Etiket arşivi: vehbi karakaş

Çocuklar çiçeklerinizdir; soldurmayın, öldürmeyin!

Çocuklarınız, Allah’ın, size sunduğu çiçeklerdir. Seven, sevdiğine çiçek uzatır; seni seviyorum, diye. Allah da çocuklarınızı bir çiçek buketi olarak sizlere sunmuş, “sizleri seviyorum” diye. Öyleyse onları, onların Yaratıcıları hesabına sevin; öpün, koklayın.

Zengin dostlarıma bir gün dedim: Bahçenizdeki çimenlerinizi ve çiçeklerinizi kurutmasınlar diye bahçivanlara sıkı sıkı tenbihde bulunur, talimatlar yağdırırsınız. Bakmayıp kuruttuklarında da cezalandırır, işine son verirsiniz; değil mi?

Ey insanlar ve ey Müslümanlar! Siz de, aile bahçelerine Allah’ın tayin ettiği bahçivanlarsınız. Allah, aile bahçenizin gülünü ve çiçeklerini (eşinizi ve çocuklarınızı) kurutmayasınız diye sıkı sıkı tenbihte bulunuyor ve şöyle buyuruyor: “Kendinizi ve aile efradınızı ateşten, (cehennemden) koruyun.”(1) Onları imansız ve İslamiyetsiz bırakarak kendinize, ailenize, devletinize ve milletinize düşman etmeyin; dünyada anarşist ve terörist yapmayın, ahirettede cehenneme atmayın. Allah onları size tertemiz emanet etti. Günahlarla kirletmeyin. Capcanlı verdi, kurutmayın, soldurmayın, öldürmeyin. Dünyada başınıza bela, ahirette de kendinize davacı etmeyin.

Bunun faturası, altından kalkamayacağımız kadar çok ağır olacak. Yanlış eğitimler sonucu, yanlış inanan, yanlış yaşayan nesiller cehennemde gözlerini açınca, acı acı çığlık atacaklar, cehenneme düşmelerine sebep olanlara beddua edecekler. Onların bu çığlık ve bedduasını, isterseniz gelin Kur’an’ın Sahibi’nden dinleyelim. Buyuruyor ki Yüce Allah: “Yüzlerinin ateşte bir yandan bir yana döndürüleceği gün, “Keşke Allah’a ve Rasûl’e itaat etseydik” diyecekler. Ve şöyle davacı olacaklar: Ey Rabbimiz! Biz önderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik de onlar bizi yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanete uğrat!”(2)

Allah’tan çicek almak, çocuk sahibi olmak güzel bir şey ama, işte böyle korkunç akibeti ve faturası da var bu işin. Onun için çocuğu olmayanlar “neden benim çocuğum yok, neden bana çiçek verilmedi” diye ağlamasınlar. Verilen nimetlere kanaat etsinlar. Allah’ın takdirine razı olsunlar. “Her şey kader ile takdir edilmiştir, kısmetine razı ol ki rahat edesin!” kuralını kulaklarına küpe etsinler.

Nimeti çok olanın şükrü ve sorumluluğu da çok olacaktır, olmalıdır. Çocuğu olanlar ve olmayanlar, Cenab-ı Hakk’ın şu açıklamasına teslim olsunlar: “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuğu, dilediğine de erkek çocuğu verir. Yahut hem kız hem erkek çocuk verir. Dilediğini de kısır yapar. O herşeyi bilendir, herşeye gücü yetendir.” (3)

SAHİBÜZZAMAN ANNE-BABALARI, ETKİLİ VE YETKİLİLERİ UYARIYOR!

Bazı anne-babalar, şiddetle çocuk isterler. Ama çocuklarına İslam terbiyesini kazandırmak için aynı şiddette titizlik göstermezler. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmez, dünya hapsinden kurtarmaya çalışır; Cehennem hapsine düşmemesi için dikkat etmez. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi bulması gerekirken dâvâcı eder: “Niçin benim imanımı kuvvetlendirmedin de bu azapla baş başa kalmama sebep oldun?” diye şikâyetçi bulur. Dünyada da, İslam terbiyesini tam almadığı için, ana-babasının harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.

Eğer anne-baba, hakikî şefkatlerini sû-i istimal etmeseler, (gençtir, gençliğini yaşasın, demeseler, günaha bulaştıkları ve namaz kılmadıkları için üzülseler, kılmaları için ellerinden gelen gayreti sarfetseler ve onları namaz kılan bir evlat yapsalar), biçare çocuğunu ebedî hapis olan Cehennemden ve ebedî idam olan inkâr ve sapıklık içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrıyla çalışsalar, o çocuğun yaptığı Salih amellerin ve kazandığı sevapların bir misli, anne-babasının amel defterine geçer, onların vefatından sonra her vakit hasenatlarıyla ruhuna nurlar yetiştirir, âhirette de, değil dâvâcı olmak, bütün ruh u canıyla şefaatçi olup ebedî hayatta ana-babasına mübarek bir evlât olur. (4)

Üstad Bediüzzaman bu izahıyla, çocuğun paşa mektebine ve diğer mekteplere gitmesine karşı olduğunu söylemiyor. Onun demek istediği şu: Çocuklarınızı nereye gönderirseniz gönderin, gönderdiğiniz her yerde hafızlık mektebinin ruhunu verin. Onları dinden, imandan ve Kur’an’dan yoksun bırakmayın. Dünya istikbalini kazandırmayı düşündüğünüz gibi, ahiret istikbalini kazanmalarını da ihmal etmeyin.

NE GÜZEL BUYURMUŞ EFENDİLER EFENDİSİ

Ne güzel buyurmuş Efendiler Efendisi (s.a.v): “Hiçbir (anne)-baba, çocuğuna, güzel terbiyeden daha üstün bir hediye veremez.” (5)

Kişinin öldükten sonra geride bıraktığı şeylerin en hayırlısı:

1-Kendisine duâ eden sâlih bir evlât,

2-Sevabı kendisine ulaşan sadaka-i câriye, (Allah’ın rızasını kazandıran hayır kurumları)

3-Kendisinden sonra halkın amel ettiği bir ilimdir.” (6)

Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına kavuşturur, koruyup kollarsa kıyâmet günü o kimseyle yan yana olacağız.” (7)

Her kim kız çocuklarını yetiştirme yüzünden bir sıkıntıya uğrar da onlara iyi bakarsa, bu çocuklar, onu cehennem ateşinden koruyan bir siper olur.” (8)

Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz… Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur.” (9)

Aman dikkat!!! Gençliğimizi, servetimizi, sihhatimizi, şöhretimizi, şehvetimizi ve evladımızı başımızın belası yapmayalım. Bu nimetleri Allah’ın razı olduğu yerlerde kullanalım, helal daire ile yetinelim. İslamiyet gibi bir cennetin ve nimetin içinde olduğumuzun farkına varalım. O nimetin ve cennetin sahibine hamd edelim. Hamd edelim ki Ebedî Saadetin ve Cennetin Sahibi, nimetini artırsın, sohbetine ve cennetine bizi layık eylesin.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Tahrim, 66 / 6

2-Ahzab, 33 / 66-68

3-Şûrâ, 42 / 49-50

4-Bkz. Nursî, Said, Lem’alar, (24. Lem’a, 1. Nükte), 209

5-Tirmizî, Birr, 33

6-Müslim, Vasiyyet, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36

7-Müslim, Birr 149; Ayrıca bkz. Tirmizî, Birr 13

8-Buhârî, Zekât 10, Edeb 18; Müslim, Birr 147; Ayrıca bkz. Tirmizî, Birr 13

9-Buhârî, Vesâyâ, 9; Müslim, İmâre, 20

İlme Saygı ve İlmin İzzetini Korumak (İmam Malik ve Bediüzzaman)

Bugün, İmam Malik’in hayatından ibretli kesitler arz edeceğim:

İmam Malik, Medine-i Münevvere’de doğmuş (m.712), orada büyümüş, o mübarek beldenin ufuklarından yıllarca bütün İslam âlemine ilim ve hikmet nurları yaymış, yine o temiz beldede ahirete irtihal etmiş (1) (m.795), Bakî kabristanına defnedilmiştir.(2)

İslam âleminin iftihar ettiği dört büyük imamın ikincisidir. İmam-ı Azam’dan 13 sene sonra dünyaya gelmiş, 17 yaşına kadar tahsil ettiği ilimle Medine’nin eşsiz âlimi olmuş, bu yaştan itibaren ders verip çevresini irşada başlamıştır. İmam-ı Âzam’ın aksine o yoksulluk içinde yaşamıştı. Yüzüğünün kaşında “Allah bize yeter” anlamına gelen “Hasbunallahu ve nimelvekil” yazısı bulunuyordu. Sabır ve teslimiyetinin karşılığı olarak bilahere maddî ve manevî birçok nimetlere kavuşmuştur.

Doksan seneye varan ömrü boyunca hem okudu, hem okuttu. Peygamberimizin sözlerini toplayan meşhur “Muvatta’” kitabı onundur. Bu kitap ilk hadis (3) ve ilk fıkıh (4) kitabı olma özelliği taşır. İmam Malik, bu kitabını 100.000 (yüz bin) hadisden seçtiği 4000 (dört bin) hadisle meydan getirmiştir. Bu kitap, imamın 40 yıl çalışmasının ürünüdür.

O varken kimse fetva veremezdi. Fetva vermede acele etmezdi. Çok kere “bilmiyorum” derdi. Medine-i Münevvere’de her gittiği yere piyade olarak yürür, soranlara da:

-Şanlı Peygamber’in kabr-i şerifleri, bu şehirde bulunmaktadır. Nasıl olur da ben Peygamberin bulunduğu bir şehirde hayvana binerim?

Birisi yüksek sesle konuştu mu hemen: “Peygamberin sesinin üstüne seslerinizi yükseltmeyiniz!” (5) mealindeki ayeti okur: “Medinede Rasulullah vardır, onun huzurunda böyle bağırarak konuşulmaz!” der, Peygamberimizi hayatta imiş gibi kabul ederdi.

Halife Harun Reşid, İmamı hilafet merkezi olan Bağdat’a davet etti. İmam’ın cevabı enteresandır:

Ey Mü’minlerin Emiri! Peygamberimiz, benden sonra dünyayı isteyenler Medine’yi terk edeceklerdir. Ben o kimselerden olmak istemiyorum. Yine Peygamberimiz buyurmuşlar ki: “Medine kötüleri dışarı atar.” Ben o kötülerden olmak istemiyorum.

İmam Malik hazretleri ilme çok kıymet ve büyük bir mevki verirdi. Bir tarihte Medine’ye gelen halife Harun Reşid, İmam Malik’i huzuruna çağırttı. “Gelsin Muvatta kitabından bize hadis dinletsin.” diye haber gönderdi.

Hazret-i İmam’ın cevabı çok enteresan:

İlim ayağa gitmez, ilmin ayağına gidilir. İlme talip olanlar ilmin ayağına gitmelidirler. İlmi yanlarına çağırmamalıdırlar.

Halife’nin veziri Bermekî, bu mesajı Halife’ye anlattığı sırada İmam da arkasından içeriye girdi. Harun Reşid:

-Ey İmam! Bize karşı gelişin sebebi nedir? İmam Malik şu açıklamayı yaptı:

Ey Mü’minlerin Emiri! Bu ilim senin mensub olduğun Peygamber ocağından çıkmıştır. Maksadım size karşı gelmek değildir. Maksadım, ilmin itibarını aşağı düşüren bir halife olmanıza engel olmaktır. İlim hepimizden yücedir. Onun yanına gitmeliyiz.

Bunun üzerine Halife Harun Reşid kalktı, birlikte İmam Malik’in medresesine geldiler. İmam Malik ders yaptı, hadisler okudu. Halife de dinledi. (6) Fakat Halife dinlerken duvara yaslanarak oturmuştu. Bunun üzerine İmam Malik ikinci ikazını yaptı:

Ey Mü’minlerin Emiri! İlme hürmet, Allah’ın Rasûlü Peygamberimize hürmettendir. İlmi büyük tanımak, Peygamberimizi büyük tanımaktandır” diyerek Halife’nin dikkatini çekti. Halife de derlenip toparlandı, İmam Malik’in önünde diz çöküp oturdu. Bundan sonra İmam Malik hadis okumaya başladı. (7)

Bir ara Halife, oğulları “Emin” ile “Me’mun”un İmam Malikten hadis dinlemelerini istemişti. İmam da bunu şu şartla kabul etmişti:

Evet gönder, gelsinler, fakat nerede yer bulurlarsa hemen orada otursunlar, biz Halife oğullarıyız diye halkın boyunlarına basarak meclisin başına geçmeye çalışmasınlar.

Emin ile Me’mun bu şartla hadis-i şerif meclisine devam etmeye başladılar. (8)

İşte ilmin izzetini koruyan âlim ve işte ilme hürmetkâr halife hanedanı!

İLMİN İZZETİNİ KORUMAK, ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’DA FARKLI BİR ŞEKİLDE TECELLİ ETMİŞTİ

İsterseniz bu hususu, kendisinden dinleyelim:

Hayat tarihimi bilenlere malûmdur: Ellibeş sene evvel ben, yirmi yaşlarında iken, Bitlis’te merhum vali Ömer Paşa’nın ısrarı, ve ilme fazlasıyla hürmetkâr oluşu sebebiyle evinde iki sene kaldım. Vali beyin altı tane kızı vardı. Üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyük kızını, iki sene beraber bir evde kaldığımız halde, birbirinden ayırt edip tanıyamadım. Çünkü onlara tanıyacak kadar da olsa bakmıyordum. Bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden farketti, tanıdı. Herkes bendeki hale hayret ederek sorarlardı:

-Neden bakmıyorsun? Ben de:

İlmin izzetini muhafaza etmek, beni baktırmıyor, derdim.

Hem kırk sene evvel İstanbul’da Kâğıthane şenliğinin özel gününde, köprüden tâ Kâğıthane’ye kadar Haliç’in iki tarafında binlerce açık-saçık Rum ve Ermeni ve İstanbul’lu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum milletvekili Molla Seyyid Taha ve milletvekili Hacı İlyas ile beraber bir kayığa bindik. O kadınların yanlarından geçiyormuşuz. Benim hiç haberim yoktu.

Meğerse Molla Taha ve Hacı İlyas beni tecrübe etmeye karar vermişler: Bir saat biri, bir saat biri olmak üzere nöbetleşerek beni gözetleyeceklermiş. Hatta gözetlediklerini itiraf ederek dediler:

– Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın, neden?” Cevap verdim:

Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akibeti hep acı ve kederdir. Bu günahlı zevklere dalıp ta acı ve kederlerin içinde boğulmak istemiyorum.” (9)

Bakmak ne kadar günahsa, açılıp, saçılıp baktırmak da ondan bin kat daha büyük günahtır. Çünkü bakan bir günah işliyorsa, baktıran bakanların sayısınca günah işlemektedir.

Bunun için olsa gerek ki Allah Rasulü Efendimiz (s.a.v): “Cehennem bana gösterildi. Baktım, ordakilerin çoğu kadınlar!” buyurarak tesettürsüz kadınların vahim haline ve korkunç akibetlerine işaret buyurmuşlardır.

Ey akıl sahipleri ibret alın!

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Bilmen, Ömer Nasûhî, Hukuk-i İslamiyye ve Istılahat-ıFıkhiyye Kamusu, I, 380

2-Şahin, Ahmet, İslam Büyükleri, 35-36

3-Aynı yer

4-Keskioğlu, Osman, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, 112

5-Hucurat, 49/2

6-Şahin, Ahmet, İslam Büyükleri, 43

7-Kehhale, Ömer Rıza, Mu’cemü’l- Müellifin, VIII, 168

8-Bilmen, Ömer Nasûhî, Hukuk-i İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, I, 384; Şahin, a.g.e, 38

9-Nursî, Said,Tarihçe-i hayat, 519

Marifet Bu, Gerisi Yalnız Çelik Çomakmış!

Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış!

Kur’an’ın sahibi ilk indirdiği ayetlerde sadece okumaktan ve okumanın öneminden bahsetmiyor, aynı zamanda okumaların ve eğitimin Allah’ın adıyla olması gerektiğine dikkat çekiyor ve şöyle buyuruyor:

Yaratan Rabbinin adıyla oku! Ki O Rabbin, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir. O Rab ki kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmedikleri şeyi öğretti.” (1)

Rahman suresinde de Yüce Rabbimiz meâlen buyuruyor ki: “Rahman, Kur’an’ı öğretti; insanı yarattı, konuşmayı öğretti.” (2)

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki Allah, her şeyden önce kendisinin bilinmesini ve kendi adıyla işlerin, eğitim ve öğretimin yapılmasını istemektedir. Ve yine bu ayetlerden anlaşılmaktadır ki, ilmin, fennin, teknik ve medeniyetin, her şeyin sahibi Allah! Kendi adını anmadan yani kendisinden izin almadan her hangi bir şeyin kullanılmasına rızası yok.

Allah, haklıdır, çünkü mal sahibi odur. Her şeyi yaratan, yürüten ve yöneten Odur.

İnsan yoktu, onu var etti. Ona yazma ve konuşma kabiliyetini lutfetti. Bilmediklerini öğretti. İşte bunun için çok rahat diyebiliriz ki ilk muallim, ilk mucid, ilk kâşif Allah’tır. Allah evveli olmayan evvel, sonu olmayan sondur. “O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır. O herşeyi hakkıyla bilendir.” (3)

Elektriği ve motorlu taşıtları bulanlara ve benzeri buluşları gerçekleştirenlere mucid denilmez. Mucid, yoktan var eden demektir. Bilim adamları var olan malzemeyi buldular; bulduklarını da Allah’ın verdiği akılla buldular. Var olan malzemeden yeni şeyler ürettiler, izah ettiler, ortaya çıkardılar. Bunlara ancak dense dense mûzîh=izah eden, mübeyyin=açıklayan ve müfessir=yorumlayan denilir.

Günümüz medeniyet harikalarını ortaya koyanların hepsi bir sebeptir. İneğe süt, arıya bal, toprağa gül, ağaca meyve, tavuğa yumurta yaptıran Allah, Edison’a da ampülü keşfettirmiştir.

Newton yer çekim kanununu buldu, diyoruz. Böyle bir kanun olmasaydı neyi bulacaktı? Elektrik yaratılmamış olsaydı, Edison neyi bulacaktı? Bunları bulacak akıl verilmemiş, yaratılmamış olsaydı ve Allah ilham etmeseydi ne ile nasıl bulacaklardı? Allah, ineği süt, arıyı bal yapabilir kabiliyette yaratmasaydı inekten süt, arıdan bal akar mıydı?

Her şeyin mucidi ve muallimi= yaratıcısı ve öğreticisi Allah’tır. Dünya bir mektep, biz de o mektebin öğrencileriyiz. Bu mektebin ahir zamanda tek ve son yönetmeliği de KUR’AN’dır! Yeryüzünde Kur’an’nın öğreticisi ve uygulayıcısı da Allah’ın son elçisi ve son temsilcisi Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizdir.

Her mekteb öğrencilerini imtihana tabi tuttuğu gibi Yüce Allah da bütün insanlığı dünya mektebinde imtihana tabi tutmuştur. Kabre kadar yazılı imtihan olmaktayız. Hayat biçimimiz, ömrümüzün günlük sayfalarına not olarak düşmektedir. Kabirden sonra sözlü imtihan başlayacaktır. Sorular ve soruların cevapları Kur’an’da: Emirler ve yasaklar. İmtihan komisyonunun üyeleri, jürileri, gözetmen ve kameramanları da melekler. Konuşmalarımızı tutum ve davranışlarımızı kaydetmekte ve kameralara almaktadırlar.

Bu vaziyet bize diyor ki: Ömür defterinin gece ve gündüz sayfalarına öyle şeyler yaz ki kâğıtların okunduğu gün sıfır almayasın, mahcup olmayasın. Öyle şeyler yap ki yaptığın şeyler seni utandırmasın.

Balık çok iyi yüzer, kuş çok iyi uçar, bülbül çok güzel öter. Ama bunların çok iyi yüzmesi, çok iyi uçması ve çok iyi ötmesi bunları hayvan olmaktan kurtarmaz. Kimya denizinde yüzen kimya mühendisi, hava okyanusunda yüzen pilot, milyonlarca hayranı olan ses sanatkârı da bu kabiliyetleri kendilerine veren Yüce Sanatkâr’ı yani Allah’ı tanımazlar, Allah’ın verdiği marifet ve hünerleri Allah’ın razı olduğu doğrultuda kullanmazlar, Allah’ın kendilerinden istediklerini yerine getirmezlerse, ellerindeki bu marifet ve hünerler onları kurtarmayacaktır. Ama eğer bunlar, ellerindeki bu marifet ve hünerin hakiki sahibinin Allah olduğunu bilirler ve onları Allah’ın razı olduğu yerde kullanırlar, beş vakit namazlarını kılarlarsa sınavı kazanmanın yanında büyük büyük mükâfatlara, cennete ve cennetin sahibine kavuşacaklardır. Sözün özü:

Meşhur ve merhum şairin şu mısralarıdır: “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış/ Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış!

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Alak, 96 / 1-5

2-Rahman, 1-4

3-Hadid, 57/3

İlmin ve Alimin Değeri

Yüce Rabbimiz buyuruyor: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[1] Yani Allah katında alimler önemli ve değerlidir.

Neden? Âlimleri değerli kılan nedir? Bu sorunun cevabını da yine Yüce Rabbimiz vermektedir:

-“Çünkü kulları içinde Allah’tan (gereğince) korkan, (Allah’ı layıkıyla seven, sayan) ancak ve ancak âlimlerdir.”[2]

Bunun içindir ki Sevgili Peygamberimiz: “Sizin Allah’ı en iyi bileniniz benim, dolayısıyla Allah’tan en çok korkanınız da yine benim!”[3] buyurmuşlardır.

Ebu Hanife’ye isnad edilen şazz bir kıraatte, Allah lafzı merfu okunur ve mana şöyle olur: “Allah (cc), sadece âlim kullarına saygı duyar, yani değer verir.

Bu izahlarda insanları hakir görmek değil, herkesi ilme ve âlim olmaya teşvik etmek hedeflenmiştir.

ÂLİMLER PEYGAMBERLERİN VARİSLERİDİR.

Ebû’d-Derdâ da (r.a) diyor ki: Ben Allah’ın Peygamberinden işittim; buyurdular ki:

Her kim bir yola girer ve onda ilim isterse, Allah onun için cennete giden bir yolu kolaylaştırır. Melekler ilim öğrenenlere, yaptıklarından hoşlandıkları için, kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde olanlar, hatta sudaki balıklar ilim öğrenen kimseye Allah’tan yardım ve bağış dilerler. İlim sahibinin Âbid’ten (ibadet edenden) üstünlüğü, ay’ın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir. Âlimler, Peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar, ancak ilim miras bıraktılar. Şu halde o ilmi alan büyük bir pay almış demektir.“[4]

Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir.[5]

Âlimim diyen, bildikleriyle yetinen cahil kalır. Cahilim diyen, bildikleriyle yetinmeyen ve ilim yolunda koşan da âlim olur.

Peygamberimiz (s.a.v) buyurmuşlar ki:

İlim hazinedir. Anahtarı ise soru sormaktır. Öyleyse Allah size merhamet etsin sorun. İlimde üç kimse mükâfatlandırılacaktır. Söyleyen, dinleyen, tutan.”[6]

“Malikî mezhebinin dışında kalan her üç mezheb köpeği “necisü’l-ayn=tam necis” kabul eder. Yani köpek bütünüyle necistir, pistir, derler. Dolayısıyla evlerde bulunması doğru değildir. Ancak köpek kelb-i muallem olursa yani kendisine av avlama öğretilmiş ve koyunları bekleme eğitimi verilmişse böyle bir köpeğin ağzına alıp getirdiği av yenir. Sürtünüp dolaştığı yerler temiz kabul edilir ve evde bulunması sakıncalı olmaz.

İmam Fahruddin Razî bu hususu şöyle yorumlar: “Bir köpek bile ilimden sadece av avlama işini öğrenir ve necisülayn olmaktan çıkarsa, hatta bir evin aile fertlerinden biri haline gelirse, ilim öğrenen insanın nasıl zirvelere ulaşacağını varın siz kıyas edin.”[7]

İlmin azalması ve kalkması kıyametin alametlerinden sayılmıştır. Şöyle ki: “İlmin kalkması, cehaletin her yerde görülmesi, zinanın yaygın hale gelmesi, içkinin içilmesi… kıyametin alametlerindendir.”[8] Bu dehşetli ortamlardan kurtulmak için ilme ve âlimlere şiddetle ihtiyaç vardır.

HER ON SEKİZ KİLOMETREDE BİR ÂLİM

Mescid-i Haram’da insanlara vaaz veren bir âlimden dinlemiştim. Diyordu ki: “Her on sekiz kilometrede bir âlim bulundurmak şeairdendir. Yani olmazsa olmazlardandır. Bu âlimleri bulundurmak, kollamak, korumak Müslümanların boynunun borcudur.

Hadis-i şerifte: “İnsanlara iyiliği ve güzel yolu öğreten âlim ölünce göğün kuşları, yerin hayvanları ve denizlerin balıkları ağlar.”[9] buyurulmuş.

Aleyhissalatu vesselam yine buyurmuşlar ki: “Allah’ın rahmeti benim halifelerimin üzerine olsun. Senin halifelerin kim ey Allah’ın Rasûlü? Demişler. Buyurmuş ki benim sünnetimi ihya eden, yolumu ve ahlakımı Allah’ın kullarına öğreten âlimlerdir.”[10]

İslam’ı ihya etmek için İlim peşinde olan her kime ölüm gelirse, cennette onunla peygamberler arasında sadece bir derece kalır. (Peygamberlik makamına bu kadar yaklaşmış olur.)”[11]

Bir İslam âlimi, bin tane ibadet eden abidden şeytana daha büyük sıkıntı verir.”[12] Onun için şeytanın en nefret ettiği kimseler âlimlerdir. Çünkü onları kolay kolay tuzağa düşüremez. Kötü emellerine âlet edemez.

İLMİNÜSTÜNLÜĞÜ

Şeyh Sadi Şirazî’nin Bostan ve Gülistan’ında şöyle bir kıssa vardır:

Âriflerden biri, tekkede arkadaşlarıyla yaptığı sohbeti ve arkadaşlığı bırakarak medreseye geldi. Dedim: “İlim adamıyla kendisini dîne veren insan arasında ne fark vardır ki ibâdetle meşgul olanları bırakıp ilimle meşgul olanların arasına katıldın?” Dedi ki: “İbâdetle meşgul olanlar ‘Gemisini kurtaran kaptandır’ diyenler gibi dalgalar arasından kilimini kurtarmaya çalışır kendisini düşünür. Bu berikiler yani kendisini ilme verenler ise denize düşüp boğulmak üzere olanları kurtaranlardır.”

Aslında tekkeyi ve medreseyi birbirinden ayırmamak lazımdır. Tekkede medrese, Medresede de tekke olmalıdır. Yani tekke ilimsiz, medrese takvasız olmaz. Olmamalı. İlim yapıyorum diye beş vakit namaz terk edilmez. İbadet edeceğim diye de ilim ihmal edilmez.

ULÜ’L-EMR

Yüce Rabbimiz, âlimlerin yerini ayette üçüncü sırada gösteriyor ve şöyle buyuruyor: “Allah’a itaat edin, Rasûlüne itaat edin, bir de sizden olan ulu’l-emre itaat edin.”[13] Razi, ayette geçen ululemrden maksadın, en doğru görüşe göre âlimler olduğunu söylemekte ve şu fetvayı vermektedir: Meliklerin (hükümdarların) âlimlere itaati vaciptir, ama âlimlerin yanlış icraatta bulunan meliklere itaati vacip değildir. [14] Çünkü âlim, ilmi; sultan dünyayı temsil ediyor. İlmin dünyadan üstün olduğu da inkâr edilmez bir hakikattir.

BİR ÂLİM İÇİN EN BÜYÜK AZAP

Ebu’l-Esved ed-Düelî demiş ki:

“Bir alime azap çektirmek istiyorsanız onu cahillere (kadirbilmezlere) arkadaş edin.”

İşte böyle kadirbilmezlerin arasına düşen alimlerden biri de Ruhu’l-Beyan tefsirinin sahibi İsmail Hakkı Bursevî’dir. (1137/1725)

Tefsirini 23 senede tamamlayan bu zat, halden anlamayanların, kadirbilmezlerin kötülemelerine, iftiralarına ve su-i zanlarına maruz kalmış, çok üzülmüş ve şu sözü söylemeye mecbur kalmıştır:

“Nasıl kurtulur o insanlar ki Allah onlara nasihat eden, ders yapan bir arkadaş vermişken; onlar onu kendilerine toslayan bir boynuz zannetmişler, ondan kurtulmanın gayreti içine girmişlerdir.”

HOCASININ ELİNİ ÖPMEK İSTEYİNCE

Muhyiddin Arabi ders aldığı hocasının elini öpmek istemiş. Hocası öptürmek istememiş. Muhyiddin israr edince, hocası:

-Evladım, bizim dinimizde el-etek öpmek yok, bilmiyor musun? Deyince Muhyiddin:

-Hocam sizin vazifeniz elinizi öptürmemek, benim vazifem de ne pahasına olursa olsun size saygı duymak ve elinizi öpmektir. Çünkü sizin benim üzerimdeki hakkınız ödenmez.” diyerek bir gerçeği ortaya koymuştur.

Üstad Bediüzzaman da: “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.” demiştir. Demiştir ama böyle dediği için de milyonlarca insan tarafından beğenilmiş ve takip edilmiştir. Herkes kendisine yakışanı yapmıştır.

Mevlana Cami’nin hacca giden talebelerinden bazıları, hacdan sonra hocalarını ziyarete gelmişler:

-Efendi Hazretleri, demişler, hacca gitmeden önce sizin anlınızda bir nur görüyorduk, şimdi onu göremiyoruz. Yoksa bizden sonra size bir hal mi oldu? Mevlana Cami:

-Evet bir şey oldu ama evlat, bana değil, galiba size bir şeyler oldu. Siz, benden aldığınız ilim, irfan ve feyizle bir noktaya geldiniz. O aşk ve heyecanla hacca gittiniz. Gittiniz ama bununla beraber ucup hastalığına yakalandınız. Kendinize ve amelinize güvendiniz. Yani kendinizi hocanızdan daha büyük, daha doğru görmeye başladınız. Bu ucup ve gururunuzdan dolayı daha önce görmüş olduğunuz nuru artık göremez oldunuz.

Allah, heva ve hevesten, havalara girmekten, feyiz kaynağını, vel-i nimetini, her yanıldığında doğruları söyleyecek âlim vezirini unutmaktan ve unutulmaktan bizi korusun.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

[1] Zümer, 39/9

[2] Fatır, 35/28

[3] Bkz. Müslim, Sıyam, 79

[4] Buhari, İlm, 10; Ebû Davut, İlm, 1; Tirmizi, İlm,19; İbn Mace, Mukaddime,17.

[5] Seyûti, el Câmiu’s saiğr, nr 10026; İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l- İlm, nr. 139.

[6] El-Maverdî, Ebu’l-Hasen, Edebü’d-Dünya ve’d-Din, 54

[7] Fahrurrazî, Tefsir’l-kebir, II, 193-194

[8] İbn Mace, Kitabü’l-Fiten, 25

[9] Fahrurrazî, Tefsirü’l-Kebir, II, 180

[10] Aynı yer

[11] Aynı yer

[12] Tirmizî, V, 48

[13] Nisa, 5/59

[14] Razî, I, 179

Doğalgaz!

Üniversitedeki lojmanıma gittim, doğalgaz kombisinin düğmesine dokunuverdim. Kısa zamanda soğuk ortam, yerini sıcak ortama bıraktı. Yorulmadan, yıpranmadan, soba yakmadan, kül çekmeden, kül dökmeden, duman teneffüs etmeden konforlu bir şekilde ısınmak, mutfakta ve banyoda anında sıcak su bulmak için kombinin düğmesine hafif bir dokunmam kâfi gelmişti. Bir, önceden çektiğimiz zorlukları, bir de şimdiki rahatlığımızı düşündüm. Rahatlığın getirmiş olduğu rehavetin, gafletin hattâ dalaletin tepesine fikir balyozlarını indirip, onların yerine şükür ve ibadet saraylarını dikmek niyyetiyle bilgisayarımın başına geçtim. Rabbanî ilhamları kaydetmeye başladım:

Evimin içindeki musluklardan su akar gibi, vanadan doğalgaz akıyordu. Bu ne büyük nimettir Allahım!. Ben yanmayayım diye doğal gaz cayır cayır yanıyordu. Bu ne fedekârlıktır Allahım! dedim ve doğalgazın güzelliğine, fedekârlığına hayran oldum.

Biraz daha geniş düşündüm. Baktım kendini bana feda eden sadece doğalgaz değildi. Bütün varlıklar, hatta bütün bir kâinat, içindeki nimetleriyle kendilerini bana feda etmişlerdi.

Susuzluktan ölmeyeyim diye sular, gıdasızlıktan, vitaminsizlikten, ölmeyeyim, elbisesiz kalmayayım diye bitkiler-hayvanlar, ağaçlar, meyveler koşup bana geliyordu.

Evsiz-barksız, yersiz-yurtsuz kalmayayım diye yer-gök bana saray olmuş, ışıksız kalmayayım, soğuktan donmayayım diye güneş bana ışıklı soba, ay da gece lambası olmuş, hava bana hayat olmuş, yer altı ve yer üstü kaynakları bütün soframı doldurmuş. Kısaca bütün bir kâinat ve içindeki her şey kendini bana feda ve kurban etmişti.

-Niçin?

-Benden korktukları için mi?

-Hayır.

-Öyleyse bu kocaman kâinatı, büyük büyük varlıkları, görünen ve görünmeyen nimetleri benim gibi cirmi ve cismi küçük bir varlığın emrine veren, boyun eğdiren kimdi? Benden ne istiyordu? Benim bu kudretin sahibini bulmam, istediğini sormam, kâinatı bana kurban etmesine karşılık ona kurban olmam, malımı, canımı ve evladımı ona kurban etmem gerekmez miydi? İnsan olmanın gereği de bu değil miydi?

İşte bu düşüncelerdir Hz. İbrahim’e (a.s) evladını kurban etmeye götürten, işte bu düşüncelerdir Hz. İsmail’i (a.s) bıçağın altına yatırtan, işte bu düşüncelerdir Hz. Musa’yı (a.s) denize daldırtan, işte bu düşüncelerdir Efendimiz Hz. Muhammed’i (s.a.v) deniz gibi düşmanın içinde korkusuz yaşatan. Onlar bu halleriyle demek istiyorlardı ki: Ey kâinatı bize kurban eden Kudret! Mademki Sen kâinatı bize kurban ettin; biz de Senin yolunda her acıya göğüs germeye, kurban olmaya, canımızı, malımızı ve evladımızı kurban vermeye hazırız!.

Böyle oldukları içindir ki ne ateş Hz. İbrahim’i yakabildi, ne biçak Hz. İsmail’i kesebildi, ne deniz Hz. Musa’yı boğabildi, ne de deniz gibi düşman Hz. Muhammed’i (s.a.v) yenebildi!!! Çünkü onlar her şeyin dizgini elinde olana teslim olmuşlar, kâinatı kendilerine kurban edeni bulmuşlar ve ona kurban olmuşlardı. Üstad-i Muhterem’in ifadesiyle vücutlarını Mucit’lerine feda etmişlerdi. Onlar sadakat ve teslimiyet kahramanlarıydı. Onlar sadıklardı. Sadıkların Kitab-ı Kerim’deki tarifi de şu idi: “Müminler ancak Allah’a ve Resûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ve hizmet edenlerdir. İşte doğrular ancak onlardır.”(1)

HAVA NEDEN YERİN ÜSTÜNDE, DOĞALGAZ NEDEN YERİN ALTINDADIR?

Doğal gaz… Adı üstünde, insanlık âleminden kimsenin eli değmeden hazırlanmış gaz demektir. Su gibi her yerde değildir. Petrol gibi belli yerlerde ve belli yataklardadır. Su hem yerin altında, hem de yerin üstündedir. Fakat doğalgaz yerin altındadır ve üstü kapalıdır. Çünkü o yakıcıdır, uçucudur, patlayıcıdır. Petrolün de ona benzer yönleri vardır. Bunun içindir ki onların üstü örtülüdür.

Teneffüs ettiğimiz hava da yerin altında bir yerlerde depolanmış olsaydı, veya doğal gaz da hava gibi yerin üstünde olsaydı halimiz ne olurdu? Ayaklar başın, baş ayakların yerinde, doğalgaz ve petrol gibi nimetler de denizler gibi yerin üstünde olsaydı yeryüzünde yaşanır mıydı? Bu akıllıca ve hikmetlice işi düşünen, havayı yerin üstüne, doğal gazı yerin altına alan sonsuz kudret sahibi hikmetli Yaradan’a bu hikmetli işlerinden dolayı şükretmeyen insan nasıl insan olabilir?

Doğalgazı zararlı olmasın, intizamlı kullanılsın diye yerin altında, belli bölgelerde depolayan, Yerin bir bölmesine petrolü, bir tarafına gazı, bir tarafına kömürü, bir tarafına suyu yerleştiren, bunların hiç birini diğerine karıştırmadan tutan, haddinden tecavüz ettirmeyen, kimseye zarar vermesinler diye yerin altında saklayan, dünyayı adetâ ihtiyaç duyduğumuz ve her şeyi içinde bulabildiğimiz bir hipermarket yapan hikmetli ve kudretli Yaratıcı’yı takdir etmeyen, Ona hayran olmayan, hayretinden secdelere kapanmayan adam, adam olabilir mi?

Bu nimetlerin hem kendileri altın gibi faydalı, hem de en güzel yerlere konulması faydalı.

Allah hikmetsizlikten münezzehtir. Ne yapmışsa doğru yapmıştır. Ne yaparsa doğru yapar.

Yüzümüzdeki cihazlar da öyle değil mi? Göz bir nimet, gözün yüzümüzde en uygun yere konulması da ayrı bir nimet. Gözlerimiz koltuklarımızın altında olsaydı, ne yapardık?!

Bu hikmetli tanzimi yapana, bu faydalı düzeni kurana hikmetleri ve ilimleri sayısınca hamd ve şükürler olsun. Doğal gazı evlerimize, nimetleri sofralarımıza getiren vesilelere de teşekkürler olsun.

“KEŞKE” DEYİP DİZLERİMİZİ DÖVMEMEK İÇİN

Bunları düşünemeden, hayret etmeden, hayranlığını sübhanallah, elhamdülillah, Allahuekber diyerek dile getirmeden ölüp giden insanlık çooook hayıflanacak, dizlerini dövecek, kâinatı ve içindekileri okumadığı, öğrenmediği ve düşünmediği için çok pişman olacak, “keşke”leri peş peşe sıralayacak:

Keşke şu düşüncesizlerle değil de düşünen insanlarla, düşünmeyi öğreten âlimlerle otursa kalksaydım, keşke ahiret hayatım için tefekkür, ibadet, hayır hasenat gibi yatırımlar yapsaydım,(2) keşke düşünenlere, düşündürenlere hizmet eden, onlara baston olan bir adam da ben olsaydım. Keşke onların hizmetlerini destekleyen, işlerini kolaylaştıran bir nefer de ben olsaydım. Keşke aklımı çalıştırsaydım da havaîlerle, gaflet ve eğlenceye dalmış,(3) günahlara ve haramlara dadanmış, hayırlı hizmetlere engel olan (4) düşüncesizlerle oturup kalkmasaydım, onları dost ve arkadaş edinmeseydim.(5) Keşke aklımı çalıştırsaydım da dünyada iken düşüncesizlik cehennemine, şimdi de gerçek cehenneme ve cehennemliklerin arasına düşmeseydim.(6)

Keşke toprak olsaydım(7) da her şeyin yaratıcısını inkar eden bir “kafir” olarak, Müslüman görünüp Müslüman olmayan bir “münafık” olarak, Müslüman olup ta günahlardan uzak durmayan bir “fasık” olarak, haksızlık yapan bir zalim, bir hain olarak, bir anarşist ve bir terörist olarak ahirete gelmeseydim, keşke varlığımı beni var edene, vücümu mucidime feda etseydim ve onun dinine hizmet eden bir hizmet kahramanı olsaydım da öyle gelseydim, diyecek, ama bu “keşke”lerin hiç birisinin ona faydası olmayacaktır.

Allah Teala bizi, bu dünyada yapmamız gerekenleri yapmaya muvaffak eylesin; ahirette “keşke” diyenlerden eylemesin.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Hucurat, 49 / 15

2-Bkz. Fecr, 89 / 24

3-Bkz. Müddessir, 74 / 45

4-Bkz. Kalem, 68 / 12

5-Bkz. Furkan, 25 / 27

6-Bkz. Mülk, 67 / 10-11

7-Bkz. Nebe’, 78 / 40