Kategori arşivi: Hikayeler

Hikayeler

Faizcilikten kurtulan Habib-i Acemi maneviyat liderliğine böyle yükseldi!

İkinci hicret asrının Basra zenginlerinden biri de Habib-i Acemi idi. Acemi’nin haramlarla dolu günahlı bir hayattan vazgeçip tertemiz bir dini hayata başlaması, ibretli olduğu kadar da insanlara ümit vericidir. İşi gücü tefecilik iken nasıl kurtulup da bir maneviyat büyüğü haline gelmiş, kısaca bir göz atalım isterseniz.

Habib El Acemi TürbesiHabib-i Acemi Basra’da ticaretle meşgul oluyordu. Ama nasıl bir ticaret? Sahip olduğu parasını faizle borç veriyor, kimsenin gözyaşına bakmadan faiz üstüne faiz yükleyerek de tefecilikle zengin oluyordu. Basra sokaklarında onu gören çocuklar bile hemen kaçışıyorlar:

-Çekilin yoldan faizci Habib geliyor, ayağının tozu bulaşıp da bizi de kirletmesin, diye feryat ediyorlardı.

Bir gün kendisine yaklaşan bir gönül ehli insan:

–Efendi dedi, sen iyi kalpli birine benziyorsun; ama seçtiğin kazanç yolu iyi kalpli bir adamın yolu değildir. Gel, sen yoksulları ezen bu tefecilikten vazgeç, helal yolla hayatını kazanmaya çalış. Eğer nefsini razı edemiyorsan, git Hasan Basri’yi dinle. Ola ki kalbine, gönlüne ilham gele, Rabbimizin yardımı sana da ere!…

İhlaslı insan bu konuda ısrar edince Hasan Basri’yi merak etmeye başladı. Bir gün gidip onun meclisinde bir köşeye oturarak dinlemeye başladı. Hayret! Öylesine hoş ve yumuşak konuşuyordu ki, sanki iliklerine işliyordu söyledikleri. Bir iki gün derken Hasan Basri’nin hayranı olmaya başladı. Bu sırada yaptığı nefis muhasebesi sonunda Basra sokaklarında şöyle bir duyuruda bulundu:

-Ey Basralılar! Bundan böyle Habib’e borçlu olanlar rahat dolaşsınlar sokakta. Çünkü Habib, faizle verdiği bütün paraları Allah rızası için bağışladı! Kimsenin Habib’e borcu yoktur, bugünden itibaren böyle biline!.

Sokağa çıkamayan borçlu yoksullarda bir sevinç ki görme gitsin. Ancak Habib bununla da tatmin olmuyordu. Alacaklarını bağışlamıştı ama o güne kadar aldığı faizler vardı üzerinde. O faizler de huzurunu kaçırıyor, faiz yemiş biri olarak yaşamak istemiyordu. Bu defa da ikinci bir duyuruda bulunarak söyle sesleniyordu Basralılara:

–Kim Habib’e faiz ödemişse gelip geri alsın. Bundan böyle Habib şimdiye kadar aldığı faizlerin hepsini de sahiplerine iade ediyor, kimsenin hakkının üzerinde kalmasını istemiyor!.

Bu defa Habib’e faiz vermiş olanlar sıraya girdiler, hepsi de geçmişte verdikleri faiz paralarını tümüyle geri aldılar.

Habib, bu olaydan sonra, insanların gözünde öyle saygıdeğer bir hale geldi ki, yoldan geçerken gören çocuklar bu defa da birbirlerine şöyle sesleniyorlardı:

-Kaçın yoldan, tövbekâr Habib geliyor, ayağımızın tozları değip de onu rahatsız etmeyelim!.

Ne var ki, eskinin zengini Habib’de artık ihtiyacını karşılayacak imkan da kalmamıştı.

Nitekim çok geçmeden hanımın ikazı geldi:

-Efendi! Erzakımız da bitmek üzeredir. Bundan sonra çarşı pazara çıkıp kendine iş bulman gerekecektir. Yoksa açlık kapımızda!..

Artık Habib iş arayan bir gündelikçi durumundadır. Ancak aradığı işi de hemen bulmuş değildir. Yine Hasan Basri’nin sohbetlerine devam ediyor, münasip bir iş bulmaya da bakıyordu. Hanımı, çalışıyor musun? diye sorunca da:

-Çok cömert birinin işinde çalışıyorum, bire on misli veriyor. Bakalım bize nasıl ödeme yapacak? diye de mânâlı sözler söylüyordu. Rabbimizin, bir iyiliğe on misli karşılık veririm dediği ayetine işarette bulunuyordu.

Bir akşam yine evine eli boş dönerken:

-Ben ne söyleyeceğim şimdi bu masum hanıma? Evde erzak tükenmişti… diyerek endişe ile kapıya gelmişti ki, eşikte sıra sıra dizilmiş erzak çuvallarını gördü. Bir mânâ veremeyince kapıya çıkan hanımı sevinçle izah etti durumu:

-Bey dedi, gerçekten de işinde çalıştığın zat çok cömert biriymiş, baksana on çuval dolusu erzak göndermiş bize!.

Meğer kendisini geriden takip eden eski borçluları, şimdi yardım sırası bize geldi, diyerek birkaç misli fazlasıyla çuvalları erzakla doldurup getirmişler tam bir dönüş yapan Habib’in kapısına!.

Bunu anlayan Habib-i Acemi’nin son sözü şöyle olur:

-Hanım, ben demedim mi sana, bire on veren bir zatın işinde çalışıyorum diye. Biz Allah (cc) için bir bağışta bulunduk. O da on misliyle iâde etti bize. Demek ki insan önce niyetini, sonra amelini düzeltirse Rabbimiz de ona olan muamelesini düzeltir. Yeter ki insanda samimi bir dönüş söz konusu olsun! Ne dersiniz bu tecelliye? Gerçekten de insan yanlışlarından samimi dönüş yapsın yeter mi? Habib-i Acemi gibi bir maneviyat büyüğü dahi olabilir mi?

Ahmed Şahin / Zaman

İnsanı Tanıma Yolları..

Bir adam Hz. Ömer (r.a.)’in yanında bir hususta şâhitlikte bulunmuştu. Ömer ibnü’l-Hattâb hazretleri ona;

Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir“, dedi.

Orada bulunanlardan birisi,

Ben onu tanıyorum“, deyince Hz. ömer,

– Nasıl bilirsin?” diye sordu. O da,

Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum“, cevabını verdi.

Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu:

– Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?”

– Hayır”, diye cevap verdi adam.

Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti:

– İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alış’veriş yaptığın bir kimse midir?”

Adam tekrar,

– Hayır, dedi.

Hz. Ömer (r.a.) bu defa;

– Bununla, insanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk yaptın mı? diye sordu.

Adam bu soruya da,

Hayır, cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.),

Sen onu tanımıyorsun, dedi ve sonra da adama dönerek,

Git, seni tanıyan birini getir, buyurdu.

Demek ki bir insanı iyi tanıyabilmek, doğruluk ve dürüstlüğünden emin olabilmek için; onunla, ya yakın komşuluk yapacaksın veya alış-verişte bulunacaksın yahut da beraber yolculuk edeceksin… Aksi takdirde, yani bu ölçülerden hiçbirisi ile tartmadığın bir kişi hakkında, müsbet veya menfî yönde şahâdette bulunmayacaksın. Zira bu demektir ki, sen onu tanımıyorsun…

Bir gizli Müslümanın öyküsü: “Rahip Jean Marie Duchemin”

21 yaşında Müslüman olmuş bir Fransız genci tarafından Paris’te kurulup geliştirilen ve milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilen www.oumma.com adlı internet sitesinde, ünlü ve yüksek rütbeli bir Hıristiyan din adamının kendi elyazısıyla yazdığı, nasıl Müslüman olduğunu anlatan hatıralarının bu zâtın ölümünden sonra ortaya çıktığına dair bir haber vardı. Ve bu hatıralar, ilgili sitede yayımlanarak bütün dünyaya duyuruldu. Alışılmadık, son derece heyecan verici anılardı bunlar. Çok kısa ve özlü bir elyazısıyla yazılıp bırakılmış belgede, Batılı bir din adamının İslâm’ı nasıl arayıp bulduğunu ve nasıl hidayete erdiğini görüyor, aramızdan yakın zaman önce ayrılmış olan o mübarek insana rahmetler diliyoruz: Rahip Jean-Marie Duchemin (1908-1988), Paris havzasının batısında yer alan Sarthe bölgesinde Katolik mezhebinin önemli ve tanınmış bir siması idi.

İslâm’a girdiğini herkese ilân etmeye karar vermezden az önce, kendisini böyle bir tercih yapmaya götüren sebepleri yazıya döktü. Nasıl hidayete erdiğini “yaptım, okudum, gördüm” gibi birinci şahıs ifadeleriyle değil de, “okudu, gördü, anladı” gibi üçüncü şahıs ağzından anlattı. Bu hayat hikayesi, büyük ihtimalle 1983 yılında yazılmış olmalıdır. Rahip Abdülmecid Jean-Marie Duchemin 6 Eylül 1988’de Kazablanka şehrinde Hakk’a yürüdü.

1908 yılında, iman sahibi ve son derece dindar, koyu Katolik bir ailenin evlâdı olarak dünyaya geldi. Daha on yaşındayken Hıristiyanlığın iman, ibadet ve ahlâk esasları konusunda pek çok yetişkin Hıristiyandan daha bilgili ve daha inançlı idi. Kendisi için yaşamak ile inanmak ayrı şeyler değildi; tam aksine, ikisi de bir ve aynı şeydi. Henüz çocuk yaştayken papazlık mesleğine karşı dayanılmaz bir ilgi duydu. Sonraları, diğer meslekler ve kültür faaliyetleri kendisini az çok büyülemiş ve cezbetmişse de, din adamlığından başka bir yola gitmeyi aklından asla geçirmedi.

Yetiştiği dönemin dinî anlayışı, ailesinde, devam ettiği Hıristiyan okulunda ve dinlemeye bayıldığı kilise vaazlarında aldığı dinî eğitim sonucu, daha o gencecik yaşında, “Kilise dışında kesinlikle kurtuluş olmadığından (Hıristiyan olunmadıkça cennete girilemeyeceğinden)” kesinkes emindi. İslâmiyetten bahsedildiğini çok nadiren duymuştu. Duydukları da bu dinin çok-tanrılı ve putperest bir din olduğu iddialarıydı. Hep aleyhte ve hep aşağılayan ifadelerdi bunlar. Derken, on veya onbir yaşına doğru, sınıf öğretmeni hanım, “Katoliklik, Hz. İsa’nın getirdiği tek gerçek dindir ve insanlığı kurtuluşa ancak bu din erdirir” başlığını taşıyan dersin açıklamasını yapmaya başladı. Hoca hanım sözlerini desteklemek için diğer dinlerden de söz etmeye koyuldu. Öteki Hıristiyan mezheplerinin mensupları olan bütün Protestanları ve Ortodoksları keyifle cehenneme gönderiyor ve cennete sadece ve sadece Katoliklerin gidebileceğini söylüyordu. Hıristiyanlık dışındaki dinlere gelince; bu dinlerin müntesiplerini bütün bütün horluyor ve küçümsüyordu. Aşağılık Yahudiler güzelim Hz. İsa’yı haça gerdirmişlerdi; zavallı ve cahil Hindular bir sürü canavar tanrıya tapınıyorlardı; İblis’in teki olan sefih Muhammed—hâşâ—tarafından aldatılan ‘Muhammedîler’ Hıristiyanları katliama tâbi tutmuşlardı ve şanlı Haçlılar ne yazık ki bu kimselerin kökünü kurutamamıştı, ama cesur misyonerler dayanılmaz fedakârlıklar pahasına ve hatta hayatlarını tehlikeye atarak onları Hıristiyanlıştırmak için hâlâ gayret ediyorlardı.

Bu yaman öğretmen, alay etmek bahanesiyle, dinlerini yaymak için mücadele ederken ölümü rahatça göze alabilen bu Muhammedîlerin fanatikliğinden; gülünç küçük bir halı üzerinde namaz kılmak için onca temizlik yapmaya katlandıklarından; bütün gün katı bir oruç tutarken geceleri pisboğazlık ettiklerinden, hem de bunu koca bir ay boyunca yaptıklarından; domuz eti ve şaraptan kendilerini mahrum ettiklerinden, halbuki Allah’ın bunları insanların iyiliği için yaratmış olduğunun herkesçe bilindiğinden bahsetti!…

Bu izah tarzı, sonuçta, o genç dinleyicinin üzerinde beklenmedik bir tepkiye yol açtı. Ve yanlış yolda olmalarına rağmen dinlerinin emirlerini hakkıyla yerine getiren, Hıristiyanların pek çoğu böyle şeyleri yapmaya hiç niyetlenmezken cömertlik ve cesaret örneği sergileyen bu zavallı Muhammedîleri şöyle bir düşündü ve onlara acıdı. İşte o günden itibaren Müslümanlara karşı hem büyük bir merhamet, hem de büyük bir sempati duymaya başladı.

Papaz olduğu zaman gidip onları Hıristiyanlaştıracağını ve böylece onlara imanlarına lâyık dünya ve âhiret saadetini sağlayabileceğini ümit ediyordu. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları boyunca kâfirler, özellikle de Müslümanlar için dua ediyordu; misyonerlerin elde edebildiği bütün yayınlarını okuyor ve o önemsiz cep harçlığını misyonerlik çalışmaları için harcıyordu. Onaltı yaşına doğru, ileride İslâm ülkelerinde görev yapabilmek gayesiyle Kapüsenler tarikatına girmeye niyetlendi ve tarikata başvurdu. Doğuşundan beri daha da kararsızlaşan sağlık meselesini gözönüne alan danışmanı kendisine beklemeyi ve rüyasının gerçekleşmesini daha sonraya, sıhhatinin daha elverişli olduğu zamana ertelemeyi tavsiye etti. Yirmi yaşında rahipliğe hazırlanmak üzere papaz okuluna kaydoldu.

Orada, dinleri ve bilhassa da İslâm’ı ele alan birtakım kitapları gözden geçirme fırsatını buldu. O dönemin Katolik yayınlarının yanlı ve az çok yobaz karakterine rağmen, Hz. Muhammed ve İslâm hakkında şahsî bir kanaat edinmeye muvaffak oldu. Onun kanaatince, Hz. Muhammed samimiydi ve ‘Allah’tan korkan’ biriydi; Müslümanlar saygı duyulacak ve imanlarının sağlamlığından ötürü, çoğu zaman da, hayran olunacak insanlardı. Ona göre, İslâm, bütün hakikati kendisinde toplamamakla birlikte, müntesiplerini kurtuluşa erdirecek yeterli bir hakikate de sahip ciddî bir dindi. O devrin anlayışına göre, Müslümanlar Kilise ‘bünyesi’nin dışında kalmakla beraber Kilisenin ruhu içinde yer alıyorlardı, dolayısıyla da âhirette kurtuluşa erebilecek idiler.

1933’te rahip olunca papaz yardımcılığına tayin edildi. Rahip Charles de Foucauld’nun hayatı ve şahsiyeti hakkındaki bilgileri çok seneler öncesinden öğrenmişti. Fas’ta yalnız başına yaşayıp Müslümanlar için dua etmek üzere inzivaya çekilen bu rahip onu heyecanlandırmıştı. 1937’ye doğru, danışmak ve aralarına katılıp katılamayacağını öğrenmek üzere Trapistler Cemaatinin bulunduğu manastırda bir süre inzivaya çekildi. Verilen cevap bir kere daha hayal kırıcı oldu. Kendisine, “Şimdiki bulunduğunuz yerde hayırlı hizmetler ifa ediyorsunuz, ayrıca sizin durumunuz açısından pek uygun olmayan bir hayat şartı ve tarzına sahip cemaatimize girmeniz için sıhhatiniz de elverişli değil” denildi.

On yıl kadar sonra, kendisi bir köy papazı iken, Hıristiyanları birleştirme işiyle uğraşan bir grup tarafından basılmış dinî bir tasvir buldu. Bu tasvirin arkasında Fâtiha suresinin Fransızcası vardı. İşte o andan itibaren, her gün, Hıristiyanî dualarını yaptıktan sonra bu Fâtiha’yı ezbere okumayı bir alışkanlık hâline getirdi. 1957 yılında, artık Müslüman ülkelere bir seyahat gerçekleştirebilme umudunu yitirince, başkente yapılan toplu bir geziden yararlanarak Paris Camii’ni ziyaret etmek ve Müslümanların cemaatle namaz kıldıkları bu yerde sessizce dua etmek istedi.

Aralarına katıldığı turistler rehberin anlattıklarını dinlerken, o, dünya Müslümanlarıyla gönül birliği içinde, bütün ruhuyla sessiz sessiz Allah’a yakardı. Ve çıkışta, cami avlusunda bir Kur’ân meali satın aldı Üç gecede bütün Kur’ân’ı okudu. İnsanı şaşırtan ve Tevrat veya İnciller’deki sunuşa hiç benzemeyen Kur’ân metninin yapısı karşısında fevkalâde etkilendi. Köy yerinde ne Müslümanlarla, ne de İslâm’ı iyi bilen kimselerle karşılaşma imkânı bulamadığı için, her sene Kur’ân’ı bir veya birkaç defa ya baştan sona, ya da farklı farklı surelerden hareketle okudu durdu. Üç sene sonra hastalığına yenik düşerek köyden şehre indi. Derken, oradaki şartlar gereği, işçilerin ve çok yoksul kimselerin yardımına koşan bir faaliyet içinde buldu kendisini. Yanına Mağripli veya Afrikalı işçiler geldikleri zaman, kendilerine ‘göçmen işçiler’ muamelesi yapmıyor, aksine onlara İslâm’dan bahsediyor, Kur’ân âyetlerinden hareketle öğütler veriyordu.

Onlarla konuşa konuşa çok çabuk itimatlarını kazandı. Bu arada, toplumdan tecrit edilmiş halde yaşayan ve Fransız ortamının ayartma ve yoldan çıkarmalarına açık bu mü’minlerin bir camiden mahrum olduklarını farketti. Bu hususta piskoposluğun yardımını istirham etti. Birkaç ay sonunda piskoposluk bu iş için bazı salonlar tahsis etti ve buralar mescit hâline getirildi. Gerçi bütün bunlar hayli sıkıntılar ve düş kırıklıkları olmadan da gerçekleşmedi! Hatta Müslüman otoritelerden veya sözde imamlardan tutun da basit Müslüman halk tabakasından insanlara varıncaya kadar, bu teşebbüsünü baltalayanlar çıktı. Yine de, İslâm’a hürmetini, İslâm inanç ve ahlâkına olan güvenini kaybetmedi. Zaman zaman, kendi kendine, “Kur’ân’daki ve sufîlerin kitaplarındaki İslâm harikulâde; ama Müslümanların yaşadıkları İslâm içler acısı” diyordu.

Öte yandan, İslâmî inançları ve İslâm’ın dinî kurallarına bağlılıkları sayesinde bizim Avrupa medeniyetimizin saptırmalarından kendilerini inanılmayacak derecede korumuş Mağrip ülkelerinden ve Siyah Afrikalılardan bazı Müslümanları da tanıyordu. Onun için bütün o güçlüklere göğüs gerdi ve caminin iyi kötü hizmete sokulması için var gücüyle çalışmasını sürdürdü. Neredeyse cesaretini kaybettiği ve “Acaba Allah bu caminin olmasını istemiyor mu?” dediği anlar da oldu. En kritik bir zamanda, bu şehirde bir caminin olduğunu haber alan Tebliğ Cemaati’nden bir grup onun yanına geldi. 6 Ocak 1975 tarihiydi. Aralarında hemencecik karşılıklı bir güven doğdu ve onbeş gün sonra Clichy Camiine gitti. Orada, o kardeşler kendisine birlikte dua etmeyi teklif ettikleri zaman son derecede duygulandı. Kendi başına öğrendiği ve Müslümanlar o şehirdeki evine geldikleri zaman arasıra okuduğu Fâtiha’yı onlarla beraber tekrarladı.

Pakistan’a yolculuk tebliğ hareketinin ihvanlarıyla bu temas ona sahih, imanlı, İslâm davasına gönül vermiş ve oldukça dindar birçok Müslümanı tanıma imkânı verdi. 6 Ocak 1976’da, bir Tebliğ grubuyla Allah rızası için yola koyuldu ve kırk günlüğüne Pakistan’a gitti. Bedenen oldukça yorucu ve yıpratıcı olmakla birlikte, bu seyahat, orada da onun titiz ve ateşli Müslüman bir cemaatle uzun süreli ilişkiler kurmasını sağladı. Genellikle ifade edersek, hepsi de onun bir Katolik papazı olduğunu bildiği halde, gerek Fransa’da gerek Pakistan’da bu Müslümanların kendisini bağırlarına basmalarından, Clermont-Ferrand’daki Müslüman üniversite öğrencilerinin de aynı şekilde kendisine kucak açmalarından hayli etkilendi.

Üç kere ondan camide konuşma yapması istendi. Bu Müslüman kardeşlerinin kendisinin Müslümanlığa geçmesi için asla baskı yapmayarak gösterdikleri nezaket ve kibarlık da onun gönlünü fethetti. Kısacası, Müslümanların sözde hoşgörüsüzlüğü ve sözde fanatikliği konusunda ne düşünmek gerektiğini bizzat kendi tecrübesiyle öğrendi. Bütün bu yıllar içinde, ‘öteki’ne saygı duyma kaygısından ve diyalog kurabilme ihtiyacından ötürü, İslâm konusundaki bilgilerini derinleştirdi. Müslüman mü’minlerle kurduğu kardeşlik sebebiyle 1976’dan itibaren (Hıristiyan imanını ve Hıristiyan ibadetlerini koruyup devam ettirmekle beraber) Müslümanların beş vakit namazını da muntazaman, hem de tek başına kılar oldu; domuz eti yemeyi bıraktı ve Ramazan aylarında oruç tuttu. Bu esnada, kendisine Hıristiyanlık hakkında sorular yönelten Müslümanlara en doğru cevapları verebilmek için, Hıristiyan akaidi elkitaplarına yeniden müracaat etmeye başladı. Böylece Hz. İsa’nın öğütlediği ahlâk ile Kur’ân veya hadislerin öğütlediği ahlâkın özü itibarıyla bir ve aynı olduğunu keşfetti.

Allah’ın tekliği, yaratılış ve insanlığın kaderi konusundaki inançlara gelince, iki din arasında çok sayıda farklılığın olduğunu gözlemledi. En büyük güçlük Hz. İsa’nın şahsında ve misyonunda yatıyordu. Bazılarının dediği gibi, Hz. Muhammed’in Allah’a iman esaslarını İnciller öncesi safhaya geri götürdüğü mü söylenmeliydi? Yoksa, başkalarının iddia ettiği gibi, Hz. Muhammed’in, Kilise ve Hıristiyanlar tarafından gerçek tabiatı üzerine ilave edilmiş şeylerin tümünden Hz. İsa’nın kişiliğini temizlemiş olduğu mu? Ayrıca, şu sorular da vardı: Tek Allah mı, yoksa Üçlü Tanrı mı sözkonusu? İncillerde ve Kilise dogmalarında Teslis (üç unsurdan oluşan Tanrı) dogmasının temeli nedir? Şaraplı ekmek, günah çıkarma gibi takdis âyinlerinin menşei nedir? Allah’a ulaşmak için mutlaka Kilisenin aracılığına mı başvurulmalı, yoksa İslâm’daki gibi aracıya müracaat edilmemeli miydi? Allah engin rahmetiyle bizzat kendisi mi insanlığı affeder? Yoksa oğlu İsa’nın mecburen kurban edilmesi mi gerekiyordu?

Yıllar boyu bütün bu meseleleri araştırdı. Sonunda birbiri ardınca gelen nesiller içinde insanların Kitab-ı Mukaddes’i değiştirmiş olduklarını farketti. Kendi kendine soruyordu: Şimdiki İnciller içinde Hz. İsa’nın kendi sözleri hangileridir, hepsi de Tarsuslu Pavlus’tan etkilenmiş olan İncil yazarlarının yorumları hangileridir? İncillerin İsa’sı ve Aziz Pavlus’un İsa’sı ile tarihteki Hz. İsa gerçekten aynı kişi midir?Sapkın’ mezhepleri incelerken birbirinden çok farklı ve zıt Hıristiyan akidelerinin gelişiminde önce Roma, ardından da Bizans imparatorlarının etkisini farketti. Kim haklıydı? Hakikate sahip olan kimdi? Kendi kendisini yanılmaz ilân eden, fakat bu hususta elinde inandırıcı deliller bulunmayan bir din adamları hiyerarşisi tarafından boğulup susturulan bu değişik akideler üstelik yüzyıllar içinde uzanıp gidiyordu. Hıristiyanlığın ve İslâm’ın yayılışı hıristiyanlığın dünyaya hayli katkıda bulunduğu doğrudur. Fakat evrensel bilinci bir tek kendisi oluşturmuş değildir ki…

Öte yandan, tek Allah inancına sahip büyük dinlerde bulunan temel bilgilerin ve talimatın yanına, ayrıca İnciller aracılığıyla aktarılan Hz. İsa’nın mesajının arasına, kitabî de, ilâhî de ciddî dayanakları olmayan ne inanışlar, ne âyinler ilâve edildi! Nitekim, İncillere göre Hz. İsa kendisini Allah’ın ‘kulu’ olarak takdim etti. Kendisine bir ilâh gibi tapınılmasını asla istemedi. Hıristiyanlığın ilâhî kaynaklı olduğunu ispatlamak için, sık sık, çok çabuk yayılması ile asırlara meydan okuyan sürekliliği delil olarak gösterilir. Halbuki, şöyle bir düşünüldüğünde, bu gelişme ve yayılmanın iki beşerî sebebi görülür:

a. Roma imparatorluğunda kullanılan iki dil, yani Latince ve Grekçe, çeşitli diller engeliyle karşılaşmak zorunda kalmayan Hıristiyanlığın yayılışını kolaylaştırmıştır.

b. Bilhassa da İmparator Konstantin’den (312-337) itibaren Hıristiyanlık ‘devletin resmî dini’ olarak ilân edildiğinden, Roma’ya boyun eğmiş ve ‘İlâh Sezar’a resmî ve dayatmacı bir tapınmayla tapmaya alışmış halkların, elbette Kilise tarafından, ama aynı zamanda da dünyanın efendisi Roma imparatoru tarafından teklif edilmiş yeni Tanrı’yı kabule hazır görünmeleri tabiî idi (Burada aslında pek önemli olmayan, fakat yine de düzeltilmesi gereken küçük bir hata var. Hıristiyanlık resmî din olarak yukarıda belirtilen tarihlerde değil de, ondan elli-altmış yıl daha sonra ilân edilmiştir—belgeyi yayınlayan sitenin notu).

Bir de İslâm’ın yayılışına bakalım. Bir adam, yani Hz. Muhammed aleyhisselâm insanları bir dine ve bu dini tavizsiz yaşamaya davet ediyor; başlangıçta kendisine mütevazi menşeli sadece bir avuç insan tâbi oluyor ve kudret sahiplerinin eziyetlerine maruz kalıyor. Bir iman ve bir ahlâk getirip teklif ettiğinden, daha sonra bir devlet kurması ve bunu savunması gerekiyor. Kendisi hayatta iken inen vahiy, bazı sahabilerine emanet ediliyor, fakat aynı zamanda birçok mü’min tarafından ezberleniyor, bir yandan da yazıyla tespit ediliyor. Daha sonra ise vahyin derlenip toparlandığı bu Kur’ân, lisanlarının farklılığına rağmen pek çok milletlere ilâhî mesajı kendisi ulaştırıyor. Hz. Peygamber’in vefatından bir asır sonra İslâm, Medine’den başlayarak Avrupa’ya varıncaya kadar bütün istikametlerde yayılan dine dayalı bir cihan devleti kuruyor. Ve dine dayalı bu lidersiz ve hiyerarşisiz cihan devleti, (dinî olmaktan ziyade şahsî veya politik) birçok iç anlaşmazlıklara rağmen ayakta kalıyor. Hıristiyan dünyasının kendisine karşı yürüttüğü Haçlı seferlerine direniyor. Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri onu çökertemiyor. Bugün, İslâm’ın bütün dünyaya yayıldığını ve inananlarının sayısını da günden güne artırdığını görüyoruz. Şayet Allah bu dinin arkasında olmasaydı, İslâm doğup ilerleyebilir ve bütün bu saldırgan güçlere mukavemet edebilir miydi? Üstelik bu İslam, Hz. Peygamber hayatta iken nasıl ise bugün de aynı şekilde hiç bozulmadan olduğu gibi duruyor ve devam ediyor.

İnanç sistemi de, ibadet şekli de hiç değişmeden kaldı. Her ikisinde de hiçbir sapma olmadı. Gerek beşerî veya siyasî iktidarlarla, gerekse karşılaşılan medeniyetlerle İslâm’ın inanç ve ibadetlerinden tavizler vererek uzlaşma yoluna gidilmedi. Şiddetli baskı ve zulümlere rağmen, çok çeşitli milletler ve farklı, hatta zıt kültür, sınıf ve sosyal mevkiden insanlar tarafından benimsenip kabul edilegeldi. Hem de onüç asırdan beri…

İşte bütün bu ölçülü, iyi düşünülüp taşınılmış mülâhazalar, yavaş yavaş onu [bu satırların yazarını—çev.] asıl can alıcı ve temel soruyu kendi kendisine sormaya sevketti. Bu manevî güzergâhı ciddiyetle, sükunetle ve sabırla katedebilmesi için elbette kendisine seneler ve seneler gerekti. Gerçi bu geçiş süreci içinde, büyük şaşkınlıklar, derin ıstıraplar ve sert kırılmalar da yaşadı. Fakat sonunda Allah’ın dâvetini engin bir gönül rahatlığıyla kabul ve tasdik etti. Hıristiyanlığı da, İslâm’ı da birlikte yaşamış ve dinî hayatında tatbik etmişti. Ama artık bir tercih yapmasının da vakti gelmişti. Sessizce kararını aldı ve gizlice İslâm’a girdi. Ailesinin, çevresinin ve ortamın esiri olarak, bu hidayetini hemen hemen beş yıl, gizlilik içinde yaşamaya mecbur kaldı. Şartların kendisini daha serbest bir hâle getirdiği şu sıralarda ise, aldığı karardan âmirleri durumundaki Kilise yetkililerini haberdar etmek ve şahitler önünde kelime-i şehadet getirip İslâm’a girişine dair resmî başvuruyu yapmak için uygun bir zamanı—ki fazla gecikmeyecektir—kolluyor.

Acaba sonuçlar kendisi için ne olacak? Bakalım dost ve akrabalarının tepkileri ne olacak?

Cemal Aydın / Zafer Dergisi

İbretlik Bir Hayat Hikayesi

Hasan masasında oturmuş kitap okuyordu. Kitap okumayı çok seven ve  çok kitap okuyan birisiydi. Kitabın arasında bir şiire gözü ilişti. Şiiri okumaya başladı. Şiir çok duygusal ve etkileyici bir şiirdi.

Şiir şöyle başlıyordu:

Gitmişti makama arzuhal için

Bey dedi yutkundu eğdi başını

Bir azar yedi ki oldu o biçim

Şey dedi yutkundu eğdi başını

İlk kıt’ayı okur okumaz başka  dünyalara gitti. Birden çocukluk yıllarına gitti.Babasıyla birlikte köyden şehre okula kaydolmak için gittiğinde başından geçenler aklına geldi. Gözlerinden sicim sicim yaşlar dökülmeye başladı. İkinci kıtayı okumaya başladı.

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı

Gözler çakmak çakmak benzi sapsarı

Bir konağa baktı alttan yukarı

Vay dedi yutkundu eğdi başını

………………………………………….

Döndü gözlerinde bulgur bulgur yaş

Sandım can evine döktüler ataş

Sordum memleketin nere gardaş

Köy dedi yutkundu eğdi başını

Kıtaları okudukça daha da duygulandı. Babasının nüfus memurun dan, Okul müdüründen yediği fırça ve hakaretleri birden gözlerinin önünden geçti.

Babası Hasan’ın nüfus cüzdanını çıkarmamıştı. Yani Hasan ilkokula kimliksiz kayıt olmuştu. Fakat ortaokul için kimlik şart idi. Hasan’ı okula kaydetmeye gittikleri zaman Okul müdürü Hasan’ın kimliksiz kaydı olmayacağını, şimdiye kadar neden kimlik çıkartmadıklarını, bu kadar cahillik ve sorumsuzluğun olmayacağını söyleyerek Hasan’ın babasını çok kötü bir şekilde azarlamıştı. Babada sessizce bu azarları içine atmıştı. Babasının Okul Müdüründen yediği azarlar bir kenara birde nüfus memurundan yediği azarlar Hasan’ın gönül dünyasında çok büyük yaralar açmıştı. Artık ne olursa olsun okuması gerektiğini düşünüyordu.

Babası okul okumamış olmasına rağmen çok aydın ve inançlı bir insandı. Bütün bu olanlardan sonra çocuğunun etkilendiğini düşünerek onu teselli etmeye çalışarak şunları söylüyordu:

-Oğlum okuyacaksın,

-Büyük adam olacaksın.

-fakat; insanlara iyi yaklaşacaksın.

-Her zaman Allah rızasını gözeteceksin.

-Görevi insanları ezmek için değil insanlara hizmet için düşüneceksin.

-Unutma ! İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.

Babasından dinlediği nasihatlerden sonra biraz daha rahatlamıştı. Fakat Hasan’ın yaşadıkları zihnine adeta kazınmış ve çok kötü bir yer edinmişti. Kendi kendine eğer okuyup büyük adam olursa herkese iyi davranacağını, kimseye kötü davranmayacağını, insanlara hakaret etmeyeceğini onlara değer vereceğini dair söz verdi.

Okumak onun için artık en büyük hedefti. Yıllar yılları kovaladı. Büyük zorluklarla da olsa köylü çocuğu Hasan okudu. Siyasal bilgileri bitirdi. Kaymakam olarak geri kalmış bir ilçeye atandı.

       Hasan şiirin diğer kıtalarını okudukça çocukluğunda babasıyla birlikte başından geçenleri ve şimdiki durumunu karşılaştırarak sevinç ve hüzünle karışık hüngür hüngür ağladı.

Artık hayallerini gerçekleştirmişti. Köylü çocuğu Hasan, Kaymakam Hasan olmuştu. Babasının nasihatlerini unutmadan kapısını ardına kadar halka açmıştı. Halkla bütünleşmiş. İlçe halkı ile birlikte çok güzel şeyler yapmıştı. İlçeye birçok güzel şeyler kazandırmıştı. İlçe halkı ona hep dualar ediyordu.

Bir gün İl merkezine giderken yolda kaza geçirdi. Kazada ağır yaralanmıştı. Hayatında yaşadığı olaylar gözlerinin önünden film şeridi gibi geçiyordu. O anda babasını hatırladı ve ağzından şu sözler döküldü .’’Baba sana layık olmaya çalıştım,sana layık olmaya çalıştım’’deyip şehadet getirdikten sonra ruhunu rahmana teslim etti.

Kel, Kör ve Alatenli

BENÎ İSRAİL’DEN üç kişi vardı: biri alatenli, biri kel, biri de kör. Allah bunları imtihan etmek istedi. Bu maksatla onlara (insan suretinde) bir melek gönderdi.

Melek önce alatenliye geldi. Ve:

“En çok neyi seversin?” dedi.

Adam:

“Güzel bir renk, güzel bir cild, insanları benden tiksindiren hâlin gitmesini!” dedi.

Melek onu meshetti. Derken çirkinliği gitti; güzel bir renk, güzel bir cild sahibi oldu.

Melek ona tekrar sordu:

“Hangi mala kavuşmayı seversin?”

“Deveye!” dedi, adam. Anında ona on aylık hamile bir deve verildi.

Melek:

“Allah bunları sana mübarek kılsın!” deyip (kayboldu) ve kelin yanına geldi.

“En ziyade istediğin şey nedir?” dedi.

Adam:

“Güzel bir saç ve halkı ikrah ettiren şu hâlin benden gitmesi!” dedi.

Melek, keli elleriyle meshetti, adamın keli gitti. Kendisine güzel bir saç verildi.

Melek tekrar:

“En çok hangi malı seversin?” diye sordu.

Adam:

“Sığırı!” dedi ve hemen kendisine hamile bir inek verildi.

Melek:

“Allah bu sığırı sana mübarek kılsın!” diye dua etti ve körün yanına gitti. Ona da:

“En çok neyi seversin?” diye sordu.

Adam:

“Allah’ın bana gözümü vermesini ve insanları görmeyi!” dedi.

Melek onu meshetti ve Allah da gözlerini anında iade etti.

Melek ona da:

“En çok hangi malı seversin?” diye sordu. Adam:

“Koyun!” dedi. Derhal doğurgan bir koyun verildi.

Derken sığır ve deve yavruladılar, koyun da kuzuladı. Çok geçmeden birinin bir vadi dolusu develeri, diğerinin bir vadi dolusu sığırları, öbürünün de bir vadi dolusu koyunları oldu.

Sonra melek, alatenliye, onun eski hâli ve heyetine bürünmüş halde (alatenli bir adam kılığında) geldi ve:

“Ben fakir bir kimseyim, yola devam imkânlarım kesildi. Şu anda Allah ve senden başka yardım edecek kimse yok! Sana şu güzel rengi, şu güzel cildi ve malı veren Allah aşkına bana bir deve vermeni talep ediyorum! Tâ ki onunla yoluma devam edebileyim!” dedi.

Adam:

“(Olmaz öyle şey, onda nicelerinin) hakları var!” dedi ve yardım talebini reddetti.

Melek de:

“Sanki seni tanıyor gibiyim! Sen alatenli, herkesin ikrah ettiği, fakir birisi değil miydin? Allah sana (sıhhat ve mal) verdi” dedi.

Ama adam:

“(Çok konuştun!) Ben bu malı büyüklerimden tevârüs ettim!” diyerek onu tersledi.

Melek de:

“Eğer yalancı isen Allah seni eski hâline çevirsin!” dedi ve onu bırakarak kelin yanına geldi. Buna da onun eski hâlinde, (yani) kel birisi olarak göründü. Ona da öbürüne söylediklerini söyleyerek yardım talep etti. Bu da önceki gibi talebi reddetti.

Melek buna da:

“Eğer yalancıysan Allah seni eski hâline çevirsin!” deyip, köre uğradı. Buna da onun eski hâli heyeti üzere (yani bir kör olarak) göründü.

Ona da:

“Ben fakir bir adamım, yolcuyum, yola devam etme imkânım kalmadı. Bugün, evvel Allah, sonra senden başka bana yardım edecek yok! Sana gözünü iade eden Allah aşkına senden bir koyun istiyorum; tâ ki yolculuğuma devam edebileyim!” dedi.

Kör adam cevaben:

“Ben kör idim. Allah gözümü iade etti. Fakirdim, (mal verip) zengin etti” dedi. “İstediğini al, istediğini bırak! Vallahi, bugün Allah adına her ne alırsan, sana zorluk çıkarmayacağım!”

Melek de:

“Malın hep senin olsun! Sizler imtihan olundunuz. Senden memnun kalındı, ama diğer iki arkadaşına gadap edildi” (dedi ve gözden kayboldu).       

[Prof. İbrahim Canan’ın tercümesiyle sunduğumuz bu kıssa, Resûlullah’ın dilinden Ebu Hureyre’nin(r.a.) rivayeti olarak, Buhârî, Enbiya 50; Müslim, Zühd 10’da zikredilmektedir.]

08/12/2001

© 2012 karakalem.net, İsmail Örgen