Etiket arşivi: ZAFER DERGİSİ

Bu Sırrı Kim Çözebilir?

Bazen öyle anlar olur ki, o ânı yıllara değişmez insan. Küçücük bir şey, bir ses belki de hayatımızı yeniler, tazeler. Martı sesinden denize yaklaştığınızı anlarsınız ya, işte öyle bir şey. Olağanüstü bir ânın içine doğru çekildiğinizi hissedersiniz o zaman. Hayal değil gerçektir hepsi. Ama susarsınız, çünkü yaşadıklarınızı anlatmaya kelimeler yetmez. Gerçekten yaşamak için, gafletten uyanmak gerekir. Bu imkânı bulan ve yakalayan; değişir, olgunlaşır. Yeniden doğuşun sırrına ulaşır. Sararmış otların baharı beklediği gibi, Rahman’ın rahmetini bekleyenlere cevap gelmekte gecikmez. Ve insan; “zamanı gelince” diye bir şey yoktur, bunu bir daha yakînen anlar. Ne yapacaksa şimdi, şu an yapmalıdır. Gecikmek, elleri kirli devanasıdır. Dünyamızı ve diyarımızı terk etmelidir.
Balığın suya, kuşun maviye, gözün ışığa acıktığı gibi kalbimiz de sevgiye acıkır. Kalpler, sahibini özler. Kalpler ki, ancak Onu (cc) anmakla tatmin olurlar. Hayatın gerçek tadını, Onu anmakta bulurlar. Sonra bir soru takılır aklına, saniyeler su gibi akıp gider o sorunun cevabının peşinden. Bir fecir vakti, odanızın penceresinden kâinatın uyanışını seyredersiniz, neşeyle ve coşkuyla. Birazdan koca bir şehir uyanacak, insanlar gerine gerine yataklarından kalkacak. Siz ise, günü erkenden karşılamanın sevinç ve huzurunu tâ içinizde duyacaksınız. Bir sabah vakti… Çocukça sorular soracaksınız belki; “Güneş şimdi acaba nerede? Hangi şevkle, hangi ümitle doğacak bugün? Ne bekliyor acaba, hizmetine karşılık bizden? Altın ışıklarını birazdan üzerimize doğru serperken, duayla mı karşılanmak ister?”
Yıldızlar ise, şahit olan göklerin şehadet kelimeleri olan yıldızlar. Uzak, çok uzaktaki yıldızlar; “Ne yer, ne içerler, ışıkları nereden gelir, nasıl gezerler. Sema denizinin bu nuranî balıkları, hiç acıkmazlar mı?” Hayaliniz birden denizlere de dalıp gidebilir o an. Belki de, “balıklar rüya görürler mi acaba?” diye düşünürsünüz. Bir ses; “Balıklar rüya görmezler, denizler o kadar güzeldir ki…” der. Ve siz binlerce sorunun arasında dalıp gitmişken, güzel sesli bir müezzinin okuduğu Sâbâ makamındaki ezan-ı Muhammedî (asm) sizi sarsar, daldığınız tefekkürden uyandırır.
Hayret, ellerinizi dayadığınız mermerin soğukluğunu bile hissetmemişsiniz onca zaman.. Serin seher rüzgârının yüzünüzü okşayışını da fark etmemişsiniz.. Ve daveti alır almaz seccadenize doğru yürürken; dudaklarınız bir ezan duası ve ardından Necip Fazıl Kısakürek’in şu mısraları dökülür: “Beni kimsecikler okşamaz madem; Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!”
allahu ekberVe işte insan bu sırrın peşine düştü mü o sabahlarda, içinin yıkandığını görür o masmavi sularda. Haydi der bir ses, haydi, kaldır ellerini; hasretle, muhabbetle ve bin iştiyakla “Allahu Ekber.” Selâm verip namazı bitirdiğinizde yine tefekküre dalıp, başınızı secdeden kaldırmadan duaya sarılırsınız;
“Sen ki, nimetlerini ücretle vermeyen, parayla satmayansın. Lütuf ve ihsanını başa kakmayan, akılları bulandırmayan, kalpleri usandırmayansın. Bu kadar muhtacın, bu kadar çok isteği, Senin sonsuz hazinenden hiçbir şey eksiltmez. Sen öyle Gani, öyle cömertsin. Ey dua edenlerin duası kendisini asla usandırmayan Allahım, Senin lütuf ve kerem elin, herkesin elinin üzerindedir. Allahım duamı cevapsız bırakma. Hz Muhammed (asm) ve mübarek nesline salât eyle. Dualarımı kabul ederek elimden tut. Şüphesiz Sen, rahmeti geniş, keremi bol olansın. Rahman’sın. Subhane Rabbiyel A’lâsın.”
Secdede sarsıldığını hissedeceksin derinden, belki de bunu dualarının kabulüne bir işaret bileceksin. Düşünmek, fikretmek, eskilerin tabiriyle ‘tefekkür’ etmenin değerini bir kez daha anlayacaksın bu sabah. İnsanın düşünmek için, ibretle seyretmek için yaratıldığına o kadar çok delil var ki… Saymakla bitmez. O güzel düşüncenin sonu nice bin hayır ile çoğala çoğala büyüyecek. Ellerin nur dolacak, yüzün gözün ışıl ışıl pür nur olacak. Güneşi içinde hissedeceksin o sabah. Şeytan, Rabbinle arana girip parazit yapadursun yılma, yoluna devam et. Senin, Allah (cc) ile olan bağlantını hiçbir şey kesemez ve kesemeyecektir. “Düşündün de ne değişti, daha kaç yıl düşüneceksin ve ne değişecek bu dünyada?” deyip, seni o kudsî görevinden ayartmaya çalışacak. “Şunu yap, buna böyle bak” diye elinizdeki o büyük iman nimetini kıskanıp, kapmaya uğraşacak. Sakın ola ki, o kıymetli sermayeni eritmeyesin, yedirmeyesin, kaptırıp çaldırmayasın o kıskanç hırsıza.
Şu cümleyi yüzsüz yüzüne çarpıp, ne kazandığınızı gösterin ve kendisinin de neleri kaybettiğini: “Tefekkür teşekkürdür” deyin. Hamdinizi, şükrünüzü tazeleyin Rabbinize. Sizi bu ulvi ibadetten alıkoyup, uzaklaştırmaya çalışan o sinsi ve hilebaz düşmanın hevesini kursağında bırakın. “Euzu billahi mineş-şeytanir-racim” söyleyin. Öyle yağma yok… Allah için uyanan bir kalp. Onun eserini hayran hayran seyreden bir ruh. Kolay pes etmez.
Ve sonra imdadınıza Bediüzzaman Hazretlerinin 23. Söz’ünden bir bahis yetişsin, yoldaşınız olsun. Kulağınız o ifâdelerin manalarına hayran kalıp doyamayacak, tekrar tekrar okumak isteyecektir: “Sonra görür ki: Bir Rabb-ı Rahim, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da O’na hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini O’na sevdirir. Sonra görüyor ki: Bir Mün’im-i Kerîm, maddî ve manevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da ona mukabil; fiiliyle, haliyle, kaliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleri ile, cihâzâtı ile şükür ve hamd ü sena eder. Sonra görüyor ki: Bir Celîl-i Cemîl, şu mevcudatın âyinelerinde kibriyâ ve kemâlini ve celâl ve cemâlini izhar edip nazar-ı dikkati celbediyor. O da ona mukabil: “Allahü Ekber, Sübhânallah” deyip, mahviyyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder.”
Evet ne varsa sabahlarda var. Bu sırrı sabahlar çözebilir ancak… Merak etme, ne kadar karanlıkla doluysan o kadar da ışığın, yıldızın var demektir. O ışıkla tanırsın kâinatı ve onun Rabbini… Ne kadar renkle doluysan ve de ışıkla; işte gerçek dünyan o kadardır. Pırıl pırıldır, apaydınlıktır. İman hem nurdur ve hem de yüce bir kuvvettir anlarsın. Bir bakışta, bir nakışta fikrinin mekiği çalışır durur, gider gelir. O an, o saniye kendi hayat halının en önemli nakşını dokuyup durursun. Hayat halının üzerinde en anlamlı izleri ve işaretleri bırakırsın. Hem de düğüm düğüm süzülen gözyaşlarının eşliğinde. Bir sabah vakti…
Hayatı yaşamayan ölümü de bilmez. Rabbim, beni sabahları güneşleri içmeğe, içime çekmeye çağır, sadece görmeye değil. Beni gözleri olup da göremeyenlerden, kulakları olup da duyamayanlardan, ve kalpleri, akılları olduğu halde Sana inanmayıp, Seni bulamayıp savrulup gidenlerden eyleme. Değirmeni su döndürür, insanı da dili döndürür. Dilimi hayra yönelt, adımımı Sana yönelt. Yanlışa, gıybete, boş sözlere değil Rabbim. Gönül, cenneti ve cemalini görmeyi çok ister ama günah komaz, şeytan peşimi bırakmaz. Ne olur beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsime ve şeytana bırakma Rabbim.
Sevgili Allahım, ben küçüküm ama Senin rahmetin büyük. Kapında dileniyorum, istiyorum ama istemeyi de bilemiyorum bağışla, tüm günahlarımızı affeyle. Duamın içine bir küçük kıssayı da katmak istiyorum:
Annesiyle beraber bir bakkaldan alışveriş yapan küçük çocuğa dükkân sahibi şeker kutusunu açıp, “istediğin kadar al yavrum” der. Çocuk el uzatıp almaz, çekingen davranır. Bakkal, bir avuç şekeri kendi uzatır, verir. Dışarı çıktıklarında annesi; “Yavrum, bakkal amca al dediğinde niye almadın?” der. Çocuk: “Anneciğim, benim ellerim ufak, bakkal amcanınkiler daha büyüktü. Onun vermesini bekledim,” der.
İşte biz de bu çocuk gibiyiz Allahım. Sen bizim küçücük ellerimizle istemelerimize, o sonsuz büyük kerem elinle ve o sonsuz büyük rahmet elinle ver. Senin hazinen hiç bitmez… Küçük büyük verdiğin her nimete hamd olsun. Gönderdiğin o Sevgili Peygamberimize de salât ve selâm olsun.
Hz. Peygamberin (asm) en seçkin öğrencilerinden Enes bin Malik’e yaptığı bazı tavsiyeleri hatırlamanın tam sırası. Bize de rehberlik edeceğine inanıyorum. O mübarek sahabeyi de şefaatçi edip rahmetle anıyoruz. Allah Resulü buyuruyor ki:
1. Ey oğlum! Yapabilirsen sürekli abdestli ol! Böyle yaparsan, abdestli iken ölürsen şehit olursun.
2. Ey oğlum! Yapabilirsen sürekli salâvat oku! Okuduğun sürece melekler sana salâvat etmeye devam eder.
3. Ey oğlum! Evinden çıktığında, gördüğün bütün kitap ehline selâm ver. Böyle yaparsan, affolunursun.
4. Ey oğlum! Ailenin yanına gittiğinde selâm ver! Böyle yapmak, senin için de ailen içinde bereket olur.
5. Ey oğlum! Abdest uzuvlarını tam yıka! Böyle yaparsan Allah seni sever, korur, ömrün uzar.
6. Ey oğlum! Yapabilirsen sabaha ya da akşama ulaştığında kalbinde kimseye karşı kızgınlık ya da hile olmasın. Bu ahiretteki hesabını kolaylaştırır.
7. Ey oğlum! Evinde iki rekât namaz kılabilirsen kıl! Bu benim sünnetimdir. Sünnetimi seven beni sevmiştir. Beni seven benimle birlikte cennette olacaktır. Büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi göster ki, cennette benimle olasın.
(Tirmizi, İlim, 16; İbn Manzur, Muhtasar, 5/67)
Evet; herkesin uyuduğu bir zamanda uyanan insanlar için önemlidir sabahlar. Bu sırrı sabahlar çözebilir. Şair Muzaffer Tayip Uslu (1922-1946) “Arzu” isimli şiirinde bunu çok güzel dile getirir:
“Bir sabah uyandığım vakit 
Seyredebilsem penceremden 
Kocaman gemilerle dolu 
Kocaman bir limanı 
Bir sabah uyandığım vakit 
Rabbim diyebilsem içimden 
Bir şeyler var bu sabahta 
İnsana ‘yaşıyorum!’ dedirten.”
Sabah erkenden kalkmak ve düşünmek “ben ne kadar küçüğüm, kâinat ne kadar büyük!” Bu kadar küçük insana, bu kadar büyük kâinat niçin hizmetkâr edilmiş? İnsana niçin bu kadar önem ve değer verilmiş? Dünyaya gelmemizdeki gaye ne ve yolculuk nereye? Acaba nereye gideceğiz? Bu sırrı sabahlar çözebilir…
Selim Gündüzalp
Zafer Dergisi

Mızrağın ucunda bir kefen

SELÂHADDİN EYYUBİ, ölüm döşeğinde idi. Kendisinden sonra, yerine geçecek olan oğlu Melik Efdal’i yanına çağırdı ve ona şunları nasihat etti:
“Evlâdım sana, bütün iyiliklerin kendisinden geldiği Allah korkusu ile doğrudan ve doğru yoldan ayrılmamayı vasiyet ederim. Allah’ın emirlerini yerine getirmekte elin gevşek olmasın ve kusur işlemeyesin. Bilesin ki, kurtuluş ancak bundadır. Kimsenin kanı ile, ellerini kirletme. Halkının emniyeti ve saadeti için çalış. Onları Allah’ın sana bir emaneti bil. Komutanlarına değer ver. Arkadaşlarını koru. Herkesin bir gün öleceğini aklından çıkarma. Kimsenin hakkını zayi etme. Kul hakkı, kul affetmedikçe kalkmaz.”
Bu nasihatlardan sonra, vaziyet olarak da şunu istedi: Kefenimi bir mızrağın ucuna bağlayıp, tellalın eline vereceksin. O, sokak sokak gezecek ve halka şöyle bağıracak:
“İşte ey ahali! Bu Kudüs fatihi Selâhaddin’in kefenidir… Dünyadan, sadece bu kefenle gidecektir. Bundan gayrı mal, mülk, mevkii ve makam, ölüm kapısından öteye geçmeyecektir. Bakın ve ibret alın!”
Selim Gündüzalp
Zafer Dergisi

Sözler’ini Okudum, Hayatım Değişti

Eserleri ve düşünceleriyle, milyonlarca insanın hayatına anlam katan aziz Üstad’a…

Ziyaretine beklediğiniz o bahar hediyelerinden birinin, nacizâne armağanıdır bu yazı. Binler fatihalarla…

GENÇLİĞE yeni adım attığım yıllardı. Sanırdım ki, liseyi, üniversiteyi bitirecek bir meslek sahibi olacak ve ardından sonsuz huzur ve mutluluğu yakalayacaktım. Öyle sanırdım. Çünkü hayallerim, ideâllerim buraya kadardı. Çok geçmeden bu düşünce ve bu plânda bir şeylerin eksik olduğunu fark ettim. Bir kere hayat çok kısaydı, arzu ve isteklerimin ise, sonu yoktu. Çalışıp çabalamak, sonunda bir şeyler başarmak ve kendini ispatlamak önemliydi. Ama daha da önemli şeyler olduğunu gördüm hayatta…

Hiç beklenmedik bir anda, peş peşe gelen vefatlar, kazalar, hastalıklar v.s. hayatımı alt üst etti. Uykularımı kaçırdı, ağız tadım bozuldu. İşler gönlümce yürümüyordu. Hayat istediğim gibi gitmiyordu ve gitmeyecekti de… Benim küçük plânımdan daha büyük ve ilâhi bir plân vardı. Bunu sezinleyebiliyordum. Ne olacaktı, peki ne yapacaktım? Bu işin sonu neydi? Durup, düşünmem gerekiyordu. Öyle de yaptım. Bu durulma, bu kendimi yeniden tanıma dönemi ile, yeni fırsatlar doğdu. Yaratılışımız gereği, her insan gibi benim de tutkularım, arzularım ve hayattan beklentilerim vardı. Herkes bir şeylerin peşindeydi. Bir şeyler arıyordu ve ona ulaşmak istiyordu. Ama gerçek aradığımız şey ve ortak noktamız ise, sürekli bir huzur, biteviye bir mutluluktu. Bu neredeydi, buna nasıl ulaşabilecektik?

Sadece kendimize karşı değil, bütün insanlığa karşı da görevlerimiz vardı, bu da unutulmamalıydı. Kendi imkân ve ölçülerimiz içinde kazandıkça seviniyorduk, sonra bu da bir tür alışkanlığımız oluyordu işin kötüsü. Bu defa da yenilerinin peşine düşüyorduk. İşte o zaman bir kısır döngüye dönüşüyordu hayat, ardından bir tatminsizlik başlıyordu. Şikâyetler çoğalıp, şükürler azaldığında, hayat yaşanmaz ve çekilmez bir hâl alıyordu. Elimizde bulunan ve sahip olduğumuz onca nimetin farkına varmaktı aslolan. Bu kolay yolu, biri göstermeliydi bize. Gözümüze çarpmayan nice küçük ve minik ayrıntılar, binbir sevincin ve mutluluğun kaynağı niye olmasındı ki? Bu perdeyi sıyıracak bir el gerekliydi bize.

GENÇLİĞİMİN en güzel günleriydi. Günler, geceler boyu okuyor, bu sorulara bir cevap arıyordum. Kucak dolusu kitapla yatıp kalkıyordum. Ama hiçbirinde aradığım o kabuksuz öz yoktu. ‘Neden’ ve ‘nasıl’lar ile oyalıyordu beni kitaplar. ‘Kim’ ve ‘niçin’ sorularıyla uğraşılmıyor, üzerinde bile durulmuyordu. Artık iyice bunalmaya başlamıştım. Bîtap düşmüştüm. Sığınacak bir liman ve tutunacak bir dal arıyordum. Hızır gibi yetiştin, baharla geldin, rahmeti getirdin. Dalım oldun. Çiçeğim, balım oldun. Benliğimde ne varsa aldın, hayatının içine kattın. Sadece bir ben değildim bunu yaşayan. Milyonlarca insanın yaşadığı ve tattığı bir gerçekti bu.

Bu güzelim dünyada, görmem gereken işaretler vardı. Elimden tuttun, görmem gerekenleri gösterdin. Unutulmuş eski, antik bir şehirdi ruhum. İçimde sonsuz güzellikler vardı keşfedilecek. En değerlisi, en derinde, kalpteydi. İçimdeki sevgiydi o. Şefkatli ellerin oraya da erişti. O günleri hatırlıyorum şimdi. Ashab-ı Kehf misâli uykuda olduğum o günleri. Ve o geceyi hatırlıyorum. Bir hastane odasında, bir başına acılar, sancılar içinde kıvrandığım o geceyi. Son nefesimi verir gibi inleyip, o mübarek kelimeyi şehadeti söyleyip de, gözlerimi bir daha hiç açmamak üzere kapadığımı hatırladığım o geceyi hiç unutmadım. Unutamadım. Saatler sonra uyandığımda ağır bir ameliyat geçirmiş gibi hissediyordum kendimi. Ruhumda bir rahatlık vardı. Gözlerimi açtığımda her şey yerli yerindeydi. Dünya aynı dünyaydı. Çevrem de öyle. Ama ben artık aynı ben değildim. Eşyaya ve olaylara bakışım tamamen değişmişti. Sanki üzerimde, esrarlı bir el gezinmişti. Nasıl olmuştu bütün bunlar? Rabbimden başka bilen yok. Ben bile hayretteyimdir hâlâ…

VE SONRA bir kitap. Bir kitap bir insanın hayatını sil baştan nasıl değiştirebilirdi? Yeniden yaşama azmi ve ümidiyle o insanı nasıl doldurabilirdi ki? Buna da hayret edecektim. Ama olmuştu işte. Yaşadıklarımın hepsi gerçekti. Madem yeniden doğmuştum, öyleyse yaşadığım günlerin hakkını vermeliydim. Fırsatları değerlendirmeliydim. Hayatımı anlamlı kılmalıydım. Çok çalışmam gerekiyordu çok. Benim durumumda olan binlerce, milyonlarca insan vardı bu dünyada. Onları da bu hazineden haberdar etmeliydim. Azimliydim, Rabbimin kudretine sonsuz güvenim vardı. Elveda aldanış, elveda boşa geçen yıllarım. Merhaba yeni gün, merhaba yeni hayatım. Yıllardır yardım edecek bir el bekliyordum, imdadıma koşacak birini arıyordum.

Rabbim nasip etmişti nihayet. Önce kendimden tıpkı senin yaptığın gibi, nefsimden başlayıp, yola koyulmam gerekiyordu. Erik ağaçlarının çiçek açtığı bahar sabahlarının birinde, iki eskimeyen dostum, ellerinde bir kitapla çıkageldiler. Kabul ederseniz hediyemiz olsun dediler. Seni anlatıyordu bu kitap. Çileli hayatını, o mukaddes davanı. Daha birkaç satır okur okumaz, içimin ürperdiğini hissettim. Her söz’ünü, kendim söylemiş, kendim yazmış gibi bildim. Kitabın sayfalarını karıştırınca, hiç unutmayacağım bir cümleye ve bir resme takıldı kaldı gözüm. O cümle şöyleydi:

‘Risale-i nuru anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolâstik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim; hatta bu hususta bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu (…) Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım; çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.’

NE ATEŞÃŽN ifadelerdi bunlar. Bugüne kadar hiçbir yerde rastlamamıştım. Samimiydin, ihlâslıydın. Yanıyordun, yakıyordun. Yanmayan yakamaz. Göz önündeki yangını görmüş, var gücünle söndürmeye koşuyordun. Yangınlar seyredilmez diyordun. Fedakârlık dersi veriyordun. Eski Yunan ve Batı felsefesini biraz olsun okumuş olmanın da etkisiyle derinden sarsılmıştım o gün. Her şeyi anlatmaya yetiyordu bu sözler. Karşımda sıradan bir insan ve sıradan bir kitap yoktu. Karşımda bir dağ vardı. Bu dağ aşılacak değil sığınılacak bir dağdı. Uhud gibi, Hira gibi, Sevr gibi…

‘Bismillah’ dedim. Her hayrın başı olan bu mübarek sözle başladım. Önce, kendi mağaramdan çıkıp onca yılın ve köhnemiş fikirlerimin içinden sana, senin taptaze, bahar kadar güzel, cennet gibi şirin iklimine yürüdüm. Büyük müjdeler veriyordun. ‘Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.’ diyordun. Zordu ama olsun, her zorlukta bir değil iki kolaylık vardı mutlaka. Bu uğurda sabır ve sebat gösteren için Rabbimden ayet ayet müjdeler vardı. Bir de kitabın içindeki bir resme takılıp kalmıştım. Ne kadar da güzeldi, efsunluydu gözlerin. Ruhumu okuyordun sanki. Davetkâr bakıyordun. Büyük bir heyecanla hayatını ve eserlerini öğrenmeye, okumaya koyuldum. Önümde 12 ciltlik ve 6000 sayfalık bir umman vardı. Sezai Karakoç Bey’in ifadesiyle bu kitaplar; ‘Tek başına bir İslâm kültürü külliyatıydı.’ Çok şükür yıllardır aradığımı bulmuştum. Yaralarıma merhem olmuştu.

EVET, işimiz kolay değildi. ‘Nefis cümleden edna, vazife cümleden alâydı.’ Rabbim son nefese kadar bu yoldan, bu davadan ayırmasın. Her türlü zorlukların üstesinden gelmeye yetecek bir ruh ve heyecana sahibiz. Yeter ki gerekli sabrı ve fedakârlığı gösterebilelim. İşte o zaman yarınlar çok daha güzel olacaktır. Hayatı, hayatım gibi bir söz’le değişen ve değişecek olan herkese, şimdiden merhaba. Aziz ve muhterem Üstad’a rahmet duasıyla…

Yazımızı tercümesini Bediüzzaman Hazretlerinin bizzat yaptığı Cevşen’in 57. bölümündeki duayla bitiriyoruz. ‘Ey göklerde ve ecrâm-ı ulviyede azameti görünen Zât-ı Zülcelâl, Ey zeminde ve zeminin her bir mevcudunda vahdâniyetin delilleri, âyetleri müşâhede edilen Zât-ı Zülkemâl, Ey her bir şeyde ve mahlukta vücub-u vücuduna delâlet eden burhanlar bulunan Zât-ı Celil-i Zülkemâl, Ey mahlukatı bidâyeten yaratıp sonra tekrar iâde ve ihyâ eden Zât-ı Kadîr-i Zülcelâl, Ey dağlarda zîhayatların hâcetleri için iddihâr edilen hazineleri halk eden Hallâk-ı Kerîm, Ey her bir şeyin yaratılışını güzel yapan, güzel tedbirini gören ve ona levâzımâtını güzel bir tarzda veren Zât-ı Cemîl-i Zü’l-İkrâm, Ey her şey her bir hâcetinde ve her bir emrinde Ona müracaat eden ve her bir mevcut her bir keyfiyetinde Ona dayanan ve her bir hak ve hakikat ve hüküm ve hâkimiyet Ona râci olan Zât-ı Kadîr ve Rabb-i Külli Şey, Ey her şeyde zâhir bir surette lutfunun eserleri ve inâyetinin cilveleri ve güzel san’atının lâtif nakışları ve rahmetinin letâfetli hediyeleri müşâhede edilen Zât-ı Lâtîf-i Habîr, Ey zîşuur mahlukatına kudretini göstermek için kâinatı bir meşher-i acâib yapan ve umum masnuâtını kudret ve hikmet ve rahmet gibi kemâlâtını teşhir etmek için bir dellâl, bir ilânnâme hükmüne getiren Zât-ı Kadîr-i Hakîm, Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdad etsin. El-aman, el-aman! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden kurtar.!

Selim Gündüzalp / Zafer Dergisi

Bir zaman sohbeti

İzafiyet teorisi, hız, kütleçekimi, karadelikler derken, ‘zaman’a dair ilginç bir düşünce yolculuğuna varım diyorsanız, buyrun lütfen…
ALBERT EINSTEIN izafiyet teorisinde, zamanın bazı etkilerle yavaşlayıp hızlanabileceğini veya daha doğru bir deyimle ‘genişleyebileceğini’ anlatır. Zamanı değiştirebilen bu etkilerden birisi hızdır. Yani ben size göre daha hızlı hareket ediyorsam zaman benim için daha yavaş geçer. Ancak hızın zaman üzerindeki tesiri o kadar azdır ki, bunu öyle küçük hız farklarında yakalayamayız. Meselâ, saatte 920 km hızla giden bir uçakta sekiz saat yolculuk eden bir kişi yerdekilere göre zamanı saniyenin milyarda onu kadar bir süre daha kısa yaşamıştır. Bu süre çok küçük olduğundan, yolcu bunu kesinlikle hissedemez. Ancak yolculuğu ışık hızına yakın bir hızda yapsaydı, 8 saat uçtuğunda bunu sadece 48 dakika gibi hissederdi…
İşi biraz büyütürsek, 25 yaşında bir baba 1 yaşındaki oğlu ile vedalaşıp kendi takvimi ve saatine göre 3 yıllığına bir uzay gemisine binip ışık hızına yakın bir hızda seyahat edip geri dönse, kendisi 28 yaşında olur, ancak oğlunu 31 yaşında bulacaktır. Işık hızına yakın hızlarda hareket edildiğinde hareket eden kişi geride bıraktıklarına göre zamanı 10 kat (belki daha da fazla) daha yavaş yaşar. Veya şu şekilde düşünebiliriz: Geride bıraktığı dünyanın zamanı, kendisine göre 10 kat hızlı geçer. Bu yolculuğu yapan kişi gemisinin penceresinden dünyadakileri seyredebilse, onları ileriye sarılan bir video kasetindeki gibi hızlı hareket ediyor halde görür! Bu konu artık bir teori olmaktan da çıkmış, doğruluğu kabul edilmiştir. Kanıt olarak da uzaydan gelen kozmik ışınlardaki bazı parçacıkların dünyaya kadar bozulmadan ulaşabilmesi gösterilmektedir. Çünkü bu parçacıklar dünyada üretildiklerinde çok kısa bir sürede bozulup yok olmaktadır, ama uzayda onbinlerce sene yolculuk ettikleri halde bozulmadan dünyaya ulaşmaktadırlar. Bunun tek açıklaması ise, bu parçacıklar ışık hızında hareket ettiklerinden, zamanın onlar için çok yavaş geçmesidir. Yani onlara belki de birkaç dakika gibi gelen yolculukları aslında dünyadaki bizler için onbinlerce sene sürmektedir.
Buraya kadar zamanı etkileyen faktörlerden biri olan ‘hız’dan bahsettik. Zamanı genişleten ya da yavaşlatan bir diğer etki ise, yerçekimi (kütleçekimi)’dir. Kütleçekimi de hıza benzer şekilde zamanın yavaşlamasına yol açar. Çekim arttıkça, arttığı bölgede zaman daha yavaş geçer. Bunu yavaş yavaş örnekleyerek, size söz verdiğim zamanın hiç olmadığı yere doğru gidelim. Bilindiği gibi, kütleçekimi, kütlenin merkezinden uzaklaştıkça azalır veya buraya yaklaştıkça artar. Yani, dünya için düşünürsek, yükseğe çıktıkça dünya merkezinden uzaklaştığımızdan zaman daha hızlı geçmeye, ama merkeze yaklaştıkça daha yavaş geçmeye başlar. Örneğin, nükleer bir denizaltı ile 6 ay boyunca 300 metre derinlikte dolaşsanız, bu altı ay yüzeydekilere göre saniyenin milyarda beşyüzü kadar bir süre daha yavaşlamış olursunuz; çünkü denizaltı yüzeye göre dünyanın merkezine daha yakındır, yani orada yerçekimi daha fazladır. Ancak yine jet uçağı yolculuğundaki gibi, bu zaman genişlemesi insan tarafından hissedilmeyecek kadar azdır. Bu genişlemeler ancak çok hassas atom saatleri kullanılarak ölçülebiliyor. Denizaltıda bulunan atom saati dışarıda bulunan aynı tip bir saate göre saniyenin milyarda beşyüzü (ya da milyonda yarım saniye) kadar geri kalır. Bu geri kalma olayının sebebi, tamamen denizaltının dünya merkezine daha yakın olmasından kaynaklanan zaman genişlemesi, yani zamanın daha yavaş geçmesidir. Bu etkinin insan tarafından hissedilecek kadar büyümesi için tek çare, dünyayı bırakıp yerçekiminin çok daha büyük olduğu bir yerlere gitmektir.
Bilindiği gibi, büyük yıldızlarda kütleçekimi çok fazladır. Hatta güneşten daha büyük yıldızlar enerjilerini tüketip öldükten sonra çekirdekleri çok küçülür ve nötron yıldızı denilen bir yapıya dönüşürler. Bir nötron yıldızına gidip yerdeki maddeden bir çay kaşığı dolusu alsanız bu madde dünyanın toplam ağırlığından daha ağır gelirdi. Buradaki kütle bu kadar yoğun olunca yerçekimi de inanılmaz boyutlara çıkar. Tipik bir nötron yıldızına gidebildiğimizi ve oradaki yerçekiminin bizi yere yapıştırıp parçalamadığını varsayarsak, buradan dünyaya baktığımızda olayların yüzde 30 civarında daha hızlı geçtiğini görürdük. Yani biz oraya saatimiz 12:00 iken varsak ve saat 15:00’i gösterene kadar otursak, dünyada saatin 16:00 olduğunu görürdük. Tabiî dünya, bizim yaşadığımız bu 3 saat içinde 4 saat yaşadığından, herşeyi yine hızlandırılmış sinema gibi seyrederdik.
Şimdi bir aşama ileri geçelim ve yerçekiminin nötron yıldızından da fazla, hatta sonsuz olduğu bir yapıya gidelim. Hepimiz, karadelik adı verilen oluşumlar hakkında birşeyler duymuşuzdur. Ben detaya girmeyeceğim, ancak şu kadarını söyleyeyim; karadelikler, çok büyük bir kütlenin kendi içinde çöküp çok küçük bir alana sığdığı yapılardır. Büyük yıldızlar yakıtlarını tükettiklerinde içlerindeki madde birbiri içine çöker ve küçük bir alana hapsolur. Güneş ileride karadelik olamayacak kadar küçük bir yıldızdır; ama eğer bir karadelik olabilseydi, yakıtı bittikten sonra bir apartman boyutuna sığacak kadar küçülmüş olurdu. Bu kadar büyük kütleler küçücük alanlara dolduğunda kütleçekimi o kadar büyür ki, bizim sanki ağırlıksız bildiğimiz ışık bile bu çekimden kaçamaz ve bu yüzden cisim ışık yayamaz ve simsiyahtır. Adının karadelik olması da bu yüzdendir. Hatta, buradaki maddenin varlığından bile söz etmek imkânsızdır, çünkü madde sonsuza kadar birbirinin içine çöker. Bir karadeliğin bu denli büyük, yani sonsuz olan yerçekimi gücü zamanı orada durdurur. Yani bizim nötron yıldızındayken bakıp yüzde 30 daha hızlı seyrettiğimiz dünya (ve kâinat) eğer karadelikten bakabilecek olsak, bir anda zamanını tüketir. Zaman kütleçekimi arttıkça yavaşladığına göre, sonsuz kütleçekimi olan yerde zaman duracaktır. Yani, faraza birisi bir karadelikten dünya ve kâinata bakacak olsa dünyanın ve kâinatın sonsuza kadar olan geleceğini görür; yani hızlandırılmış video kasetinin sonuna kadar bir anda seyreder.
Görüldüğü gibi, çok büyük, hatta sonsuz güçlerin bulunduğu bir mekânda zamandan söz edilemiyor. Çünkü, burada zaman durmuştur; hatta, durduğu için, etkisi yoktur. Etkisi olmayan birşeyin varlığından da söz edilemez. Sonsuz güç zamanın ötesinde olmayı sağlar/gerektirir. Rabbimiz sonsuz güç sahibidir. Bu gücün olduğu yerde zamanın kendisi ya da önemi yoktur. Zaman ancak O’nu durduracak gücün olmadığı yerde bulunan ve O’nun yarattığı güçsüz va aciz varlıklar için vardır.
Zamanın olmadığı yerde bulunmanın bir an içinde kâinatın geri kalan kısmının geleceğini, yani istikbalini bize gösterebileceğini anlatmıştık. Bu da, kader dediğimiz, ancak irademizle ilintilendirilen geleceğimizin Rabbimiz katında bilinmesinin normal olduğunu düşündürmesi açısından bize ışık tutabilir. Bir insanın faraza bir karadelikten baktığında sonsuza kadar olan geleceği görmesi nasıl onun bu geleceğe etki etmesi anlamına gelmiyorsa, zamanın yaratıcısı olan Allah’ın sonsuz geleceği biliyor olması da bizi kendi kaderimizin elimiz mahkum tâbi olduğumuz değişmez bir yol olmaktan ziyade, irademizle, yani tercihlerimizle şekillenen geleceğimiz olması noktasında rahatlatıyor.
Bundan sonra yapmamız gereken ise, zamanın etrafımızda ördüğü parmaklıkların ötesindeki güzellikleri hayal edip, bizi onlara kavuşturması için Yaratıcımızın varlığına olan imanımızı güçlü tutmak ve imanın gerektirdiği gibi yaşamak olmalıdır.
Kaynak: Scientific American
Mehmet Akyürek – Zafer Dergisi

Popstarlar ve Çocuklar

Hayranı olduğum pop şarkıcı, son yolculuğuna çıkmadan önce, günlüğünün son satırına şöyle yazmış:

“Bir reklâm tabelası kadar yalnızım, oysa herkes bana bakıyor!”

Ömrünün son dakikalarında bile olsa, kalınca bir sahtelik perdesini bu kadar çarpıcı biçimde yırtması, itiraf etmeliyim ki beni kendisine çok daha hayran bıraktı. Belki bizim yıllar boyunca kendisi için hiçbir şey ifade etmeyişimize içerlemeliyim. Ama sonuçta onun hayranı olmak, ondan daha çok, bizim tercihimizdi. Burada uyuyan biri varsa, bunlardan birinin biz olduğumuzu inkâr edemezdik. Düşünüyorum da, niçin ona hayran olmuştum? Neden kendisine hayran olmamızın yalnızlığında hiçbir azalmaya sebep olmadığı birisine bu kadar hayranlık duyguları beslemiştim?

Onu ilk gördüğümde televizyon önünde vakit öldüren bir çocuktum. “Bak oğlum!” demişti babam, “Büyüyünce sen de böyle olmalısın.” Babam, kendi gibi değil de neden onun gibi olmamı istemişti ki benden? Şimdi anlıyorum ki, bunu o zaman anlayacak yaşta değilmişim. Babam başına bir iş gelse kimsenin ruhu duymayacak köhne odasının köşesindeki televizyonun önündeydi. Oysa o, televizyonun bizzat içinde, herkesin gözü önündeydi. Göz önünde olmak ve babaların parmakla işaret ettiği bir yerde durmak fikri, yüreğimi hoplatmaya başladığında gençliğe ilk adımlarımı atıyordum.

Bir başkasının hayalleri ile büyümenin ne demek olduğunu ilk o zamanlar öğrenmiştim. İlk o zamanlar tüm gerçeklerime inat, kendimi elinde mikrofon sahnelerde düşlemiştim. Ve yine ilk o zamanlar babamın köhne odasında oturmakla hayallerimin gerçekleşmeyeceği gerçeği ile yüzleşmiştim. Kaçmalı, gitmeliydim; starların yetiştiği sokaklarda ben de adım adım yürümeliydim. Kasetçiler çarşısına varıp dükkan dükkan sesimi dinletmeliydim. Beni keşfedecek biri olmalıydı. Birileri bunu başarabiliyorsa ben de yapabilirdim; hem sesim de fena değildi.

Ne var kiİ, köyden kaçıp İstanbul’a varınca daha ilk günden anyayı konyayı görmüştüm. Cebinde beş paran yoksa adam diye yüzüne bile bakmıyorlarmış meğer. Meğer paran yoksa kasetçi dükkanına adımını bile atamazmışsın. Sesinin güzelliğini göstermeye fırsat bile bulamazmışsın. Döndüm geriye hayallerimi İstanbul sokaklarında sabahlara dek yıldızları seyreden sokak çocuklarına bırakarak. Zira, avuçlarımda kala kala birkaç zavallı gerçek kalmıştı. Meğer hayalleri ile yaşayanlar gerçekleri ile gömülürlermiş. O dönüş baba ocağına değil de kendimeydi sanki. Kendime, yani gerçeklerime…

Artık adımlarımı daha sağlam atacaktım, daha fazla çalışacak üniversite sınavını kazanacaktım. Yeni hayalim daha mantıklı gelmişti; büyüyordum galiba… İstanbul bir kez daha kapılarını açıyordu bana. Bu kez anlı şanlı bir üniversite öğrencisi olarak geçiyordum boğazdan. Kulaklarımda o meşhur şarkıcının haraketli müzikleri çınlıyordu. O an şarkıcının beni eğlendirdiğini düşündüm. O beni neşelendirmek için vardı sanki. Bir gün onun konserine de gidecektim. Televizyondan gördüğüm o insana çok yakındım artık; ama sanki yine de aramızda dağlar vardı. Fakat şimdi okumakta olduğum gazete kağıdını tutarken ellerim titriyor. O dağların zirvesinde mesken kurmuş adamın ölüm haberine bakarken, hayretle irileşen gözlerime bakın ne takılıyor: “Bir reklam tabelası kadar yalnızım, oysa herkes bana bakıyor.” Bu onun günlüğündeki son cümleymiş. Garip bir şekilde intihar etmiş. Meğer o karlı dağın zirvesindeki göz alıcı buzul, etrafındaki milyonlarca kar tanesine rağmen yalnızmış. Bir süredir de uyuşturucu alıyormuş. Ve birden telefonum çalıyor. ”Oğlum nasılsın?” diyor heyecanla. Cevap veriyorum: ”Babacığım ben iyiyim de… Senin hayallerin nasıl?”

İsa Yılmaz/Zafer Dergisi