzelteceğim diye kırıp dökmek, aceleci olmak, ıslah işini lütuf ve sabırla sürdürmemek, yeni bir mutsuzluk sebebidir.

Zaten siz eşinizi anlamaya çalışırsanız, birbirinizle anladığınız dilden konuşursanız, ikiniz de birbirinizin en çok sevdiği ve tam istediği bir konuma geleceksiniz. Sorununuz ne kadar büyük ve yaşınız ne kadar ileri olursa olsun, mutluluğu yakalamak zor değildir. Yeter ki isteyin ve başarmaya çalışın.

Cemil Tokpınar / Moral Dünyası Dergisi

Aşk Nesin Sen?

Nerede o eski aşklar, Ferhat dağ yerine kulağını delmiş. Şirin de feminist olmuş.

Karı-kocadan bahsedip de aşktan bahsetmemek olur mu? Elbette ki olmaz. Erkek veya kadından her hangi biri diğerine âşık olduğunda, âşık olunan kişinin algılaması değişir. Artık onda hangi özellikleri görmek isterseniz onları görürsünüz. Bu nedenle aşk, bir görme kusuru olarak da tanımlanabilir. Bu bağlamda aşk; hayal edilenle gerçek arasındaki fark anlaşılıncaya kadar geçen süreyi kapsar.

Aşk ile sevgi arasındaki fark; “Seni seviyorum çünkü sana ihtiyacım var” ile “Sana ihtiyacım var çünkü seni seviyorum” arasındaki fark gibidir.

Aşkta talepler, arzular vardır. Sevgide ise paylaşım. Sevgi vermesini bilir, aşk istemesini.

Aşk sadece bir bakışla da doğabilir, ancak yalnızca şefkat ve sevgiyle olgunlaşır. İki kişi birbirine âşık olduğunda tutku en üst düzeyde, kalpler ise ateş üstündedir. Ama eninde sonunda küllenir ateş.

Halil Cibran “Beraberliklerinizde boşluklar olsun. Aranıza cennetin rüzgârları girebilsin” der. Bağlı olmakla bağımlı olmak arasındaki fark bence ancak bu kadar güzel dile getirilebilir. Günümüz aşklarında eksik olan en önemli unsurlardan biridir Halil Cibran’ın bahsettiği mesele. Birbirine bağımlı ve bireyselleşmenin yok edildiği ilişkiler vardır günümüzde. Güdümlü ilişki birey olmanın en önemli engelidir. Birey olmayı beceremeyenler ise aşkı kısa sürede yitirirler.

Gerçek aşk, “farkındalık içeren bir sevgi” ile sağlanabilir.

Olgunlaşmış aşk ya da sevgi karşılaştırma yapmadan, “çünkü”ler ve “eğer”ler oluşturmadan sevebilmek anlamına gelir.

Sevgi’den ad yapılıyor
Mutlu’dan ad yapılıyor
Aşk adında ne bir kadın gördüm, ne de bir erkek…
Bu korku neden? (Özdemir Asaf)

Şairin sorduğu gibi soruyor ve ekliyorum: Sahi aşk nesin sen?

(Yazılar devam edecek…)

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Evliliğinizin Kaçıncı Kilometresindesiniz Kitabından Alıntıdır…