Etiket arşivi: ZAFER DERGİSİ

Ölümle Gelen

Ne zamandır uyuduğunu bilmiyordu. Uzun süredir uykuda olmalıydı. Gözlerini açmamıştı daha. Dışarıdan gelen sesleri dinlemeye başladı. Araba sesleri geliyordu daha çok, bir de martı sesleri… Martıları seviyordu, özellikle bembeyaz tüyleri olanları. Onların gökyüzünde süzülüşünü seyretmek ve seslerini dinlemek ruhuna huzur veriyordu. Sabah olunca gözlerini açmadan dışarıda olup biteni dinlemek ve anlamaya çalışmak da hoşuna gidiyordu. Gözlerini açtı. Tüm duyularıyla hissetmek istiyordu bu yaz sabahını. Güneş aydınlatmıştı her yeri. Pencereyi açtı bu aydınlık, ruhunu da aydınlatsın diye.

İstanbul, sabahları daha da güzel oluyordu. Gökyüzü parlaktı, kirlenmemişti daha. Bu temiz havayı tüm zerrelerine hissettirmek istercesine içine çekti. Nefes alıp veriyordu. Kendisiyle birlikte tüm kâinatın nefes aldığını düşündü. Ve ah! Evet! Hâlâ yaşıyordu, kâinat ile birlikte. Nefes alıp vermek yaşamanın en büyük belirtisi değil miydi ya zaten! Bu güzel yaz sabahında yaşıyor olmak güzel bir duyguydu. Kendisine bu güzelikleri veren ve hissettiren merhametli bir varlık olmalıydı. Tüm insanlığı çok seviyordu ki her şeyi en ince ayrıntısına kadar yaratmıştı. Bunları düşününce ruhu huzurla doldu. Ama sonra, yüzünde bir hüzün belirdi.

Geçen hafta dergide okuduğu cümle geldi aklına: ‘Oksijenin, kötü bir yönü var. Oksijen enerji üretmek için besinle birleşir ama aynı zamanda fazladan bir elektronu olan ve vücuda zararlı atomlar da üretir. Sürekli oksitleniyoruz. Nefes almanın biyokimyasal bedeli, yaşlanmak. Yani paslanıyoruz…’ Bu cümleleri unutamıyordu. Demek, yaşamak için aldığı her nefes sürekli etkisinde olduğu ölüme biraz daha yaklaştırıyordu onu. Bu nasıl bir çelişkiydi böyle. Bu durum ruhuna çok ağır geliyordu. Martılar da nefes alıyordu, bembeyaz tüyleri olan martılar… Onlar da yaklaşıyordu ölüme yavaş yavaş. Ya sevdiği insanlar ve yakınları… Bütün kâinat nefes alıyordu… Tüm bu güzelliklerin, bu yaz sabahının, emek verdiği hayatının bir gün bitecek olması kendisini hüzne boğdu… Ama ölüm tüm gerçekliğiyle karşısında duruyordu. Ölüm değişmiyor, ölmüyordu. Kabir kapısı kapanmıyordu. Hayatın tam içindendi. Ölüm de hayat kadar mahluktu. Yaratılmış ve yoktan var edilmişti. Çiçekler soluyor, hayvanlar ölüyordu, güneş batıyor, dünya yaşlanıyordu… Büyük bir insan olan âlem dahi ölümün pençesinden kurtulamıyordu. Ölüm daima göz önündeydi.

Her an gelebilirdi…

Kâinatın zeval ve ölümü kendisini ağlatıyordu. Bir gün öleceği düşüncesi kalbini sıkıştırıyordu. Ölümle birlikte insanlığın ve dahi kendisinin acizliği ve fakirliği değişmiyor, aksine ziyadeleşiyordu… Ölüm kaçınılmaz ise ve hayat kadar mahluk ise onunla yüzleşmeliydi. Onunla yüzleşmenin bir yolu olmalıydı. Hayatın önemli bir parçası olan bu şeyi göz ardı edemezdi. Ölümü anlamlandırmalı ve iyi bir neticeye vardırmalıydı. Yaratılan her şeyin bir hikmeti ve amacı var olduğuna göre ve ölüm de yaratılmış ve yoktan var edilmiş ise, onun da bir amacı, bir hikmeti olmalıydı. Dinlemeye başladı ölümü, ne talep eder diye… Ve bakmaya başladı ölümün yüzüne, ne ister diye. Ölümü düşünmenin verdiği o ilk panik hissinden sıyrılıp, düşünmeye başladı:

Ölümü düşünmesiyle birlikte hayata biraz daha odaklanmaya başlıyordu. Hayattaki saptırıcı şeyler “hırsları, anlamsız arzuları, kızgınlıkları, kini, benliği” ölüm düşüncesiyle daha da sönük bir hâl alıyordu. Öfke duyduğu insanları affetmek, onların güzelliklerini gözlemlemek kolaylaşıyordu. Benlik çatışmaları anlamsız geliyordu artık çünkü ölüm her şeyi müsavi kılıyordu. Gerçekten önemli olan şeylere evet ve sonsuz hayatı için pek de önemi olmayan şeylere hayır demek daha da kolay bir hal alıyordu ta ki sonsuz hayatını kaçırmasın.

Ölüm sonsuz hayatını düşündürüyordu ona. Duygularına daha yakın bir hâle geliyordu. Kendini ve Yaratıcı’nın üzerinde tecelli eden esmasını özenle gözlemliyordu. Nasıl ki insanlar çok sevdikleri bir kitabın ilk sayfalarını hızlıca okur ta ki az bir sayfa kalana kadar… Sonra birden hızlarını azaltmak, geriye kalan sayfaları daha bir dikkatle ve zevkle okumak isterler. Aynen onun gibi her an ölümle burun buruna olduğunu düşünmek, zamana daha fazla değer vermesine sebep oluyordu. Hayatın hiçbir anını kaçırmak istemiyordu. Mevsimlerin değişiminin tadını çıkartıyordu. Kâinatın halden hâle sokulmasını seyretmek gittikçe daha da zevkli bir hâl alıyordu. Bunları düşününce anladı ki, ölüm düşüncesi onu hayat yolunda yükseklere doğru ilerletiyordu.

Ölümle birlikte kendini gerçekleştirdiğini ve daha güçlü olduğunu farketti. Güçlü olması Yatatıcı’nın sonsuz kudretini daha iyi anlamasından ileri geliyordu elbet. Ölüm daha az endişelendiriyordu onu artık. Rabbine daha çok güven duymaya başladı. O sonsuz merhameti olan bir varlıktı. Hikmetsizce ve anlamsızca şeyler yaratmazdı insanoğlu için. Ölümü de ondan dehşet duyalım diye yaratmamıştı… Bunu bir kez daha anlamak huzur verdi ona.

Yaratıcı istiyordu ki: Kendi ölümümüzle birlikte O’nun ehadiyetine ve samedaniyetine şehadet edelim…

Ölümüm de senin için olsun ey Allahım….

Nurdan Özdemir/Zafer Dergisi

Ayetler ve İbretler: Daralan Yeryüzü

“Bizim yeryüzüne gelip de onu kenarlarından eksiltmekte olduğumuzu onlar görmedi mi?” — Ra’d Suresi, 13:41

“Bizim yeryüzüne gelip de onu kenarlarından eksiltmekte olduğumuzu onlar görmüyor mu?” — Enbiyâ Suresi, 21:44

Aynı hakikati hemen hemen aynı ifadelerle dile getiren bu iki âyet-i kerimede hem istikbale dair haberler, hem de zamanımız anlayışına hitap eden ince işaretler buluyoruz. Her iki âyetin “Görmediler mi?” ve “Görmüyorlar mı?” şeklindeki sorusu, benzer âyetlerde olduğu gibi, burada da dikkatimizi çekiyor. Bu soru, âyetin indiği zamanda görülmese bile ileride görülecek olan bir hakikatten söz eden âyetlerde sık sık sorulan bir sorudur. Kur’ân âleme ezelden baktığı için, bize göre henüz olmamış şeyleri de olup bitmiş gibi bize anlatır; onun indiği zamandaki insanlara hitap ettiği gibi, istikbalin insanlarına da hitap eder. Onun için, Kur’ân’ın “Gördüler” veya “Görüyorlar” anlamına gelen bu soruları da bazan geçmişin, bazan halin, bazan da geleceğin insanlarını birinci derecede muhatap alabilir. Nihayet, onların hepsi Kur’ân’ın karşısında saf saf dizilmiş, o ezelî kelâmı dinleyen muhataplardır.

“Yeryüzünün kenarlarından eksilmesi” konusunda değişik yorumlar yapılmıştır. Bu yorumlardan başlıcası, inkâr ehlinin başlarına gelecek âkıbet ile ilgilidir. Bu yorumda, bizim “yeryüzü” olarak tercüme ettiğimiz “arz” sözcüğü, yine meşhur anlamlarından biri olan “ülke” anlamına alınmaktadır ki, bu takdirde meal şu şekilde olur:

“O inkârcılar, her taraftan kuşatılıp da ülke sınırlarının daraldığını, gittikçe küçülüp zayıflamakta ve bir köşeye kıstırılmakta olduklarını görmüyorlar mı?”

Bu âyetlerin Mekke döneminde indiğini dikkate alırsak, o zamanın güç odakları hakkında bir gayb haberi taşıdıklarını anlarız. Gerçekten de, o gün için yeryüzünde, en azından ülkelerinde kendilerinden daha güçlü kimse tanımayan, Müslümanlara göz açtırmamakta kararlı olan ve her yaptıklarının yanlarına kalacağını sanan zamanın güçlü kişileri hakkında bu âyetlerin verdiği haber doğru çıkmış ve o inkârcılar, sınırları daralarak, yurtları küçülerek, kalabalıkları azalarak, güçleri tükenerek hezimete uğrayıp gitmişlerdir. Tabii, bu hükmün genel bir kural ifade ettiğini ve aynı şartların aynı âkıbeti doğurduğunu da unutmamak gerekir. Zaman, zemin ve kişiler değişse de, Kur’ân’ın verdiği bu haber, değişmeyecek bir hüküm olarak devam eder ve mü’minlere, inkâr ehli karşısında asla eğilmemeleri ve haklı dâvâlarında sebat etmeleri yönünde bir güven telkin eder.

Modern yorumlar ise, âyetin yine istikbale ait bir başka haberini ortaya çıkarıyor. Yeryüzünün kenarlarından eksilmesi, bütün bir yeryüzü çapında ele alındığı takdirde—ki âyetin ifadesi buna son derece elverişlidir—dünya karalarında bir küçülme, bir daralma ihtimali ortaya çıkmaktadır. Bu nasıl olabilir? Böyle bir soruya verilebilecek cevaplar arasında en ziyade makul, hattâ kaçınılmaz görüneni, karaların deniz vasıtasıyla kenarlarından kırpılmasıdır. Hızla sürüklenmekte olduğumuz küresel ısınma, böyle bir âkıbetin belirtilerini şimdiden vermeye başlamış bulunuyor. Buzulların erimeye başladıklarına dair endişe verici haberler birbirini izliyor. Bu gelişmeler aynı yönde sürüp gittiği takdirde, bir süre sonra, eriyen buzullar dünya denizlerinin seviyesinde bir yükselmeye yol açacaktır. Bunun sonucu ise gayet açıktır: Yükselen deniz, tüm dünya kıyılarını istilâ edecektir. Veya, bir başka deyişle, deniz, dünya karalarını kıyılarından kırpa kırpa yükselecek, belki pek çok yerlerde sahillerin yüzlerce kilometre geriye çekilmesi sonucunu doğuracak, bu arada nice sahil şehirleri, belki birçok ada ve yarımada denizlere karışıp gidecektir.

Âyet “Görmüyorlar mı?” diye soruyor. Evet, görüyoruz. Böyle bir âkıbete doğru sürüklendiğimizi gözümüzle görüyoruz. Lâkin, “Geliyorum” diyen bu felâkete karşı isyanımızdan da bir türlü vazgeçmiyoruz. Gerek klasik yorumların, gerekse modern yorumların birleştiği ortak bir nokta var ki, Kur’ân da zaten dikkatimizi bu yöne çekiyor: Yeryüzünün kenarlarından eksilmesi, insanların kendi inkâr ve isyanlarının bir sonucundan başka birşey değildir. Bu isyan, ister Allah’ın peygamberleri aracılığıyla bildirdiği buyruklara karşı olsun, ister Onun kâinata yerleştirdiği yasalara aykırı hareket etmek şeklinde olsun, ısrar edildiği ve geri dönülmediği takdirde, sonucunu insanlığa bir şekilde tattıracaktır.

Dikkat çekicidir ki, her iki âyet de, Allah’ın “yeryüzüne gelmesi” şeklinde bir ifade içeriyor. Yüce Allah’ın mekândan münezzeh olduğunu dikkate aldığımızda, bu deyimin pek etkili bir heybet ve azamet ifadesi olduğunu ve hiçbir gücün karşı koyamayacağı bir şekilde, İlâhî kudretin yeryüzünde tecellî ederek inkâr ehlini inkâr ve isyanlarına pişman edeceğinden söz ettiğini anlarız.

Ümit Şimşek / Zafer Dergisi

Semanın Nakışlı Yolları

“And olsun yol yol olmuş semaya.”

Zâriyât Sûresi, 51:7

KUR’ÂN’lN yeminlerinden bir yemin ve onu takip eden büyük hakikatler—fakat yeminin kendi içinde de nice nükteler, hakikatler, dersler, ibretler saklı…

“Yol yol olmuş” veya “yollarla dolu” diye tercüme etmeye çalıştığımız kelime, aslında bir kâinat tasviri yapıyor ki, onu özetlemek için sayfalar yetmez. Belki de o mânânın bir özetini aktarmak için kâinatı galaksiler seviyesinde görebilecek bir bakış açısı ve yüz milyonlarca seneyi dakikalara indirecek bir zaman genişliği gerekecektir.

Âyet bize semada yolların bulunduğunu bildiriyor. Fakat burada kullanılan sözcük, yol’dan başka pek çok anlamı daha içeren bir sözcüktür.

Onda sağlam yapılı, güzel ve düzgün yaratılışlı anlamı da vardır.

Bu kelime, sağlam örülmüş, dikilmiş, sıkı ve sanatlı bir şekilde dokunmuş, nakışları düzgün ve ahenkli kumaş anlamını da ifade eder. Menevişli bir kumaşın dalgalanması, rüzgârın kumlarda dalga dalga yollar açması da yine bu sözcüğün kökünde var olan anlamlardandır.

Eğmek, sıkılamak, eğirmek; dalgalı, büklüm büklüm saçlar; halkalar halinde örülmüş zırh anlamları da yine bu kelime ile dile getirilen mânâlar arasındadır.

Bütün bu anlamları birden zihnimizin bir köşesinde tutarak kâinata bakacak olsak, gözümüzün önündeki manzarada onların hepsini birden bulabiliriz.

Başımızın üzerindeki uçsuz bucaksız gökler, sayılamayacak kadar çok yollarla doludur. Yıldızlar, gezegenler, aylar, kuyruklu yıldızlar, yıldız toplulukları, güneş sistemleri, galaksiler, galaksi kümeleri, milyarlarca yıl boyunca, o yollardan kendileri için belirlenmiş olanları izler.

O koca gök cisimleri, geçtikleri yollarda, muazzam çekimleriyle uzayda bir eğim vücuda getirirler. Eğer bu eğim bizim görebileceğimiz türden birşey olsaydı ve biz de yıldızların milyonlarca yıllık seyahatlerini hızlandırılmış bir şekilde seyredebilseydik, rüzgârla dalga dalga olmuş çöl kumlarının bir benzerini semada seyredebilirdik.

Dahası var: Hiçbir yıldızın, gezegenin veya yıldız topluluğunun hareketi tek bir yöne doğru düz ve basit bir hareketten ibaret değildir. Onlar aynı anda birkaç çekim merkezi etrafında birden dönerler, çeşitli hızlarda ve farklı yönlere doğru muhtelif hareketleri bir arada yaparlar. Meselâ Ay’ın Dünya etrafında dönüşü olduğu gibi, Güneş etrafında da dönüşü vardır. Güneş Sistemi de toplu bir halde Samanyolu merkezi etrafında döner ki, bu harekete Dünyamız ile Ay da dahildir. Sonra galaksimizin hareket ve seyahatleri gelir; onlarla beraber Dünyamız da, Ay da, Güneş Sistemi de, kendi içlerindeki hareketlerden çok daha hızlı bir şekilde uçarlar.

O sonsuz yollar boyunca uçup gidenlerin donuk cisimler değil, ışıl ışıl yanan alev topları olduklarını unutmayalım. Bunlar, uçsuz bucaksız gökleri öyle bir dokuma tezgâhına çevirirler ki, orada yıldızlardan mekikler rengârenk ışıklarla nakışlar dokur.

Onlardan bazıları (kuyruklu yıldızlar) yolları üzerinde izler bırakır. Dünyamız gibi şirin bir gezegenin yolu o izlerle kesiştiğinde, izler birer maytap gibi alev alır, yeryüzüne yağar. Böylece semada nakış içinde nice nakışlar işlenir.

Bütün bu nakışlarla, yollarla, süslerle, kıvrımlarla, büklümlerle göklerin öyle ahenkli, öyle sağlam ve ziynetli bir dokusu vardır ki, bunu anlatmakta diller âciz, sözlükler yetersiz kalır.

Fakat Kur’ân bütün bunları bir kelime ile tasvir ediverir.

Ondan sonra da asırlara ve çağlara, o kelimenin dile getirdiği anlamları birer birer bulup çıkarmak düşer.

Âlemlerin Rabbine hamd olsun.

Ümit Şimşek / Zafer Dergisi

 

Hz. Zeyneb’in Atölyesi

Peygamber Aleyhisselam’ın aynı zamanda halasının kızı olan ve hicretin üçüncü yılında Hz. Peygamber’le 35 yaşlarında iken evlenen Zeyneb Bintu Cahş, deri işleme ustasıdır. Ham deriyi, o devrin usulünce debbağlayarak işlemekte, sonra da ondan kullanılacak eşyalar dikip satmaktadır. Rivayetlerde rastladığımız bazı açıklamalardan, bu iş için, Hâne-i saadette bir de müstakil oda, bugünün tabiriyle bir iş atölyesi bulunduğunu anlamaktayız. Bu odanın Hz. Zeyneb’in deri işlediği yer olduğu açıktır. Bugünün tabiriyle iş atölyesi, yani deri işleme işinde usta olan ve pek çok rivayette Resulullah’la evlendikten sonra da mesleğini icra ettiği te’yid edilen Zevcât-ı Tâhirât’tan Zeyneb Bintu Cahş’ın deri işleme atölyesi.

İslâm fıkhına göre, kadının nafakası kocasına aittir, gelir getirecek bir işle meşgul olmak mecburiyetinde değildir. Aleyhisselâtu vesselam da, zevcelerinin nafakasını temin etmekte idi. İslâm, kadını çalışmaya mecbur etmez, bu doğru, ama illâ da çalışmayacaksınız demez. Kocasının izni tahtında, kadının çalışmasıyla ilgili, İslâm’ın uygun gördüğü şartlar çerçevesinde kadının çalışmasına hiçbir dinî engel yoktur, çalışabilir. Nitekim Hz. Zeyneb validemiz, nafakasını temin için değil, Allah yolunda harcamak için çalışmış ve kazancının tamamını fakir fukaraya, dul ve yetimlere harcamıştır. Hz. Ayşe’nin onunla ilgili bir tasviri şöyle:

“Ben Zeyneb kadar çok hayır yapan, onunki derecesinde sadaka veren, öylesine sıla-i rahimde bulunan, Allah’a yaklaştıran amellere onun kadar meşgul olan bir başka kadın bilmiyorum.”

Yine Hz. Ayşe’’nin anlattığına göre bir gün Hz. Peygamber: “İçinizde bana en çabuk kavuşacak olan eli en ziyade uzun olanınızdır” buyurur.

Resulullah’ın vefatından sonra hanımları kim erken ölecek, bunu belirlemek üzere duvar üzerinde zaman zaman kollarının uzunluğunu ölçerler. Hz. Zeyneb, cüsse itibariyle hepsinden küçük olduğu için bu ölçüşmede daima kaybeder. Ancak Hz. Ayşe der ki: “Zeyneb ölünceye kadar bu ölçüşmeyi yaptık. Ne zaman ki aramızdan ayrılıp Aleyhissalâtu vesselâm’a ilk kavuşanımız o oldu, o zaman anladık ki, Resulullah, ‘uzun ellilikle, sadaka’yı kastediyormuş. Çünkü Zeyneb, el sanatı icra eden bir kadındı, deri debbağlar, deriden eşya diker, satar parasını Allah yolunda sadaka yapardı.”

İbnü Sa’d, bir rivayetinde, Hz. Zeyneb’in vefat ettiği zaman tek dirhem ve tek dinar bırakmadığını, bütün kazandıklarını sağlığında tasadduk etmiş bulunduğunu bildirir ve Zeyneb’in fakirlerin [ve dulların] sığınağı olduğunu belirtir. Buradaki “bütün kazandıkları” içerisinde, Hz. Ömer’in tahsisatı da var; Hz. Ömer, Resulullah’ın diğer zevceleri gibi ona da yıllık 12 bin dirhem maaş bağlamış idi. Bunu almak zorunda kalan Zeyneb Valide, alır almaz tamamını yakınları ve yetimleri arasında taksim eder ve “Allah’ım Ömer’in bir başka ihsanını nasib etme, bu fitnedir!” diye duada bulunur ve makbul olan duanın bereketine o yıl içerisinde Rahmet-i Rahmân’a kavuşur. Kefenini, kendi kazancından hazırlamış olan Zeyneb radıyallahu anhâ, Halife Ömer radıyallahu anh’ın da kendisi için göndereceği kefenin tasadduk edilmesini vasiyet eder ve yerine getirilir.

Mü’minlerin muhterem annelerinden olan Hz. Zeyneb Bintu Cahş’la ilgili olarak kaydedilen bu rivayetlerden çıkarılacak birkaç mühim prensip var:

1-İslâm kadını hiçbir maddî ihtiyacı olmasa bile boş durmamalıdır. Kazanmalı—kendi ihtiyaçları yok ise—Allah yolunda harcamalıdır.

2-Kadının evinde yapacağı işe, kocası mâni olmamalı, kolaylık göstermeli, imkân hazırlamalıdır. Çünkü Rehberimiz Fahr-i Âlem aleyhissalâtu vesselam öyle yapmıştır. Zeyneb Valide’nin, Resulullah’ın gıyabında, onun haberi olmadan bunu yapması mümkün değildir. Hz. Zeyneb öylesine sünnete bağlı, ölümünden sonra bile olsa Resulullah’ın emir ve irşadlarma öylesine sadıktır ki aksini düşünmek mümkün değil. Ebu Hüreyre der ki: “Veda Haccı esnasında Aleyhisselâtu vesselam, hanımları için bu hacc’ın sonuncu hac olması gerektiğini irşad buyurmuştu. Resulullah’ın vefatından sonra Sevde, ile Zeyneb hâriç hepsi hac yaptılar, ama onlar yapmadı. Bu ikisi: “Resulullah’ın o sözünü işittikten sonra bizi, vallahi hiçbir hayvan hareket ettiremez” dediler ve Medine’den dışarı çıkmadılar.

3- Bu hadislerden çıkaracağımız diğer bir prensip, İslâm kadını öncelikle evinde icra debileceği iş ve mesleklerde maharet kazanmalı, İslâm cemiyeti, kadınlarına o istikametteformasyon vermelidir. Çalışmak ar değildir. Kişinin mevkii, makamı, maddî durumu ne kadar yüce olursa olsun, çalışmak evlâdır: Peygamber hanımı bile, ihtiyacı olmadığı halde çalışmayı ihmal etmemiştir, hem de deri işlemek gibi nahoş kokulu bir meslekte. İçinde bulunduğumuz devrin gündemini işgal eden kadının çalışması meselesi’nde Hz. Zeyneb hâdisesinden alacağımız ibretler olmalıdır.

İbrahim Canan / Zafer Dergisi

Hane-i Saadet

Eskiler, ona ‘hane-i saadet’ demişler. Yani, mutluluk evi. Aslında sadece ev demeleri yetiyormuş ama, mutlulukla o kadar özdeşleşmiş ki, ev, mutluluk kelimesi ile birlikte zikredilir olmuş. Bizim şimdilerde, ‘mutlu yuva’ dediğimiz ‘ev’i onlar, hane-i saadet olarak anıyorlarmış. Onların hane-i saadeti, ailenin tüm fertlerinin bir arada olmasıyla bozulmuyormuş. Gelin, kayınvalide, kayınpeder, diğer çocuklar vs. ailenin tüm fertleri, bir arada yaşıyorlarmış. Kayınvalide, gelini ezmek bir yana, onun en büyük yardımcısıymış; baba, yeni evlenen oğlunun mutlu bir yuva kurmasında en büyük bir destek imiş.
Yeni evli çiftler, büyük bir aile topluluğunun içinde çok fazla sıkıntı çekmeden yaşamaya devam ederlermiş. Büyüklerin tecrübelerinden maksimum düzeyde yararlanırlarmış. Yeni evli kimseler, hemen çocuk yaparmış; şimdiki gibi ‘Bir müddet daha çocuk yapmayalım, hem biraz hayatımızı yaşayalım. Ayrıca, kendimizi henüz hazır hissetmiyoruz’ gibi modern takıntıları yok imiş. Ve aile hayatının, çocukların varlığıyla daha çok piştiğini biliyorlarmış. Çocuğun, ailenin bir meyvesi olduğunu, meyvesiz ağaç gibi, çocuksuz bir ailenin de mutlu olamayacağını bildikleri için, büyük anneler ve büyük babalar, çocuklarını evlendirir evlendirmez, onlardan çocuk bekliyorlarmış. Onların hane-i saadetinde çocuk sayısı önemli değilmiş. Önemli olan, çocukların nasıl yetiştirildiği imiş.
Elbette ki çocuk sayısının fazla oluşu da bir sorun olmuyormuş, çünkü büyük bir aile yapısı içinde, dedeler veya nineler, çocuklarla zaten ilgilendiğinden, çocukların anne ve babaya değil yük olmaları, büyükler için bir mutluluk kaynağı imiş. Bunun yanında, fazla çocuklu evde, büyük çocuklar, küçük kardeşleri ile ilgilendiklerinden dolayı, anne babalarının işlerini de hafifletiyorlarmış. Ve aile içi eğitim, dışarıdaki eğitime çok da fazla ihtiyaç duymadan yürürmüş. Üstelik, bu güne nazaran daha da zor olan o günkü ekonomik şartlarda, çocukların fazlalığı, ev ekonomisini pek de zorlamıyormuş. ‘Misafir, rızkıyla beraber gelir’ misali, eve gelen her çocuk, kendi rızkını da beraberinde getirdiğinden dolayı, rızk derdinden şikayet eden pek az imiş.
Onların hane-i saadetinde, hanımlar, erkeklerinin ‘gözünün dışarıda’ olmasını istemediklerinden dolayı, erkeklerine saygıda kusur etmezlermiş; erkeklerini memnun ederlermiş. Erkekler de hanımlarına saygıda ve sevgide kusur etmezlermiş. Bu yüzden ne erkeğin ‘gözü dışarıda’ olurmuş. Ne de hanımlar, erkeklerinden şüphe ederlermiş. Üstelik erkekler, bu günkü gibi çok fazla çalışmadıkları için evlerine, hanımlarına ve çocuklarına daha fazla zaman ayırırmış. Böylece ne hanım bugünkü gibi ilgisizlikten şikayet eder, ne de erkekler bugünkü gibi ‘yeterince ailemle ilgilenemiyorum’ diye hayıflanmazmış.
Hem evin erkeği, hem de hanımı, yekdiğerine saygı ve sevgiyi esirgemediğinden, onların hane-i saadeti, bir mücadele ortamına dönüşmezmiş. Hoşnutsuzluklar ve aile içi problemler var olmasına rağmen, bu, çoğu kere bu büyük aile ortamında çözülürmüş. Bugünkü gibi erkek ve kadınların eşit olup olmadığı, kimin kimden üstün olduğu gibi konularda tartışmalar olmazmış. Farklılık, parçalanmaya değil, tanışmaya vesile olurmuş. Ne kadın, erkeği ile üstünlük mücadelesine girer, ne de erkek güç mücadelesine girermiş. Bu yüzden ne erkeklerle mücadele eden bir kadın hareketi, ne de kadınları hor gören bir erkek anlayışı yok imiş. Aile, bir mücadele ortamı değil, bir yardımlaşma ortamı imiş.
Onların hane-i saadetinde boşanmalar, bu günkü kadar değilmiş. Çünkü, o günkü aileler mahkemelere düşecek kadar, sorunlu ortamlar değilmiş. Basit, normal aile içi tartışmalarda bu günkü gibi, hemen hanımların aklına boşanma fikri gelmiyormuş. Bir şekilde anlaşarak, yahut da konu mahkemelere taşınmadan, aile büyüklerinden oluşan bir hakem heyetinin, aralarını bulmasıyla da aile saadeti yeniden tesis ediliyormuş. Böylece, mahkemelerdeki gibi, birbirlerinin kirli çamaşırlarını sergilemeden, ailenin sırları daha fazla dışarıya taşmadan, sorunlar hallediliyormuş.
Gelelim bugüne… Bugüne geldiğimizde, modern aile bireyleri olarak, parçalanmayı iliklerimize kadar hissetmekteyiz. Geçmişin o büyük ve köklü aile yapısı, yerini küçücük ve her an dağılabilir bir aile yapısına terk etmiş gözüküyor. Modernizmin, aile yapımıza vurduğu en büyük darbe, aile yapımızı küçültmesi ve sonra parçalara ayırmasıdır. Önce, büyük aile ortamı yok olmuş; sonra da aile fertlerinin (mesela çocuk) sayısı, rızık endişesi ya da modern kaygılardan dolayı, düşürülmüştür. Sonra da ailedeki, erkek-kadın-çocuk gibi ayırımlar, keskin ayırımlara dönüştürülmüştür. Böylece aile içinde olması gereken saygı-sevgi-şefkat gibi kavramlar yitirilmiştir.
Bugün, Batıda bırakınız bir hane-i saadet hayalini, bir Batılı aile yapısından söz etmemiz bile zor gözüküyor. Geçmişimizdeki hane-i saadetimizle kıyası kabul etmeyecek derecede bozulmuş ve dejenere olmuş Batılı aile parçacıklarının bir araya gelmesi en azından yakın gelecekte biraz zor görünüyor. Doğulu aile tablolarında ise, Batı tipi aile içi mücadelelerin yer yer kendisini gösterdiğine şahit oluyoruz. İslâmî aile ortamında, entelektüel kapasite arttıkça, aile saadetinin artması beklenirken, tam tersi gelişmeler görüyoruz. Acaba, ilim tahsili uğruna mücadele verdiğimiz bir başörtüsü konusuna, bir de bu açıdan bakabilir miyiz? Acaba başörtüsü meselesi, kaderin eliyle bize musallat olan bir ‘şefkat tokadı’ olabilir mi? Elbette ki ilim, erkek ve kadın herkes üzerine farzdır. Ancak, ilim arttıkça, sevgi ve saygı artmıyorsa, bunu bir düşünmemiz lazım. Acaba nerede hata yapıyoruz?
Herkesin birbirinden kuşkulandığı bir aile tablosundan, eski hane-i saadetimize doğru bir göz atarken, nereden nereye geldiğimizi, modern tabularımızın ve ön yargılarımızın bizi ne hallere düşürdüğünü sorgulamamız gerekiyor. Kamusal alanı, hane-i saadetimize tercih ederken, kazandığımız ve kaybettiğimiz değerleri de düşünmemiz lazım. Unutmayalım ki, kamusal mekânın hanesi yoktur. Dışarıda ne kadar zaman geçirilirse geçirilsin, herkesin gelip dinleneceği, rahat etmek isteyeceği bir hane-i saadete ihtiyacı vardır. Bu düşünceyle eski hane-i saadetimizi kazanmamız zor gözükse de, en azından modern olana kuşkuyla bakmayı sürdürmeliyiz kanımca. Asıl problem, modern olanı sorgulamamak ve onu sorun olarak görmemektir. Öyle ise bugünkü sorunlarla boğuşurken, önce sorunun kaynağına inmeli ve modern tavırların aileyi rencide eden ve yozlaştıran kısımları üzerine çalışmakla işe başlayabiliriz.
Ahmet Nazlı / Zafer Dergisi