Etiket arşivi: ümit şimşek

Kutlu Doğum: Devam mı, fitneye teslim olmak mı?

Kutlu Doğum Haftası ile ilgili olarak bazı fitne odaklarınca çıkarılan yaygaraya değer vermek, arkadan gelecek çok daha büyük problemlerin önünü açacaktır; bundan kimsenin şüphesi olmasın.

Kutlu Doğum Haftası ile ilgili tartışmalar üzerine Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un yaptığı açıklama, bir taraftan kamuoyunu rahatlatırken, diğer taraftan da zihinlerde bazı tereddüt ve endişelere yol açtı.

Kurtulmuş, açıklamasında “Kutlu Doğum Haftası, Mevlid-i Nebînin bir alternatifi değildir” diyerek, konuyu farklı ve aldatıcı bir şekilde sunma teşebbüslerine karşı, kamuoyunu rahatlatıcı ve doğru bir duruş sergilemiş oldu.

Aynı açıklamanın devamında, Kurtulmuş, konunun Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ilmî bir toplantıda ele alınacağını da haber verdi.

Ancak bu ifadenin hemen arkasında, “Kutlu Doğum Haftasının Hicrî takvime göre sabitlenmesi” yönünde bir temennî de yer aldı.

Bu temennî ise, bazı çevreleri, gelecekte yapılacak bir ilmî toplantıya peşin bir karar ısmarlandığı yönünde ümitlendirdi. Söz konusu çevrelere ait yayın organları, haberi zafer çığlıkları arasında duyurdular.

NİÇİN HİCRÎ TAKVİM?

Şimdiye kadar çeşitli vesilelerle açıklandığı gibi, Peygamberimizin (s.a.v.) doğumunu kutlamanın Hicrî takvimle yahut başka bir tarihle hiçbir ilgisi bulunmuyor. “Rabbinin nimetini yâd et” (Duhâ, 93:11) meâlindeki âyetin mânâsı gereğince Resulullah’ın (s.a.v.) doğumunu kutladığımızı hatırlatan ve “Başka hangi İlâhî nimet bundan daha büyük olabilir?” diye soran merhum Muhammed Hamîdullah’ın isabetle işaret ettiği gibi, biz Müslümanlar, üzerimizdeki bu en büyük nimetin şükrünü bir nebze olsun dile getirebilmek ümidiyle, yüzyıllardır pek çok vesilelerle Fahr-i Kâinat Efendimizi anıyor, bu arada onun doğum yıldönümünü de mevlidlerle, duâlarla, salâvatlarla, onun bize öğrettiği ibadetlerle kutluyoruz. Bu konuda tartışacak olanların dikkate alması gereken hususlardan:

Birincisi: Peygamberimizin (s.a.v.) doğumunu Mevlid kandili ile veya başka bir vesileyle kutlamak şeklinde bir gelenek dinin hiçbir kaynağında emredilmiş de değildir, yasaklanmış da değildir.

İkincisi: Bu ümmet, nail olduğu en büyük İlâhî nimeti yad etmek üzere, fıtrî bir şekilde ve ittifakla bir Mevlid kandili geleneğini oluşturmuştur.

Üçüncüsü: Ümmeti bu fıtrî davranışından alıkoymak bugüne kadar hiçbir İslâm âliminin aklının ucundan geçmediği gibi, Peygamberimizi anmayı ve onun doğumunu kutlamayı sadece belirli bir zamana hasrederek başka türlü anma teşebbüslerini buna karşı bir rekabet olarak görmeye ve reddetmeye de dinin hiçbir kaynağında hiçbir gerekçe bulmak mümkün değildir. Bu tür iddiaları haklı gösterecek ifade ve davranışlar, ancak cehaleti ilme, vehimleri hakikate, hurafatı İslâm’ın tertemiz irşad ve hükümlerine tercih etmek anlamına gelir.

FİTNEYİ ÇIKARANLAR KİM?       

Kutlu Doğum Haftası ile ilgili tartışmaları başlatan topluluğun sabıka defteri, birkaç madde ile özetlenemeyecek kadar kalabalık kayıtlardan oluşuyor. Başta “Seâdet-i Ebediyye” olmak üzere, bu topluluğun muhtelif yayınlarının “zihinleri teşviş edici ve okuyanları yanıltıcı mahiyette olduğuna” dair Din İşleri Yüksek Kurulunca ittifakla alınmış kararlar bulunuyor.

İmam-ı Gazalî’nin kitabında tahrifat yapmak ve kendisinden asırlarca sonra yaşamış olan Seyyid Kutub aleyhinde iftiraları İmam Gazalî’nin ağzından bu kitaba ilâve etmek gibi marifetler, yine bu topluluğun sabıka kayıtları arasında.

Millî şairimiz Mehmet Akif başta olmak üzere ümmetin pek çok değerli ismine karşı husumet beslemek ve onlar hakkında şenî’ ithamlarda bulunmak; vakıf mallarını şahıslara peşkeş çekmek için Yahudilere parmak ısırtacak fetvalar uydurmak; on binlerce Müslümanı dolandırmak da yine bu topluluğun alâmet-i farikası haline gelmiş marifetleri arasında yer alıyor.

KARAR NASIL ÇIKACAK?

Başbakan Yardımcı Numan Kurtulmuş’un açıklamalarından, konunun Din İşleri Yüksek Kurulunca karara bağlanacağı anlaşılıyor.

Din İşleri Yüksek Kurulu şimdiye kadarki geleneğine uygun bir şekilde konuyu ilmî bir şekilde karara bağladığı takdirde, zaten devam etmekte olan ve millete mal olmuş bulunan Kutlu Doğum Haftası uygulaması aynı şevkle ve aynı istikametteki olumlu sonuçları vermeye devam edecek şekilde kutlanmaya devam eder.

Eğer konuya sadece ilmî açıdan değil de bazı siyasî rüzgârların tesiri altında yaklaşılıp da bazılarının vehimlerini tatmin edecek bir yol arayışına gidilirse, böyle bir arayış, ilmin ve hakikatin cehalete ve kara propagandaya teslim olması anlamına gelecektir. Hattâ, bir anlamda, bunu mahut topluluğun Diyanet İşleri Başkanlığına evvelce almış olduğu kararları “yedirmek” şeklinde bir algı operasyonunun malzemesi olarak kullanacağından şüphe edilmemelidir.

Ümit Şimşek 

Risale-i Nur düşmanlarının yeni hedefi: Kutlu Doğum Haftası

On binlerce kişiden topladığı paraların üzerine oturan, Mehmet Akif ve Said Nursî gibi ümmetin medar-i iftiharı şahsiyetlere dil uzatan ve İmam-ı Gazalî’ye Seyyid Kutub aleyhinde kitap yazdıran topluluk, şimdi Kutlu Doğum Haftası hakkında fitne üretmeye çalışıyor.

Yurt içinde ve dışında on binlerce kişiyi dolandırmak gibi bir rekoru elinde bulunduran bir topluluk, şimdi Kutlu Doğum Haftası ile ilgili olarak asılsız iddialar yaymak suretiyle yeni bir fitne kazanı kaynatmaya çalışıyor.

Kutlu Doğum Haftası, Resulullah’ı (s.a.v.) anma, anlama ve anlatma vesilesi olarak 30 yıla yakın bir zamandır resmî olarak kutlanıyor ve başta okullar olmak üzere çeşitli resmî kuruluşlar bu kutlamalara katılıyor. Bu haftanın Mevlid kandiliyle hiçbir ilgisinin bulunmadığı ve kandile bir alternatif olarak düşünülmediği konusunda ise bugüne kadar kamuoyu fazlasıyla bilgilendirilmiş bulunuyor.

Bununla birlikte, tıpkı Mevlid kandilinde ve daha başka mübarek gün ve gecelerde olduğu gibi, Kutlu Doğum Haftasında da mevzuun kudsiyetine münasip düşmeyen bazı münferit uygulamalar zaman zaman görülebiliyor.

Malûm topluluk, Bediüzzaman’ın “bir senede bir adamdan çıkan balgam veya rayiha-i kerîheyi bir defada çıkmış gibi göstermek” şeklinde tarif ettiği bir cerbeze ile, bu türden mevziî ve münferit vak’aları toplayarak Kutlu Doğum Haftasının bütününe mal ettikten başka, bir de bu haftanın özellikle teröristbaşı Fetullah Gülen’in doğum tarihine denk gelecek şekilde düzenlendiğini iddia ederek bugünlerde kutlanacak olan haftayı sabote etme teşebbüsünde bulundu.

Yıllar önce hayalî yüksek kârlar vaad ederek on binlerce insanın parasını topladıktan sonra onları ortada bırakan ve halen borçlarını ödemeye yanaşmayan malûm topluluk, bundan evvel de bir kısım medya şovcularını Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur aleyhinde iddialarla öne sürerek bir başka fitne kazanını kaynatmaya çalışmıştı.

Aynı topluluk, millî şairimiz Mehmet Akif’e de çirkin yakıştırmalarda bulunan yayınlarının yanı sıra, Seyyid Kutub aleyhinde İmam-ı Gazalî’ye kitap yazdırmak gibi tarihte görülmedik bir maskaralığın altına da imza atmıştı.

Bu topluluğun kutsal kaynak muamelesine tâbi tuttuğu başlıca kitabı hakkında ise, “zihinleri teşviş edici ve okuyanları yanıltıcı mahiyette olduğuna” dair Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun ittifakla aldığı kararlar bulunuyor.

Mahut topluluğun bir kısım marifetlerine şu yazıda toplu bir şekilde göz atabilirsiniz:

http://www.yazarumitsimsek.com/bu-televizyon-sovcusunu-kim-kullaniyor/

Ümit Şimşek

 

Gelin Cahil Olalım

Günün birinde cehalete muhtaç olacağımız kimin aklından geçerdi? Bilginin her türüyle her taraftan kuşatılmış durumdayız; hergün artan bir tempoyla bilgi üzerimize yağmaya devam ediyor. O bizi bulmazsa biz onu iki klavye darbesiyle internet âleminin derinliklerinden bulup çıkarıyoruz. Ayırımcılık ise zamanımızın hoş karşılanmayan bir özelliği; doğrusuna yanlışına, gereklisine gereksizine bakmadan hepsine dünyamızda bir yer ayırıyoruz.

Bütün bu öğrendiklerimizle, akla gelen her konuda yorumlar yapabiliyor ve bu yorumları bir anda binlerce kişinin dünyasına yeni bilgi birimleri olarak aktarabiliyoruz. Sahip olduğumuz engin birikimle içtihad alanımız bir taraftan dünyanın en köklü problemlerini, diğer taraftan da filanca ünlü kişinin özel hayatıyla ilgili en ince ayrıntıları kapsıyor.

Fakat ne oluyorsa, bilginin gerçekten işe yarayacağı an geldiğinde oluyor. Bütün öğrendiklerimiz o anda buharlaşıveriyor ve bir uzmana olan ihtiyacımızı bütün şiddetiyle hissetmeye başlıyoruz.

***

Bilgi artışı, bir açıdan bakıldığında, yeni icadların, yeni mesleklerin ve yeni uzmanlık alanlarının da ortaya çıkması olarak görülebilir. Fakat bunların da hiçbiri uzun ömürlü değildir; çünkü meslekler ve uzmanlık alanları da bölünerek çoğalmaya devam ediyor. İnsanlar gittikçe daralan alanlarda uzmanlaşmak yahut meslek sahibi olmak zorunda kalıyorlar.

Başka bir deyişle:

İşe yaramayan bilgiler bir taraftan el değmemiş ve organize olmamış veriler halinde beynimizin (ve tabii hayatımızın) bir bölümünü doldurmaya devam ederken, işe yarar bilgilerimiz gittikçe daralan bir alan içinde mahpus kalıyor. Gittikçe daralan alanlarda bilgimiz, genişleyen alanlarda da cehaletimiz artıyor. Fakat farklı hızlarda:

Birincisi üçer beşer, ikincisi ise yüzer biner artıyor.

Sonuç ise, resimde görüldüğü gibi, hızla cahilleşen bilgi toplumlarıdır.

***

Eğer faziletin egemen olduğu toplumlar halinde yaşasaydık, bu durum bizi fazlaca etkilemezdi. Nihayet insanlar birbirine muhtaç şekilde yaratılmıştır; birbirine saygı ve sevgiyle bağlı topluluklarda uzmanlara duyulan ihtiyaç da bağları canlı tutan bir unsur olurdu.

Fakat hinliği ve cinliği bir medeniyet ilkesi olarak benimsemiş toplumlarda çarklar da tersine dönüyor. Arabasından bir tıkırtı duyan doktor, çaresiz şekilde kendisini tamircinin (yahut daha da kötüsü, servisin) insafına terk ediyor ve bir kablo değişikliğiyle atlatılabilecek arıza için motorun indirilmesine razı oluyor. Ama olsun! Nasıl olsa ustanın da birgün yolu hastaneye düşecek ve doktora olan borcunu, gereksiz tetkik masrafları olarak fazlasıyla ödeyecektir!

Toplum ölçeğine vurulduğunda, sonuç itibarıyla herkesin birbirine işi düştüğü ve herkes birbirini gücü ve imkânı nisbetinde kazıkladığı için, değişen birşey olmadığını düşünebilirsiniz. Fakat alacak-verecek itibarıyla durum öyle olsa da, aynı sonuca ulaşmak için daha fazla emek harcanmakta, meselâ insanlar on liraya ödeşebilecek iken bin liraya ödeşmekte, bunun sonucunda da zihinlerde “Peki biz bu şeyi niye yedik?” şeklindeki o meş’um soru belirmektedir.

***

“Faydalı Bilgiyi Yayma Derneği” adında bir cemiyetin varlığından haberdar olan ünlü düşünür Thoreau, bunun yanı sıra bir de Faydalı Cehaleti Yayma Derneğinin kurulmasını teklif eder. Bizim bilgi olarak övündüğümüz şey, aslında, birşey bildiğimizi sanmaktan ibaret bir aldanmadır ki, Thoreau bunu “pozitif cehalet” olarak adlandırır.

Pozitif cehalet, ünlü düşünüre göre, gerçek cehaletin faydalarından bizi alıkoyan şeydir. Çünkü bilgiye olan ihtiyacımızı hissettirmez. İnsanın bu ihtiyacını hissettiği an ise, tıpkı bir atın bahar günü ahırdaki saman yığınını eğeri ve dizginleriyle birlikte geride bırakıp da yemyeşil çayırlara özgürcesine atılmasını andırır. Yıllarca üşenmeden okuyup durduğumuz gazetelerle hafızalarımıza yığdığımız bilgiler, ahırdaki saman yığınıdır. “Bu kadar saman yiyip durmak artık yetişir,” der Thoreau. “Yeşile yayılın, büyük fikir tarlalarına açılın artık!”

***

Tiryakisi haline geldikten sonra saman yığınlarından vazgeçmek dünyanın en zor işidir. Asıl tiryakisi olunacak bilginin farkına ve tadına varmak için, önce kendimizi cehaletin kucağına atmak gerekiyor. Çoğumuzun korkulu rüyası haline gelen “gündemden kopmak”  bunun ilk ve en hayırlı adımıdır.

Bitip tükenmeyen horoz döğüşlerinden haberimiz olmayıversin. Filân dizinin saçmalıkları hakkında eş dostla çene yarıştırma imkânından biraz yoksun kalalım. Hangi oyuncunun hangi soytarıyla nerede ne nane yediğini bilmeyiverelim. Vatan yahut dünya kurtarılmayı biraz daha beklesin. Onların hiçbiri bir yere kaçacak değildir; on sene sonra şöyle bir bakacak olsanız hepsini yine aynı yerde bulursunuz!

Gelin, biz bir an için cehaletimizle baş başa kalalım da o bize ihtiyaçlarımızı söylesin.

Yani, önce hayatımızı dolduran faydasız bilgi yığınlarını bir bahar temizliğiyle süpürüp atalım.

Ondan sonrası için nereden başlayacağımıza gelince.

İmam Gazalî’nin, “Hangi ilmi tahsil edeyim?” diye soran talebesine verdiği cevap, bir başlangıç noktası olabilir:

Ömründen bir hafta kalmış olduğunu bilseydin hangi ilmi öğrenirdin?

Ümit Şimşek

Âhiret Pazarının En Kârlı Günleri

“Her kim ahiret kazancını isterse, biz onun kazancını artırırız, her kim de dünya kazancını isterse ona da ondan veririz, ama onun ahirette hiçbir nasibi yoktur.” (Şûra, 40:20)

Son derece çarpıcı bir karşılaştırma, hayatın gerçeklerinden birini gözlerimizin önüne seriyor:

Dünya hayatını isteyen, istediğinden bir kısmına kavuşur; âhiret kazancını isteyene ise, istediğinden fazlası verilir.

Ayrıca, dünyayı isteyenin âhiretten bir nasibi yok, ama âhireti isteyenin dünyadan da nasibi var.

Hiç şüphesiz, bu durum, Yüce Allah’ın kullarına olan ikram isteğini gösteriyor ve keremine nihayet bulunmadığına apaçık bir delil teşkil ediyor.

Eğer O kullarının dünya hayatına ait arzularını doyasıya cevaplandıracak olsaydı, bu sınırlı bir ikram olurdu. Çünkü dünya hayatının imkânları pek dar, süresi de pek kısadır. Fakat O, kullarının önüne bir sonsuzluk yurdunun kapısını açmış, o kapının ardında bitip tükenmek bilmeyen nimetlerini dizmiş, kullarını oraya çağırmaktadır.

İnsanın bir kısacık dünya hayatındaki çalışmasına karşılık ona ebedî bir hayatın mutluluğunu bağışlamak, elbette ki pek büyük bir ikramdır. Bu ödül dünya hayatı seviyesindeki nimetlerden ibaret kalsaydı bile, sırf ebedî oluşuyla “Biz onun kazancını arttırırız” sözünü haklı çıkarmaya yeterdi.

Fakat Yüce Allah lütfunu bu kadarla bırakmamış, çağrısına kulak vererek âhiret kazancına talip olan kullarının kazancını bire on arttırmayı vaad etmiştir.[1]

Kötülüklerin silinmesi ise bir başka kazançtır. Onun da bir tevbe, bir istiğfar, iyilikler vasıtasıyla kötülükleri giderme, şefaat, mağfiret gibi pek çok vesileleri vardır. Bu sayede kulların defterindeki zarar hanesi küçülerek bir muazzam kazanç artışına dönüşür.

Bu kadarla da kalmaz. Bire on karşılık, İlâhî ödüllerin tabanıdır. Bir başka âyet, mallarını Allah yolunda harcayanlar için bire yedi yüz misli mükâfat vaad eder.[2] Zor şartlar altında yapılan hizmet ve ibadetler, mübarek geceler gibi fırsatlar ise, âhiret kazancını baş döndürücü hızlarla arttıran vesilelerdir. Öyle zamanlarda dakikalar günlere, günler aylara dönüşür. Meselâ bir Kadir Gecesinde seksen yıllık bir ömrün kazancı devşirilir.

Bu dünyada başa gelen sıkıntılar, hastalıklar, hattâ kabul edilmemiş dualar bile, âhiret kazancını isteyen bir kul için kazanç kapısıdır. Kıyamet gününde defterini eline alan kul, onların muazzam bir kâra dönüştüğünü görür.

Âhiret kazancının nasıl arttığı, asıl Cennetten içeri girdikten sonra görülecek birşeydir! Çünkü iman edip güzel işler yapan kullar için orada hazırlanmış nimetler akıllardan geçecek, hayallere sığacak, tasavvur olunabilecek şeyler değildir. Kul, bu dünyada iken, Rabbinin ona vaad ettiği Cennet bahçelerini, köşklerini, ırmaklarını, yiyecek ve içeceklerini hayal eder, onlara kavuşmayı umar. Fakat Cennete adımını attığı anda görür ki, orada kavuştuğu şey ile burada hayal ettiği şey arasında dünyalar kadar fark vardır. O içten bir niyetle âhiret kazancını istemiş, Rabbi ise onun kazancını arttırdıkça arttırmıştır.

…Ve, bütün bu kazançların tümünü birden gölgede bırakacak asıl büyük kazanç:

Allah’ın hoşnutluğu.

Ve Allah’ın cemali.

Rablerinin lütfuyla bütün sıkıntılardan kurtulmuş, hayallerinden geçmeyen lütuflara erişmiş, sonsuzluk yurdunda bir muhteşem mülke kavuşmuş olan kullar, bütün bunların üstünde, bir de Rablerinin rızasıyla müjdelenirler.

Rablerini görmek ise, onlara tüm Cennet nimetlerini birden unutturacak en büyük ödüldür:

Cennet ehli Cennete girdikten sonra, bir nida edici onlara şöyle seslenir: “Allah’ın size bir sözü vardı; şimdi onu yerine getirmek istiyor.”

Onlar derler ki: “Bizi ateşten kurtarıp Cennete sokmakla Allah yüzümüzü ak etmedi mi?”

Derken Allah perdeyi kaldırır. Allah’a yemin olsun ki, onlar için, Allah’a bakmaktan daha sevimli hiçbir şey yoktur.[3]

Ümit Şimşek

[Âyetler ve İbretler’den]

Dipnotları

[1] En’âm Sûresi, 6:160.

[2] Bakara Sûresi, 2:261.

[3] Tirmizî, Tefsir 10:10; Müslim, İman: 297; İbni Mâce, Mukaddime: 13.

Allah ne zaman yardım eder?

Yine hatırlayın ki, denizi sizinle yarıp sizi kurtarmış, Firavun Hanedanını da gözlerinizin önünde boğmuştuk.  (Bakara Sûresi, 2:50)

İsrailoğullarının üzerindeki geçmiş İlâhî nimetleri hatırlatarak onları nankörlükten sakındıran âyetler arasında yer alan bu âyet-i kerime, denizin yarılmasına atıfta bulunurken, aynı zamanda, ince bir işaretle, onların bu hadisede oynadığı sebebiyet rolüne de değiniyor. Ve tabii ki bu ince işaret de Kur’ân’ın bütün muhatapları için önemli bir ders içeriyor.

Bu derse geçmeden önce, âyette sözü edilen hadiseyi, biraz öncesiyle birlikte, Kur’ân’ın daha başka âyetlerinden takip edelim:

Ve Musa’ya “Kullarımla gece vakti yola çık,” diye vahyettik. “Çünkü takip edileceksiniz.”
Firavun şehirlere tellâllar çıkardı.
“Bunlar küçük ve önemsiz bir topluluk,” dedi.
“Fakat bize karşı kin besliyorlar.
“Biz ise zinde bir topluluğuz.”
İşte böyle çıkardık onları bahçelerinden, pınarlarından.
Hazinelerinden ve şerefli mevkilerinden.
Onları böylece çıkardık; yerlerine de İsrailoğullarını vâris kıldık.
Gün doğarken peşlerine düştüler.
İki topluluk birbirini gördüğünde, Musa’nın adamları “Şimdi yakalandık!” dediler.
Musa “Asla!” dedi. “Rabbim benimle beraberdir; O bana yol gösterecek.”
Musa’ya “Asânı denize vur” diye vahyettik. Deniz yarıldı; öyle ki, herbir parçası koca bir dağ gibiydi.
Diğerlerini de oraya yaklaştırdık.
Musa ve beraberindekilerin hepsini kurtardık.
Sonra da diğerlerini boğuverdik. (Şuarâ Sûresi, 26:52-66.)

Daha başka yerlerde de başka yönleriyle birlikte anlatılan ve tekrar tekrar ibret nazarlarımıza sunulan bu hadise, Hz. Musa ile beraber denizi geçen topluluğun, aslında, büyük bir imtihandan geçmiş olduğunu göstermektedir. Denizin yarılması hadisesinden önce, kelimenin tam anlamıyla bir “can pazarı” yaşanmış; İsrailoğulları, verilen emre uygun olarak, gece vakti Firavun’un adamlarından önce davranmak suretiyle yola çıkmış, denizin kenarına kadar gelmişlerdir. Burada Firavun ile deniz arasında kıstırıldıkları ve hiçbir kurtuluş ümidinin kalmadığı bir sırada, Hz. Musa’ya asâsını denize vurması emredilmiş ve İsrailoğulları denizi selâmetle geçmiştir.

Bu hadiseyi nakleden Kur’ân âyetleri, “denizi yarma, İsrailoğullarını denizden geçirme ve Firavun ile adamlarını boğma” fiillerinin hakikî faili olarak Yüce Allah’ı gösterir. Kurtarmayı dilediği kullarına yola çıkma emrini veren de, Firavun ile adamlarını onların peşine düşürerek helâke yaklaştıran da, denizi yaran da, denizi kapatan da Odur. Bakara Sûresinin âyeti ise, bikum, yani, “sizinle” lâfzıyla, bu hadiseye şöyle bir derinlik de getiriyor:

“Bütün bunları Allah sizin sebebinizle yaptı. Zira bu âlemde bütün hadiseler, İlâhî hikmetin bir gereği olarak, sebeplere bağlanmış ve kullar da bu sebeplere uymakla yükümlü kılınmıştır. Siz Allah’ın emirlerine itaat eder ve Onun koyduğu sebeplere yapışırsanız, başarılı olursunuz. Firavun’un zulmü altında geçirdiğiniz yıllara karşılık Allah sizi onların mülküne vâris kılmak istemişti; ancak siz buna oturduğunuz yerde erişecek değildiniz. Nitekim sebeplere riayet ederek üzerinize düşeni yaptığınızda, Allah da sizi sebep yaparak düşmanınızı boğdu ve size olan vaadini yerine getirdi.”

Bunun tersi olan durumlar da vardır. Mâide Sûresinin 20-26. âyetlerinde anlatıldığına göre, yine İsrailoğullarına “Allah’ın size yazdığı kutsal topraklara girin” dendiğinde, onlar “Orada zorbalar var” diyerek girmek istememişlerdi. Kendilerine galibiyet vaad edildiği halde onlar yerlerinden kıpırdamadılar ve Hz. Musa’ya “Sen ve Rabbin gidip savaşın; biz burada oturacağız” dediler. Bunun üzerine Allah “Kutsal topraklar onlara kırk sene haram kılındı; artık şaşkın şaşkın ortada dolaşıp dursunlar” buyurdu. Bu vak’ada İsrailoğulları Allah’ın kendilerinden istediği sebebiyet rolünü yerine getirmeyi reddedince sonuca da erişememişlerdi.

Daha önce bölümlerde de değindiğimiz gibi, Kur’ân ve kâinat, birbirini şerh eden iki kitaptır. Her ikisinin de âyetleri vardır; her ikisinin de kanunları vardır. İnsan ise, her ikisine uymakla yükümlüdür. Bunlardan sadece birine uymakla kimse kurtuluşa eremez. Dünya hayatının kanunlarına uymakla yetinip âhirete bir hazırlık yapmayan kimse bu hareketiyle âhirette kurtuluş bekleyemeyeceği gibi; inanılması gereken şeylere inandığı halde inancının gereği olarak bu dünyada bir emek sarf etmemiş, alın teri dökmemiş, bir sıkıntıya girmemiş kimse de, Allah’tan, kâinat yasalarını imanının hatırı için değiştirmesini bekleyemez. İnanan, inandığını gösterecektir; bunun yolu da bu âlemdeki İlâhî yasalara itaat etmektir. Unutmamak gerekir ki, Allah tarafından konulduğuna inanarak kâinat kanunlarına itaat etmek de Allah’a ibadet etmek demektir.

Ümit Şimşek

***

Hayat Yayınları arasında çıkan Ayetler ve İbretler adlı kitaptan