Etiket arşivi: ZAFER DERGİSİ

Bir gizli Müslümanın öyküsü: “Rahip Jean Marie Duchemin”

21 yaşında Müslüman olmuş bir Fransız genci tarafından Paris’te kurulup geliştirilen ve milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilen www.oumma.com adlı internet sitesinde, ünlü ve yüksek rütbeli bir Hıristiyan din adamının kendi elyazısıyla yazdığı, nasıl Müslüman olduğunu anlatan hatıralarının bu zâtın ölümünden sonra ortaya çıktığına dair bir haber vardı. Ve bu hatıralar, ilgili sitede yayımlanarak bütün dünyaya duyuruldu. Alışılmadık, son derece heyecan verici anılardı bunlar. Çok kısa ve özlü bir elyazısıyla yazılıp bırakılmış belgede, Batılı bir din adamının İslâm’ı nasıl arayıp bulduğunu ve nasıl hidayete erdiğini görüyor, aramızdan yakın zaman önce ayrılmış olan o mübarek insana rahmetler diliyoruz: Rahip Jean-Marie Duchemin (1908-1988), Paris havzasının batısında yer alan Sarthe bölgesinde Katolik mezhebinin önemli ve tanınmış bir siması idi.

İslâm’a girdiğini herkese ilân etmeye karar vermezden az önce, kendisini böyle bir tercih yapmaya götüren sebepleri yazıya döktü. Nasıl hidayete erdiğini “yaptım, okudum, gördüm” gibi birinci şahıs ifadeleriyle değil de, “okudu, gördü, anladı” gibi üçüncü şahıs ağzından anlattı. Bu hayat hikayesi, büyük ihtimalle 1983 yılında yazılmış olmalıdır. Rahip Abdülmecid Jean-Marie Duchemin 6 Eylül 1988’de Kazablanka şehrinde Hakk’a yürüdü.

1908 yılında, iman sahibi ve son derece dindar, koyu Katolik bir ailenin evlâdı olarak dünyaya geldi. Daha on yaşındayken Hıristiyanlığın iman, ibadet ve ahlâk esasları konusunda pek çok yetişkin Hıristiyandan daha bilgili ve daha inançlı idi. Kendisi için yaşamak ile inanmak ayrı şeyler değildi; tam aksine, ikisi de bir ve aynı şeydi. Henüz çocuk yaştayken papazlık mesleğine karşı dayanılmaz bir ilgi duydu. Sonraları, diğer meslekler ve kültür faaliyetleri kendisini az çok büyülemiş ve cezbetmişse de, din adamlığından başka bir yola gitmeyi aklından asla geçirmedi.

Yetiştiği dönemin dinî anlayışı, ailesinde, devam ettiği Hıristiyan okulunda ve dinlemeye bayıldığı kilise vaazlarında aldığı dinî eğitim sonucu, daha o gencecik yaşında, “Kilise dışında kesinlikle kurtuluş olmadığından (Hıristiyan olunmadıkça cennete girilemeyeceğinden)” kesinkes emindi. İslâmiyetten bahsedildiğini çok nadiren duymuştu. Duydukları da bu dinin çok-tanrılı ve putperest bir din olduğu iddialarıydı. Hep aleyhte ve hep aşağılayan ifadelerdi bunlar. Derken, on veya onbir yaşına doğru, sınıf öğretmeni hanım, “Katoliklik, Hz. İsa’nın getirdiği tek gerçek dindir ve insanlığı kurtuluşa ancak bu din erdirir” başlığını taşıyan dersin açıklamasını yapmaya başladı. Hoca hanım sözlerini desteklemek için diğer dinlerden de söz etmeye koyuldu. Öteki Hıristiyan mezheplerinin mensupları olan bütün Protestanları ve Ortodoksları keyifle cehenneme gönderiyor ve cennete sadece ve sadece Katoliklerin gidebileceğini söylüyordu. Hıristiyanlık dışındaki dinlere gelince; bu dinlerin müntesiplerini bütün bütün horluyor ve küçümsüyordu. Aşağılık Yahudiler güzelim Hz. İsa’yı haça gerdirmişlerdi; zavallı ve cahil Hindular bir sürü canavar tanrıya tapınıyorlardı; İblis’in teki olan sefih Muhammed—hâşâ—tarafından aldatılan ‘Muhammedîler’ Hıristiyanları katliama tâbi tutmuşlardı ve şanlı Haçlılar ne yazık ki bu kimselerin kökünü kurutamamıştı, ama cesur misyonerler dayanılmaz fedakârlıklar pahasına ve hatta hayatlarını tehlikeye atarak onları Hıristiyanlıştırmak için hâlâ gayret ediyorlardı.

Bu yaman öğretmen, alay etmek bahanesiyle, dinlerini yaymak için mücadele ederken ölümü rahatça göze alabilen bu Muhammedîlerin fanatikliğinden; gülünç küçük bir halı üzerinde namaz kılmak için onca temizlik yapmaya katlandıklarından; bütün gün katı bir oruç tutarken geceleri pisboğazlık ettiklerinden, hem de bunu koca bir ay boyunca yaptıklarından; domuz eti ve şaraptan kendilerini mahrum ettiklerinden, halbuki Allah’ın bunları insanların iyiliği için yaratmış olduğunun herkesçe bilindiğinden bahsetti!…

Bu izah tarzı, sonuçta, o genç dinleyicinin üzerinde beklenmedik bir tepkiye yol açtı. Ve yanlış yolda olmalarına rağmen dinlerinin emirlerini hakkıyla yerine getiren, Hıristiyanların pek çoğu böyle şeyleri yapmaya hiç niyetlenmezken cömertlik ve cesaret örneği sergileyen bu zavallı Muhammedîleri şöyle bir düşündü ve onlara acıdı. İşte o günden itibaren Müslümanlara karşı hem büyük bir merhamet, hem de büyük bir sempati duymaya başladı.

Papaz olduğu zaman gidip onları Hıristiyanlaştıracağını ve böylece onlara imanlarına lâyık dünya ve âhiret saadetini sağlayabileceğini ümit ediyordu. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları boyunca kâfirler, özellikle de Müslümanlar için dua ediyordu; misyonerlerin elde edebildiği bütün yayınlarını okuyor ve o önemsiz cep harçlığını misyonerlik çalışmaları için harcıyordu. Onaltı yaşına doğru, ileride İslâm ülkelerinde görev yapabilmek gayesiyle Kapüsenler tarikatına girmeye niyetlendi ve tarikata başvurdu. Doğuşundan beri daha da kararsızlaşan sağlık meselesini gözönüne alan danışmanı kendisine beklemeyi ve rüyasının gerçekleşmesini daha sonraya, sıhhatinin daha elverişli olduğu zamana ertelemeyi tavsiye etti. Yirmi yaşında rahipliğe hazırlanmak üzere papaz okuluna kaydoldu.

Orada, dinleri ve bilhassa da İslâm’ı ele alan birtakım kitapları gözden geçirme fırsatını buldu. O dönemin Katolik yayınlarının yanlı ve az çok yobaz karakterine rağmen, Hz. Muhammed ve İslâm hakkında şahsî bir kanaat edinmeye muvaffak oldu. Onun kanaatince, Hz. Muhammed samimiydi ve ‘Allah’tan korkan’ biriydi; Müslümanlar saygı duyulacak ve imanlarının sağlamlığından ötürü, çoğu zaman da, hayran olunacak insanlardı. Ona göre, İslâm, bütün hakikati kendisinde toplamamakla birlikte, müntesiplerini kurtuluşa erdirecek yeterli bir hakikate de sahip ciddî bir dindi. O devrin anlayışına göre, Müslümanlar Kilise ‘bünyesi’nin dışında kalmakla beraber Kilisenin ruhu içinde yer alıyorlardı, dolayısıyla da âhirette kurtuluşa erebilecek idiler.

1933’te rahip olunca papaz yardımcılığına tayin edildi. Rahip Charles de Foucauld’nun hayatı ve şahsiyeti hakkındaki bilgileri çok seneler öncesinden öğrenmişti. Fas’ta yalnız başına yaşayıp Müslümanlar için dua etmek üzere inzivaya çekilen bu rahip onu heyecanlandırmıştı. 1937’ye doğru, danışmak ve aralarına katılıp katılamayacağını öğrenmek üzere Trapistler Cemaatinin bulunduğu manastırda bir süre inzivaya çekildi. Verilen cevap bir kere daha hayal kırıcı oldu. Kendisine, “Şimdiki bulunduğunuz yerde hayırlı hizmetler ifa ediyorsunuz, ayrıca sizin durumunuz açısından pek uygun olmayan bir hayat şartı ve tarzına sahip cemaatimize girmeniz için sıhhatiniz de elverişli değil” denildi.

On yıl kadar sonra, kendisi bir köy papazı iken, Hıristiyanları birleştirme işiyle uğraşan bir grup tarafından basılmış dinî bir tasvir buldu. Bu tasvirin arkasında Fâtiha suresinin Fransızcası vardı. İşte o andan itibaren, her gün, Hıristiyanî dualarını yaptıktan sonra bu Fâtiha’yı ezbere okumayı bir alışkanlık hâline getirdi. 1957 yılında, artık Müslüman ülkelere bir seyahat gerçekleştirebilme umudunu yitirince, başkente yapılan toplu bir geziden yararlanarak Paris Camii’ni ziyaret etmek ve Müslümanların cemaatle namaz kıldıkları bu yerde sessizce dua etmek istedi.

Aralarına katıldığı turistler rehberin anlattıklarını dinlerken, o, dünya Müslümanlarıyla gönül birliği içinde, bütün ruhuyla sessiz sessiz Allah’a yakardı. Ve çıkışta, cami avlusunda bir Kur’ân meali satın aldı Üç gecede bütün Kur’ân’ı okudu. İnsanı şaşırtan ve Tevrat veya İnciller’deki sunuşa hiç benzemeyen Kur’ân metninin yapısı karşısında fevkalâde etkilendi. Köy yerinde ne Müslümanlarla, ne de İslâm’ı iyi bilen kimselerle karşılaşma imkânı bulamadığı için, her sene Kur’ân’ı bir veya birkaç defa ya baştan sona, ya da farklı farklı surelerden hareketle okudu durdu. Üç sene sonra hastalığına yenik düşerek köyden şehre indi. Derken, oradaki şartlar gereği, işçilerin ve çok yoksul kimselerin yardımına koşan bir faaliyet içinde buldu kendisini. Yanına Mağripli veya Afrikalı işçiler geldikleri zaman, kendilerine ‘göçmen işçiler’ muamelesi yapmıyor, aksine onlara İslâm’dan bahsediyor, Kur’ân âyetlerinden hareketle öğütler veriyordu.

Onlarla konuşa konuşa çok çabuk itimatlarını kazandı. Bu arada, toplumdan tecrit edilmiş halde yaşayan ve Fransız ortamının ayartma ve yoldan çıkarmalarına açık bu mü’minlerin bir camiden mahrum olduklarını farketti. Bu hususta piskoposluğun yardımını istirham etti. Birkaç ay sonunda piskoposluk bu iş için bazı salonlar tahsis etti ve buralar mescit hâline getirildi. Gerçi bütün bunlar hayli sıkıntılar ve düş kırıklıkları olmadan da gerçekleşmedi! Hatta Müslüman otoritelerden veya sözde imamlardan tutun da basit Müslüman halk tabakasından insanlara varıncaya kadar, bu teşebbüsünü baltalayanlar çıktı. Yine de, İslâm’a hürmetini, İslâm inanç ve ahlâkına olan güvenini kaybetmedi. Zaman zaman, kendi kendine, “Kur’ân’daki ve sufîlerin kitaplarındaki İslâm harikulâde; ama Müslümanların yaşadıkları İslâm içler acısı” diyordu.

Öte yandan, İslâmî inançları ve İslâm’ın dinî kurallarına bağlılıkları sayesinde bizim Avrupa medeniyetimizin saptırmalarından kendilerini inanılmayacak derecede korumuş Mağrip ülkelerinden ve Siyah Afrikalılardan bazı Müslümanları da tanıyordu. Onun için bütün o güçlüklere göğüs gerdi ve caminin iyi kötü hizmete sokulması için var gücüyle çalışmasını sürdürdü. Neredeyse cesaretini kaybettiği ve “Acaba Allah bu caminin olmasını istemiyor mu?” dediği anlar da oldu. En kritik bir zamanda, bu şehirde bir caminin olduğunu haber alan Tebliğ Cemaati’nden bir grup onun yanına geldi. 6 Ocak 1975 tarihiydi. Aralarında hemencecik karşılıklı bir güven doğdu ve onbeş gün sonra Clichy Camiine gitti. Orada, o kardeşler kendisine birlikte dua etmeyi teklif ettikleri zaman son derecede duygulandı. Kendi başına öğrendiği ve Müslümanlar o şehirdeki evine geldikleri zaman arasıra okuduğu Fâtiha’yı onlarla beraber tekrarladı.

Pakistan’a yolculuk tebliğ hareketinin ihvanlarıyla bu temas ona sahih, imanlı, İslâm davasına gönül vermiş ve oldukça dindar birçok Müslümanı tanıma imkânı verdi. 6 Ocak 1976’da, bir Tebliğ grubuyla Allah rızası için yola koyuldu ve kırk günlüğüne Pakistan’a gitti. Bedenen oldukça yorucu ve yıpratıcı olmakla birlikte, bu seyahat, orada da onun titiz ve ateşli Müslüman bir cemaatle uzun süreli ilişkiler kurmasını sağladı. Genellikle ifade edersek, hepsi de onun bir Katolik papazı olduğunu bildiği halde, gerek Fransa’da gerek Pakistan’da bu Müslümanların kendisini bağırlarına basmalarından, Clermont-Ferrand’daki Müslüman üniversite öğrencilerinin de aynı şekilde kendisine kucak açmalarından hayli etkilendi.

Üç kere ondan camide konuşma yapması istendi. Bu Müslüman kardeşlerinin kendisinin Müslümanlığa geçmesi için asla baskı yapmayarak gösterdikleri nezaket ve kibarlık da onun gönlünü fethetti. Kısacası, Müslümanların sözde hoşgörüsüzlüğü ve sözde fanatikliği konusunda ne düşünmek gerektiğini bizzat kendi tecrübesiyle öğrendi. Bütün bu yıllar içinde, ‘öteki’ne saygı duyma kaygısından ve diyalog kurabilme ihtiyacından ötürü, İslâm konusundaki bilgilerini derinleştirdi. Müslüman mü’minlerle kurduğu kardeşlik sebebiyle 1976’dan itibaren (Hıristiyan imanını ve Hıristiyan ibadetlerini koruyup devam ettirmekle beraber) Müslümanların beş vakit namazını da muntazaman, hem de tek başına kılar oldu; domuz eti yemeyi bıraktı ve Ramazan aylarında oruç tuttu. Bu esnada, kendisine Hıristiyanlık hakkında sorular yönelten Müslümanlara en doğru cevapları verebilmek için, Hıristiyan akaidi elkitaplarına yeniden müracaat etmeye başladı. Böylece Hz. İsa’nın öğütlediği ahlâk ile Kur’ân veya hadislerin öğütlediği ahlâkın özü itibarıyla bir ve aynı olduğunu keşfetti.

Allah’ın tekliği, yaratılış ve insanlığın kaderi konusundaki inançlara gelince, iki din arasında çok sayıda farklılığın olduğunu gözlemledi. En büyük güçlük Hz. İsa’nın şahsında ve misyonunda yatıyordu. Bazılarının dediği gibi, Hz. Muhammed’in Allah’a iman esaslarını İnciller öncesi safhaya geri götürdüğü mü söylenmeliydi? Yoksa, başkalarının iddia ettiği gibi, Hz. Muhammed’in, Kilise ve Hıristiyanlar tarafından gerçek tabiatı üzerine ilave edilmiş şeylerin tümünden Hz. İsa’nın kişiliğini temizlemiş olduğu mu? Ayrıca, şu sorular da vardı: Tek Allah mı, yoksa Üçlü Tanrı mı sözkonusu? İncillerde ve Kilise dogmalarında Teslis (üç unsurdan oluşan Tanrı) dogmasının temeli nedir? Şaraplı ekmek, günah çıkarma gibi takdis âyinlerinin menşei nedir? Allah’a ulaşmak için mutlaka Kilisenin aracılığına mı başvurulmalı, yoksa İslâm’daki gibi aracıya müracaat edilmemeli miydi? Allah engin rahmetiyle bizzat kendisi mi insanlığı affeder? Yoksa oğlu İsa’nın mecburen kurban edilmesi mi gerekiyordu?

Yıllar boyu bütün bu meseleleri araştırdı. Sonunda birbiri ardınca gelen nesiller içinde insanların Kitab-ı Mukaddes’i değiştirmiş olduklarını farketti. Kendi kendine soruyordu: Şimdiki İnciller içinde Hz. İsa’nın kendi sözleri hangileridir, hepsi de Tarsuslu Pavlus’tan etkilenmiş olan İncil yazarlarının yorumları hangileridir? İncillerin İsa’sı ve Aziz Pavlus’un İsa’sı ile tarihteki Hz. İsa gerçekten aynı kişi midir?Sapkın’ mezhepleri incelerken birbirinden çok farklı ve zıt Hıristiyan akidelerinin gelişiminde önce Roma, ardından da Bizans imparatorlarının etkisini farketti. Kim haklıydı? Hakikate sahip olan kimdi? Kendi kendisini yanılmaz ilân eden, fakat bu hususta elinde inandırıcı deliller bulunmayan bir din adamları hiyerarşisi tarafından boğulup susturulan bu değişik akideler üstelik yüzyıllar içinde uzanıp gidiyordu. Hıristiyanlığın ve İslâm’ın yayılışı hıristiyanlığın dünyaya hayli katkıda bulunduğu doğrudur. Fakat evrensel bilinci bir tek kendisi oluşturmuş değildir ki…

Öte yandan, tek Allah inancına sahip büyük dinlerde bulunan temel bilgilerin ve talimatın yanına, ayrıca İnciller aracılığıyla aktarılan Hz. İsa’nın mesajının arasına, kitabî de, ilâhî de ciddî dayanakları olmayan ne inanışlar, ne âyinler ilâve edildi! Nitekim, İncillere göre Hz. İsa kendisini Allah’ın ‘kulu’ olarak takdim etti. Kendisine bir ilâh gibi tapınılmasını asla istemedi. Hıristiyanlığın ilâhî kaynaklı olduğunu ispatlamak için, sık sık, çok çabuk yayılması ile asırlara meydan okuyan sürekliliği delil olarak gösterilir. Halbuki, şöyle bir düşünüldüğünde, bu gelişme ve yayılmanın iki beşerî sebebi görülür:

a. Roma imparatorluğunda kullanılan iki dil, yani Latince ve Grekçe, çeşitli diller engeliyle karşılaşmak zorunda kalmayan Hıristiyanlığın yayılışını kolaylaştırmıştır.

b. Bilhassa da İmparator Konstantin’den (312-337) itibaren Hıristiyanlık ‘devletin resmî dini’ olarak ilân edildiğinden, Roma’ya boyun eğmiş ve ‘İlâh Sezar’a resmî ve dayatmacı bir tapınmayla tapmaya alışmış halkların, elbette Kilise tarafından, ama aynı zamanda da dünyanın efendisi Roma imparatoru tarafından teklif edilmiş yeni Tanrı’yı kabule hazır görünmeleri tabiî idi (Burada aslında pek önemli olmayan, fakat yine de düzeltilmesi gereken küçük bir hata var. Hıristiyanlık resmî din olarak yukarıda belirtilen tarihlerde değil de, ondan elli-altmış yıl daha sonra ilân edilmiştir—belgeyi yayınlayan sitenin notu).

Bir de İslâm’ın yayılışına bakalım. Bir adam, yani Hz. Muhammed aleyhisselâm insanları bir dine ve bu dini tavizsiz yaşamaya davet ediyor; başlangıçta kendisine mütevazi menşeli sadece bir avuç insan tâbi oluyor ve kudret sahiplerinin eziyetlerine maruz kalıyor. Bir iman ve bir ahlâk getirip teklif ettiğinden, daha sonra bir devlet kurması ve bunu savunması gerekiyor. Kendisi hayatta iken inen vahiy, bazı sahabilerine emanet ediliyor, fakat aynı zamanda birçok mü’min tarafından ezberleniyor, bir yandan da yazıyla tespit ediliyor. Daha sonra ise vahyin derlenip toparlandığı bu Kur’ân, lisanlarının farklılığına rağmen pek çok milletlere ilâhî mesajı kendisi ulaştırıyor. Hz. Peygamber’in vefatından bir asır sonra İslâm, Medine’den başlayarak Avrupa’ya varıncaya kadar bütün istikametlerde yayılan dine dayalı bir cihan devleti kuruyor. Ve dine dayalı bu lidersiz ve hiyerarşisiz cihan devleti, (dinî olmaktan ziyade şahsî veya politik) birçok iç anlaşmazlıklara rağmen ayakta kalıyor. Hıristiyan dünyasının kendisine karşı yürüttüğü Haçlı seferlerine direniyor. Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri onu çökertemiyor. Bugün, İslâm’ın bütün dünyaya yayıldığını ve inananlarının sayısını da günden güne artırdığını görüyoruz. Şayet Allah bu dinin arkasında olmasaydı, İslâm doğup ilerleyebilir ve bütün bu saldırgan güçlere mukavemet edebilir miydi? Üstelik bu İslam, Hz. Peygamber hayatta iken nasıl ise bugün de aynı şekilde hiç bozulmadan olduğu gibi duruyor ve devam ediyor.

İnanç sistemi de, ibadet şekli de hiç değişmeden kaldı. Her ikisinde de hiçbir sapma olmadı. Gerek beşerî veya siyasî iktidarlarla, gerekse karşılaşılan medeniyetlerle İslâm’ın inanç ve ibadetlerinden tavizler vererek uzlaşma yoluna gidilmedi. Şiddetli baskı ve zulümlere rağmen, çok çeşitli milletler ve farklı, hatta zıt kültür, sınıf ve sosyal mevkiden insanlar tarafından benimsenip kabul edilegeldi. Hem de onüç asırdan beri…

İşte bütün bu ölçülü, iyi düşünülüp taşınılmış mülâhazalar, yavaş yavaş onu [bu satırların yazarını—çev.] asıl can alıcı ve temel soruyu kendi kendisine sormaya sevketti. Bu manevî güzergâhı ciddiyetle, sükunetle ve sabırla katedebilmesi için elbette kendisine seneler ve seneler gerekti. Gerçi bu geçiş süreci içinde, büyük şaşkınlıklar, derin ıstıraplar ve sert kırılmalar da yaşadı. Fakat sonunda Allah’ın dâvetini engin bir gönül rahatlığıyla kabul ve tasdik etti. Hıristiyanlığı da, İslâm’ı da birlikte yaşamış ve dinî hayatında tatbik etmişti. Ama artık bir tercih yapmasının da vakti gelmişti. Sessizce kararını aldı ve gizlice İslâm’a girdi. Ailesinin, çevresinin ve ortamın esiri olarak, bu hidayetini hemen hemen beş yıl, gizlilik içinde yaşamaya mecbur kaldı. Şartların kendisini daha serbest bir hâle getirdiği şu sıralarda ise, aldığı karardan âmirleri durumundaki Kilise yetkililerini haberdar etmek ve şahitler önünde kelime-i şehadet getirip İslâm’a girişine dair resmî başvuruyu yapmak için uygun bir zamanı—ki fazla gecikmeyecektir—kolluyor.

Acaba sonuçlar kendisi için ne olacak? Bakalım dost ve akrabalarının tepkileri ne olacak?

Cemal Aydın / Zafer Dergisi

Diri diri gömülen kızı diriltmek!

Yıllar önce yaşadığım bir olayı unutamam; Değer verdiğim ve sevdiğim bir arkadaşım, benimle karşılaştığında, eskisi gibi içtenlikli tebessüm edemiyor; bakışlarını çeviriyordu. Anlam veremediğim bu duruma fazla sabredemeyerek yaklaştım ve benden neden uzaklaşmaya çalıştığını sordum. Gözlerime üzüntülü gözlerle baktı; “Muhammed, sen benim en samimi ve en değerli arkadaşımdın. Senin onurun benim onurum; benim onurum senin onurundu. Ama saldırıya uğradığım yerde, beni savunmasız bırakacak en son kişi olabileceğini sanırdım” dedi.

Şok olmuştum; şaşırmıştım… “Değerli bir arkadaşım kimin dedikodusuna inanmış!” diye düşünerek, “Ne diyorsun? Kim, ne, nerede, ne zaman, nasıl…” diyordum ki, açıkladı: “Geçen hafta Cuma namazı çıkışı filancalar ve filancalarla birlikte yürüyordun. Orada filanca benim filan sorunumu dile getirerek beni küçük düşürmüş; herkes de kahkaha atmış. Sen ve hiçbiriniz, sesinizi çıkarmamışsınız” dedi. “Hayır, ne zaman, nasıl, ben…” kelimelerini gevelerken, olayı hatırladım.

Evet, arkadaşım küçük düşürülmüştü, çok ciddiye almamıştım, üstelik şaka yollu bu anlatım hepimizi güldürmüştü. Susmuştum; konuşan, o anda uyararak kıramayacağımı düşündüğüm bir başka arkadaşımdı. En azından somurtarak ve üzüntümü hissettirerek de olsa oradan ayrılmamış, eğlenceli sohbetin akışına (?) katılmakla da hata yapmıştım.

Günlerce düşündüm ve hâlâ düşünüyorum. Bazen, benimle ve eserlerimle alay eden birkaç ‘süper akıllı, aşırı ilerici’ kafanın sözleri bana ulaştırılıyor; üzüldüğümü görüyorum. Onurumuzla oynanması için ille de bir ayıbınıza dayanmaları gerekmiyor. Beğenmedikleri yanınızı, inançlarınızı ve değerlerinizi zikrederek de sizi küçük düşürmeye kalkışabilirler. Benimle hatalarım aracılığıyla alay edilmesinin, insanları güldüren bir fıkraya konu edilmemin ne derece rencide edici olduğunu şimdi çok daha net hissediyorum.

Bu olaydan sonra, yaşadığım, gördüğüm ve duyduğum herşeyi bu gözlükle tarıyorum. Trafik kazasında kan revan içerisinde kopardığı çığlıkların mahrem görüntüleriyle yayınlanmasından rencide olan kazazedenin, onurunun saldırıya uğrayışını ekranlardan seyretme utanmazlığından ürküyorum. Dedesinin idrarını tutamadığından ilgisiz arkadaşına söz eden, dedenin onuruyla oynamış değil midir?

Kimi sorunlarımızın bilinmesi bizi rencide etmeyebilir; ama bu bize pervasız konuşma hakkı veremez. Yukarıdaki paragrafı yazdıktan sonra, yanımdaki arkadaşıma görüşünü sordum: Güldü, “Niyete bağlıdır” diyerek itiraz etti. “O kadar hassas olursak, Avrupalılara benzeriz. Şakalaşma biter, ilişkilerimiz soğur” dedi. Kendisine sordum: “Şimdi bir gazete, herhangi bir ülkede Başbakanın idrarını tutamadığı şeklinde bir haber yapsaydı, bu haber o başbakanı bir hastalığı nedeniyle aşağılamış olmaz mıydı?” “Olurdu; ama, o başbakan bütün milleti ilgilendiriyor” cevabını verdi.

Yanılıyoruz.

Hepimiz, Sınırsız Yaratıcımızın huzurunda karıncalar gibi dizilmiş yaratıklarız. Küçüksek hepimiz küçüğüz; ve büyüksek, hepimiz birer padişah kadar önemliyiz.

Bir başbakanın onuru bütün milleti ilgilendiriyorsa, bir insanın onuru herşeyden önce Yaratıcısını; sonra da kardeşleri olan tüm evreni ilgilendiriyor. Kimi televizyonlar, radyolar, gazeteler, resimlerle, karikatürlerle, sözlerle onurlu insanları alaya alıyorlar. İnsanların başlarına gelenleri, onlardan izin almaksızın ve kabullenmeyecekleri şekilde sunuyorlar. İsimlerini, resimlerini gizleme ve anlaşılmaz kılma gereği duymuyorlar.(1) Masumlar ve bizler, rencide olmaksızın izliyoruz. Hassasiyetimizi öylesine yitiriyoruz ki, neyin onurlara saldırı olduğunu başımıza gelmeden önce kavrayamıyoruz.

Belki de bu yüzden Kaderin Sahibi neredeyse herkesi âdeta sıraya koymuş; neredeyse hepimiz, onurumuza saldırılacağı gün sırasının bize gelmesini bekliyoruz.

İnsan onuruna bireysel saldırılar, kimi toplumlarda vicdanları iyice çürütür: Kimileri etnik kimliklerle, kimileri mezheplerle, kimileri dinî veya ahlâkî değerlerle alay ederler. Eskiden hatırlıyorum: Kimisi Kürdün; kimisi Türkün, kimi Alevînin, kimi Sünnînin fıkrasını anlatırdı. Çocukluğumda, köpeğimizi ormanlarda ararken, “Arab, Arab…” diye bağırdığımı hatırlıyorum.

Aşağılayacak kadar aşağılaşmaktan utanç duyuyorum. Allah’ın olağanüstü onurlu yarattığı insanın onurunu, insan kendisi korumazsa, kimin korumasını beklemeye hakkı kalır? Benim şerefimin ayaklar altına alınışına sessiz ve tepkisiz kalan, nasıl onurludur ve nasıl benim dostum olabilir? Sözlerinize dikkat edin; sözleriniz kaderinizin ipuçlarını barındırıyor.

Hz. Muhammed (a.s.m.) der ki, “Bir kimse kardeşini bir kusur ile ayıplarsa, ölmeden kendisi o kusuru işler.” Ölmeden önceki yıllar boyunca başımıza neler mi gelecek; hangi hastalıkları veya kusurları mı yaşayacağız, hangi aptallıklara mı düşeceğiz? Bunları tahmin edebilmek için, hangi gizli kusurları yüzünden hangi kardeşlerimizi ayıpladığımıza bakmamız yeterli olacaktır.

Biz hiç mi gülünç durumlara düşmüyoruz? Utanç duyduğumuz, gizli kalmasını içtenlikle istediğimiz hiçbir yönümüz yok mu?

En onurlu insanların bile zaafları vardır. Yemeğe ve tuvalete mecbur; temizleri kadar çirkin kokulara mahkum insanın, mutlaka gizlemek istediği bir tarafı vardır. İnsan pir u pak olan meleklerden veya hurilerden değildir. Onurunuzun Yaratıcınız tarafından korunmasını istiyor musunuz? O zaman İslam Peygamberinin (a.s.m.) dediğini yapın; kardeşlerinizin utandıkları ayıplarını sadece görmezlikten gelmeyin, örtün: “Bir Müslümanın kusurlarını örten kimsenin Allah da dünyada ve ahirette ayıplarını örter.

Göreceksiniz; gün gelecek, ilâhî adalet aziz onurlarla oynayanları tavşan yavruları gibi enselerinden yakalayacak ve uçurumlara savuracaktır. Ayıpları alay vesilesi yapmak yerine örtme yolunu tercih edenlerin halini Sevgili Peygamberin (a.s.m.) neye benzettiğine bakar mısınız? “Kim bir ayıp görür de onu örterse, toprağa diri diri gömülen kızları diriltmiş gibi olur.”

Zulüm olanlar ve insanları yanıltmayı amaçlayanlar dışında kalmak ve kişisel olmak şartıyla, gizlenen ayıbı ifşa etmek çok büyük zulümdür ve gizlemek çok büyük iyiliktir.

Kıskanmak çok kolaydır; rakip görmek, rekabet etmek, kendi değerimizi yükseltmek için diğerlerini küçük düşürmeye çalışmak insan nefsine inanılmaz zevkli görünür.

Üniversite yıllarımdan hatırlıyorum: Gözümde çok büyüttüğüm bir yazarı dinliyordum ve kendi sanatını överken, eserlerini okuduğum bir başka yazarın üslubuna âdeta hakaret ediyordu. Aradan geçen 15 yıldan sonra, şimdi o çok başarılı (!) yazarın adını raflarda göremiyorum. Kimse adının tarihe çelik harflerle yazılmış olduğuna güvenmesin. Çıktıkları zirvelerde alaycılığa başlayarak onurları ezenlerin isimlerinin tarihten geri kazınması zor değildir.

1- İnsana gösterilen saygı açısından en uç örneklerden birisini MTV müzik kanalında hayretle gördüm. Bir gurup, sokakta yürüyerek gösteri yapmakta; ancak geçmekte olan diğer insanlar da kameraya takılmaktadır. Kimseyi rencide etmemek için, kendilerinden izin alınmayan sokaktaki insanların görüntülerinin karartıldığını gördüm.

Muhammed Bozdağ / Zafer Dergisi

mbozdag@yetenek.com

Hz. İsa’yı Beklerken..

Hıristiyanlar neredeyse 2000 yıldır Hz. İsa’yı bekliyorlar ve onu bekleyen yalnız onlar değiller.

Bekleme şekilleri, bekledikleri yer ve onun gelme biçimine olan itikadları çok farklı da olsa, bugün yeryüzündeki Müslümanlar da Hz. İsa’yı en az Hıristiyanlar kadar merak ve hasret ile beklemektedirler. Zira, peygamberler zincirinin son halkası Hz. Muhammed (a.s.m.) de, İsa aleyhisselamın tekrar dünyaya teşrif ettirileceğini hadisleriyle haber vermiştir. Dahası, son peygamberin eliyle insanlara bildirilen son Kitab’da da İsa peygamberin tekrar yeryüzüne gönderileceğine işaret edilmektedir.

Yani, Kur’ân’a ve Hz. Muhammed’e (a.s.m.) iman etmiş herhangi bir Müslüman dahi, Hz. İsa’yı beklemektedir.

KUR’ÂN’A GÖRE HZ. İSA’NIN YENİDEN DÜNYAYA GELİŞİ

Kur’ân’da Hz. İsa’nın ahirzamanda yeniden dünyaya geleceğine işaret eden âyetlerin en önemlilerinden biri şudur: “Şüphesiz o (İsa’nın yeryüzüne inişi), Kıyâmetin yaklaştığının bilgisidir.”(1) Müslüman âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, bu ifadeler, şu an ruhu ve bedeniyle bambaşka bir âlemde bulunan Hz. İsa’nın ahirzamanda tekrar dünyaya döndürüleceğini ve bu hadisenin de yaklaşmış olan Kıyamet günü için bir işaret olacağını ima etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber, Hz. İsa’nın yeniden dünyaya gelişini bir Kıyamet alâmeti olarak hadislerinde belirtmiştir.(2)

HZ. İSA’NIN GÖĞE ÇIKARILMASI

Bir zaman Allah: ‘Ey İsa! Şüphesiz ben seni vefat ettireceğim ve bana yükselteceğim,’ demişti.”(3) Âl-i İmran suresinde geçen ‘vefat’ (teveffi) kavramı üzerinde duran İslâm âlimlerinden Vehb b. Münebbih’e göre, burada sözü edilen vefat, bildiğimiz mânâda bir ölüm olayıdır. Yani Allah Hz. İsa’yı önce vefat ettirmiş ve kısa bir süre sonra da onu göğe yükseltmiştir.(4)

Bu yorumda, hem sahih hadislerin hem de “Seni bana (Kendi katıma) yükselteceğim” mealindeki âyetin doğrultusunda Hz. İsa’nın canlı olarak göğe çıkarıldığı vurgulanmaktadır. Rabî b. Enes’e göre ise, buradaki ‘vefat’ (teveffi) kavramı, uyku anlamındadır. Buna göre, Allah İsa’yı uyutarak göğe çıkarmıştır. Çünkü sahih bir hadiste de geçtiği üzere, “Ölüm ile uyku kardeştirler.”(5)

Nitekim En’âm suresinin 60. âyetinde yer alan “Geceleyin sizi vefat ettiren O’dur” mealindeki ifadede ‘vefat’ kavramı uyku için kullanılmıştır.(6)

Başta İbn Abbas olmak üzere âlimlerin çoğuna göre ise, âyette yer alan ‘vefat’ (teveffi) kavramı, ‘bir yerden bir yere almak’ anlamındadır. Allah, Hz. İsa’yı öldürmeden ve uyutmadan, dünyada olduğu şekliyle, canlı olarak göğe kaldırmıştır.(7)

Ashab-ı Suffa’nın en önde gelenlerinden biri olan Ebu Hureyre, Hz. İsa’nın ahirzamanda tekrar dünyaya gönderileceğine dair Hz. Peygamber’den naklettiği bir hadiste şöyle demektedir: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim! Meryem oğlu İsa’nın aranıza adaletli bir hâkim olarak ineceği, istavrozları kırıp domuzları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap’tan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur.

Bu hadisi nakleden Ebu Hureyre, hadisin ifadesini güçlendirmek için der ki: “Dilerseniz şu âyeti okuyun [mealen]: “Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce onun (İsa’nın) hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyamet gününde ise İsa, onların aleyhine şahitlik edecektir.” (Nisa; 159)(8)

Yine Ebu Hureyre anlatıyor: Hz. Peygamber(s.a.s) şöyle buyurdu: “Peygamberler, baba bir kardeşlerdir. Anneleri farklı, fakat dinleri birdir. Ben herkesten çok Meryem oğlu İsa’ya yakınım. Çünkü benimle onun arasında başka bir peygamber yoktur. Onu gördüğünüzde tanımaya çalışın. O, kırmızı ile beyaz karışımı bir tene sahip, ıslak olmadığı halde başından (saçından) sanki su damlıyor.

Şüphesiz o, geldiğinde haçı kıracak, domuzu öldürecek, mal çok artacaktır. Zamanında İslâm dini dışındaki tüm dinleri [bu ifadeyi ideolojiler, inançlar şeklinde de anlamamız mümkündür] Allah yok edecektir. Yine Allah, onun zamanında dalalet mesihi olan şaşı gözlü yalancı Deccal’ı da helak edecektir.

Yeryüzünde öyle bir emniyet tesis edilecek ki, arslanlar develerle, kaplanlar sığırlarla, kurtlar davarlarla birlikte yayılacak; çocuklar yılanlarla—birbirine zarar vermeyecek şekilde—oynayacaklar. İsa yeryüzünde kırk yıl kaldıktan sonra ölecek, Müslümanlar cenaze namazını kıldırıp onu defnedeceklerdir.”(9)

HZ. İSA NEDEN TEKRAR GELECEK?

Âyet ve hadislerin ışığında, Hz. İsa’nın yeryüzüne tekrar gelişinin ne gibi sebepleri olabileceğini sorguladığımızda, karşımıza pek çok hikmetleri olduğu gerçeği çıkar. Bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir:

1. Hz. İsa’yı çarmıha gererek öldürdüklerini iddia eden Yahudilerin bu iddiaları çürütülmüş olacaktır. Bunun ne kadar yaygın bir inanç olduğunu bugün ‘haç’ın Hıristiyan inancının simgesi hâline geldiğini düşünerek anlayabiliriz.

2. Hz. İsa’nın yeryüzüne bir insan olarak gelmesi ve normal bir insan gibi eceli gelip ölmesi, Hıristiyanlarca ona isnat edilen ilâhlık iddialarını da çürütecektir.

3. Hıristiyanlık bugün yeryüzünde en çok tâbisi bulunmasına rağmen, tevhid inancından sapmış ve Hz. İsa’ya bir insan ve bir peygamber olduğu halde ilâhlık isnat eden bir dindir. Allah tarafından çok çirkin bir iddia olarak ifade edilen bu sapmanın bizzat o dinin peygamberi tarafından ahirzamanda tashih edilecek olması son derece hikmetlidir.

Hz. İsa (a.s), büyük peygamberlerden biri olmasına rağmen, çok genç bir yaşta, otuz üç yaşında düşmanlarının engellemeleri ve onu öldürme planları yüzünden şânına lâyık bir görevi tam ifa etmeden dünyadan göçüp gitti. Yani Yüce Allah tarafından göklere kaldırıldı. Dünyanın yedi harikasından biri olan Zülkarneyn seddinin harap olması, Ye’cüc-Me’cüc fitnesine karşı hâl diliyle insanları dikkate davet edip kıyametin geleceğine bir alâmet olduğu gibi, Hz. İsa’nın da harika şahsiyetine uygun olarak, ahirzamandaki Deccal fitnesine karşı insanlık camiasını kâl diliyle uyaran büyük bir kıyamet alâmetidir.

Ayrıca, İsa aleyhisselam, İsevîlik din-i hakîkisine yeniden hizmet etmek ve hitam-ı misk olsun diye iki büyük semavî din olan İslâmiyet ile hakikî İsevîlik dinini gerçek tevhid ekseninde birleştirip insanlığı dünya hayatının son demlerinde Yüce Allah’a kulluk etmeye davet etmek üzere yeryüzüne yeniden merhaba diyecektir.

GELDİĞİNDE ONU NASIL TANIYACAĞIZ?

Bu sorunun cevabını da Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat’ından okuyalım: “Hz. İsa geldiği zaman herkes onu tanıyamaz. Yalnız onun yakınında bulunanlar ve ferasetli bazı mü’minler iman nuru ve şuuru ile onu tanıyacaklar.

Niyazi Beki / Zafer Dergisi

KAYNAKLAR

1- Zuhruf, 43/61.

2- bk. Alusî, XXV/95; Hamdi Yazır, VI/58.

3- Âl-i İmran, 2/55.

4- bk. Rağıb, (v f y) maddesi.

5- bk. Kurtubî, VI/100.

6- bk. a.g.e, a.g.y ; Rağıb, (v f y) maddesi.

7- bk. Kurtubî, IV/100.

8-Buharî, Buyu’ 102, Mezâlim 31, Enbiyâ 49; Müslim, İman 242; Ebu Davud, Melâhim,14; Tirmizî, Fiten 54.

9-İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VI/493; Tayalisî, s.335; Ebu Davud, Melâhim,14; Ahmed, II/340; İbn Mâce, Fiten, 33.

Nasıl Bir Ölüm İsterdiniz?

Ozanın dediği gibi, dünya iki kapılı bir han. Birinden girer, öbüründen çıkarız. Bu akış hiç kesintisiz devam ediyor. Bizi dünyaya gönderen kudret, buradan tekrar gayb âlemine alıyor. Bu yolculukta treni kaçıran yok. Herkesin bileti önceden kesilmiş, yeri ayırtılmış. Bilinmeyen tek şey, hareket saati ve kaçıncı sınıf mevkide bu seyahatin gerçekleşeceği. Bu da son dakikada öğreneceğimiz bir tılsım. “Yaşadığınız gibi ölür, öldüğünüz gibi diriltilirsiniz” der nebevî mesaj.
Hayat sayfasına ömür kelimeleriyle ne yazdıysanız ölüm ekranında da onu okursunuz. Yaşayacağımız ölüm biçimi yaşadığımız hayatın mahiyetine bir tavzih notudur. Hayatın anlamına dair yaşadığımız cevaplar, bize ölümü nasıl yaşayacağımıza ilişkin ipuçları da sunar.
Allah’a aziz bir kul olmak ile zelil bir firavun olmak arasındaki koordinatta bir yer buluruz hepimiz kendimize. Dünyadan gidiş biçimimiz, saidler ya da şakiler kafilelerinden hangisine katılacağımıza dair bir şifredir aslında. Ne dersiniz, ölüme karşı nasıl bir tutum içinde olduğumuzu düşünmeye değmez mi? Her defasında ölümü başkası için düşünerek, devekuşu gibi kendimizi zavallı bir demagojinin esiri yaparak mı yaşıyoruz? Hayata taparcasına tutunmanın yolu, onun sonu olan bir film olduğunu unutmak mıdır? Ölümün yüzüne ‘erkekçesine’ gülemeyenlerin, bir tepenin üzerinden düşmana teslim ettiği şehre gözyaşları içinde bakarken annesinin “Ağla alçak, ağla!” itabına muhatap olan Gırnata emîri gibi insan içre zelil, mahlukat içre müstekreh bir nebatî ve hayvanî hayat mertebesinde yaşamaları mukadderdir.
“Ölümden ne korkarsın/Korkma ebedî varsın” hatırlatmasıyla, ölümü sonsuz dirilişin kapısını çalmak olarak görenlerin, bu bilinci yaşarken hayatlarına aktaramamaları ne çetin bir imtihandır! Ölümün hayattan istediğini anlamayarak ölümü yokluğa mahkum etmek, onu karşılamak bir yana varlığını kabullenememek, insan olmakla bağdaştırılabilecek bir tutum olamaz. İnsanın kendisini sonsuzluğa çağıran sesi susturmak için duygularını uyuşturmaya odaklanmış bir hayat tarzını tercih etmesi, onu ölüm karşısında çaresiz, zavallı, korumasız bir duruma iter. Sığınacak, tutunacak bir dalı olmamak ama bunu da itiraf etmemek, insana emanet olarak verilen enaniyet hassasını en kötü kullanma biçimidir.
Hayatı ölümle birlikte teneffüs eden cedlerimizin ölüm karşısındaki duruşları bu bakımdan son derece öğreticidir. Sosyal hayatın merkezî mekânı olan cami bahçelerini mezarlık olarak düzenleyerek ölümle ne kadar barışık olduklarını yaşarken ortaya koyanların, ölümü karşılama biçimleri ne kadar da güzeldir! Günümüz insanının ölümle tek ilişkisi cami avlusundaki cenazeye uzaktan bakmaya indirgenmiş durumda. Bırakın ölülerimizi aramıza taşımayı, mezarlıkları meskun mahaller dışına taşımak mergup bir tercih.
Ölümün bize sorduğu soruyu unutmak için bütün bir ‘Batı uygarlığı’ seferber olmuş durumda. Ama ölüm hep var ve hepimiz için ‘şahsen,’ iadesiz taahhütlü olarak var. Tek katlı dünyanın insanları ölümden duydukları korku oranında saldırganlaşıyor ve ismi bile konamayacak şenaatlerin öznesi hâline geliyor. Dört bir tarafı tehlikelerden masun Amerika’nın 11 Eylül sonrasındaki resmî ve toplumsal tepkisi, aynı zamanda bu korkunun reelleşmesi karşısında hazırlıksız yakalanmanın bir sonucu değil mi? Batı toplumlarında günlük hayatın bu kadar mihaniki olarak akışına gösterilen hassasiyet, biraz da cenneti bu dünyaya taşıma çabasında, kişinin ‘sahip olduğu’ hakların en küçük biçimde ihlaline bile şiddetli bir yaptırımla karşı koymasında ve devlet gücünün bunun aracı kılınmasında, ölüme karşı bu negatif duruşun da önemli payı yok mudur?
Ölüm kapıyı bir defa çalar, hazır olup olmadığınıza bakmadan vazifesini ifa eder ve hiç kimseye ‘eyvallah’ etmeden çeker, gider. “İnsanın ölümü âlemin ölümüdür” ama, her gün yıkılan yüzbinlerce âlem bizde en küçük bir tepki uyandırmaz. Oysa hepimiz ölüme nişanlıyız ve hepimiz ölecek yaştayız. Bu aymazlık ‘çağdaş uygarlık’ın insanı heveslerinin oyuncağı hâline getiren aşılamasının ürünü. Oysa ölümün Yaratıcısı bizi hayata çağırıyor. Hayatımızı O’nunla kuracağımız bağla hayatlandırmamızı istiyor. Bu çağrıya verilen cevapların doğurduğu ölüm karşısındaki kimi kişisel duruş örneklerini hatırlayalım.
“Beni bir Müslüman olarak vefat ettir ve salihler kafilesine kat” diyen Yusuf aleyhisselamın, ölümün karanlık peçesini kaldırıp ışıklı melekutuna bakışlarımızı çeviren duruşu ne muhteşemdir! Yusuf’un ölümü, ölümlü hayatı hayatlandıran bir ölümdür.
Hayatı bir yiğitlik destanı olan Velid oğlu Halid(r.a.) ölüm döşeğine bir türlü yatamıyordu. Sonunda dayanamamış ve atını getirmelerini istemişti. Halid’e yakışan, ölüm meleğini bir miskin gibi yatakta değil, at üstünde karşılamaktı. Öyle de yaptı.

Geç Orta Çağ Hıristiyanlık anlayışına damgasını vuran ve geliştirdiği Hıristiyanlığın Aristocu yorumu yüzyıllarca Hıristiyan skolastisizminin temelini oluşturan Aziz Thomas, Papa ile görüşmeye giderken sarkık bir ağaç dalına çarparak yere düşmüş ve bir ay boyunca yeğeninin şatosunda yatmak zorunda kalmıştı. Nihayet öleceğini hissettiğinde yakındaki Fossanuova kilisesine götürülmesini istemişti: “Eğer Tanrı bana geliyorsa, Onu bir şatoda değil Kilisede istikbal etmek isterim.” Öyle de oldu. Bir eşek sırtında on kilometrelik bir yolculuktan sonra getirildiği bu kilisede öldü.
Öte yandan, âlemlerin Rabbine ihya ve imâte gibi küllî fiillerde ortaklık taslayarak giriştiği rablik davasında topal ve kör bir sivrisineğin kurbanı olan Nemrut’un başını duvarlara çarpa çarpa nihayetlenen serencamı ise, ihkak-ı hak olarak ne kadar haşyet veren bir sondur!

Nemrut kafilesinde yer alan diğer küçük firavunların ölümle karşılaşma biçimleri de bundan çok farklı değildir. Hazinelerinin anahtarlarını bir kafilenin ancak taşıyabildiği Karun temellük ettiklerinin bir ilâhî mevhibe olduğunu inkâr edince, Ezelî Kudret deprem diliyle bütün varlığını bir anda yokluğa çevirmişti.
Üç kıtada hüküm süren bir imparatorluğun kurucusu olan Aristo’nun öğrencisi Makedonyalı İskender, elinde asası ve ekmek torbası, üzerinde de abasından başka birşey olmayan, dünyalık olarak bir de içinde yaşadığı kilden fıçısı bulunan Sinop’lu Diyojen’e istediği birşey olup olmadığını sorduğunda, sabah güneşini kapattığı için o sırada güneşlenmekte olan bu mutluluğu dünya lezzetlerinin terkinde bulan ‘sefil’ adam şu cevabı vermişti: “Gölge etme, başka ihsan istemem.” Ama İskender Babil seferi öncesinde hayatı yaşamaya istihkaksızlığını gösterir tarzda bir içki içme yarışmasına katılmış ve içtiği altı litre şaraptan sonra ayılmadan dünyaya veda etmişti.
Benzer bir akıbet ‘Büyük Hun Hakanı,’ sözümona ‘Tanrı’nın kırbacı’ Attila’nın da başına gelmişti. ‘Ulu’ Hun hakanı İtalya seferi öncesinde haremine yeni kattığı ‘güzel bir kızla’ zifafa giremeden içtiği içkinin tesiriyle burnundan gelen kan genzine kaçınca, bu ‘şeb-i arus’ onun için ölüm gecesinin karanlığına dönüşmüştü. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Yaşayan son imparator Dubya, az daha bir futbol maçı izlerken ‘kraker saldırısı’ sonucunda ölümle buluşacaktı, ama en azından âleme müdhike oldu! Faydacı felsefenin kurucularından Jeremy Bentham’ın belki de insandaki ölümsüzlük duygusunun ‘sapkın’ bir tezahürü olan bir tasavvuru vardı: oto-ikonlar. Ölü bedenlerin heykel olarak dikilmesi anlamına gelen bu kavram Bentham’ın buluşudur. Buna göre, bir köy beyzadesi köydeki evine giden yolun iki tarafında yer alan ağaçların arasına ailesinin oto-ikonlarını dikebilir. Böylece her eve gidiş ve çıkışında tüm usul ve füruuyla cismen selamlaşabilirdi. Günümüz insanı için böyle bir tasavvur herhalde ancak korku filmlerine konu olabilir.
Ama ölümü ciddiye almanın yolu, bir açıdan, ölümden korkabilmek değil midir? Ölümden ‘gerektiği şekilde’ korkanlar, onunla gelen sorulara kaçamak cevaplar vermek yerine, dürüst ve doğrudan cevaplar verenlerdir. Ölümden ölesiye korkarken onu ciddiye almayanların duruşları ise katıksız bir ikiyüzlülüktür. Peki, siz hangi tutuma sahipsiniz?

Ahmet Yıldız / Zafer Dergisi

En Etkili Gıybetle Savaş Teknikleri!

GIYBET DİNLEYEN NE YAPMALI?

Engel olmazsak, bizimle konuşurken gıybet yapanla suç ortağıyız. Çünkü gıybetin devam edebilmesi, bizim en azından dinliyor görüntüsü verebilmemize bağlıdır. Başkalarının gıybetine bilinçli kulak misafiri olan da gıybetin suç ortağıdır. İlk yapmamız gereken, “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken ona yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar”(2) hadis-i şerifini hatırlamak olmalıdır.

Bu söz sadece bizimle konuşanın yaptığı gıybeti değil; çevremizde, radyoda veya televizyonda yapılırken dinlediğimiz gıybetleri de kapsamaktadır. O anda kendimizi gıybeti yapılan kişinin yerine koymalı, bizden gıyabımızda bu şekilde söz edildiğinde rahatsız olup olmayacağımızı sormalıyız. Onuru zedelenen kişinin üzülmesi gerekiyorsa üzülmeli, hakkını savunması gerekiyorsa savunmalıyız. Hatta kendi hakkımızı feda edebiliriz, ama başkasının hakkını korumak namus borcumuzdur. Önce kalbimizde derin bir rahatsızlık oluşmalı, gıybeti dinlemeye tahammül edemez hâle gelmeliyiz. Gıybeti yapılan kişi kişisel dostumuzsa, mutlaka sözel olarak müdahale etmeli, onurunu savunmalı(3) ve gıybeti suçlamalıyız. Susturmanın bize zararı büyük olacaksa, ‘rahatsızlığımızı hissettirmek şartıyla’ oradan hemen uzaklaşmalıyız. Radyo veya televizyonda yapılıyorsa, hemen kapatmalıyız. Bunları yapamıyorsak, dinlememeye çalışmalıyız. Dahası, gıybeti dinlediğimiz için Allah’tan af dilemeli,(4) gıybeti yapılan kişiye dua etmeli, ve duyduklarımızın etkisinde kalarak suizan etmemeye özen göstermeliyiz. Dahası, uyarıp düzeltemediğimiz gıybetçiden, elimizden geldiğince uzaklaşmalıyız.

GIYBET EDEN NE YAPMALI?

Yaşayan veya ölen bir insanın veya insanlar topluluğunun gıyaplarında onları üzecek doğruları söylemiş olabiliriz. Eğer yaşıyor(lar)sa, helalleşmenin bir yolunu aramalıyız. Biliyoruz ki, şehit bile olsak, kul hakkını ödemek zorundayız. Eğer vefat edenin gıybeti yapılmışsa, helallik dilemek ne yazık ki imkânsız. O zaman onun için ömür boyu dua etmekten, onun adına iyilik yapmaktan başka çare kalamaz. Zalimleri aşağılamak dışında, tarihteki insanları eleştirirken, haksızlık yapmamaya dikkat etmeli; herkesin hakkının ve onurunun Allah tarafından sonsuza dek korunacağını unutmamalıyız. Bugünden başlayarak, gıybetlerini bilmeden yapabileceğimiz ihtimaliyle, tüm tanıdığımız insanlarla ilk karşılaşmamızda mutlaka helalleşmeli, hatta helalleşmeyi periyodik bir alışkanlık hâline getirmeliyiz. Aksi halde burada birkaç günde tamamlayabileceğimiz helalleşme faslını ihmal etmemiz, haşir meydanında binlerce yıl beklememize mal olabilir. Gıybetini yaptığımız kişilere ismen dua etmeli, onların affı ve tüm hayatlarının rahmetle ve ihsanla kuşatılması için, ısrarlı ve vazgeçmeden gizli dualarda bulunmalıyız. Tüm bunları yaparken, —bilhassa vefat edenlerin ve toplulukların—bir daha gıybetlerini yapmamak için de ilâhî yardım dileğimizi ihmal etmemeliyiz. Çünkü, bu tür gıybetlerde helalleşmek pratik olarak neredeyse imkânsız gibidir.

GIYBET EDİLEN NE YAPMALI?

Hakkımızda yapılan gıybetler bir şekilde bize ulaşır. Ya başkaları bize aktarır, ya söz dolaştırılırken kulak misafiri oluruz, ya da kalbimizde gıybetimizi yapana karşı bir soğukluk ve sevgisizlik ilhamı alarak ondan uzaklaşma eğilimine gireriz. Toplumsal bölünmelerin ve kitleler arasında bağlılığın azalmasının ardında, kitlesel gıybetlerin ne denli etkili olduğunu hatırlamalıyız. Şayet ‘size’ gıybet yapana küfür, hakaret ve aşağılama savurarak kendinizi savunursanız, gıybetlerinin bedelini büyük ölçüde dünyada almış olursunuz. Ancak, bunun yerine şahsınızı savunmaya girmeyip, gıybetle mücadele eder de gıybetçinin bu hasletten kurtulmasına uğraşırsanız, büyük mükafatları hak edersiniz. Hasan-ı Basrî, kendisine gıybet edene bir tabak taze hurma göndermiş ve “Duydum ki sen ibadetini bana hediye göndermişsin. Ben de buna bir karşılık vermek istedim. Kusura bakma, tam karşılığını veremedim”(5) diye de bir not eklemiştir.

Gıybetinizi yapanlarla savaşmadığınızda, karşılarına ilâhî adalet çıkıyor ki, tevbe etmeyenleri kuşatan ilâhî ceza kimsenin intikamına benzemez. Hatalarını düzeltmedikleri sürece, ayıpladıkları şey başlarına gelinceye ve üstelik ebedî hayatta bedelini ödeyinceye kadar kurtulamazlar. Ancak kul kişisel hakkını affedip, muhatabı için hidayet dilerse, elde edeceği mükafat, aksi halde kazanacağından çok daha değerli olacaktır. İnsan, kendine yapılan gıybete ne oranda affedici olması gerekiyorsa, başkasına yapılan gıybete o oranda acımasız ve zemmedici olmalıdır. Ayrıca, şayet bir insanın ismi ve eserleri bir topluluğa mal olmuşsa, o insana veya eserine yapılan gıybet, aynı zamanda taraftarlarına yapılmıştır. Örneğin peygamberlerin gıybetini yapan, inananlarının da gıybetlerini yapmış olur. Bir babayı haksız yere aşağılayan, çocuğunu da aşağılamış sayılır. Bu durumda, bize yapılan gıybetin yakın dostlarımıza düşen hissesini affedemeyiz. Kader başkasına ait hisselerin bedelini tahsil edecektir.

GIYBETTEN NASIL KORUNURUZ?

Başlıktaki soru üç yönlüdür: Gıybet etmekten nasıl kurtuluruz? Başkalarının gıybetimizi yapma sebeplerini nasıl yok ederiz? İnsanlar niçin gıybet yapıyorlar?

İşte çözümler:

Gıybet yapmamak: Gıybet edenin gıybeti yapılacaktır. Dilimizi gıybete karşı dişlerimizin ardına hapsedersek, başkalarının gıybetlerini dahi önleyebiliriz. Dilini tutanla alay etmeye kalkanın kalbine, gizli bir elem ve hatta korku ilham edilecektir. En güvenlisi susmaktır; övmeyeceğimiz kimsenin gıyabında konuşmamaktır.

Övünmemek ve başkalarını küçümsememek: İnsanlar başkalarının övünmelerini veya huzurlarında küçülmeyi kabullenemezler. Aramızdaki eşitliği bozduğumuzda, izzetlerini korumak için bizi aşağılama ihtiyacı duyacaklardır. Başarılarımızı, hizmetlerimizi gizleyemeyiz, gizlememeliyiz; tecrübelerimiz dostlarımıza model olacak ve onları heyecanlandıracaktır. Ama anlatırken kendimizi onlardan büyük görüyorsak, içimizde onlara yönelik bir küçümseme varsa, bu duygu algılanacak; bu durum vücut dilimize ve konuşmamıza da yansıyacaktır.6 Âlimin ilmine saygı göstermeli; ama çocukla da çocuklaşabilmeliyiz.

Kıskanmamak/kıskandırmamak: Kıskandığımız insanın güzel vasıflarını reddederiz; göreceği zarardan mutluluk duyarız. Kıskandırmanın inceliklerini burada sıralamak zor; en basit formülü şudur: Kimseyle rekabet etmeyen, başarıyı sonuçlar olarak değil, niyetler ve gayretler olarak gören insan kıskanamaz ve haklı şekilde kıskandıramaz. “Kıskandırmayayım” diye hizmetlerini gizlemek ve hiçbir şey yapmıyormuş gibi bir izlenim vermeye çabalamak, ihsana nankörlüktür; insanları başarılı modellerden mahrum etmektir, insanlara pısırık bir örnek sunmaktır. Kıskançlığın olmadığı yerde sadece takdir, sevgi, saygı ve muhtemelen gıpta vardır. Temiz bir ruh, kardeşine dua edip destek olduğunda, iyiliğine ortak olacağını bilir ve kıskanmaz.

İkiyüzlü olmamak: İnsanlar çıkarlarının veya korkularının etkisi altında ikiyüzlü davranmaya kalkışabilirler. İkiyüzlü olmayanın gıybetini yapmaktan korkarsınız; ikiyüzlünün gıybeti ise çok kolay ve pervasızdır. Dahası, ikiyüzlü olmayanın kendisi de kolaylıkla gıybet yapamaz. Çıkarlarını düşünerek iki yüzlü davrananlar, çıkarlarından mahrum olmakla cezalandırılacaklar. Basit korkuları nedeniyle ikiyüzlülüğe teslim olanlar, dayanılmaz korkularla yüzleşecekler. İki yüzlülük, hiç bir başarının, hiç bir kazanımın, hiç bir mutluluğun yolu olmamıştır. İkiyüzlülük insanda ne şeref bırakır, ne irade ve ne de cesaret… Bir insanın yüzüne gülüp onu takdir eden, gıyabında sözü geçtiğinde aynı şeyi yapmıyorsa ikiyüzlüdür. İnsanlara ikiyüzlülük yapan şüphe etmesin ki, ruhu Yaratıcısına da ikiyüzlülük yapıyordur.

Kendini temize çıkarmamak: Kişisel kusurlarını reddeden insan, kusur işlediğinde suçu başkasına atacak; en azından, “Onun yüzünden yaptım” diyecektir. Böyle insanlar, başkalarını öfkelendirecek, üzecek ve haklarında gıybet yapılmasına yol açacaklardır. Kusurumuz varsa derhal kabul etmeli; başkasının suçu varsa bile, başkalarını suçlamakla vakit geçirmemelidir. Çünkü, hakkın dağıtılmadığı yerde, suçlunun kim olduğunun bilinmesinin hiçbir pratik faydası yoktur.

Eğlence için aşağılamamak: Kimi insanlar Firavun gururuna sahiptirler. Ben merkezlidirler ve kişisel çıkarlarından başka odakları yoktur. Onların tek zevkleri başkalarını eğlence için aşağılayıp durmaktır ve bu onların hastalığıdır. Bu tür insanları insan yerine koyup muhatap olanlar, aynı geleceği paylaşacaklardır.

Üzüntü veya öfkeye teslim olmamak: Kimi zaman da kişinin işlediği kusura üzüldüğümüz için, iyilik zannıyla gıybetini yaparız. Bazen de bu kusur nedeniyle öfkeleniriz ve kalbimiz bu duyguların etkisi altında onu manen cezalandırmak için aşağılamak ister; dilimizi tutamayız. Üzüntü, öfke veya infialin dostlarımızı ânında harcamamıza yol açmaması gerekir. Zira gün gelir, haksızlık yaptığımızı algılar, pişman oluruz.

Alışkanlığa direnmek: Hayatımız boyunca yaşadığımız aşağılanmalar, gıybeti ruhumuza sindirmiş ve bizim için güçlü bir alışkanlığa dönüştürmüş olabilir. Ailede, mahallede, okulda, askerde, işte ve her yerde sürekli küçümsenmişsek, insan onurunu korumanın değerini idrak etmemiz zordur. Bu tür alışkanlıkları teşhis etmeli ve karşımıza almalıyız.

Gıybet salgınına karşı korunmak: Önemli bir nokta da gıybetin içinde yaşadığımız toplumun hemen tüm bireylerine veba gibi bulaşmasıdır. TV ve gazeteler her gün gıybetle siftah yaparsa, her sabah işler gıybet seanslarıyla başlarsa, en içten dostlarımız gıybetin içerisine ölümüne saplanmışlarsa, virüsü kapmadan günün akşamına ulaşmak son derece zordur. Gıybetten ancak konuşma özürlünün kurtulabileceğini bilmeli ve gıybet karşısında çok katı ve dikkatli olmalıyız.

Failleri gizlemek: Gıybetten korunmanın susmaktan sonra gelen en kestirme yoludur. Kötülüğü sahibinden soyutlayarak zemmedersek gıybet yapmış olmayız. “Adamın birisi sürekli yalan söylüyordu, bir tanıdığım sürekli burnunu karıştırıyordu…” Bunlar şükür ki gıybete bir şartla girmezler: Sizi dinleyenler o kişinin kim olduğunu tahmin edemiyorlarsa gıybet değildir; ama vasıflarından tanımaları hâlinde ismini söylemeseniz de gıybete girer. Kişinin kendisi kendini tahmin etse sorun değil, birisi burnunu karıştırıyorsa, bunu herkes de yapabilir. Ancak isimler meçhul olduğunda bile, iftira, aşağılama gibi şeyler her hâlükârda yasaktır.

SONUÇ

İnanılmaz incelikleri olan bir alan üzerinde kendimizi eğitmeye çalıştık. Dil emanetini korumanın sanıldığı kadar kolay olmayacağını anlıyoruz. Hayatımızı bir üniversiteye dönüştürmeli, gıybetin inanılmaz inceliklerini kavrayabilecek akıl ve vicdan keskinliğine kavuşabilmek için, öğrendiklerimizi tüm iletişimlerimize uyarlamalıyız. Birisinden gıyabında söz edeceğimizde, aklımızdan geçen cümle ağzımızdan çıkmadan önce kendimizi onun yerine koymalı, onu hissetmeli ve rencide olacağını hissettiğimiz anda susmayı tercih etmeliyiz. En iyisi, çok az konuşmalıyız.

Yazının başlanıgıcı olan ilk kısmı için tıklayınız : http://www.nurnet.org/giybet-nedir-giybet-felaketiyle-nasil-savasilir/

KAYNAKLAR VE DİPNOTLAR

1-Gıybetin istisnalarının neler olduğu konusu ise, bu yazı kapsamına sığamadığı için bir üçüncü yazının konusu olarak hazırlanmıştır ve dergimizin Mayıs sayısında yayınlanacaktır.

2-Camiu’s-Sağîr, hadis no: 8489.

3-Dostumuzu savunmak için “Hayır, bu söylediğiniz doğru değil” dememiz yetmiyor. “Sözleriniz gıybettir, haramdır, yasaktır, arkadaşımızın şerefine zarar veriyorsunuz. Onun şerefi bizim şerefimiz kadar azizdir” diyebilmeliyiz.

4-Çünkü gıybet aynı zamanda Allah’ın sanat eserini aşağılamak anlamına da gelir. Dahası, insanların onurlarını kolaylıkla rencide edenlerin Allah’ın izzetinde hassas olamayacağı da açıktır. Kendisi için uydurulan bir fıkrada, Nasreddin Hoca, gölgesinde uzandığı ağacın dallarındaki elmalara bakmış; neden kabak kadar büyük yaratılmadıklarını düşünmüş. Sonra başına bir elma düşünce, elmaların kabak kadar büyük olması ihtimalinden ürkerek, “Allah’ım, senin işine karışılmaz” demiş. Ardından kahkahalar. Böyle fıkraları dinlediğinizde, ilâhî izzetin hafife alınışı karşısında, hassas ruhunuzdan hançer yemiş gibi hissedersiniz. “Allah’ın çölü” derken, çölle birlikte Allah’ı küçümsediğimizin farkında mıyız? İnsanların onurunun önemini kavramayan, buradaki inceliklerin ne yazık ki farkında olamıyor.

5-İmam Gazalî, Kimya-yı Saadet, Merve Yayınları, s. 393.

6-Bu arada, kendilerini ihlaslı sanan kimi bencil insanlar, tüm içsel tevazunuza rağmen kıskançlık krizine yakalanacak, başarınızı çekemeyecek ve gıybetinizi yapacaktır. Bedeli ödenecek bu tür kişilik sapmalarına ise engel olamazsınız.

mbozdag@zaferdergisi.com http://www.yetenek.com