Etiket arşivi: tefekkür
Bediüzzaman Aynasında Tefekkür Yansımaları
Birgün otomobille büyükbir buğday tarlasından geçiyorduk. Biz bunların ekmek olup yenmesini düşünüyorduk. Bu sırada Üstad bize, ‘Ekmeği sizin, tefekkürü benim’ dedi.’ Bu hâtırayı anlatan Zübeyir Gündüzalp ağabey. Üstad Bediüzzaman’ın en yakın talebelerinden. Aslında buğday tarlasını görüp, belki milyonlarca başağın insanlar için yaratılışı ve oradan elde edilecek mahsüllerin nice insanın rızkı olarak sofraları süslemesi de bir nevi tefekkürdür. Bu noktadan hareketle, aktardığımız hatıradaki ‘tefekkür’ kavramının izafî; yerine ve kişeye göre belki de seradan süreyyaya kadar basamakları olduğuna hükmedebiliriz.
Üstad Bediüzzaman’ın ‘Ekmeği sizin, tefekkürü benim’ ifadesindeki vurgudan belki böyle bir netice çıkarmak mümkündür. Bu durumda, tefekkür konusunu, sözlük veya terim mânâsıyla, belli başlı âlimlerin tarif ve izahlarına göre açıklamak hakikî tefekkürün koordinatlarını belirlemede yeterli olmayabilir. Teoriden ziyade pratik ve uygulamalı örnekler hayatımıza aktarma ve bunu bir bilinç ve şuur haline getirmede daha kesin ve daha kestirme bir yöntem olabilir. İşte böyle bir yöntemi takip etmede önümüzde gayet canlı ve dikkat çekici bir örnek vardır. O da, başta Zübeyir Gündüzalp’in bir müşahedesini aktardığımız, mücessem ve müşahhas bir tefekkür örneği olan Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatıdır.
Bediüzzaman’ın bir diğer yakın talebesi Bayram Yüksel, kırlara ve dağlara yaptıkları tefekkür gezileri esnasında şahid olduğu tablolar, aynı zamanda ‘tefekkür’ kavramının derinlikleri hakkında bize önemli ipuçları verir. ‘Üstadımız kırları gezerken kitâb-ı kebiri mütalaa ederdi. Bizlere de hem arabada giderken ve gelirken ‘Keçeli, keçeli siz de şu kitab-ı kebir-i kâinatı okuyun’ derdi. Bayram Yüksel’in bu cümlesinde geçen ‘Kitab-ı Kebir,’ diğer ifadeyle ‘Büyük Kitap’ bütün Kâinattır. Yâni Kâinat, bir kitaptır. O kitapta Rabbimizi, O’nun sonsuz güzellikte ve mükemmellikte olan isim ve sıfatları anlatan sayısız âyetler bulunur. Bediüzzaman’ın bu büyük kitabı, bu görülen, müşahede edilen ve birebir yaşanan Kâinat kitabını okurken sergilediği tavır da başkaca derslerle dolu. Bir rahlenin önünde diz çöküp ayet ayet, sayfa sayfa Kur’an-ı Kerîm’i büyük bir huşu ve huzur ile okuyan hâfık kurrâlar misali Bediüzzaman, yakın talebesi Bayram Yüksel’in ağzından kâinat kitabını şöyle okuyordu:
‘Kırlara gittiğimizde en yüksek yerlere çıkardı. Bazen yüksek ağaçların ve taşların başına çıkardı. Namaz kılarken de yüksek taşların başını tercih ederdi. Kırlarda cemaatle namaz kıldığımızda bizlere imamlık ederdi. Namaz vakti girdiğinde muhakkak ezan okuturdu. Üstadımız bizlere, ‘Sizlerdeki gençlik bende olsa, şu dağlardan inmem’ derdi. Daima kitab-ı kebir-i kâinatı mütalaa ederdi.
Aktardığımız bu iki hâtıraya bir başka açıdan da yaklaşmak mümkün. Kırlara ve dağlara yapılan geziler sırasında görülen alan, bütün dünya düşünülecek olursa yok denecek kadar küçük bir alandır. Hele bir de bu kıyası dünyamız ve güneşimizinde içinde bulunduğu galaksimiz ve o galaksinin de yok denecek kadar küçük kaldığı bütün kâinat düşünülecek olursa. Ancak burada önemli olan bakış ve idrak ediştir. Bilinçtir, şuurdur. Bir meleke halinde tüm benliğiyle, tük hücreleriyle, tüm ruhuyla, ruhundaki tüm hisleriyle, kısaca her şeyiyle en küçükten en büyügüne kadar Kâinat kitabını harf harf, kelime kelime okuyabilmedir. Bu öyle bir okuyuştur ki, hakikatin derinliklerine nüfuz edebilen bir kişi, Üstad Bediüzzaman’ın bir küçük çiçekteki veya böcekteki âyetleri okurken, o engin tefekkür hâletiyle aynı anda güneşleri, yıldızları ve galaksileri de okuduğunu rahatlıkla müşahede edebilecektir. Çünkü bir zerre ile güneş âyet oluş özelliğiyle aynı kefede bulunur. Belki bir zerre yerine göre güneşten daha ağır ve hakikatli konumda olabilir. Tıpkı bir tek damla ile koca bir okyanus arasındaki ilişki gibi. Bediüzzaman’ın tefekkürü işte böyle bir tefekkürdür.
Bizim ölçülerimize göre tefekküre bile konu olmayan, sıradan, hattâ yüzümüzü ekşiterek, dudağımızı burkarak bakışlarımızı uzaklaştırdığımız varlıklara, görüntülere Bediüzzaman belki dünyalar kadar değer verir. İnanmıyorsanız, kendi kendimizi bir hesaba çekelim.
Rahatlamak için, sıkıntılardan arınabilmek için, biraz gezip dinlenmek için kırlara, bizim tabirimizle pikniğe gittik. Yanımızda aile fertleri veya yakın arkadaş çevremiz bulunuyor. Birkaç saatlik böyle bir gezi programımızda ‘tefekkür’ sayabileceğimiz süre ve hadiseleri bir düşünelim. Bu noktada geçmişteki benzer faaliyetlerimizi de dikkate alabiliriz. Acaba, hakikaten tefekkür nitelikli faaliyetlerimiz içinde köpeklerin havlaması hiç yer aldı mı? Bir kaplumbağa, kurbağa ve kertenkele böyle bir tefekkürde ne kadar ve nasıl yer aldı? Bu teste benzer başka sorularla devam edebiliriz.
Bakın Bayram Yüksel ağabey, Üstad Bediüzzaman’la alâkalı hatıralarının bir yerinde ne diyor: ‘Bütün mahluklarla alakası vardı. Ağaçlara, taşlara ve hayvanlara çok acîb şefkati vardı. Hattâ yollarda köpek görse bize der; ‘Bunlar çok sadık hayvanlardır. Bunların koşmaları, ulumaları sadakatlarının iktizasıdır’ derdi. Kırlarda gezerken kaplumbağa görürse onunla çok ciddî alakadar olur, ‘Maşaallah, bârekallah ne güzel yapılmış, şundaki san’atı sizlerden geri görmüyorum’ derdi.’
Hakikî tefekkürün mahiyeti ve temel özellikleri bu ifadelerde kendini belirgin bir şekilde kendisini göstermekte. Daha da ilerisi, hakikî tefekkürün bir şuur ve meleke haline gelişine de çok dikkat çekici bir örnek olarak da niteleyebiliriz. Yine Bayram Yüksel‘in, Son Şahidler isimli eserin 3. Cildinde aktarılan hatıralarından kısa bir anekdot daha aktaralım: ‘Bazen karıncaları görse veyahut bizler bir taş kaldırsak ve altından karınca çıksa, taşları gelip koydurur, ‘Hayvancıkların rahatını bozmayın’ derdi. Kırlarda avcıları gördüğünde, ‘Tavşanları ve keklikleri vurmayın’ derdi. Ve, ‘Diğer hayvanları incitmeyin’ der ve nasihatte bulunurdu. Hattâ çok kişileri avcılıktan menetmişti.’
Karıncaların yuvasını bozdurmayacak, bozulursa hemen telafisini düşünecek, bozanlara nasihatlerde bulunacak bir tefekkür örneği. Belki hemen herkesin normal gördüğü avcılık konusunda, avlananlara tavşanları, keklikleri vurmamayı öğütletecek, sadece onları değil, avlanmanın dışında başka mahluklara da rahatsızlık vermemelerini nasihat ettirecek bir tefekkür boyutu. Tarife ve söze sığmayacak kadar geniş ve derin bir hayat anlayışı. Öyle bir tefekkür ki, bütün kâinat karınca, bütün âlemler tavşan veya keklik, güneşler birer kelebek, yıldızlar birer sinek olsa bile, çapı ve derinliği hiç değişmeyecek bir tefekkür.
AĞAÇLAR ZİKREDİYOR
Aslında Çam Dağı, Isparta’daki Barla Dağının bir tepesidir Çam Dağı. Bu tepenin güney yamacında, Üstad’ın tefekkür meânlarından birisi de Çam ağacı. Yakın talebelerinden Mustafa Çavuş, Abdullah Çavuş ve Abbas Mehmet bu ağaca üstü açık tahtadan bir kulübe inşa etmişler. Bediüzzaman da bu kulübeciğe çıkar, namaz kılar ve tefekkür ederdi. Hattâ bazı eserlerini de burada telif etmişti. Bayram Yüksel, bu ulvî tefekkür mekânıyla ilgili, yine tefekkür eksenli bir başka hatırasını şöyle aktarır: ‘Çam Dağında bazen ağaç lâzım olurdu. Bu ağaçları, Karaağaç köşkündeki menzilinin tamiri için kullanırdık. Üstadımız rastgele ağaçları kesmemize mani olurdu, ‘Ağaçları kesmeyin, onlar da zikrediyor’ derdi.’
YÜKSEKLERDE TEFEKKÜR
Bediüzzaman’ın tefekkürüyle alakalı pek çok örnek aktarılmıştır. Bu örneklerin en dikkat çekici yönlerinden birisi, Üstad’ın tefekkür ekseriyetle yüksek yerleri seçmesidir. Bulunduğu muhitin en yüksek yerini tercih eder. Hattâ eğer o yerde bir ağaç, yüksekçe bir kaya parçası, çok sarp da olsa bir tepe veya bir ev varsa onun çatısı tefekkür için en ideal yerdir. Bu özellik Üstad’ın hemen hemen tüm hayatı için söz konusudur. Van’daki ilk talebelerinden İsmail Perihanoğlu‘nun şu hatırası ilginç bir örnektir: ‘Üstad Bediüzzaman, çok ibadet ederdi. İbadetini yüksek yerlerde yapmayı tercih ederdi. Onun unutmadığım bir ibadet haline, Nurşin Camiinde rastlamıştım. Camiin damına çıkmış, seccadenin üzerinde tefekkür ve tesbihe dalmıştı.’
TEFEKKÜR ÜZÜMLERİ
Bir yere misafirliğe gittiniz. Ev sahibi size salkım halinde üzüm ikram etti. Ancak üzüm salkımı buruşmuş, kurumaya yüz tutmuş, belki tadı biraz bozulmuş. Belki her şeye rağmen yersiniz, belki mümkün olduğunca yememeyi tercih edersiniz. Tabiî, bu ikram Üstad Bediüzzaman’dan olursa ve o üzüm salkımının en önemli hususiyetinin tefekkür ibadetiyle bir bağlantısı bulunursa, belki o zaman baldan daha tatlı ve lezzetli olacaktır. İşte böyle bir lezzeti tadan Said Özdemir, bu hatırasını şöyle aktarır: ‘Üstad hayatta iken İzmir’de bir mahkememiz vardı. Dönüşte Isparta’ya uğradık. Ramazan’dı. Gece yarısına doğru Üstad talebeleriyle ders yapıyordu. Biz de iştirak ettik. ‘Dersten sonra meyve, o yoksa para dağıtmak Üstadın âdetiydi. Meyveleri kurayla dağıtırdı. O gün kurayla üzüm dağıttı. Üzüm kurumuştu. Çünkü, tefekkür için asmışlardı.’
Üstad Bediüzzaman’ın tefekkür boyutuyla ilgili hatıralar sadece kır gezintileriyle sınırlı değildir. Tefekkür şuuru adetâ zerrelerine kadar sindiği için, hemen her ortamda en güzel ve ibret dolu enstantaneler kendini gösterir. Muhsin Alev, günlük güneşlik güzel bir bahar günü yaşadığı bir hatırasını şöyle anlatır: ‘Namaz kılmak için Yavuz Selim Camiine gittik. Namazı camide kıldıktan sonra, caminin önündeki eski Bizans su sarnıcı, o zamanda çiftlik olan yeşil bahçeliğe indik. Çiftlikte rengârenk tavus kuşları vardı. Üstad, kuşları görünce onlarla çok alâkadar oldu. Hayran hayran temaşa etti. Sonra bize dönerek; ‘Nur Risalelerinde bu kuşlardan bahsetmiştim’ diye onlardaki İlâhî sanatı nazara vererek dersler yaptı. Kuşların sahibine para verdi. Bu para ile kuşlara yem almasını söyledi. Belki de, on-on beş dakika sevinç ve huzurla tavusları seyretti.’
CENNETTEN ALTI DAMLA
Mehmed Babacan tarafından aktarılan bir hatıra, Isparta sınırları dahilindeki Gölcük’le ilgili. Diğer bazı Nur talebeleriyle birlikte Gölcük’e gitmek için otobüs tutarak Isparta-Gölcük’e giderler. Çünkü Üstad, bu göle gitmeyi ve orada tefekkür etmeyi çok sevmektedir. Ancak otobüs yolda otobüs bozulunca bir süre durmak zorunda kalırlar. Bu gelişmeye rağmen Üstad, Aşçı Ali isimli bir talebesinin motosikletine binerek yola devam eder. Mehmed Babacan, Üstad’ın Gölcük’ü çok sevmesinin sebebi ve bu göl hakkında söylediklerini kısa ve öz olarak şöyle aktarır: ‘Üstad oradaki İlâhî güzelliğe hayrandı. Oranın güzelliğini saatlerce seyredip, tefekkür ederdi. Bir defasında: ‘Bu mübarek göle günde altı damla Cennetten iniyor. Bu damlalar bu mübarek şehir Isparta’yı ihya ediyor’ demişti.’
SONUÇ
Bediüzzaman Said Nursî, Kur’an-ı Kerim’den ve Resul-ü Ekrem’den (a.s.m.) aldığı tefekkür dersini hayatına ve eserleri olan Risale-i Nur Külliyatına uyarlamış, asrın insanına sunmuştur. Kendisi adeta ete-kemiğe bürünmüş, canlı bir tefekkür örneğidir. Risale-i Nur Külliyatı, hayatına birebir aktardığı mükemmel tefekkür sisteminin yazılı hale gelmiş şeklidir. Yaşadığı süre boyunca yetiştirdiği tüm talebelerini birer yürüyen tefekkür levhası haline getirmiştir. Ona talebe olanların, onu bilfiil görüp ona hizmet edenlerin, onun telif ettiği Nurları okuyup tefekkür dersi alanların en belirgin özellikleri, yaşadıkları her hadiseye, gördükleri her varlığa tefekkür penceresinden bakmalarıdır.
Bediüzzaman’ın tefekküründe imanın temel esasları ve prensipleri vardır. Bediüzzaman’ın tefekkürü, İslâmın bütün emirleriyle bağlantılıdır. Başta namaz olmak üzere farz ibadetlerden ayrı, bağımsız değildir. Çünkü Bediüzzaman, Namaz gibi bir ibadeti, kulluğun en zarurî görevini, adetâ güneşlerle, yıldızlarla, dünyanın üzerindeki tüm varlıklarla birlikte eda eder. Çünkü ona göre karıncadan tâ dünyaya, zerreden tâ güneşe kadar canlı-cansız, şuurlu-şuursuz, ruhlu-ruhsuz bütün varlıklar her an ibadet halindedirler. Allah kendilerine hangi görevi ve kulluk vazifesini vermişse onu aksatmadan yerine getirmektedirler.
Bediüzzaman’ın tefekküründe, yine canlı-cansız, şuurlu-şuursuz tüm varlıklar Allah’ı zikreder. Bu zikir halkasına kendisi de dahil olur. Allah’ı sonsuz isim ve sıfatlarıyla sürekli olarak anan, zikreden her bir varlıkla adetâ bir kardeş, bir arkadaş olur.
Bediüzzaman’ın tefekküründe, en küçüğünden en büyüğüne kadar her varlık birer âyettir. Tüm kâinat ise sayısız âyetleri ihtiva eden büyük bir kitaptır. Görerek, müşahede ederek okunan büyük bir Kur’an’dır.
Bediüzzaman’ın tefekküründe bütün varlıklar birer aynadır. Allah’ın sonsuz güzellikteki isimlerinin, sonsuz mükemmellikteki sıfatlarının yansıdığı birer aynadır.
Bediüzzaman’ın tefekküründe, bütün varlıklarla birlikte en yüksek ve en büyük kulluk mertebesi olan ‘Marifetullah‘a ulaşma vardır. Bu da zâten, bütün varlıkların yaratılma sebebi, hikmeti, neticesi ve meyvesidir.
Veli Sırım / Zafer Dergisi
Risale-i Nur Cevap Veriyor! Risale-i Nur ile Tasavvuf, Tefekkür ve Edebiyat Üzerine..
Risale-i Nur Külliyatından Tarihçe-i Hayat isimli risale önsöz ile başlar. Bu önsöz Medîne-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır. (1) Bu mühim âlim, Ali Ulvi Kurucu’dur. Muhterem büyüğümüz Ali Ulvi Kurucu’nun Risale-i Nur ve Bediüzzaman Hazretlerinin şahsiyeti hakkındaki orjinal ve ilmi tespitleri Tarihçe-i Hayat’ta önsöz olarak yerini almıştır. Biz de bu yazımızda zaman zaman gündemi teşkil eden risaleler hakkındaki sorulara bu önsözden pasajlarla cevap vereceğiz.
1-Bediüzzaman Hazretlerinin tefekkür sistemi nasıldır?
Cevap : “Bütün semavî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegane davaları olan Hâlık-ı Kainatın ulûhiyet ve vahdaniyetini ilan; ve bu büyük davayı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir.” (2)
2-Tasavvuf hakikati ile Risale-i Nur hakikatı esas ve köken itibarıyla birbirine zıt mıdır?
Cevap : “Tarîkatten maksat, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip, ahlak-ı Peygamberî ile ahlaklaşarak, bütün manevî hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakkın rızasında fanî olmaktır. İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki, ehl-i hakîkattirler. Yani, tarîkatten maksut ve matlup olan gâyeye ermişler demektir. Fakat, bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz, matlup olan hedefe kolaylıkla erebilmek için, muayyen kâideler vaz eylemişlerdir. Hulasa, tarîkat şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkatten düşen şeriata düşer; fakat, maazallah, şeriattan düşen, ebedî hüsranda kalır. Bediüzzaman’ın açtığı nur yolu ile, hakîki ve şaibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilaf yoktur. Her ikisi de rıza-i Barîye ve binnetice, Cennet-i alaya ve dîdar-ı Mevla’ya götüren yollardır.” (3)
3-Tasavvuf ile Risale-i Nur yolu arasında ne gibi meziyet farklılığı vardır?
Cevap: “Risale-i Nur, tasavvuftaki murakabe dairesini Kur’an-ı Kerîm yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilave etmiştir.
“Evet, insanın gözüne, gönlüne bambaşka ufuklar açan bu tefekkür sebebiyle, sadece kalbinin murakabesi ile meşgul olan bir salik, kalbi ve bütün letaifi ile birlikte, zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı azamet ve ihtişamı ile seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenab-ı Hakkın o âlemlerde bin bir şekilde tecellî etmekte olan Esma-i Hüsnasını, sıfat-ı ulyasını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mabedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder. Risale-i Nur’un açtığı îman ve irfan ve Kur’an yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mabede girer; ve herkes de, îman ve irfanı, feyiz ve ihlası nisbetinde feyizyab olur.” (4)
4-Bediüzzaman Hazretlerinin edebi cephesini nasıl tanımlarsınız?
Cevap : “Üstad, o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzîm ve tertibi ile değil, bilakis, kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, îman şuurunun, ahlak ve fazîlet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dahîdir. Artık, bu kadar ulvî bir gâyenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fanî şekillerle meşgul olamaz.
Bununla beraber, Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulade denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir. Ve bu sebeple, üslûp ve ifadesi, mevzua göre değişir. Mesela, ilmî ve felsefî mevzûlarda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gâyet veciz terkipler kullanır. Fakat gönlü mest edip, rûhu yükselteceği anlarda, ifade o kadar berraklaşır ki, tarif edilemez. Mesela, semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenab-ı Hakkın o âlemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûp o kadar latîf bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır.
İşte, bu hikmete mebnîdir ki, bir Nur Talebesi, Risale-i Nur külliyatını mütalaası ile, üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa, hissen, fikren, rûhen, vicdanen ve hayalen tam manasıyla tatmin edilmiş oluyor.” (5)
5- Risale-i Nur’un mahiyetini ve hakikatını nasıl özetlersiniz?
Cevap : “Risale-i Nur külliyatı, Kur’an-ı Kerîm’in cihanşümûl bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda o mübarek ve İlahî Bahçenin nûru, havası, ziyası ve kokusu vardır.” (6)
Sonuç:
Risale-i Nur, Bediüzzaman Hazretlerinin vasıtasıyla insanlığa hitap eden bir derstir. Bu ders Kur’an’dan süzülmüş bir hakikattir. Bu hakikat hiçbir hak meslek ve meşrebe zıt değildir. Bu dersi dinleyen, Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in bu asra bakan bir hakikati ile karşılaşır. Bu hakikat o kişiyi -Allah’ın izniyle- hidayet güneşi ile buluşturacak ve ebedi mutluluğa taşıyacaktır.
Kaynaklar:
- Tarihçe-i Hayat, s.9
- Tarihçe-i Hayat, s.19
- Tarihçe-i Hayat, s. 19–20
- Tarihçe-i Hayat, s. 20
- Tarihçe-i Hayat, s.21
- g.e. a.g.y.
Teşrii ve Tekvini Ayetler!
Allah’ın teşriî ve tekvinî olmak üzere iki çeşit âyetleri vardır. Kur’ân’daki âyetlerine teşriî, kâinattaki âyetlerine de tekvinî âyetler diyoruz. Yaratılmış her mahlûk Allah’ın birliğinden varlığından haber veren birer tekvini ayettir.
Kuran vahyi gibi evrendeki tekvînî ayetler de Allah’a aittir. Risâle-i Nur’da Said Nursi Hazretleri Allah’ın kelam sıfatının bir tecellisi olan Kur’an-ı Kerim ile irade sıfatının tecellisi olan kâinat arasındaki ilişkiyi okuyucuların idrakine sunar. Bu iki kitap arasındaki ilişkinin birbirini tamamlar nitelikte olduğunu anlatır. Bediüzzaman Hazretlerinin “hakikat yolu” olarak nitelendirdiği marifetullah yolunda tekvini ve teşri ayetler arasındaki irtibat ve tefekkür dikkati çekmektedir. Tekvini ayetler ile teşrii ayetler arasındaki bir mülahaza olan bu yazımızda 2/41. ayetteki tehditkarane ikazı farklı bir bakışla değerlendireceğiz. Çünkü bu ayetin çağrıştırdığı diğer bir hususta tekvini ayetlerdir.
Bakara Suresinin 41. ayetindeki söz konusu olan ikaz mealen şöyledir : “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın”. Bu ayetin tefsirine baktığımızda genel olarak “Size indirdiğim apaçık âyetlerimi fani olan dünya malı ile değiştirmeyiniz” (1) şeklinde tefsir edildiğini görürüz. Fakat insanın kâinat kitabının en büyük ayeti (2) olduğunu ve insana ait tüm organların birer tekvini ayetler olduğunu gördüğümüzde karşımıza farklı açılar çıkacaktır. Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insana vücut bir emanet olarak verilmiştir. Emanete ihanetin olmaması ise gereği gibi korunması demektir. İnsan kendisine verilmiş ilahi fıtrat gereği Allah’a iman etmiş ve iman esaslarını yaşamaya uygun olarak yaratılmıştır. En güzel surette yaratılan insan, iman edip imanın gereği olan emredilmiş davranışları sergilediğinde ebedi kurtuluşa erecektir. İmanın yasakladıklarını kendisine verilen tekvini birer ayet olan göz, kalp, akıl, dil vd. gibi organlar ile çiğnediği zaman Allah’ın emanetini zarara uğratmış olmaktadır. İnsan, varlığını emredildiği şekilde kullanmakla mükelleftir. Bu konunun önemini anlayabilmek için şu ayete bakalım:
“Gerçek şu ki, biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk ta onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; insan onu yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir” (3)
Hiç şüphesiz ki ayette kast edilen emanetin boyutlarından biride kişinin kendi varlığıdır.
Emanet olayının farkında olan ve onu dünya hayatında gereği gibi koruyan mü’minler, emanete hıyanet etmedikleri ve onun değerini, ne olduğunu unutmadıkları için ‘zalim ve cahil’ değildirler
Allah’ın emanetini hakkıyla korumak takva ve amel-i salih ile mümkündür. Fiziki varlığımız ve gönül dünyamızı Allah’ın emrettiği şekilde kullandığımızda Allah’ın “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın.” ikazını yerini getirmiş oluruz. “Dünya hayatı bir oyundan bir eğlenceden başka bir şey değildir. Ahiret yurdu takva sahiplerine elbette daha hayırlıdır.” (4) “Orada (cennette) hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer kalbinin hatırından geçirmediği nimetler hazırlanmıştır.” (5) Bu nimetlere mazhar olmak için geçici dünya menfaatlerinde boğulmayıp, emredildiği gibi istikamet üzeri yaşanmalıdır.
Risale-i Nur’da Tekvini Emirleri Yerine Getirmenin Bir Dersi :
Risale-i Nur Külliyatı bize imanı canlı, aksiyoner bir şekilde yaşamanın formüllerini vermektedir. Risalelerdeki afaktan enfüse olan tefekkürler varlık ve hadiseleri iyi okuyup, isabetli yorumlayarak, insan, kâinat ve ulûhiyet hakikati arasındaki dengeyi koruyan, ileri görüşlü, derin düşünceli ve basiret sahibi kimselerin yetişmesini netice vermiştir. Nitekim Kur‘an-ı Kerim‘de, “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” (6) buyurulmaktadır. Kâinat kitabını iyi okuma, teşrii hükümlere uymanın yanında tekvini emirleri de tatbik etmekle mümkündür. Allah’ın mevcudata yerleştirdiği maslahatları, diğer taraftan da dinin emirlerindeki / esasındaki amaçları kavramaya çalışmak gibi hususlar kâinata hikmet nazarı ile bakabilmenin bir neticesidir. Bediüzzaman Hazretleri “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır.”(7) ayetin bir tefsirini yaptığı Altıncı Söz’de ayetin emrettiği şekilde hayat süren müminlerin kazançlarını sıralamaktadır. Bu tespitlerden biri şu şekildedir:
“Her âzâ ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar. Meselâ, akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, öyle meş’um ve müz’ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinânesini ve gelecek zamanın ahvâl-ı muhavvifânesini senin bu bîçare başına yükletecek yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz’âc ve tâcizinden kurtulmak için gâliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikisine satılsa ve Onun hesâbına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazînelerini ve hikmet defînelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.
Meselâ, göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve Onun hesâbına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir mütâlaacısı ve şu âlemdeki mu’cizât-ı san’at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübârek bir arısı derecesine çıkar.
Meselâ, dildeki kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis hesâbına, mide nâmına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazînelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.”
Sonuç:
Her insan, Allah’ın gözetimi altındadır; hiç kimse, başıboş bırakılmamıştır. Bu yüzden, insanın yaptığı her şey kayıt altındadır. Her insan, iradesiyle yaptığı işlerden Allah’a hesap verecektir. Çünkü insan, bu dünyada Allah’ın birinci derecede muhatap aldığı ve yeryüzünün halifesi olan varlıktır. İşte bu insan, yapısına dercedilmiş cihazatı tekvini emirler doğrultusunda kullanmazsa zarar eder. Saadet-i ebediye zararına manasız, lüzumsuz, zararlı kederli, hodfüruşane, sakil, riyakârane bazı hissiyat-ı süfliye ve menafi’-i cüz’iyenin hatırı için (8) haddini aşmış olur. Mesela: Göz, gönül dünyasını doğrudan etkilediği için çok önemlidir. Yüce Rabbimizin nazar ettiği/baktığı merkez gönüldür/kalptir. Bunun için gözün her gördüğü gönülden geçer. Gözü korumak, kalbi kararmaktan kurtarmaktır. Nitekim bu konuya dikkat çeken Efendimiz (asm) şöyle demiştir :“Dikkat edin vücudun içinde bir et parçası vardır. O düzelirse bütün vücut düzelir, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin o et parçası kalptir.”(9) Kalbi günahlarla kirlenmiş olan kimse kulluğun tadını alamaz. Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırır.(10) Bunun sonucunda artık insan dünyada kârını-zararını, iyiliğini -kötülüğünü, kurtuluşunu – helâkını ayırt edecek basireti kaybeder. Böylelikle insan, kulluk etmesi için Allah’ın kendisine vermiş olduğu maddi ve manevi organları geçici dünya menfaati için kullanarak çok kıymetli cihazatı az bir menfaat ile değişmiş olur. Bunun sonucu olarak o insana ebedi bir felaket kapısı açılmış olur.
ZAFER KARLI
www.NurNet.Org
Kaynaklar :
1-(Savfet’üt- Tefasir Ensar Neşriyat 1/88-89)
2-(Asa-yı Musa, s .34)
3-(Ahzab Sûresi: 33/72)
4-( En’am Suresi :6/32)
5-(Müslim; Hadis No 2825)
6-(Bakara Sûresi: 2/269)
7-(Tevbe Sûresi: 9/111.)
8-(Lem’alar – 160)
9-(Buhari – Müslim)
10-(Lemalar, İkinci Lem´a s.15)
İnsan – Gözlem – Ubudiyet Bağlantısı ..
23 sözün birinci mebhasinin beşinci nüktesi insan üzerine kurulmuştur. Birbiriyle mantıken ve hakikaten bağlanmış dört cümle var hepsi maziye istikbale şamil bir sürekli zamanla ifade edilmiş.
- İnsan bu dünyaya bir MEMUR VE MİSAFİR olarak gönderilmiş
- Çok ehemmiyetli İSTİDAD ona verilmiş
- Ve o istidada göre ehemmiyetli VAZİFELER TEVDİ edilmiş.
- Ve insanı o gayeye ve vazifelere çalıştırmak için ŞİDDETLİ TEŞVİKLER VE DEHŞETLİ TEHDİDLER edilmiş.
Hem memur hem de misafir olarak gönderilmiş. Misafir olsa sadece sorumluluğu olmaz ağırlanır, ama memur olunca sorumlulukları vardır. Hem memur hem birtakım sorumlulukları var emirleri yerine getirir hem de görevini yaparken de kendini yaratan onu misafir olarak kabul etmiş memuriyeti sırasında varlıkları kah evinin tezyinatına kah evindeki ihtiyaçlarını temin etmek için ona hizmetkar etmiştir.
Bütün canlılar evren denen bu büyük düzenin devamı için kendilerine verilen emirleri yerine getirirler yani memurdurlar. Ama onların misafirliği olmakla birlikte pek az şeyler onlara ikram edilmiştir. Bir koyun ve inek memurdurlar, hem de önemli memur, alemin odağındaki insanın hayatında çok önemleri var, ama bu canlıların misafirliği ve onlara ikram edilen sadece otlardır.Kendi verdikleri ile kendilerine verilen arasında bize göre oran farklı.Ama onlar insan hayatındaki bu önemlerine göre yaratılıştan daha büyük pay alma konusunda şikayetleri yok. Bediüzzaman “rahatla yatar Halık’ına şükreder”
İnsan memuriyetini yönetecek kabiliyetlere sahip olmalıdır. İnsana da bu kabiliyetler verilmiş, hem memur hem de kabiliyeti varsa bunun arkasından kabiliyet ve memuriyet sorumlulukları gerektirir, ona sen hem benim misafirim hem de memursun, sana memurluğunu yürütecek kabiliyetler verdim. O zaman bu kabiliyetlerine göre de vazifelerin vardır. Bu vazifeler sana verilmemiş emanet edilmiş yani tevdi edilmiş. Sana vedia olarak verilen bu vazifeleri yapmalısın, çünkü yukarı doğru vazife, istidad ve memur ve misafir bunlar birbirini gerektiren şeyler.
Memur, misafir, istidad, vazife, şimdi vazifeyi de yapmak için şiddetli teşvik ve dehşetli tehdid edilmiş. Bu şiddetli teşvik ve dehşetli tehdidler kitaplar olacak kadar.Namaz konusunda günahlar konusunda yapılanlar sahifelerce tutar.Tehdidler ve teşvikler konusunda bir uzun yazı yazılabilir.Mesela gece namazının kabirde ışık olması, ilk tekbiri imamla birlikte almanın kaç deve tasadduk etmek gibi olduğu, ikindi namazını kılmayanın ailesini kaybetmiş gibi zararda olduğu , daha çok şeyler. Koca bir dini ve insanın sorumluluklarını psikolojik ve analitik, hem de fizyolojik bir şekilde anlatmış.İbadetin nasıl yaratılışla bağımlı olduğunu anlatmış, sorumluluğun iğreti bir şey olmadığını anlatmış. Kaçacak yer bırakmayacak kadar büyük bir zorunluluk ortaya koymuş. Öyle büyük bir mantık ve hakikat düzeni içinde konuşmuş.
Konunun bundan sonraki kısmı ise vazife-i insaniyet ve ubudiyetin esasatı bahsi.. insanın vazifesi ne, ubudiyetin esasatı ne..
Ubudiyeti iki yönde. “insan şu kainata geldikten sonra iki cihet ile ubudiyeti var.
Bir ciheti ; Gaibane bir surette bir ubudiyeti , bir tefekkürü var.
Diğeri hazırane muhataba suretinde bir ubudiyeti münacaatı var. “
Birinci vecih şudur ki “kainatta görünen saltanat-ı Rububiyeti itaatkarane tasdik edip kemalatına ve mehasinine hayretkarane nezaretidir” Bu seyir ile ilgili bir ubudiyet, kainatta görünen saltanat-ı Rububiyeti “
Rububiyet ne demek kendisi Ayet ül Kübra’da tarif eder. Ayet ül Kübra’nın ikinci babının başında Rububiyet-i Mutlaka’yı tarif eder ayrıntı verir. “Evet bu kainatta hususan zihayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette, beraber ve birbiri içinde hakimane, rahimane, bir dest-i gaybi tarafından olan bir tasarruf-ı amm, elbette bir Rububiyet-i Mutlaka’ın tereşşuhudur ve ziyasıdır. Ve tahakkukuna bir bürhan-ı katidir.”
Alllah’ın kainatı terbiye faaliyetinin ne olduğu konusunu anlatır. Rububiyetin odağında t e r b i y e ve i a ş e var. Ağlayan çocuk mama yiyince sakinler ve uyur, bütün kainat ihtiyacı olan herşey o ihtiyaçlarını giderdikleri için düzen sürekli ve devamlıdır. Eğer bir cins mahluk rızkını elde edemezse mesela kıtlık zamanlarında hayvanların bağrışmaları gibi , düzen bozulur. Kainatta mutlak bir sessizlik ve itaat varsa terbiye ve iaşe devam ediyor ve herkes rızkını alıyor demektir. Bu kayıtlı değil mutlak kayıtsız bir terbiyedir. Terbiye o kadar önemlidir ki her gün beş vakit namazda kırk defa “Elhamdülillahi Rabbil alemin “ denir. Yani bizim ihtiyaçlarımızı alemi onları karşılayacak şekilde organize eden Allah’a Rabb’e ham dolsun. Allah’ın yüzlerce fiili ve efali ve esması içinde Rab kelimesinin seçilmesi bu terbiye fiilinin önemini gösterir.
- Her tarafta
- Aynı tarzda
- Ve umulmadık bir surette
- Beraber
- Birbiri içinde
- Hakimane
- Rahimane
- Bir dest-i gaybi tarafından
- Bir tasarruf-ı amm
Birbirini tamamlayan dokuz zincirden oluşan bir terbiye faaliyeti .Her varlığı dokuz şubeli bir terbiye faaliyeti ile teskin etmek, ihtiyacını gidermek, azameti ve ihatası insan aklının maverasında bir fiil-i ilahi.Bu fiil her gün kırk defa Allah’ın huzurunda ona mukabil söyleniyor. Bediüzzaman “karşı“ diyor.
“hem cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdülillah “ deyip şükretmektir”
Mutlak Rububiyet konusu devam eder, “Madem bir Rububiyet-i Mutlaka vardır, elbette şirk ve iştiraki kabul etmez.
Çünkü o Rububiyetin kendi cemalini izhar
Kemalatını ilan ve
Kıymetli sanatlarını teşhir
Ve gizli hünerlerini Göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri, cüziyatta ve zihayatta temerküz ve içtima ettiği
Rububiyetin ne olduğu var, bir de maksat ve gayeleri var. Ne olduğu terbiye ve iaşe, ama bu terbiye ve iaşe faaliyeti için kainatın iaşe ve terbiyeye uygun yaratılması var ki bunun içinde Allah’ın gayeleri var. Bir canlıların terbiyesi var bir de varlığın bir gayeye göre düzenlenmesi var.Bu düzenlenmeden gaye ve maksat nedir.
Rububiyet kendi güzelliğin izhar, göstermek istiyor, yani insanlar yapılan faaliyetin güzelliğini görmeliler, ikincisi yaptığı işleri tam ve eksiksiz ve fonksiyonel yapıyor bu da kemalatını göstermek, insan yaptığı bir şeyin ihtiyaca uygun olmasını sağladı mı o onun kemalatı oluyor.Allah da yaptıklarını insanlar bilsin istiyor, eksiksiz ve kemalli yaptığını da bilsinler istiyor.Üçüncü olarak kıymetli sanatlarını teşhir etmek istiyor ve kitabında “fenzur” “bak” diyor, neye benim eserlerimin yerinde ve ona Kur’an “bihakkın” diyor, onları takdir et. Çünkü en büyük sanatçı Allah kendi sanatını insanlara arzediyor ve onların o sanatlar karşısında ne hissettiklerini görüyor. Kıymetli sanatlarını teşhir ediyor, buna göstermek diyor, Allah kendinin yarattıklarını ve sanat eserlerini insana arzediyor, ve Kur’an dasürekli bunları vurguluyor, deveye bakmaz mısınız, dağa bakmaz mısınız, gibi tekrarlarla. Dördüncü olarak gizli hünerlerini göstermek istiyor, mesela ağacı öldürüp bir daha diriltiyorsa gizli hüner insanı da öldürüp dirilteceğidir. Bir yıllık bir süreçte bütün yaratılışın olayları ihya ve imate öldürme büyütme ve kaldırma gibi fiiller cereyan ediyor, Allah bu bir yıllık süreyi bir vitrin yapıp oradan insana şunu söylüyor ki bir yıllık süreden istidlalle benzeri şeyleri ahirette yapacağım. Bir yıl bir nevi örneklerin teşhir galerisi. İşte yapılanlardan gizli hünerleri çıkarmak bunu yaparsa bunu da yapar gibi.
Rububiyet hakikatı ne kadar etraflı bir hakikat. Başa dönersek bu yapılan Rububiyet faaliyetlerindeki kemalatı ve mehasini, güzellikleri insan hayretkarane seyrerderse buna nezaret diyor Bediüzzaman bu hayatın içinde bir ubudiyet çeşidi.
İkincisi Allah’ın kudsi isimlerinin nakışlarından ibaret olan bedi yani estetik düzeyde sıradan değil sıradanlığı aşmış güzellikleri seyredip birbirinin ibret nazarına sunmak. Beğendiğin bir estetik objeyi başkasını çağırarak ondan duyduğun estetik bedii hazzı ona ortak onun ibret nazarına ortak etmek.
Buna dellallık ve ilancılık diyor. Yani insan Allah’ın güzel sanatlarını bedii eserlerini gösteren bir dellal ve ilancı. Bütün bunlar büyük estetik faaliyetler, küçük oranda bunlar insanda da mevcut, insan da eserlerini teşhir ediyor, sanatlarını insanlara sunuyor. Ama beşeri estetik bunları organize ediyor, Kant bu estetik için üç kitap yazmış. Bediüzzaman bu estetik gayeleri rububiyetin gayeleri ve maksatları olarak izah ediyor , hem de insanın da aynı gayeleri gösterdiğini söylüyor.
Allah ile muhatap olup yüzyüze gelinceye kadarki ubudiyet faaliyetleri beş adet bunlardan son üçü neden biri ise Rabbani isimlerin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymetşinaslığı ile takdirkarane kıymet vermek. İsimlerin cevherleri arasında değer farklılıkları var ki idrak terazisi bu farklı cevherleri tartabilsin. Bunu uygulamada nasıl gösterelim. Kalp bu farklı cevherleri tartacak bir düzeyde olmalıdır. Bunu insan tefekkür hayatına nasıl sokacak. Allah’ın isimlerinin farklı canlılar ve nesnelerde yansımaları farklıdır, bu işte bir esma kuyumcusu olmak lazım çünkü nasıl kuyumcu terazide tartar değeri ortaya çıkarır. İnsan da idrak terazisi ile esmaların farklı cevherlerini tartar.
Ondan sonra gelen harici bir tefekkürdür. Mevcudat sahifeleri arz ve sema yaprakları kudret kaleminin mektuplarıdır. Nasıl insan bir mektubu okus a veya nasıl insan kitap mütalaa ederse bu bu sahife ve yaprakları da mütalaa edip şaşırmışçasına tefekkür etmektir. Burada Bediüzzaman çok özel bir insan tipi çizmiştir. Böyle insanlar muhakkak içimizde vardır. Ama ..
İnsan zinetlere süslere karşı ilgi duyar, mevcudatın süsleri ve zinetleri vardır, aynı zamanda bu mevcudatın latif sanatları vardır. İnsan bunları beğenerek temaşa eder, etmelidir. Bu beğenmenin arkasında bu eserlerin ve süslerin sahibine muhabbet etmelidir. Çünkü insan ziynet ve sanata karşı ilgi duyar ona muhabbet eder. Zaten süs sevgi içindir. Bu sanat ve süslerin arkasında onları yapan sanatçıyı tanımaya çabalaması gerekir. Burada sadece nimetlere sahip olmanın ötesinde sanatları ve güzellikleri seyredip onların sanatkarına muhabbet etmek yeni bir sevgi inşasıdır.İnsan sevdiği şeyle buluşma ister, bu insan da buluşmak için çareler arar. Mecvudatın güzelliklerinden o güzelliği yapana karşı sevgi dolmak ve onunla buluşma istemek. Bu görünenler insanı ibadet öncesi ibadete hazırlama dönemleridir. Bediüzzaman ibadeti gözleme dayanarak ortaya çıkarır bu tamamen yeniliktir. Naslara dayalı ibadet zorunluğunu gözlemlere dayandırır. Böyle sanat ve din anlatımları ne camiiye ne de sanat fakültelerine girmedi bilmem ne zaman girecek. İbaret öncesi tabiat ve esma yorumlarından ibadeti ve sevgili hazırlama. Cümleyi şöyle bitirir. “Onların Sani-i zülkemal’inin huzuruna çıkmağa ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır” (322)
Ubudiyetin ikinci yönü ise bundan sonra gelir, onu başka vakte bırakalım.
Prof. Dr. Himmet Uç