Etiket arşivi: tefekkür

Hikmet, irfan, şükür, tefekkür ve tevekkül

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol,

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!” (Mehmed Âkif)

Mehmed Âkif, en zor zamanlarımızda bu haykırışıyla ümmete “hikmet”in yolunu gösteriyordu. Zira “farkındalık” bununla kaim: Hikmet olmadan tefekküre, tefekkürsüz tevekküle, tevekkülsüz şükre ulaşılmaz!

Osmanlılar, başlığa çıkardığım kavramları es geçmeyen insanlardı…

Ellerinden geleni yapar, sonrasında “tevekkül” ederlerdi…

O kadar ki, “Tevekkeltü alellah” cümlesini levhalara yazmış, duvarlarına asmışlar, her anlamda Allah’a dayanmışlardı…

Onca başarıya bu tek cümlenin ışığında ulaştılar…

Diri bir duruş kazandılar ve o diri duruş içinde her türlü olumsuz şarta meydan okudular. 

***

Osmanlı Devleti ve Osmanlı insanı üzerine tespitleriyle meşhur Fransız yazarlardan Brayer’in bir tespiti müthiş derecede beni düşündürür…

Diyor ki: “Osmanlı insanının yakındığını hiç görmedim. Hangi halde iseler şükrederler. Bu yüzden de istikbal endişesi taşımazlar.”

Osmanlı torunları (bizler) için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Çoktan beridir şükrün yerini şikâyet aldı…

“İstikbal endişesi” ise Allah’ın her güne serpiştirdiği güzellikleri algılamamızı ve yaşamamızı engelliyor. Durmadan şartlardan yakınıyoruz… 

Zaaflarımızı, yenilgilerimizi, korkularımızı şartlarla izah etmeye çalışıyoruz…

Bence bu, mağlubiyetimize mazeret arama çabasıdır! Çünkü aynı şartları yaşayıp paylaşan başka insanlar pekalâ şartların esiri olmadan yaşayabilmekte, hedeflerine ulaşıp başarılı olabilmektedirler.

Daha açık ifade etmeye çalışayım…

Eğer Peygamberlerimiz şartlardan yakınıp dursalardı, Hz. Âdem’in ömrü Cennet’ten çıkarıldığı için, Hz. Nuh’un ömrü tufana tutulduğu için, Hz. Yunus’un ömrü denize atıldığı için, Hz. Yusuf’un ömrü kuyuya itildiği için, Hz. İbrahim’in ömrü Nemrut’la, Hz. Musa’nın ömrü (onlara selam olsun) Firavun’la karşı karşıya getirildiği, Hz. Âlişan Efendimiz’in ömrü ise Ebucehil gibi bir düşmanla savaşmak zorunda kaldığı için…

Ve…

Hz. Havva’nın ömrü yasak meyveyi yediği için, Hz. Asiye’nin ömrü Firavun’la evlendiği için, Hz. Hacer’in ömrü çölde aç-susuz bırakıldığı için, Hz. Meryem’in ömrü iftiraya uğradığı için yakınmayla geçerdi…

Hâlbuki içlerinde mevcut imanı ve iman eksenli aksiyonlarını harekete geçirip ortaya atıldılar. “Tevekkeltü Alellah” diyerek olumsuz şartların üzerine yürüdüler…

Unutmayalım…

Hz. İbrahim’i, Nemrud gibi, kendini “tanrı” sanan bir “gurur âbidesi” karşısında galip getiren Kudret, Hz. Musa’Firavun’un sarayında büyüten Kudretin tâ kendisidir!

Aynı Kudret, Efendimiz’in üzerine de tecelli edince, Efendimiz, bir süre önce kovulduğu Mekke’ye, muzaffer bir komutan olarak dönmüştür…

Çoğumuz günlük hayatımızda benzer tecelliler yaşarız, ama fark bile etmeyiz.

Çünkü hikmet, irfan, şükür, tefekkür ve tevekkül gibi kavramlardan koptuk.

Baksanıza, baharı ve lâlezara dönen İstanbul’u bile fark etmeden yaşıyoruz! 

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

RİSALE-İ NUR’DA ZİKİR

Zikir, kelime itibariyle Allah’ı, hatırlamak ve anmaktır. Bazı alimlerimiz zikir için, “insana sevap kazandıran her türlü hareket, fiil ve sözlerdir.” demişlerdir. Allah’ı anmak ise Kur’ân’ın açık emirlerindendir. “Öyleyse siz Beni zikredin ki Ben de sizi anayım.” (Bakara Sûresi, 152), “Allah’ı çokça zikredin ki, felaha eresiniz” (Enfal Sûresi, 45) ayetleri, bu konudaki pek çok ayetten sadece ikisidir.

Zikir, kalb ve dil ile yapılabilir. Ama asıl ve esas olan kalbin zikridir. Çünkü dil ile yapılan zikir, kalb ile desteklenmedikçe makbul olmaz. Çünkü dilin zikri, Allah ile kalb arasında bir irtibat olduğunun sadece bir tercümandır. Kalpten maksadımız vücudumuzun motoru hükmündeki et parçası değildir. Bu isim ona mecazi olarak verilmiştir. Asıl olan ruhun esası ve merkezi olan manevi kalptir.

Maddi ile manevi kalbin farkını ve ayırımını Prof. Dr. Alaaddin Başar hocamız aşağıdaki şu ifadelerle ortaya koymaktadır.

Günlük hayatımızda, yer yer, “falanın kalbi bozuk” yahut,“filânca kalp ameliyatı geçirmiş” gibi sözler ederiz. Bu konuşmalarımızda, kalbi, iki ayrı mânâsıyla kullanırız. Bunlardan biri maddî, diğeri ise mânevîdir. Bir başka ifadeyle, biri zâhirî, diğeri bâtınî…

Her ikisinin de aynı isimle yâd edilmesine değişik açıklamalar getirilmiş. Bunlardan birisine göre, insan ruhunun bedenle ilk alâkası kalpte başlıyor. Bir diğerine göre, kalbe bu ismin verilmesi mecazdır: “Maddî kalbin bedendeki rolü ne kadar önemli ise, mânevî kalbin de insanın ruhî hayatında öyle büyük bir vazifesi vardır.” Bazı zâtlar da, kalbi, ruh mânâsında kullanmışlardır.( Prof. Dr. Alaaddin Başar, Nurdan Kelimeler)

Risale-i Nurlarda zikir konusu, çok geniş çerçevede işlenmiş ve nur talebelerine her hallerinde Allah’ı nasıl hatırlayacakları konusu öğretilmiştir. Bu konuları birkaç başlık altında işlemek ve nurlarda zikir ibadetinin nasıl yapıldığı hususunda bazı ipuçları vermek istiyoruz.

1. Kalp ve dil ile doğrudan zikir yapmak: Bu konuyu üç başlık altında işlemek mümkündür.

·Allah’ın esma ve sıfatlarını saymak
Zikir yapmanın bir mahalli veya vakti söz konusu değildir. Çünkü, tarlada, işte, fabrikada, yürürken, uzanırken, dinlenirken, yemek yerken, v.s. kalb veya dil ile Allah’ı zikretmek olabilir. Kur’an-ı Kerim her halükarda Allah’ı zikretmekten uzak durmayan insanları “O nûra, Allah’ın yükseltilmesine ve içlerinde kutlu isminin zikredilmesine izin verdiği “evlerde” kavuşulur. Oralarda, sabah akşam O’nun şanını yücelterek tenzih eden öyle yiğitler vardır ki, ne ticaretler, ne alış-verişler onları Allah’ı zikretmekten, namazı hakkıyla ifa etmekten, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar kalplerin ve gözlerin dehşetten halden hale döneceği, alt üst olacağı bir günden endişe ederler.” ( Nur Suresi, 36, 37) şeklinde methetmektedir.

Âyetteki “evler” mescitler olarak tefsir edilmekle beraber aynı zamanda “müminlerin evleri” diye de tefsir edilir. Zira İslâm dininde ibadet, cami ve mescitlerle sınırlı değildir. ( Suat Yıldırım, Kur’an meali) Bu ayette belirtilen evlerden özellikle bu zaman için “ Nur evleri ve dershaneleri” anlaşılması da pek uygun düşer. Çünkü Nur talebeleri, hizmet tarzı itibariyle evlerde sohbet edip, iman hakikatleri ile Allah’ın emir ve yasaklarını birbirlerine anlatma hizmeti ile tanınmaktadırlar.

Ayrıca Kur’an’da “ Onlar ki Allah’ı bazen ayakta divan durarak, bazen oturarak, bazen de yanları üzere zikreder” (Al-i İmran Suresi, 191.)
Ayrıca sahih bir Hadis-i Şerifte “Ey inananlar, Allah’ı çokça zikredin ve O’nu sabah akşam tesbih edin” buyurulmakla, her zaman Allah’ı zikretmenin imanın bir göstergesi olduğu vurgulanmaktadır.

Bu gibi ayet ve hadislerden yola çıkarak, nur talebelerinin dil ile yaptıkları zikrin üç temel şubesi olduğundan bahsedilebilir. Bunlar:
A. Nur talebeleri, 7 ana bölümden oluşan “Hizb-ul Envari’l Hakaikı’n Nuriyeyi” başka bir tabirle “Cevşen-ul Kebir” duasını hususi bir vird edinmişlerdir. Nur talebeleri, bu dua kitabında;
1- Sevap ve feyiz itibariyle kendisine yetişilemeyecek olan kur’andan bazı sureleri,

2- Allah’ın bin bir isminin içerisinde bulunduğu müstesna dua ve münacat olan “Cevşen” dediğimiz Peygamber duasını,

3- Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin sırlar ve sevaplar ile dolu olan “ Evrad-ı Bahaiyye ” duası ve evradını,

4- Başta Peygamber Efendimiz ( s.a.v )’in olmak üzere, Veysel Karani, Abdulkadir Geylani hazretleri gibi büyük kutup ve gavsların salavatlarının içerisinde toplandığı “ Delailin Nur ” u

5- Hz. Osman (r.a )’ın çeşitli ayetlerden dua niyetiyle iktibas ettiği, mükemmel ve sevabdar “Münacat-ul Kur’an” duasını,

6- Hz. Ali (r.a ) efendimizin İsm-i Azam olarak tespit ettiği “ Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddüs” isimlerini şefaatçi kabul ederek yapılan “ Tahmidiye ” duasını,

7- “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı tesbih etmemiş olsun” ayet-i kerimesinin bir nevi tefsiri olan ve kainattaki tüm mahlukatın tesbihlerini niyet ederek okunan “ Hülasat-ul Hülasa ” duasını, sık sık okudukları herkesçe bilinen ve bir nevi Nur talebelerinin hususi bir virdi olduğu çoğu insanlarca kabul edilen bir gerçektir.

B- Risale-i Nurun Birinci Lem’asının başında belirtilen ve Bediüzzaman hazretlerinin “her zaman, özellikle akşam ve yatsı arasında otuz üçer defa okunması çok faziletli bulunan ayet-i kerimelerdir” dediği, bir kısım ayetlerin okunması, çokça tavsiye edilmektedir.

C- Her namazın arkasında okunan ve salavat ile Esma-i Hüsna’dan oluşan “Namaz tesbihatının”, gerek toplu gerekse ferdi olarak okunması.

· Allah’ı güzel bir şekilde anmak
Risale-i nur’da Allah’ı, Ehl-i sünnet itikadı üzere tanımak ve sevmek dersi çokça işlenmektedir. Bu şekildeki bir bilme ve sevme, Allah için yapılacak en büyük saygı ve en isabetli zikirdir. 11. Söz namındaki bir risalede Allah’ı tanıma, sevme, hatırlama ve bilme ile alakalı bir muhteşem temsilden bir paragraf veriyoruz:

“Ey ahali! Şu sarayın meliki olan efendimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız. Hem şu süslemelerle kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun eserlerini takdir ile kendinizi ona sevdiriniz. Hem bu gördüğünüz ihsanlar ile, size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz. Hem şu görünen ni’met ve ikramlar ile, size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz. Hem şu mükemmel eserleriyle, manevî cemalini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeğe ve teveccühünü kazanmağa iştiyakınızı gösteriniz. Hem bütün şu gördüğünüz süslü eserler üstünde birer hususî ve taklit edilmez mühür koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eseri olduğunu ve kendisinin tek ve yekta olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi onu tek ve yekta ve misilsiz, benzersiz tanıyınız ve kabul ediniz.” ( Sözler, 122)

· Allah’ın yüceliğini dile getirmek
Nurlarda, insanların dar kabiliyeti ile Allah’ın sonsuz sıfatlarının anlaşılamayacağı vurgulanmaktadır. İnsanlarda mevcut olan bu eksiklik, sonsuz sıfatların inkarına vesile olabilir. Çünkü şeytan, bu damarı ve özelliği çok işletmektedir.

İşte insanların acizliklerinden istifade eden şeytanların bu desise ve aldatmalarını susturan sır, “ Allahü Ekber” olduğu risale-i nurun çok yerlerinde, özellikle 13. Lem’ada çok güzel ve vurucu ifadelerle işlenmiştir. Çünkü, uçsuz ve bucaksız olan şu muhteşem kainatı, bütün yönleriyle ve özellikleriyle idare eden ilahi kudreti, insanların anlamaları mümkün değildir. Bu mesele, ancak “ Allahü Ekber, Allah en büyüktür” demekle, kabullenilmesi söz konusu olabilir.

2- Kur’an okumak ve öğretmek suretiyle yapılan zikir:
Kur’an-ı Kerim’de “İşte bu (Kur’ân) da, bizim indirdiğimiz bir zikirdir (öğüttür). Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz?” (Enbiyâ suresi, 21/50) buyurulmaktadır. Bu ayet-i kerime için çok çeşitli manalar verilmekle beraber, bazı alimlerimiz Kuran’ın da zikir niyetine okunabileceği hususunda mana çıkarmışlardır.

Dolayısıyla Kur’an okumak ta bir zikirdir. Risale-i Nur talebelerinin, her namazdan sonra birer aşır okumaları, Cevşen-i Kebir’in ilk bölümünü teşkil eden ve Kur’an surelerinden ibaret olan kısmı okumaları, haftalık hatimler düzenlemeleri, mübarek üç aylarda ve özellikle Ramazan ayında çokça Kur’an okumaları ve Kur’an okumayı bilmeyenlere de kur’an öğretmeye çalışmaları bu zikir vecibesini hakkıyla yerine getirdiklerine bir delildir.

3- Sünnet-i Seniyyeye ittiba etmekle yapılan zikir:
Risale-i Nur’da “Doğrudan doğruya Sünnete ittiba etmek, Resul-i Ekrem (s.a.v)’i hatıra getiriyor. O ihtardan o hatıra, bir huzur-u İlahî hatırasına inkılap eder.” ( Lem’alar,51) ifadesinden yola çıkarak şunu diyebiliriz: Madem zikir Allah’ı hatırlamaktır ve madem Sünnet-i seniyyeye ittiba etmek, Allah’ı hatıra getiriyor. Öyleyse Peygamberimizin ( s.a.v ) sünnetine uymak ta bir nevi zikirdir. Risale-i nur talebelerinin sünnete ciddi ittiba etmeleri, hem sünnete uyma ve hem de Allah’ı zikretme sevabı ve feyzi kazanmalarına vesile olmaktadır.

4- Tefekkür etmek suretiyle yapılan zikir:
Kur’an-ı Kerim’de “Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler ve derler ki: “Ey Rabb’imiz, bunu boş yere yaratmadın, Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru!.” (Al-i İmrân, 3/191).

Bir hadis-i Şerifte de Peygamberimiz (a.s.m) de, “Zikrin en faziletlisi, Lâ ilâhe illallah ve duanın en faziletlisi de Elhamdülillah’dır” (İbn Mâce, Edeb, 25) diyerek, tevhid kelimesi ile zikirde bulunmanın İslâm dinindeki önemini ifade etmiştir.

Yukarıdaki Ayet ve hadis gibi çok ayet ve hadislerin ifade ettikleri bir hakikat var ki: Allah’ın esma ve sıfatlarını tefekkür etmek, zikirdir. Risale-i Nur’un dört esasından birisi tefekkürdür ve risalelerin çoğu tefekkür hakikatine ulaştırmaktadır. Başta 7. Şua (Ayet-ül Kübra ) risalesi olmak üzere 2. 3. 4. ve 15. Şualar, 20. ve 24. Mektublar, 16. 17. 20. 23. 24. 29. 32. ve 33. Sözler ve 30. Lem’a olan İsm-i Azam risalesi gibi risaleler, tefekkür alanında birer şaheser hükmündedir.

5- Allah’ın Davasına hizmet etmek şeklindeki zikir: · Allah’ı, Allah’ın isim ve sıfatlarını önce kendilerine, sonra başkalarına anlatmak
Vücudun bütün organlarının Allah’ın emir ve yasaklarına göre hareket etmeleri ile “Bedenî zikir” hasıl olur. Bu zikir, kişinin kendi vücut organlarını Allah yolunda çalıştırması ile mümkündür (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, 659).

Allah yolunda hicret ve hizmet etmekle tozlanan ayaklar hakkında çok müjdeleyici rivayetler mevcuttur. Zira, bir Hadiste “Allah yolunda tozlanan ayaklar, cehennem ateşine haramdır.” buyurulmaktadır. Buna göre, bir insanın Allah yolunda hicret veya hizmet etmesi, vücudun zikridir. Dolayısıyla Nur talebelerinin dersten derse, hizmetten hizmete koşmaları da zikirdir.

· Ders yapmak
Hz. Resulüllah (a.s.m) bir hadiste zikir hakkında şöyle buyurmuştur: “İnsanlar bir araya gelip Allah’ı andıkları zaman, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar ve Allah onları kendisine yakın olan kişilerden kaydeder.” Bu Hadis-i şerifte de açıkça belirtildiği gibi, Allah için toplanıp İlahi hakikatleri birbirlerine anlatanlar hem zikir ibadeti işlemiş ve hem de meleklerin duasına ve yanlarına gelmelerine vesile olmuş olurlar. Demek Nur talebelerinin akşamları ders yapmaları, namazlardan sonra ders okumaları, yan yana geldiklerinde İmani bir bahis okumalarının hepsi zikir olarak nitelenebilir.

Dr. Burhan SABAZ – sorularlarisale.com

Zayıf ya da güçlü İman olur mu, biz bunu nasıl anlarız?

Değerli kardeşimiz,

İman bir nurdur, Allah’ın bir lütfudur. Fakat iman aynı zamanda bir ilimdir, öğrenilmesi gereken bir hakikattir. İmanımızın güçlenmesinin iki yolu vardır:

Birisi ve en birincisi, Kitap ve sünnet çizgisinde Ehl-i sünnetin akidesini öğrenmek ve çağımızın bir gereği olarak bunu tahkik süzgecinden geçirmektir.

İkincisi: Salih amel yaparak, günahlardan sakınarak kalbini tasfiye etmek, nefsini tezkiye etmek suretiyle manevî alanda terakki etmektir.

Ancak bu asrın gidişatı bu ikinci yolu oldukça zorlaştırmıştır. Bu sebeple tahkiki iman dersini veren eserleri okumak son derece önemlidir. Bu çağın özelliğinin bir gereği olarak, dini ilimlerin yanında fen bilimlerinin de okunması zorunlu hale gelmiştir. Çünkü, “kalbin nuru dinî ilimler olduğu gibi, aklın ziyası da fen bilimleridir.” Bu ikisini birlikte ders veren en önemli eserlerden birinin Risale-i Nur Külliyatı olduğunu söyleyebiliriz. Tabii ki, bunun yanında, İmam Gazali, İmam Rabbanî, İmam Maverdi, İmam Kuşeyrî gibi zatların kitaplarından da çok güzel istifade edilebilir.

İmanı koruma ve takviye etmek bir müminin en önemli meselesidir. Öncelikle imanı korumak için takvaya önem vermek gerekir. İman takva kalesinde korunur.Takva olmazsa iman yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. İmanı takviye etmek için imani eserleri bolca okumak ve mütalaa etmek gerekir. İlim ile gelen mesail-i imaniye akıl odasından geçmeden insanın latifelerine sirayet etmez. Önce akılın tatmini gerekir.

Tefekkür çok önemlidir. İbrahim aleyhisselamın tefekkür vasıtasıyla aya ve yıldızlara bakarak Rabbini bulması Kur’an-ı Kerim’de anlatılmaktadır. Tefekkür ile iman inkişaf eder. Bu sebebtendir ki hadis-i şerifte “bir saat tefekkür bir yıl nafile ibadetten üstündür” denilmiş.

Çevrenin insan üzerinde çok büyük etkisi vardır. Günahlar insan üzerinde imansızlık telkini yapar. Telkinin insan üzerinde çok büyük etkisi vardır. Farkında olmadan insanın şuur altında imansızlık aşılar. Bu sebepten günahlı ortamlardan elden geldiği kadar uzak kalınmalıdır. Dışarıda serbestçe pervasızca işlenen günahlar âdeta ahiretin olmadığını ve cezanın olmadığını telkin ederler. Bu telkinin kötü etkilerinden korunmak için elden geldiği kadar günahlı ortamlardan uzak kalınmalı ve her yerde elden geldiğince emr-i bil maruf nehy-i anil münker (iyiliği emredip, kötülükten sakındırma) yapmaya çalışmalıyız. Maruz kalınan kötü telkinin zararlarını telafi etmek için imani meseleri bolca mütalaa etmek ve tebliğe önem vermek gerekir. Amel-i salihe önem veren takva dairesinde yaşayan insanlarla birlikteliği arttırmak gerekir. Bu yönüyle de cemaatin önemi daha belirgin olarak görülmektedir. Günahlar nasıl imansızlık telkini yapıyorsa, öyle de amel-i salih de iman telkini yapar.

İmanın Mahiyeti Nedir?

İmân, mâhiyet itibariyle, Allah’ın insanlara en büyük lütuf ve ihsanıdır. Allah onu dilediği kullarına nasib eder. Ne var ki bu nasiplenmede, kulun hiçbir rolünün olmadığı da söylenemez. Bilakis, insan önce kendi tercih ve iradesini kullanarak, îman ve hidâyete istekli olacaktır. Bu talep ve istek üzerine Cenâb-ı Hak da ona îman ve hidâyet nasip edecektir. Bu sebeble İslâm büyükleri îmanı, “Cenâb-ı Hakk’ın, istediği kulunun kalbine, o kulun cüz’î irade ve ihtiyarını sarfetmesinden sonra koymuş olduğu bir nûrdur.” diye tarif etmişlerdir.

İmanda Mertebe ve Gelişme Söz Konusu mudur?

Bir çekirdek, nasıl büyüyüp ağaç olana kadar büyük bir gelişme ve inkişaf gösteriyorsa, îman da öyledir. İslâm âlimleri, imânı önce iki mertebeye ayırmışlardır:

1. Taklidî îman,
2. Tahkikî îman…

Taklidî İman: Ana – babadan, hocadan, muhîtten duyduğu ve öğrendiği şekilde, mes’ele üzerinde hiçbir akıl yürütmeden îman esaslarına bağlanmak demektir. Taklidî îman, inanç esaslarına, şuuruna ve teferruatına vâkıf olarak bir inanma olmadığı için, bilhâssa bu zamanda bâzı şüphe ve vesveselere mâruz kalabilir ve sarsılıp yıkılma tehlikesi geçirebilir:

Tahkikî îman ise: İmâna âit bütün mes’eleleri delilleriyle, tafsilâtlı ve teferruatlı bir surette bilmek, tasdik etmek, tereddütsüz inanmaktır. Böyle bir îman şüphe ve vesveseler karşısında sarsılıp yıkılmaktan kendini koruyabilir. Tahkikî îmanın da pek çok mertebesi vardır. Bu mertebeleri İslâm âlimleri başlıca üç kısma ayırmışlardır:

1. İlme’l-yakîn mertebesi: İmânî mes’eleleri ilmen, tam teferruat ve tafsilâtıyla, delilleriyle bilmek ve inanmaktır.

2. Ayne’l-yakîn mertebesi: İmanî mes’eleleri gözle görmüş, doğruluklarını bizzat müşahede etmiş gibi bilmek ve inanmaktır. Gözle görmekle ilmen bilmek, insana kanaat vermesi bakımından çok farklıdır. İnsan bir şey’i tereddütsüz, kesin olarak bilebilir, ama bir de gözleriyle görünce kanâatı kat kat artar. Amerika’nın varlığını ilmen bilmekle, bizzat görmek gibi… İşte îmanın ayne’l-yakîn mertebesi de, îman esaslarına gözle görmüş kat’iyetinde inanma hâlidir.

3. Hakka’l-yakîn mertebesi: İmanî mes’eleleri görmekten ayrı, bizzat yaşayarak, içine girerek kabûl ve idrâk etmek demektir.

İmanın bu üç mertebesini îzah bakımından şöyle bir misal verilmektedir: Bir yerden duman yükseldiğini uzaktan görmekle insan bilir ki, o yerde ateş yanmaktadır. Dumanı görmek suretiyle ateşin varlığını bilmek, ilme’l-yakîn inanmaktır. Sonra, duman çıkan yere gidip ateşi gözümüzle gördüğümüzü farzetsek, bu da ateşin varlığına ayne’l-yakîn inanmaktır. Bir de ateşin bizzat yakınına gidip sıcaklığını hissetmek, elimizi aleve doğru tutup yakıcılığını duymak suretiyle ateşin varlığını bilmek vardır ki, buna da hakka’l-yakîn inanma denilir.

Günümüzde Taklidî İman Kâfi midir?

Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu zamanda taklidî îman pek çok vesvese ve şübhelerle karşılaşmakta ve o şübheler karşısında sarsılıp yıkılmaya mâruz bulunmaktadır. Taklidî îmanın eskiden yeterli olduğu halde, günümüzde yetersiz kalış sebebini, Ali Fuad Başgil, şu şekilde îzah etmektedir

“İnsanlar her devirde din ve mâneviyat kuvvetine muhtaç olmuşlardır. Fakat bu ihtiyaç, zamanımızda bir zaruret hâlini almıştır. Eskiden atalarımız gayet basit bir din bilgisi ve görenek hâlinde“taklidî” bir îman ile rahatça yaşıyorlardı. Çünkü onlara bütün içtimaî muhît (çevre) mâneviyat telkin ediyordu. Bugün durum tamamıyle değişmiştir. Din duygusu zayıflamış, eski dinî hürmet terbiyesi yerini, küstahca bir saygısızlık almıştır. Bugün aile daralmış ve bağları gevşemiştir. Aile yükü sırf karı-kocanın omuzlarına çökmüş, ana-babalar iktisadî ihtiyaçlar karşısında çocuklarının dinî terbiyesine yetişemez olmuşlardır.”

“Öbür taraftan mektep ve üniversiteler âdeta din aleyhtarı propaganda ocakları hâlini almıştır. İnatçı münkirlerin tezyif ve temerrüdleriyle bir kat daha bulanıklaşan böyle bir hava içinde, bugün artık basit bir din bilgisi kâfi gelmez olmuştur.”

“Din nedir? İlim ile münasebeti nedir? İlim karşısında bugün din ne yapmalı ve nasıl bir vaziyet almalıdır? gibi sorular, şimdi her zamandan çok zihinleri tırmalamaktadır. Hususiyle aydın gençlerin bu soruların cevaplarını bilmeye ihtiyaçları vardır.”

Gerçekten de, bugün verilecek bir din bilgisinin ve îman dersinin ilimle îmanı mezceden, akıl ve mantığa îmanî mes’eleleri kabûl ettiren tahkikî bir muhtevâda olması şarttır. Yoksa, basit bir din dersi, görenek hâlindeki taklidî bir îman bilgisi, günümüz insanlarını -özellikle de gençlerini- tatmîn etmekten çok uzak kalacaktır

İmanın İnsan İçin Önemi Nedir?

1. İman, insanın yaratılma sebebidir. Yani o, Yaratan’ını îmanla tanımak ve ibâdet etmek için yaratılmıştır. İnsan bu yaratılış gayesine uygun hareket ederse âhirette ebedî saadete nail olacak, cennete girecek, aksi takdirde cehenneme atılacak, ebedî şekavet ve bedbahtlığa mâruz kalacaktır.

Bu bakımdan îman, insan için ebedî saadeti kazanma vesilesidir ve cennete giriş anahtarıdır. İmansız cennete girilmez. Bu cihetle insanın îman etmesi ve bu îmanını son nefesine kadar kaybetmeden veya zayıflatmadan muhafaza etmesi, dünyadan da, dünya içindeki her şeyden de daha kıymetli bir nimettir. İmanın bu büyük öneminden dolayıdır ki, Peygamberimiz (asm) bir hadîs-i şerîflerinde: “İmânınızı lâ ilâhe illâllah diyerek yenileyiniz.” buyurmuş; îmanı yenilemenin ve muhafaza etmenin ehemmiyetine dikkatimizi çekmiştir. “İmânın her an zayıflama ve kaybolma ihtimali mi var ki, devamlı yenilenmesi emrediliyor?” gibi bir suâl akla gelebilir.

İmânı yenileme konusunu Bediüzzaman, akla gelen bu suâle de cevab olacak şekilde şöyle izah etmektedir:

“İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için, her zaman tecdîd-i îmana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin mânen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünki, zaman altına girdiği için, o ferd-i vâhid bir model hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.”

“Hem insanda bu taaddüd ve teceddüd olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir; daima tenevvü’ ediyor; her gün başka bir âlem kapısını açıyor. İmân ise, hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyasıdır. Lâ ilâhe illâllah ise, o nuru açar bir anahtardır.”

“Hem insanda, madem nefis, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar, çok vakit îmanını rencide etmek için gafletinden istifade ederek çok hîleleri ederler, şübhe ve vesveselerle îman nûrunu kaparlar.”

“Hem, zâhir-i şeriata muhalif düşen ve hattâ bâzı İmamlar nazarında küfür derecesinde te’sir eden kelimât ve harekât eksik olmuyor. Onun için her vakit, her saat, her gün tecdîd-i îmana bir ihtiyaç vardır…” (Mektûbât, Yirmi Altıncı Mektup)

Bu ifadelerde, üç noktadan îmanı yenilemenin zarureti üzerinde durulmaktadır:

Birinci nokta: İnsanın yaşadığı zaman ve içinde bulunduğu mekân, temas ettiği çevre itibarı ile hâlet-i ruhiyesi, düşüncesi, anlayışı sık sık değişebilmektedir. Mâruz kaldığı hâdiseler, yaptığı işler, temas kurduğu insanlar, onda müsbet veya menfi izler bırakmaktadır. Bu durumu Peygamber Efendimiz (asm) de şu şekilde beyan buyurmaktadırlar:

“Şüphesiz Adem oğlunun kalbi serçe kuşu gibidir, günde yedi defa döner, çevrilir durur.” (Camiu’s-Sağir, 2342)

“Şüphesiz ki Ademoğullarının kalplerinin tamamı Rahman olan Allah’ın kudret parmakları arasında tekbir kalp gibidir, kul nereye çevrilmeyi istiyorsa Allah da onu oraya istediği gibi çevirir..” (Camiu’s-Sağir, 2344)

“Adem oğlunun kalbi tencereden daha çok değişkendir. Tencere kaynarken suyun toplandığı gibi.” (Camiu’s-Sağir, 7300)

“Kalbin misali; çöldeki bir tüy gibidir. Rüzgar onun içini dışına, dışını içine çevirir durur.” (Camiu’s-Sağir , 8135)

“Kalbe, kalb isminin verilmesi sürekli dönmesi nedeniyledir. Kalp, çölde rüzgarın içini dışına dışını içine çevirip durduğu ağaca takılmış bir tüy gibidir. (Camiu’s-Sağir, 2595)

İnsan kalbinin ve ruh hâletinin bu derece dış te’sirlere mâruz olması sebebiyledir ki, hadîsde, sık sık “Lâ ilâhe illâllah” diyerek îmânın yenilenmesi emredilmiştir.

İkinci nokta: İnsanda nefis, hevâ ve vehim gibi menfî duyguların bulunması ve şeytanın devamlı vesvese vermeye ve kötülüğü telkine çalışması gerçeğidir. Gafletli bir ânında bu menfi telkinlerin, insanı îmanda şübheye düşürmesi muhtemeldir. Böyle bir duruma düşmemek için de, tecdîd-i îmana ihtiyaç vardır.

Üçüncü nokta ise: Şeriatın zâhirine aykırı düşen ve bâzı din âlimlerinin nazarında küfür bile sayılan bâzı kelime ve sözlerden, insanın tamamıyla uzak kalamadığıdır. Bu sebeble de, “Lâ ilâlhe illâllah” diyerek imanı yenilemeye zaruret vardır.

İmanı kuvvetlendirmenin ve muhafaza etmenin bir başka yolu da onu taklidî mertebeden kurtarıp tahkikî hâle çevirmektir. Bu da ancak îman hakikatlerini tahkikî bir surette ders veren, akla gelebilecek her türlü şübhe ve vesveselere cevap veren îmanî eserleri okumak ve devamlı îmanî konularda sohbetler yapmak suretiyle olur.

İnsan îmanını taklidden tahkîka çıkarırsa, artık onun için îmanını kaybetmek, son nefesde âhirete îmansız gitmek gibi bir durum söz konusu olmaz. İslâm âlimleri, sekerat vaktinde şeytan’ın bütün hîle ve vesveseleri ile gelip insanı aldatmaya ve îmanını almaya çalışacağını söylemişlerdir. Bu yüzden de sekerat vaktinden korktuklarını belirtmişlerdir. İşte insan, sekerat vaktindeki bu gibi tehlikelerden, tahkikî îman sayesinde korunabilir. Çünkü tahkikî îmanda, îman sadece akılda kalmış değil; kalbe, ruha, diğer duygu ve lâtifelere de sirayet edip yerleşmiş haldedir. Şeytan insanın aklındaki îmanını zedelese bile, eli, öteki duygulara yerleşmiş olan îmanı söküp almaya yetişemez. Böylelikle de kişi, yine îmanlı kalmış, îmanla vefat etmiş olur.

2. İman, aynı zamanda, insan için büyük bir moral kaynağı ve sağlam bir istinad noktasıdır. Hakikî imanı elde eden insan, bütün kâinata meydan okuyabileceği gibi, îmanının kuvveti nisbetinde başına gelen hâdiselerin tazyik ve baskısından da kurtulabilir. Tarihlere şan veren, destanlar yazdıran zaferlerimiz, hiç şübhesiz îmanın insana kazandırdığı güç ve kuvvete güzel bir misaldir.

İmanlı insan, başına ne derece büyük bir hâdise gelirse gelsin, îmanın verdiği tevekkül ve teslimiyetle, kadere rıza duygusu ile o hâdise ve musibetleri metanetle karşılayabilir; sabır ve tahammül ile göğüs gerebilir. Ümidsizliğe, bedbinliğe düşmez. İsyan ve feryada başvurmaz. Bu, ona îmanın kazandırdığı güç ve kuvvetten ileri gelmektedir. İmansız insanların basit bir hâdise, küçük bir musibet yüzünden intihar edip hayatlarına son verecek derecede ye’s ve ümidsizliğe kapıldıkları çok sık görülen olaylardandır. İslâm ülkelerinde intihar, hemen hemen hiç görülmezken, dünyanın en medenî ve müreffeh ülkelerinde intihar vak’alarının her geçen gün artması da bunu te’yid etmektedir.

İmanın insana kazandırdığı kuvvet ve direnme gücüne, Peygamber Efendimiz (asm) hadîs-i şerîflerinde şu şekilde işâret buyurmuşlardır:

“Mü’min kişinin benzeri, bir sap üzerinde biten taze ekin gibidir. Rüzgâr ona hangi taraftan gelirse onu eğer de yaprağı diğer tarafa döner mey¬leder (fakat o yıkılmaz). Rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mü’min kişi de böyledir. O da belâ sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Haktan yüz çeviren kâfir kişinin benzeri ise sert ve dümdüz duran çam ve dağ servisi gibidir. Nihayet Allah onu dilediği zaman (bir seferde) kırar devirir.” (Buhari, Tevhid, 32)

“Müminin hâli ne güzeldir. Başına bir felaket gelse sabreder, bu onun için hayırdır. Başına bir iyilik gelse şükreder, bu onun için hayırdır.” (Müslim, Zühd, 64)

Selam ve dua ile…

Sorularla İslamiyet

Çöldeki Çocuğun Duası

Rabbim hiç kar görmedim…

Deniz görmedim.

Ama resimlerini gördüm.

Şırıl şırıl akan suların yanında yaşayanlar ne kadar talihliler dedim.

Ümit ederim ki, kullandıkları ve içtikleri suyun her yudumunda adını anıyorlardır.

Ümit ederim ki, Senin adını benden daha çok anıp, hatırlıyorlardır.

Onlar için de şükrederim. Onlar da benim kardeşlerim değil mi?

Onlara verdiğin nimetlerini çoğalt.

Onlara verdiğin nimetlerden birini olsun, bize de, bu çöllere de nasip et.

Bir yıldır rahmetini bekliyoruz.

Sana sonsuz şükredeceğiz.

Hayvanlarımız için yağmur gönder.

Kuruyan, çatlayan topraklarımız ve dudaklarımız için yağmur gönder.

Ne olur bizim çöllerimize de kar yağdır?

Ömrümde bir kerecik olsun, ben de göreyim, ben de üzerinde yürüyeyim.

Nasıl bir şey karlarda yürümek merak ediyorum.

Çok istiyorum…

Çöllerde yalınayak yürüdüğüm gibi karların üzerinde de yürümeyi.

Şu simsiyah ayaklarımla, ben de o bembeyaz karlarda yürüyeyim.

Çok istiyorum bunu Allahım çok.

Ne kadar da yakışırdı değil mi?

Dualarıma cevap gelecek, cevap vereceksin biliyorum.

Vermeyecek olsan istetmezdin zaten bunu da biliyorum.

Gözyaşlarım yağmur olup yağıyor sandım.

Gerçekten de yağmur yağmaya başladı Allahım.

Sana hamdederim, teşekkür ederim Allahım.

Ne de çabuk cevap veriyorsun Allahım.

Rahmet önce içime yağmıştı, şimdi de yağmur olup üstüme yağıyor.

Teşekkür ediyorum Allahım…

 

Selçuk Yıldırım / Zafer Dergisi

Bir Tefekkür Levhası

“Gerçekten göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, sağduyulu, akıl sahipleri için Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösterir kesin deliller vardır.” (Âl-i İmrân, 3/190)

Gökleri ve yeri, gece ve gündüzü birer tezgâh hükmünde yaratan Cenâb-ı Hak, insanın nazar-ı dikkatini âlem sahifelerinde teşhir ettiği hadsiz lütuf ve ihsa-natma celbediyor ve onu tefekküre davet ediyor. Bu kâinat kitabına dikkatle bakıp, ibretle mütâlâa etmesini, suretten mânâya, eserden müessire, fiilden faile, lûtuftan lâtife, ihsandan muhsine intikal etmesini istiyor. Allahü Teâlâ, Kur’an-ı Kerîm’inde hitablarını akıl sahiplerine, hususan insana yapıyor. Zira, insanı, bu ulvî vazifeyi hakkıyla yerine getirebilecek bir fıtrat ile dünyaya göndermiş, bütün âlemleri varlığının ve birliğinin delilleriyle, kudret ve azametinin burhan -larıyla, rahmet ve kereminin nişanlarıyla doldurarak onun önüne sermiştir. Tâ ki, o insan semavat ve zeminin hârika tedbirini, gece ve gündüzün mükemmel tanzimini, semavî cisimlerin başdöndüren tedvirini, şu muhteşem tabloların hayretfeza tasvirini, şu rengârenk mevcudatın göz kamaştıran tezyinini ayrı ayrı tefekkür etsin, onlarda tecelli eden nimet ve ihsanlara karşı şükür ve hamd ile mukabelede bulunsun.

“Nurun gelmesi elbette nuranîden ve vücut vermesi herhalde mevcuttan, ihsan ise gınadan, sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî olduğu gibi, hüsün vermek hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemâl vermek cemilden olabilir, başka olamaz.”

diyerek, bütün varlık âlemini geride bırakıp onları var edene teveccüh etsin, O’nu bilsin, O’nu tanısın, O’nu sevsin. Huzurunda el bağlayıp, bel büksün, diz çöküp, yüz sürsün. Böylece O’na kul olma şerefinin şükrünü edaya çalışsın.

Hak Teâlâ’nm “Ben cinleri ve insi ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”fermanına bu suretle mukabelede bulunarak, hem lisan-ı hâl, hem de lisan-ı kâl ile “Ben de ancak Sana ibadet eder ve ancak Sen’den yardım dilerim.” desin.

Hâkîm-i Ezelî, nihayetsiz hikmeti ile, şu kâinatı ince ve derin mânâları ihtiva eden bir kitap hükmünde yarattı. İnsanı da o kitabın kelimelerini, satırlarını, sahifelerini okuyabilecek bir kabiliyette halketti. Onu akıl, kalb ve ruh cihetiyle inkişaf ettirdi. Ona bir temyiz kabiliyeti, bir idrâk, bir cüz-i irâde bağışladı. Bu mahiyeti ile insan bu kâinatın manen fevkine çıktı. Artık, kâinat bir kitab, insan ise onun mütalâacısı idi; kâinat bir mescid, insan onda sacitti, kâinat bir misafirhane, insan ise Rabb-i Rahîmi’nin nazlı ve nazdar bir misafiri idi. Herşey onun hizmetine verilmiş ve o diğer nevilerde tasarrufa yetkili kılınmıştı. Güneş ve aydan, nehirlere ve çaylara, havadaki buluttan yer altındaki madenlere kadar, herşey onun hizmetine verildiği gibi, her bir hayvan ve nebat da onun yardımına koşuyor, ona hizmet ediyordu. İnsan, bu haliyle,

“Şanım hakkı için biz Benî ademi tekrim ettik.” âyetine en güzel bir masadak olmuştu.

Şimdi, mükerrem olarak yaratılan bu insanın yapması lâzım gelen tefekkürünü hülâsa olarak takdim edelim:

Evet, insan hem kendi nefsini, hem de bu muhteşem âlem sarayını temaşa ve tefekkür etmekle Allah’ı bilebilir ve bulabilir. “Nefsini bilen Rabbini bilir.”hakikatından hareketle önce kendi nefsini düşünür. Menşei olan bir katre sudan tâ son aldığı surete kadar geçirdiği bütün tavır ve safhalara hayalen nazar eder. Şuursuz ve cansız elementlerin bu safhalarda ne kadar harika bir nizâm ile ve ne kadar mükemmel bir tertip ile istihdam edildiklerini hayret ve ibretle düşünür. Bu cansız ve şuursuz elementlerden şuur ve hayata merkez bir vücud halkeden Sâni-i Hakîm’in muhît ilmini, nihayetsiz kudretini takdir ve ta’zim eder. Bedenindeki nizâm ve intizama, ölçü ve takdire bakarak, onlarda tezahür eden ilim ve hikmeti akıl gözüyle görür. Bütün organlarının en güzel surette yaratıldıklarını, birbiri-leriyle elele verip muntazaman vazife gördüklerini, hepsinin kendi vazifelerine göre en uygun şekli aldıklarını, en güzel sureti giydiklerini hayretle tefekkür eder.

Bütün rızıklardaki hadsiz tadları tanıyan, tartan ve zevkeden dilini; gülünden zambağına, karanfilinden menekşesine kadar, bütün kokular taifesini teftiş eden burnunu; rüzgârın terennümatmdan, kuşların nağmelerine kadar bütün ses dünyasından onu haber-

dar eden kulağını; şu suret ve renk âlemlerinin seyircisi ve bu âlem kitabının mütalâacısı olan gözlerini bu şuurla mülâhaza ederek Hâlik’mm rahmet ve hikmetini takdir, kemâlât ve maharetini ta’zim eder. Sonra, bedenindeki her bir azadan hâsıl olan faydanın, o âzânın şekliyle yakından alâkadar olduğunu düşünür. Gördüğü bütün işler ve yaptığı bütün eserleri ellerinin şu hazır şekline borçlu olduğunu ibretle tefekkür eder. Diğer azalarını da aynı nazarla değerlendirir. Cenâb-ı Hakk’ın takdir ve tasvirindeki nihayetsiz hikmetini seyreder ve her bir âzânın bir vahdet mührü olduğunu bilir. Daha sonra, her bir âzânın ancak kendi yerinde bulunmakla faydalı olduğu dikkatine çarpar. Burnunun, koltuk altında; gözünün, tam tepesinde; ağzının, ense kökünde, ellerinin, ayak yerinde; ayaklarının el yerinde..; bulunmaları halinde bu azaların birer haz kaynağı değil, ızdırap menbaı olacaklarını derkeder.

Bir fotoğraf makinası gibi başının en münasip yerine konan gözlerini düşünür. Onları, alnından inecek terlerden koruyan kaşlarına, en küçük tozdan bile esirgeyen kirpiklerine dikkatle bakar. Bu göz-kirpik-kaş üçlüsünün hikmetli yaratılışları yanında, ayrıca, yüze bir süs olmalarını da ibretle hatırlar. Bütün âzalarının böyle yerli yerine konulmasındaki hikmet ve inayeti düşünüp, Mukaddir-i Hakîm’ine hamd ü sena eder.

Bedenini böylece temaşa ettikten sonra, tefekkürünü bir derece daha derinleştirerek onda hükmeden mânâ âlemine, yâni, hayata ve onun ihtiva ettiği kudsî haki-katlara bakar. Her ilmin anahtarı olan aklına, binler kütüphane kadar mânâları içine alan hafızasına, kâinatı kuşatacak derecede geniş olan muhabbet kabiliyetine, şefkat, aşk, şevk gibi lâtif duyguların mahalli olan kalbine, mârifet-i İlâhî’nin ziyasını neşreden vicdanına, hülâsa bütün iç dünyasına ve ruh âlemine hayret ve ibret nazarlarıyla bakar. Azalarmdaki nizâmın ve onlar arasındaki yardımlaşmanın çok daha hârika bir surette, bu hissiyat ve duygular arasında da mevcut olduğunu bilir, hisseder ve zevkeder.

Bir et ve kemik, kan ve ilik yığını olan bedeninde düşünme, hayal kurma, hıfzetme, sevme, korkma, endişe etme gibi binlerle faaliyetin kaynaştığını hayretle tefekkür eder. Her bir hissinin ve duygusunun ayrı bir vazifesi bulunduğunu fehmeder. Düşünme, inanma, sevme… istidadında olan ruhuna yazan el, konuşan dil, secde eden baş… veren Rabb-i Hakîm’ine hadsiz hamd ü sena eder. “Bedenimi bütün azalarıyla kim tanzim etmişse, ruhumu da, bütün hissiyatiyla ve duygularıyla yine o tanzim etmiştir” diye hükmedip Sâni’-i Hakîm’inin hikmetine hayran olur.

Kendisinin o ulvî ve zengin istidadiyle, Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimlerine en cami bir âyine olduğunu idrâk ederek,

“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)

âyetinin sırrını anlar.

“…Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, Arz’ı size döşek; semayı binanıza dam yapmış ve semadan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve vesair gıdaları çıkartsın, öyle ise, Allah’a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka mâbud ve Halikınız yoktur.” (Bakara, 2/22).

Azalarını ve duygularını en güzel şekilde terbiye etmekle onu ahsen-i takvim üzere yaratan Allahü Azîmüşşân’m nihayetsiz ilminin, hadsiz kudretinin, hakimane tasarruflarının kendi vücudundaki tecellilerini böylece tefekkür eden o akl-ı selim sahibi, enfüsî tefekkürden afakî tefekküre geçer. Nefsinde tecelli ve tezahür eden isim ve sıfatları bu defa kâinat sahifele-rinde ve mevcudat âyinelerinde temaşa etmeye başlar. Evvelâ çekirdeklerden ağaçlara, katrelerden denizlere, yumurtacıklardan hayat tabakalarına, atomlardan sema sistemlerine kadar herşeye muhît, mükemmel bir nizam gözüne çarpar. Bu nizamdan kaynaklanan derin hikmetleri, ulvî gayeleri, sayısız faydaları, rahmet ve merhameti gösteren semereleri mütalâa eder. İlim, hikmet, merhamet, şefkat gibi sıfatların ve hakikatların bu camid, cahil, şuursuz, iradesiz ve merhametsiz zerrelere, kürelere, sistemlere isnad edilemeyeceğini düşünür. Bütün kâinatı ihata eden şu nizâmın ancak herşeyi bilen ve herşeye kadir olan bir Zât-ı Akdes’in tanzimi ile olduğunu yakînen anlar. Sonra, kâinatta olan her şeyin bir itaat ve inkıyad içerisinde, bir emir ve irâde tahtında vazife yaptıklarını görür. Bütün hayvanat ve nebatat nevilerinin ayrı ayrı vazifelerde hâkimâne istihdam edildiklerini, zemin yüzündeki bütün dağların, denizlerin, fezadaki bütün sistemlerin Cenâb- ı Allah’ın emrine ve irâdesine itaat ve inkıyâd ettiklerini derkeder.

Diğer taraftan kâinattaki her sistemin, her menzilin, her tabakanın, her âlemin, her taifenin ve her ferdin bir terbiye neticesinde semeredar bir vaziyet aldığını görür. Umum kâinattaki bu terbiyenin bir Rabb-i Rahîm ve Alîm-i Hakîm’in rahmet, inayet ve hikmetiyle olduğunu idrâk eder. Sonra, bu kâinat memleketinin ve zemin şehrinin her tarafına ihata eden fiillere ve durmadan tazelenen icadlara bakar.

Bütün hayat sahiplerinin hiçbirini unutmayarak rızıklandıran bir Rezzâk-ı Kerîm’in hadsiz ihsan ve keremini; atomlardan galaksilere kadar nihayetsiz sistemleri hiç durdurmayarak hikmetli tedvir eden bir Kadir-i Mutlak’m sonsuz kudretini; güneşin ışık verme vazifesinden beyin hücrelerinin zekâ saçmalarına ve bütün ağaçların meyve vermelerine kadar herşeyi mahsus vazifelerde çalıştıran bir müdebbir-i Hakîm’in hikmetli tedbirini, insanın azalarından ağaçların dal ve yapraklarına, yağmur katrelerinden sema yıldızlarına kadar herşeyi en güzel bir şekilde, en ölçülü bir biçimde halk ve takdir eden bir Mukaddir-i Alîm’in âlimâne takdirini ibret nazariyle temaşa eder.

Bu fiiller gibi, tezyin, teshir, tebdil, tahrik, tenvir, teskin, tasrif… fiillerinin de bütün mevcudatı ihata ettiğini düşünür ve Cenâb-ı Hakk’ın nihayetsiz ve mutlak sıfatlarına ve hadsiz kemâlâtma yakinen iman eder.

“Bir de insan taamına baksın. Biz o yağmuru bol bol yağdırdık, sonra toprağı (hayat menbaı olan rızkınızı oradan göndermek için) bir yarış yardık. Bu suretle bitirdik, onda taneler; üzümler, yoncalar; zeytinlikler, hurmalıklar; âfaka ser çekmiş (dilber) bahçeler; meyveler ve nice çayırlar… (Bütün bunları) sizin ve hayvanatınızın menfaati için yarattık.” (Abese, 80/24-32).

Âyet-i kerimesindeki, “Bir de insan, taamına baksın.” emrine inkıyâd ile, kendisinin istifadesine sunulan bütün meyve bahçelerinden, hayvanlarına rızık olarak gönderilen çayırlara, yoncalara kadar bütün taamları, nimetleri, ihsanları, ikramları bir sinema şeridi gibi nazarından geçirir.

San’at-ı İlâhiyye’nin birer mû’cizesi ve lûtf-ı İlâhiyye’nin birer hediyesi olan meyvelerden birisine, meselâ, bir nara, bir elmaya, yahut bir kiraza dikkatle bakar. Mücessem birer rahmet ve inayet olan bu meyvelerle kendisi arasındaki münasebetleri ayrı ayrı tefekkür eder: “Renkleriyle gözüme, tadlarıyla dilime, kokularıyla burnuma, zerafetleriyle iştihama tam hitap ettikleri gibi, vitaminleriyle de bedenimin imdadına koşuyorlar” der ve şu hükme varır:

“Bu meyveleri kim halk ve terbiye etmişse, benim Rabbim ve Halikım da O’dur.”

Sonra, o meyvelerden süzülen çekirdeklere bakar. Onların da gelecek nesiller için hazırlandığını ibretle tefekkür eder. Çekirdekler meyveden süzüldükleri gibi, meyvenin ağaçtan, ağacın da bütün bir kâinattan sü-züldüğünü düşünmekle “çekirdeğin Halikı kim ise, bütün kâinatın Mâliki de O’dur” diye hükmeder.

“Her bir şey, bir mühr-ü Rabbani hükmünde bütün eşyayı kendi Halikına isnad eder.” hakikatinin bir tecellisini o meyvelerde ve çekirdeklerde açıkça görür.

Meyvenin ağaca takılı olması gibi, ağacın da bahçeye, bahçenin arz küresine, arzın da güneşe, güneşin samanyoluna… takılı olduğunu düşünmekle kâinatın bölünmez, parçalanmaz bir tek hakikat olduğunu, muhit bir ilim, nihayetsiz bir kudret ve mutlak bir irâde ile sevk ve idare edildiğini iz’an eder.

“Tabiat, bir san’at-ı İlâhiye’dir, sâni’ olamaz… bir kitabı Rabbani’dir, kâtib olamaz… bir nakıştır, nakkaş olamaz.” (Lem’alar).

O aklıselim sahibi kâinatı temâşâ ederken, sebeb-ler âlemi nazar-ı dikkatini celbeder. Güneş, ay, hava, toprak, su gibi sebeblerin aynı derecede âciz, cahil, şuursuz, iradesiz, ilimsiz, hayatsız, şefkatsiz ve merhametsiz olduklarını müşahede eder. O sebeblerden hiçbirisinin bu sıfatlar itibariyle diğerinden bir üstünlüğü olmadığını görür. Bununla birlikte o sebeblerin eliyle vücuda gelen bitki ve hayvanlarda nihayetsiz bir ilim ve hikmetin tecelli ettiğini açıkça görür.

Okuma yazma bilmeyen binlerce insanın biraraya gelmesiyle bir tek mektup dahi yazılamayacağı gibi, bu âlemdeki cahil, şuursuz sebeblerin de biraraya gelmesiyle bir tek çiçek yahut bir tek sineğin icad edilemeyeceğini yakînen anlar. Misaldeki o binlerce insan hayat, akıl, irade, his ve duygu sahibi oldukları halde, sadece ilim sıfatından mahrum olmakla bir mektup, hatta bir satır dahi yazamazlarken, bu tamamen cansız, şuursuz, ilimsiz, iradesiz sebeblerin şu nihayetsiz bitki ve hayvanları yaratamayacaklarını anlar.

Hayâlen bir atelyeye^ meselâ bir marangozhaneye girer. Atelyede imal edilmiş, nakışlı, mükemmel ve müzeyyen bir kütüphane görür. Bu güzel eserin ustasını merak eder. Ne atelyedeki tezgâhların, ne bıçkı, tutkal, çivi ve keski gibi âlet ve malzemelerin ve ne de atelye-nin tavanının, tabanının, lâmbasının… bu eserin ustası olamayacaklarını hemen anlar. Onu yapan Zât’m ne atelyeye, ne de ondaki âletlere benzemeyen ve onların cinsinden olmayan hayat, ilim, irâde sahibi mahir bir san’atkâr olduğunu kabul eder.

Bu haşmetli kâinatı da, içinde insan yapılan, hayvanat dokunan, nebatat nescedilen bir atelye gibi görür. Bu atelyenin tavanı hükmündeki semavatm, onu nakışlayan yıldızların ve lâmbası olan güneşin, kandili olan kamerin, zemini olan küre-i arzın, birer tezgâh hükmündeki gece ve gündüzün, kış ve yazın, toprak, hava, su gibi küllî unsurların… ne tek başlarına, ne de biraraya gelmekle en küçük bir canlıyı dahi icad edemeyeceklerini iz’an eder.

“Allah’tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler toplansalar, bir sineği halkedemezler.”

âyet-i kerimesinde beyan edilen ulvî hakikati yakînen anlar.

Bu kâinat atelyesini halkedip, mahlûkatı icad eden, ezelî, ebedî ve nihayetsiz ilim, irâde, kudret sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın, herşeyin Mâliki ve Halikı olduğuna ve mahlûkata hiçbir cihetle benzemediğine iman eder.

“Sivrisineğin gözünü halkeyleyendir mutlaka, güneşi hem kehkeşi halkeylemiş.

Pirenin midesini tanzim edendir mutlaka, Manzüme-i Şemsiye’yi nazmeylemiş.

Gözde rü’yet, midede hem ihtiyacı dercedendir mutlaka, sema gözüne ziya sürmesi çekmiş, zemin yüzüne gıda sofrası sermiş.” (Sözler, Lemaat)

Sonra, o akl-ı selim sahibi, kendisindeki ince ve dakik intizamla kâinattaki mükemmel ve muhteşem nizâm arasındaki ahengi, muvafakati, mutabakatı dikkatle temaşa eder.

“Bendeki nizâm, kâinattaki nizâmın kardeşidir. İkisi de bir nazımın plânından çıkmıştır. Biri merkez ise diğeri muhît, biri çekirdek ise diğeri ağaç, biri fihrist ise diğeri kitap hükmündedir” diyerek, kâinatla insanın bir tek mürebbinin terbiyesinde ve bir tek müdebbirin idaresinde olduğunu derkeder. Güneşin bir soba ve lâmba, ayın kandil ve takvim, gecenin istirahat örtüsü, gündüzün bir sergi, bir ticaretgâh ve zemin yüzünün bir çiftlik olduğunu tefekkür eder. Ve şu hükme varır:

“Güneşe soba ve lâmba dedirten bendeki ısınma ve görme ihtiyacı olduğu gibi, geceye örtü dedirten de benim istirahat ve dinlenme ihtiyacımdır. Arza beşik dedirten benim acizliğim, nâzeninliğim, nâzdarIlgımdır.”

Sonra insansız bir kâinat tasavvur eder. İnsan olmadan güneşin, ziya vermesinin, dünyanın hem kendi etrafında, hem de güneş etrafında dönmesinin, gece ve gündüzün birbiri ardısıra gelmesinin ve her kışı bir baharın takib etmesinin, atmosferin arz küresini çepeçevre sarmasının… hiçbir mânâ taşımayacağını anlar.

Sonra, kâinattaki bütün mevcudatın bir rahmet ve inayet ile insanın imdadına gönderildiğini ve ihtiyaçlarına koşturulduğunu düşünür. Evvelâ, el ve ayak gibi dış organlarına ve kalb ve mide gibi iç organlarına dikkatle ve ibretle bakar. Bu azaların da kendi zâtları için vazife görmediklerini ve kendi ihtiyaçları için birbirilerinin yardımına koşmadıklarını düşünür. “Ne göz kendi yolunu görmekte, ne mide kendi ihtiyacı için hazım yapmakta, ne el kendisi için çalışmakta, ne de ayaklar kendi işlerine koşmaktalar” diyerek bunların hep insan ruhuna yardımcı ve hizmetkâr olduklarını idrâk eder. Sonra, bir kademe daha ilerleyerek arz küresinde vazife gören, başta toprak, su, hava olmak üzere, bütün unsurları ayrı ayrı mütalâa eder. Bedendeki azalar gibi bu unsurların da yine kendi zâtları için vazife görmediklerini idrâk eder. “Onları bu vazifelerde çalıştıran ancak benim Rabbim ve Halikım olabilir; zira bütün bunlar hep benim imdadıma koşuyorlar. Arzın durup dinlenmeden dönmesi, havanın fasılasız çalışması, ağacın meyve, tarlanın mahsul vermesi hep benim için olduğu gibi, kavunun letafeti, gülün güzel kokusu da yine benim içindir” diyerek Hâlik-ı Rahîm’ine nihayetsiz hamd ü sena eder.

Sonra, ayın bir takvim ve kandil, güneşin bir lâmba ve soba olarak onun yardımına koştuklarını, ona hizmet ettiklerini düşünür. Güneş sisteminin, bütün gezegenleriyle, samanyolunun bir dalı olduğunu hatırlayarak, bu muhteşem kâinatın bir Hakîm-i Rahîm, bir Kadir-i Alîm tarafından insana hizmet ettirildiğini, hayret ve ibretle tefekkür eder. “Bütün bu câ-mid ve cansız mevcudat beni tanıyıp, bana merhamet etmekten hadsiz derece uzak olduklarına göre bu ihsan ve ikram ancak beni tanıyan ve bilen bir Rabb-i Kerîm’in tesiriyle, emriyle, tedbiriyle, ilmiyle ve irâde-siyledir” diyerek Allah’a hadsiz şükreder.

“Zaaf-ı Mutlak içinde bir kuvvet-i mutlaka tezahüratı var. Ve aczi mutlak içinde bir kudret-i mutlakanın âsârı görünüyor.” (Sözler)

O akl-ı selim sahibi afakî tefekkürüne devamla ruhsuz, hayatsız, ilimsiz ve iradesiz elementleri düşünür. Bunlardan yapılan hadsiz İlâhî san’atları; nebatatı, hayvanatı, insanları ve onlarda tecelli eden ulvî gayeleri tefekkür eder. Gayet edibâne yazılmış mükemmel bir kasideyi cansız ve şuursuz mürekkep zerrelerine vermenin kabil olamayacağı gibi, her biri bir kudret mu’cizesi olan bu Rabbanî san’atların da bu basit elementlere havale edilemeyeceğini idrâk eder. Binlerce meyve veren o haşmetli dağvari ağaçların narin, zarif ve hassas çekirdeklerden; kuş, balık ve böcek gibi hârika mahlukların âdi ve basit yumurtalardan; insan gibi âli bir mahiyetin bir katre sudan kendi kendine olamayacaklarını açıkça anlar.

Sonra akılsız, şuursuz, hayvanatın eliyle vücuda gelen harika san’atlara bakar. Bu san’atları mahlukat içerisinde şuurca en yüksek ve istidadca en zengin olan insanın bile yapamayacağını düşünür. İnsanoğlu mükemmel fabrikalarda, muhteşem tesislerde ancak hazır yünden, yahut pamuktan kumaş dokurken, ipek böceğinin sert ve basit dut yaprağından ipek yaptığını; yine insanoğlunun hazır şeker pancarından binbir güçlüklerle şeker üretmesine karşılık, arının çiçeklerden bal yaptığını hayretle temaşa eder. Bu hayvanatın ancak bir Sâni’-i Hakîm’in birer fabrikası, birer tezgâhı olduklarına hükmeder ve şu hakikati güneş gibi görür:

“Bu acz içindeki kudret; ve zaaf içindeki kuvvet; ve fakr içindeki servet ve gına; ve cumud ve cehil içindeki hayat ve şuur; bilbedahe ve bizzarure, bir Kadir-i Mutlak ve Kaviyy-i Mutlak Hayy-ı Kayyûm bir Zât’ın vücub-u vücuduna ve vahdetine karşı her taraftan pencereler açar. “1

“(Ey Habibim)! Sen de! Her şeyin melekutu (iç âlemleri) Kimin elindedir (yed – i kudretindedir)?” (Mü’minûn, 23/88).

Sonra iradeli ve iradesiz şuurlu ve şuursuz hiçbir mahlukun kendi iç âleminde müstakil olmadığını düşünür.

Evvelâ, nazarını kendi iç alemindeki çeşitli maki-nalara, tezgâhlara, çarklara çevirir. Ana rahminde iken bu iç azaların yapılmasında, takılmasında, her birinin kendine münasip vazifeler yüklenip, en elverişli yerlere yerleştirilmesinde ne kendisinin, ne de en yakın sebebler olan ana-babasmın hiçbir hisseleri olmadığı gibi; dünyaya geldikten sonra da bu azaların faaliyetlerinde onların tesirleri olmadığını ibretle tefekkür eder. Kalbinin çalışmasından, midesinin hazım faaliyetlerine ve dimağın hayretengiz bir laboratuvar gibi vazife görmesine kadar bütün fiillerin hep onun irâdesi ve kudreti dışında cereyan ettiğini, kendisinin bunlarda hiçbir tesiri olmadığını bilir. Bu organları hakimane tanzim eden ve mahirâne çalıştıran bir Sâni’-i Hakîm’in, bir Rabb-j Kerîm’in mevcudiyetine yakînen îman eder.

Aynı şekilde, bütün hayvanatın iç âlemlerine de nazar eder. Onlardaki hakimane faaliyetlerin, basirâne tedbirlerin, rahimâne tasarrufların sağır tabiata, kör kuvvete ve şuursuz sebeblere verilemeyeceğini yakînen bilir.

Nebatatın içlerinde cereyan eden hârika faaliyetleri de bunlara kıyas eder, aynı mizanla tartar.

Sonra bu hakikatin deryalarda, dağlarda, yerin derinliklerinde, sema tabakalarında cari olduğunu dikkate alır. Ne deryaların, içlerindeki mahlûklardan; ne dağların, taşıdıkları hazinelerden; ne semanın, ihtiva ettiği sistemlerden haberdar olmadıklarını ibretle tefekkür eder. Ve bu tefekkür ile, kâinatın mihrak noktası olan insandan, sema tabakalarına kadar bütün mevcudatın iç âlemlerinin aynı ilmin murakabesinde, aynı irâdenin tedbirinde, aynı kudretin tasarrufunda… olduğunu iz’an eder.

“Her şeyin bâtını zahirinden daha âli, daha kâmil, daha lâtif, daha güzel, daha müzeyyen olduğu gibi, hayatça daha kavi, şuurca daha tamdır.” (Mesnevi-i Nuriye)

Sonra, herşeyin iç âleminin dışından daha mükemmel olduğu hakikatini tefekküre başlar. Önce kendi iç âlemini nazara alır. Hayâl, hafıza, muhakeme ve şuur gibi iç duygularının efendisi olan aklının; marifet, muhabbet, şefkat gibi hakikatların makesi olan vicdanının bedendeki azalardan çok daha hârika, çok daha mükemmel olduğunu hemen anlar. Ve şu hakikatlara intikal eder:

“Saray güzeldir, lâkin sultan daha güzeldir. Zira saray sultan içindir.”

“Kafes güzeldir, ama bülbül daha güzeldir.”

“Lâfız güzeldir, fakat mânâ daha güzeldir. Çünkü, lâfız kuvvetini ve kıymetini ondan alır.”

“Kabuk güzeldir, lâkin lüb daha güzeldir. Çünkü, ukde-i hayat ondadır.”

Bu tefekkür ile kendi bedenin de bir saray, bir kafes, bir lâfız yahut bir kabuk hükmünde olduğunu ve ondaki bütün güzelliklerin, tenasübün, ahengin onda hüküm süren ruh sultanından kaynaklandığını yakinen anlar. Asıl, nuranî kâmil ve hâkim olanın hep ruh olduğunu, bedenin ise ancak ruhun terakki ve tealisine hizmet eden, dağılmaya mahkûm bir kabuk olduğunu idrâk eder.

Bu kâinatı da bir büyük insan gibi tasavvur ederek onun akılları hayrette bırakan kametini, nazarları kamaştıran endamını ve onda tezahür eden hârika güzellikleri tefekkür eder. İnsandaki bütün güzelliklerin onun iç âleminden gelmesi gibi, bu muhteşem kâinattaki güzelliklerin de melekût âleminden geldiğini bilir. Kendisindeki kalb, akıl, ruh, hafıza, hayal… âlemlerine mukabil, insan-ı ekber olan kâinatta da Arş, Kürsî, âlem-i ervah, levh-i mahfuz, âlem-i misâl gibi âlemlerin mevcud olduğunu ve bu âlemlerin şu görünen âlemden daha âli, daha yüksek, daha güzel, daha lâtif olduğunu anlar.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Said Nursî, Sözler, s. 619.