Etiket arşivi: tefekkür

İnsandan kaçarak insana varılmıyor

Kalemimi önce kendime batırmayı severim. Bu, hem bildiğim bir yerden yola başlamamı sağlar ve yazmamı kolaylaştırır, hem de ilk bıçağı kendime çaldığım için ileride muhatabıma da ucu battığında “Sen kendine bak!” deme şansı kalmaz. Çünkü bilir: Ben önce bizzat kendimi yerin dibine batırdım. Bıçağın altına yatırdım. Kendimden razı değilim. Bu haltları ben de yedim. Benim de hatırladıkça kendilerinden Allah’a sığındığım kuytu köşelerim, dehlizlerim, yaralarım var.

Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez! cümlesini biraz da böyle anlarım. Ateşe senden bir adım daha önden koşan kişinin seni de ateşe koşturmasına kızmazsın. Ağır bir işte senden daha çok çalışan bir kişinin seni ağır işlere sevketmesinden gocunmazsın. Yükün fazlasının onda olduğunu bildiğin adama öfkelenmek hatırına gelmez. Sitemlerimiz, hep ‘ötekinin’ bizden çok kendini kayırdığı, canına canımızdan daha iyi baktığı durumlarla ilgilidir. Kayırmadığından emin olursak sitem de kalmaz.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur yemini olanNefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki… beni, biraz da bu manayı hissettiğim için, çok etkiler. Nasıl? Muhatabına ne diyecekse, ne hakkında nasihat edecek veya uyaracaksa, onun ilk adımını/tebliğini mübarek zatına doğru atmıştır Aleyhissalatuvesselam. “Benim nefsim de O’nun kudret elinde. Şimdi seninkinin de O’nda olduğunu hissettirecek şeyler söyleyeceğim. Ağırına gitmesin. Burada nasihat veren benim amma, ben de kemal-i teslimiyetle senin tâbi olmanı beklediğim şeye tâbi oluyorum. Seni davet ettiğim şeye önce ben tâbiyim.”

Böyle şeyler hissederim o yeminde. Muhatabından önce kendine bir dönüş. Muhatabından önce kendine bir dokunuş. Tıpkı mürşidimin dediği gibi:Hem getirdiği dine herkesten ziyade itaati ve Hâlıkına karşı herkesten ziyade ubûdiyeti ve menhiyâta karşı herkesten ziyade takvâsı kat’iyen gösterir ki, o, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mübelliğidir, elçisidir. Ve o, Mâbud-u Bilhakkın en hâlis abdidir ve Kelâm-ı Ezelînin tercümanıdır. Demek, Âsım Köksal merhumun da bir yerde işaret ettiği gibi, O (asm) önce kendi nefsine peygamber oldu. İlk ayetler önce onu mübarek okumalara davet etti/emretti. Sonrakiler ise halkı da çağırmasını söyledi.

Yine Şualar’da nebilerin dilinden şöyle denmez mi:Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesâil-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz.

19. Söz’ün hemen başı da şöyle söylüyor: Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem’a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü’l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur’ân-ı Azîmüşşandır.

Ben bunu biraz da şöyle anlıyorum: Cenab-ı Hakkın üç şekilde bilinmesi lazım.

1) Kainat üzerinden bilinmesi/okunması lazım.

2) Nübüvvetle yani ‘içimizden/insandan elçiler’ üzerinden okunması lazım.

3) Bizzat kendi kelamından okunması/bilinmesi lazım.

Bu üç bilme yöntemi birbirinden kopuk olarak ele alınmamalı. Yani buradaki üç küllî muarrif söylemi bence “Öyle de bilsen olur, şöyle de bilsen olur, böyle de bilsen olur” şeklinde değil. Üçünü beraber götürmelisin. Eğer bunlardan birisini eksik/yarım bırakırsan marifetinin dengesi de bozulmaya başlıyor. Bunun en açık örneği, nübüvvet hakikatini ve özellikle onun hayatımızın içinde yaşamaya devam eden yankısı olan sünnet-i seniyyeyi kısmen veya tamamen terkeden ‘Kur’an müslümanları‘nda görünüyor.

Sünnete ve onun kelamî yanını ifade eden hadislere vehmettikleri şüphelerle sırtını döndükçe bu akılsızlar giderek vayhin mesajından da uzaklaşıyorlar. Zâhiren vahye hasr-ı nazar etmekle birlikte giderek bu bilme iddiasında dengesizleşiyorlar. Kur’an’ı ne kadar tefekkür ederlerse etsinler tatmin etmek istedikleri şey hevaları olduğu için oluyor bu. Üçlünün ayrılmaz bir parçası olan Aleyhissalatuvesselamı denklemden çıkarmaya çalışıyorlar.

Yine deistler dediğimiz güruh da, Kur’an ve sünnetten bağımsız bir kainat marifeti peşinde koştukları için, buldukları hakikî marifetin yanında zerre bile olamıyor. Ne kalpte bir heyecan oluşturuyor ne de fikirde büyük bir inbisat. Halbuki Allah sadece akılla bilinebilecek birşey değildir. Allah aynı zamanda hissedilecek de birşeydir. Sezilecek de birşeydir. Sevilecek de birşeydir. İnsanî olan her yanımız, latifemiz ve özelliğimiz bir Allah’ı bilme şeklidir. Rabbimiz, herşeyi yaratan bir Allah olduğu için, marifetinde de ancak yarattığı her özelliği hikmetle kuşananlar ilerleyebilir. İbn-i Arabî’nin (k.s.) kalbinin köşkünden aklın sultanı Fahreddin-i Razî’ye (k.s.) dediği gibi: “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır.”

En başa dönersem: Bediüzzaman’ın tefsir metodunda hatıralarına sıkça yer vermesinin hikmetli olduğunu düşünüyorum. Bence Bediüzzaman dengeli bir marifetin yine insana uğramakla mümkün olabileceğini gösteriyor onlarla. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İnsan hakikatinin sırça sarayını Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ifade ederken, Kur’an’ın ifadesiyle, onun ‘içimizden birisi’ olması da bu dersin her insana dokunan yönünü temsil ediyor.

Yani biz kendi tecrübelerimiz eşliğinde Kur’an’ın, kainatın ve sünnetin mesajının insandaki izdüşümlerini okumuş oluyoruz. Tefekkürümüz de kalbimize dokunuyor böylece. Kendi kavrayış sebeplerimizi de buluyoruz. “Demek burada aslında şu denilmek istenmiş!” diyoruz. Belki kainat, Kur’an ve sünnet okumalarımız arasında geçişken bir bölgedir şu insanlığımız. Biz herşeyi insan yolundan geçerek ve insaniyet gözlüğünden bakarak okuyoruz.

Hiç unutmam. Sahiden hiç unutmam. İshak Özgel Hoca bir keresinde Alternatif Bakış’a konuk olmuş ve Cemaleddin Afganî gibi, Reşid Rıza gibi, Muhammed Abduh gibi insanların eserlerinin Bediüzzaman’ınkiler kadar etkili olmamasının bir nedenini şöyle izah etmişti: “Onların insan tasavvurları eksikti.” Çokça düşünmeli bunu. Çokça üstünden geçmeli. İnsan tasavvuru eksik olanların insana tesiri olmuyor demek ki. İnsandan kaçarak insana varılmıyor. İnsandan uzaklaşılarak insana konuşulmuyor. Okuması zor ve soğuk gelen, kalbi dalgalandırmayan, canınıza dokunmayan metinleri hafızanızdan şöyle bir geçirin şimdi. Ve İshak Hoca’nın izinde tetkik edin: Belki de sorun müelliflerinin kendilerini yeterince neşter altına itmemesinde?

Ahmet AY – Risale Haber

Aslolan açlıktır

Şüphesiz insan azgınlaşır. Kendini ihtiyaçtan uzak görürse… Alâk sûresi, 6-7.

Bana şöyle geliyor: Mülkümüz tokluk değil açlıktır. Tokluk geçici bir haldir. Aslolan açlıktır. Allah en çok neyin kıymetini bilmemizi isterse bizi ona acıktırır. Tekrar be tekrar acıktırır. Ona dair herşeyi tadımlık kılar. Acıkmak kaybetmektir çünkü. Kaybetmek aramanın başıdır. Her nimet bir açlığa mukabildir. İnsan ihtiyaç duymadığı (veya duymadığını sandığı) şeyden yapılan başığı nimetten saymaz. En güzel sofralar dahi tokun istiğnasını sarsmaz.

Bu yüzden çoğu zaman elimizdekilerin kıymetini kaybettikten sonra anlarız. Neden kaybettikten sonra? Çünkü kayboluşu ihtar eder ancak lazımımız olduğunu. Eksikliğinin yokluğu hatırlatır varlığını. Bu nedenle ‘nimet’ kelimesine bir tanım getirdiğimizde, yalnız ‘faydalı’yı değil, ‘lazım derecesinde faydalı’yı da kullanmalıyız.

‘Lazım’ ile ‘faydalı’ arasında ince bir nüas var. Lazım, olmazsa seni eksik bırakandır. Faydalı, olduğunda seni arttırandır. İsraf, arttığında seni zarara uğratan, eksiltendir.

Bu kulakla dinlersek; “Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!” emr-i Kur’anîsi diyor ki bize: Dikkatli olun. ‘Lazım’ için çıktığınız yolculuk ‘faydalı’ya uğradıktan sonra (çünkü lazım olan herşey nihayetinde faydalıdır) müptelası edip israfa düşürmesin. Yemek ve içmek sizin lazımınız idi. Oradan yola çıktınız. Ne güzel. Lezzet, koku, süs, renk vesaire, o lazımı yapmanızın mükafatı/ücreti idi. Aman maşaallah. Fakat sakın lüzumun mükafatını lazımın kendisi sanıp yemeyi ve içmeyi araçsallaştırmayın. İşte o zaman yediğiniz, içtiğiniz israf olur. Sizi arttırmaz, azaltır. Yalnız tenevv-ü et’imeden (yeneceklerin çeşitliliğinden) gelen bir yalan iştah kalır dilinizde. Ücreti hedef kılmışsınızdır çünkü. Kapıcıyı sultan etmişsinizdir. Sağlığınızın bozulmasından dahi azaldığınızı farkedersiniz. Mürşidim nasıl tarif ediyor onu 19. Lem’a’da:

İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”

Dedik ya başta: Her nimet bir açlığa mukabil. Kumruya aslanlara layık et versen makamında değersizdir. Kedinin kuyruğu tavus olsa ona yakışmaz. Balıklara oksijen tüpü bağlasan severler mi sanırsın? Herşey yerinde hikmetli. Herşeyin yerli yerindeliği hikmet. Hikmetin bir gözü ‘ihtiyaç’a bakıyor. Muhtaç edildiğin kadar edinebilmeyi öğütlüyor. Görebilirsek.

Ve görebilirsek, Allah’ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, o ihtiyaçların diliyle ve eliyle bize gösteriliyor. İhtiyaçlarımız bizim öğretmenlerimiz. Belki de bu yüzden, 78 ayetlik Rahman sûresinde, tam 31 kere aynı şey soruluyor: Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Ben bu soruyu nimet ve ihtiyaç arasında yukarıda kurduğum bağlantının diliyle şöyle de işitiyorum: “Ey insanlar ve cinler topluluğu ihtiyaçlarınızdan hangi birini inkâr edersiniz?” Öyle ya. İhtiyaçlar inkâr edilmezdir. Nimeti ihtiyaç penceresinden okuduğunuzda nimetler de inkâr edilmezdir.

Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir.”

O mübarek sûrede sayılan mübarek şeylere dikkatle baksan göreceksin ki: Olmazsa olmazların onlar senin. Güneş, ay, gece ve gündüz, otlar, ağaçlar, beyan yeteneği, Kur’an ve diğerleri. Hepsine muhtaçsın aslında, fakat elinden alınmadıkça ve alınmış haliyle alınmamış halini kıyaslamadıkça, farketmiyorsun, farkedemiyorsun.

Ey imtihana gelen arkadaşım, sen, Allah’ın rububiyetini ihtiyaçlarınla ders alıyorsun. Birinci Söz’de geçen, aczinin ve fakrının en makbul şefaatçi oluşunu biraz da böyle anla. Onlar senin öğretmenlerin, eğer görebilirsen, o gözle bakabilirsen.

Sen Allah’a ihtiyaçlarının sayısınca muhtaçsın. Sen Allah’ı ihtiyaçların sayısınca bilebilirsin. Sen Allah’a ihtiyaçların sayısınca dua edebilirsin. Her ihtiyacın bir irtibat noktası aynı zamanda. Bir kapı, dilenebileceğin, arayabileceğin, görebileceğin. Demem o ki: Ancak ihtiyaçlarının sayısınca alabileceğin dersler var.Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur.” Yani ancak böyle Rahman u Rahim’e doğru çekilir, zaten muhtacı olduğun Allah’ın (tabir-i caizse) yörüngesine kapılır, pervanesi olursun. Acz, fakr, şefkat, tefekkür yolunu bir de böyle düşün. Yüzünü öğretmenine dönmeyen nasıl dersini tefekkür etsin?

Ahmet Ay – hicbisey.com

Hani tanrı ölmüştü?

Algıladığımız ancak yüzeydir.” Jan-Philipp Sendker, Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler

Allan Rex Sandage bir kozmolog. Fakat sıradan bir kozmolog değil. Sebebi: ‘Galaksiler arası uzaklıkları’ veya ‘evrenin genişleme hızını’ bulabilecek kadar başarılı olması. Mesleğinde parmakla gösterilen tiplerden yani. Bir röpotajında diyor ki: “Benim bilimden öğrendiğim şudur: Dünya bilimle açıklanamayacak kadar karmaşık. Varlık sırrını ancak tabiatüstü birşeylerle anlayabiliyorum.” Bunu okuduğum an nedense aklıma Bakara sûresinin 3. ayeti geldi. Duymuşsunuzdur sıkça:Onlar ki gayba iman ederler. Ne demek gayb? Gayb, beş duyu ile bilinmeyen, yani bir yönüyle tabiatüstü…

Lee Strobel’ın hem kendi hakikat yolculuğunu hem de kendisi gibi birçok bilimadamının Allahın varlığına dair buldukları kanıtlarını anlattığı “Hani Tanrı Ölmüştü?” kitabını okuyorum bu sıralar. (Bu ifade 2014 yılına aittir.) Yukarıda yaptığım alıntı da o kitaptan. Lee Strobel kitap boyunca birçok söyleşi yapıyor ve muteriz edasıyla ateizmin argümanlarını savunuyor. Söyleştiklerinin açıklarını bulmaya çalışıyor. Fakat bir süre sonra Allahın varlığına dair delillerin karşıkonulmazlığını da kabul ediyor. Kitap bu nedenle hem sürükleyici hem bilgilendirici. Okurken hem yeni sorularınız hem de yeni cevaplarınız oluyor.

Söyleşi yaptığı isimlerden birisi de Stephen Meyer. Onunla yaptığı söyleşide altı çizilen şeyse daha çok şu: “Ona göre bilim, bizi ‘İlk Olay’a götürdü, fakat daha da ötesine gidip ‘İlk Sebep’e ulaştıramadı.” Çünkü ‘İlk Sebep’ tefekkürü yukarıda Sandage’ın da dediği gibi yalnızca tabiat ile açılamıyordu. Daha üstünde birşeylere (bir gayba) bakmak gerekiyordu. Modern bilimse yapısı gereği bunu reddediyordu. Bu yüzden yine Sandage Newsweek dergisinde şunları söylemişti yıllar önce:Bilim adamları, evrenin sırlarının derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor.” Yahut Galileo’nin de dediği gibi: “Bilim göklerde işlerin nasıl gittiğini anlatır. İncilse göklere (cennete) nasıl gidileceğini.

Bu iki (gayb’lı ve gayb’sız) dili yahut da ikili düşünme yapısını daha basit bir şekilde aklımıza yerleştirense kitabın daha sonraki bölümlerinde kendisiyle söyleşi yapılan W. Lane Craig oluyor. T. School of Theology’de profesör olan Craig bir çaydanlık örneğiyle bu tefekkür şekillerinin farkını ortaya koyuyor:

Mutfakta olduğunuzu ve ocakta kaynamakta olan bir çaydanlık olduğunu düşünün. Soruyorsunuz: ‘Çaydanlık neden kaynıyor?’ Karınız şöyle cevap verirse: ‘Ateşin sahip olduğu kinetik enerji çaydanlığın metali vasıtasıyla onun içindeki suya iletilir. Bu nedenle su molekülleri gittikçe daha hızlı hareket etmeye başlar ve sonunda buhar şeklinde çaydanlıktan dışarı çıkar.’ Bu, bilimsel bir açıklama olur. Yok, eğer kanırız derse ki; ‘Çay yapmak için onu ben koydum.’ İşte bu kişisel bir açıklamadır. İkisi de doğrudur. Sadece söz konusu olguyu dile getiriş tarzları farklıdır.”

“Gördüğünüz gibi evrenin ilk hali hususunda bilimsel bir açıklama sözkonusu değildir. Çünkü bu ilk haldir ve ondan daha önce bulunan başlangıç koşulları ve doğa kanunları olmadığından o durum bunlar vasıtasıyla açıklanamaz. O nedenle eğer evrenin ilk hali açıklanacaksa bu açıklamanın kişisel olması, yani onu yaratmayı dilemiş bir faille açıklanması kaçınılmazdır.

Söz ‘fail’e gelince İkram Arslan abiyle 2014’te TV111’de yapmış olduğumuz Nur Penceresi programına atıf yapmam kaçınılmaz oldu. 33. Söz’ün 18. Penceresini konuştuk ve bu pencere A’râf sûresindeki şu ayet-i kerime ile başlıyordu: Onlar göklerin ve yerin içyüzüne (özüne) bakmadılar mı? Sanki içerisinde “Baksalar göreceklerdi” veya “Bakanlar görecekler” manalarını da barındıran bu ifade, ‘içyüzü’ diye karşılık verdiğimiz şeye ‘melekut’ diyordu. Ben de tam bu noktada İkram abiye şöyle bir soru yönelttim: Bu içyüzden/melekuttan kastedilen nedir? Eğer bu içyüz ile kastedilen detaysa, daha derinlere inmekse, daha çok şey bilmekse eşya hakkında, bugün Batılı bilimadamlarından daha çok şey bilenimiz yok. Fakat o bilgiye rağmen yine de en çok ateist onların içinde?

Bu soruma cevap olarak İkram abi, melekuttan kastedilenin o olmadığını, 18. Pencere’de de okuyacağımız üzere, Bediüzzaman’ın bu ayeti tefsir edişinin eserin derinliğinden ziyade; eserden fiile, fiilden faile, failden isme, isimden sıfata, sıfattan şuunata, şuunattan zata ulaştıran bilgi/düşünme şekli olduğunu belirtti. Yani ona göre melekut eserin kendisinden de aşkın yanıydı. Risale’den o kısmı da alıntılayayım:

İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlûkat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe’ne; ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için, masnuat adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir.

Bu kısma bakınca da aklıma yine Craig’in çaydanlık örneği geldi. Sanıyorum ayet-i kerimenin ‘melekut’tan kastettiği eşyanın derunu değil, üstü idi. Yani bir nevi gayb’tı. Kendisinden ötesiydi. Kendisinde kalınarak açıklanamayacak olandı. Aşkın olandı. Sandage’ın dediği gibi: ‘Varlık sırrı ancak tabiatüstü birşeylerle anlaşılabiliyor’du. Bilgi bilginin kapısını açıyor. Yıllardır kavrayamadığım Bediüzzaman’ın bir sözünü de böylelikle birazcık anladım:

Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.

Acaba bu metinde kastedilen enfüsî tefekkür ‘melekuta dair tefekkür’ olabilir miydi? Afakî tefekkürden kastedilen de Craig’in ‘bilimsel açıklama’ dediği şey? Neden-sonuç ilişkisi bol ama asıl faili eksik derinlik. Acaba o yüzden mi Bediüzzaman;İçine dalma, boğulursun derken, Sandage; “(…) derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor” diyordu? Âlemde ondan aşkın bir fail tasavvur etmeden iz sürmek miydi bizi kör eden? Enfüsî (içsel) tefekkürü daha güvenli kılansa, faille eylem arasında, dış âlemde olduğu kadar neden-sonuç ilişkisi olmaması mıydı? Mutluyum. Bir sürü yeni sorum oldu böylelikle. Ne de olsa öğrenmek, sorularımızı arttırmaktır. Soruların sonuna gelmek cehaletin başına gelmektir.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Tefekkür ve Muazzam Bir Hakikat

İnsanın sürur ve saadetine vesile olan muhabbetteki ve sevgideki saadetler, ulviyetler yalnız ve yalnız marifet ve muhabbet-i ilahiyenin kalplerdeki tecellisi ile tahakkuk eder.

Evet; insan, gurub zamanı ufuklardan aşıp giden güneşi tefekkür etmesindeki zevk, neşe ve sefanın yerini ne tutabilir ki fezanın, engin dağların, kamerin hal ve ahvallerine, ağaçların, çınarların, çiçeklerin letafet ve renklerine insan nazar ettikçe, acaba imanı inkişaf etmez mi? Diye akla geliyor. Elbette ki eder.

Evet; çiçeklerin, menekşelerin hal ve ahvallerini gözden geçiren ve tefekkür eden mütefekkirlerin ve ariflerin zevk ve sefasını düşününüz.

Şu engin, zengin ve o kadar da parlak yıldızlarla yaldızlanmış, süslenmiş ve tezyin edilmiş asumana bakınız ve düşününüz. Acaba imanımız tezayüd etmeyecek mi?

O güneş yedi rengi ile, ziyasıyla cihanı ihata ederek, nurlandırarak hükmü altına almasına bir bakınız ve düşününüz. Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) varlığına, birliğine, cemaline, azamet ve kudretine nasıl şehadet ediyorlar? Kulak veriniz ve dinleyiniz.

Bu kainat bütünüyle Allahu Teala Hazretlerinin kudretinin, ilminin ve iradesinin hariçteki tecellisidir. Evet insan bu tecellileri tefekkür edip düşününce marifet ve muhabbet deryalarına dalıyor hayreti artarak “Allahü ekber, Allahü ekber” demeden kendini alamıyor. Ancak o hayret ve heybet ateşini bu kelime-i tekbir söndürebiliyor. Bu ise bir hakikati hatırlatıyor. O da “Kalpler ancak Allah’ı zikirle mutmain olur.”, şereflenir, izzetlenir ve ulviyet kesbeder.  

Bu tefekkür ve düşünceler masnudan saniye, mahluktan halıka, ubudiyetten mabudiyete pencereler açar ve insana şunu söyletir. Aman Yarabbi, sen nasıl bir Zat-ı Kibriya ve Ezel ve Ebed sultanısın ki; Vacibu’l- Vücudsun, şerikin, mislin ve nazirin yoktur. Madem sen varsın her şey var. Mesela, sen olmasan ne dünya, ne ahiret, ne cennet ve ne de cehennem olmazdı.

Bütün varlık ve mükevvenat senin varlığının, izzet ve azametinin, şefkat ve rahmetinin tecellisi ve tezahürüdür.  

Bu hakikati tefekkür ve tezekkür eden bir zatın Sen’in şanına yakışır kulluk ve ubudiyeti ifa etmesi hem vicdani ve hem de dini bir mükellefiyettir.

Bir sanatkar sanatında temaşa ve tefekkür edildiği gibi, bu kainat ve alem; yıldızları, güneşi, dağları, ovaları, bağları, hayvanatı ve nebatatı ile beraber var olmaları senin varlığına, sonsuz kudret, hikmet ve azametine şehadet eylediği gibi, gelenlerin sabit olmayıp gitmeleri ve başkalarının  onların yerine ikame edilip nöbeti devralmalarında da Sen’in ezeliyetine ve ebediyetine ayrıca bir delalet ve şehadettir.

Zerrattan seyyarata, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna kadar bütün mahlukat lisan-ı hal ve kalleri ile Sen’i tesbih ediyorlar, Sen’i tahmid ediyorlar, tazim ediyorlar ve kendilerine mahsus hal ve etvarlarıyla kulluk ve ubudiyetlerini ifa ediyorlar. Bu kevni hakikat O’nun tercüme-i Ezeliyesi olan Kur’an-ı Hakim’de “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı tanıyıp tesbih etmesin” hakikati ile taçlandırılıyor. Demek ki; hem kevni ayetler, hem de kelami ayetler aynı hakikati terennüm ediyor. Kainat bir mülk ve bütün mahlukat bir nevi memluk, Ayrıca; Kainat bütünü ile bir mescid ve bütün mahlukat da birer sacid olarak malikine ve mabuduna devamlı zikir ve ubudiyetlerini her an ve zaman takdim ediyorlar. Bu sahife, ehl-i tefekkür ve tezekkür için devamlı müşahede edilmektedir.

Mesela; İnsan, o dağlarda ve derelerde, o bağlarda  ve bahçelerde, çiçek ve menekşelerde fikren tefekkür ederken; O çiçeklerin ve menekşelerin seher vaktindeki hal ve etvarları o insanların gönüllerine sürur ve saadet veriyor ve kalplerine huzur bahşediyor.

Ayrıca; bütün bu masnuatın halifesi ve mümessili olan insanların o seher vaktinde okudukları ezanlar da buna ayrıca bir güzellik katıyor ve onların tesbihat ve tahiyyatlarını kadi-ül hacata tevdi ve ilan ediyor. Bu da ayrı bir tefekkür boyutu olarak insanın dikkatini celb ve cezbediyor.

Ya o ucu bucağı görülmeyen derin deryalar içindeki çeşit çeşit, büyüklü küçüklü, rengarenk yüzen balıkları düşünüp onların halıkı keriminin azamet ve kibriyasını tefekkür etmek acaba ne büyük bir bahtiyarlıktır. Ya o semavata kadar çıkmış ve uruc etmiş o muhteşem dağların kendine has lisanları ile Allah’ın azamet ve kibriyasını ilan makamında temsil etmeleri, acaba o mütefekkirlerin imanlarını nurlandırıp tezayüd ettirmez mi ?

Evet o al ve yeşil çimenlerle bezenmiş ve süslenmiş olan sath-ı arzı temaşa ve seyreden ariflerin ve mütefekkirlerin zevk ve sefasının kıymet ve bahası olur mu?

Bu tefekkür ve tezekkür aleminin güzelliği ve bereketi ne biter ve ne de tükenir. Evet o tefekkürdeki aşk ve şevkin, saadet ve safa’nın neş’e ve sürurun lezzetleri ve keyifleri de bitmez tükenmez bir hazinedir.

Bu sırra binaen “bir saat tefekkür bir gece nafile ibadetten”, başka bir hadiste de “bir saat tefekkür altı sene nafile ibadetten”, diğer bir hadisi şerifte de “altmış yıl nafile ibadetten”, bir başka hadisi şerifte de “yetmiş beş yıl nafile ibadetten” daha bereketli ve hayırlıdır, buyuruluyor. Hadisi şerifleri ile Peygamber Efendimiz (ASM) tefekkür ibadetinin ehemmiyet ve azametini ümmetine emretmektedir.

Dolayısı ile bu nokta-i nazardan bakıldığında bir ağaç bir hazinedir, bir hayvan ayrı bir hazinedir, hele hele insan bu tefekkür âleminin ve hazinesinin en mükemmeli, en zengini ve en azametlisidir.

Bütün bu tefekkürden ve tezekkürden hâsıl olan saadetler, sürurlar, safalar, neş’eler ve keyifler; yalnız imandadır ve imanın bir meyvesi olan muhabbettedir.

Şairler ve edipler, bu güzelliklere meftun ve meclub olup nice nice şiirler yazmışlar. Edipler bu güzellikleri anlatarak aşk ve şevklerini tatmin etmek için kasideler derç etmişlerdir.

İşte bu güzellik ve kemalat bu manadaki ehli tefekkürü ve tezekkürü aşk-ı mecaziden aşkı hakikiye teveccüh ettirerek,  bir ehli hakikate şunu ifade ettirmiştir. “Sen yürü ki Leyla, ben Mevla’yı buldum.”

Bu mütefekkirlerin bazıları ariflerdir. Marifet tablolarını seyrederek tefekkür âleminde yüzerler. Bazıları da yukarıda zikredildiği gibi âşıklardır. Mükevvenatın tezyinatına meclub ve meftun olarak kendi mesleklerince hayretlerini arz ederler. Bazıları da şairlerdir. Âlemin güzelliği kendi şiirlerini ve sanatlarını süsleyip onlardan medet alırlar, nur alırlar.

Dolayısı ile her meslek ve meşreb sahibi bu güzellik ve hakikatlerden ala meratibihim istifade ve istifaze ederek, kendilerine has özellik ve güzellikleri ile tefekkürü keyiflendirerek ehli idrake ve şuura bu hakikatleri arz ederler.

Bu ehli tefekkür ve tezekkür, âlemi fikren gezerken ve  o güzellikleri tasavvur ederken kah seradan süreyyaya, kah asumandan yerlere fikren konup kalkarken zevk ve sürur içinde şöyle terennüm ederler.

“Kâh çıkarım gökyüzüne, seyreylerim âlemi;
Kâh inerim yeryüzüne, seyreyler âlem beni.”

demekle, bu hakikati nazara verip gafil insanlara Allah’ı hatırlatıyorlar.

Evet güzel bir gönüle, hakikatli bir vicdana, doğru bir fikre ve neş’eli bir tefekküre malik olmak, bütün dünyanın hazinelerine, definelerine ve servetlerine sahip olmaktan daha değerli ve daha hayırlı bir nimet ve devlettir.

Netice olarak; kâinatın bu derin, engin ve zengin tefekkür manzarasına ibretle fikretle bakıp, düşünen ve tefekkür eden insanın imanı nasıl inkişaf etmesin?

 Mehmed Kırkıncı

Keşke toprak olsaydım!

Bu adama (Cuma’ya) öğretmek isterken bilmediğim birçok şeyler aklıma geliyor ve doğal olarak ben de öğrenmiş oluyordum.” Daniel Defoe, Robinson Crusoe‘dan…

İnsan, iman etse de, zamanla farkediyor bazı şeyleri. İlk farkediş, yani müslüman olma, aslında bir yolun sonu değil, başlangıcı. Kelime-i şahadet; bir yönüyle müslüman olma, fakat bir yönüyle de ‘müslüman kalmaya’ niyet etme, azmetme, kastetme.

Hidayette hiyerarşi yoktur. Kırkıncı müslüman Hz. Ömer (r.a.) aşere-i mübeşşerenin ikincisi olabilir. Müslüman bir ailede dünyada gelenlerin, bu açıdan, sonradan ihtida edenlere kıyasla bir eksiği var: Müslüman nazarıyla baksalar da âleme, bu bakış bir gizli şuur gibi bence, akıl gibi değil. Şuur, biraz daha statik bir alana tekabül ediyor ve çoğu zaman akıl, onun katkılarını ancak dikkatle farkedebilir. Kazandırdıklarını enfüsî tefekkürle görebilir. Fakat ihtida, yani bir nazardan soyunup yeni bir nazarı kuşanma, bunda akıl hariçte kalamaz. Her adımı tefekkürle olur. Her an’ı, geçmişin sınanması ve eskinin altedilmesinden oluşur. Ayet-i kerimenin ifadesiyle; “Allah onların kötülüklerini (seyyiatlarını) iyiliklere (hasenatlara) çevirir.” Mühtedinin içinde yaşadığı kıyamet budur. Süreç boyunca, geçmişte müptelası olunan kötülük, menhus zevki bilinen bir yol olarak ayaklara dolanır. Allah’ın inayeti yanlarında olmazsa işleri çetrefillidir.

Bu yüzden belki, ihtida öyküleri dinlediğimde, o insanların anlattığı İslam’ı, yaşadığım İslam’dan çok daha ötede/yukarıda birşey gibi görürüm. Şaşırdıkları şeylere onlardan fazla şaşırırım. Cümleleri çoğu zaman kafamda ampuller patlatır.

Katılır mısınız: Bilgi, akıldan şuura düştü mü, arkaplanda ‘öyle olması gereken’ şarkısı söylenmeye başladı mı, heyecanı azalıyor. Balığın, suyun varlığını farketmesi gibi zor bizim marifetle halimiz. Tefekkürle didiklenmesi lazım. İmanın kalpte eskidiğini ve kelime-i tevhid ile yenilenmesi gerektiğini söyleyen hadis-i şerif, önemli bir uyarı yapıyor bu noktada: Hz. Rabia’nın “İstiğfarlarımızın istiğfara ihtiyacı var!”[1] dediği gibi, imanlarımızın da yeniden iman etmemize ihtiyacı var. Çünkü mürşidimin de dediği gibi: “Beka, tekerrür-ü vücuttan ibarettir.”

Ama önce; elimizdekinin doğuştan gelen bir hak/üstünlük değil, ancak nazarını kuşandıkça ve açlığını çektikçe bize sunulacak bir nimet olduğunu farketmeliyiz. İmana ihtiyacımızda eşitiz. Açlığımızda kardeşiz. Ayet-i kerime öyle söylüyor: “Mü’minler ancak kardeştir.” Şeyh-kardeş değil. Ağa-kardeş değil. Hoca-kardeş değil. Kardeş-kardeş. Hele yedi ceddinin müslüman olmasıyla veya dedemizin şeyh, babamızın hoca olmasıyla kazanılabilecek bir asalet hiç değil. Öyle olsaydı, bir zamanlar puta tapan bir kavmin hidayete erenleri ‘nesillerin en hayırlısı’ olarak anılmazlardı İslam tarihinde. Yaşadıkları zaman dilimine özlemle Asr-ı Saadet denmezdi.

Ashab-ı kiramın ümmet içindeki üstünlüğü kalıtımdan veya yıllanmaktan umduğumuz her türlü üstünlüğe/seçilmişliğe meydan okuyor. Sonrakiler hep sonrakiler kalıyor, öne geçemiyor.Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet olursunuz! buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, yalnız ‘takip edilebilirlikleri’ açısından mı söylemiştir bu sözü? Peki ya yıldızların ulaşılmazlığı? Mevlana Celaleddin Hazretleri, bu ashab/dostlar hadisini, alıştığımızdan da başka yorumlar Mesnevi’sinin bir yerinde:

Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost. Dost, yolda arkadır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki; yol sevgiliden ibarettir. Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma! Hz. Peygamber (a.s.m.) dedi ki: Bil ki; karanlıkta yıldızlar nasıl yol gösterirse, dostlar da elemler, sıkıntılar denizinde öyle yol gösterir. Gözü yıldızlara dik, yol ara.“[2]

Şimdi sen, Mevlana’nın penceresinden, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dostlarıyla olan muhabbetine yol ara. Onlarla istişare etmekten aldığı lezzeti, onların feraset ve istikametle verdikleri tavsiyelerden/desteklerden duyduğu mutluluğu, ashabını yıldızlara benzetmesiyle algıla. Hem anla ki; hakiki mürşid, irşad ettiklerinin aklını körelten, onları iradesiz robotlar haline getiren kişi değildir. Öğretmenin, bir yönüyle ‘beraber öğrenmek’ olduğunu da bilmektir. Bu bir sırr-ı iktirandır ki; yalnız söyleyenin değil, söylenilenin de açlığına iltifat eder.

Meselâ, Risale-i Nur’un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.

Onlar derler ki: ‘Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.’

Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: ‘Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?’

Sonra anladım ki; sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.

Asr-ı Saadet’e baksan, bununla ilgili birçok misal bulursun. Mesela bildiğim bir tanesi; Hz. Aişe annemin, bir seferde, gerdanlığı kaybetmesi hadisesi. Gerdanlığı ararken yaşanan susuzluk ve beraber gelen teyemmüm ayeti… Hatta o zaman Useyd b. Hudayr’ın (r.a.), bu ayetin kıymetini takdir ile söylediği şu söz, ne güzel bir iktiran ifadesidir: “Ey Ebu Bekir’in ailesi; bu, sizin vesile olduğunuz ilk hayır değildir.”

Bir de zamanın varsa, Mevlana’nın dediği: “Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma!” cümlesini, Bediüzzaman’ın İhlas Risalesi’ndeki İkinci Düsturuyla[3] ve şu ifadeleriyle beraber tefekkür et:

Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.

Belki ikisini bir düşününce, imanın neden hiyerarşi kabul etmediğini, ayet-i kerimede kardeşliğimizin altının neden önemle çizildiğini daha iyi anlarsın. Hem anlarsın ki; iblisi,Hani meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu!sırrınca geri bırakan da o olmuştu. Zira iblis, Allah’ı bilmiyor değildi. Fakat imanına hiyerarşiyi katık etmek istiyordu. “Ben ateştenim, o topraktan…” diyordu. Allah, ondan bunu kabul etmedi, senden de kabul edecek değildir. Soyun böyle iddialarından. Mevlana’nın dediği gibi; “Tevazuda toprak gibi ol” ki, sonra ahirette ateşlik nasıl olur öğretmesinler. Kur’an’ın haber verdiği akıbetten sakın: “Ya leyteni küntü turaba!/Keşke toprak olsaydım!”[4]

Ahmet Ay – hicbisey.com

[1] İmam Gazalî (r.a.), Tevbe Risalesi isimli eserinde bu cümleyi Hz. Rabia’dan (r.anha) nakleder.

[2] Etkileşim Yayınları’ndan çıkan, Mahmut Kaplan Hoca’nın derlediği, Mesnevi’den Seçmeler isimli eserden, Dost başlıklı bölümden alınmıştır.

[3] “Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir…” cümlesiyle başlar.

[4] Nebe sûresinin 40. ayetinde geçen bu ifade gerçi orada kâfirler için kullanılıyor, ama şeytanın üstünlük davasıyla beraber ele alınınca, bana bu pencereden çok dokunuyor. Sanki onun feryadını işitir gibi oluyorum: “Keşke toprak olsaydım!”