Etiket arşivi: hrıstiyanlık

Danimarkalı Papaz ve Cehennem Tartışması

Biz Müslümanlar, ahiretin varlığının daha çok Yahudiler için sorun teşkil ettiğini düşünürüz. Öyledir de. Kendilerine tanınan onca fırsatı doğru dürüst değerlendiremedikleri için ahiretten kendilerine pek bir nasip düşmeyeceği fikri herkesten önce Yahudilerin kendi arasında yaygındır. Nasıl yaygın olmasın? Kendileriyle yapılan ahitlere sadık kalmamakla yetinmemiş, bir de gönderilen peygamberleri öldürmüşler. Allah şefkatinden onlara en son bir fırsat daha vermiş. Bütün yaptıklarına rağmen, eğer Resul-i Ekrem’e (a.s.m.) ittiba etseler yine önlerine bir kurtuluş yolu açılacakken, o yolu da kendi elleriyle kapatmışlar. Bu şartlar altında, Yahudilerin Allah’tan ümit kesmeleri ve ahiretten bir beklentilerinin olmaması son derece normal görünüyor.

Bu ümitsizliğe düşüşün somutlaşmış hâlini, Hazreti Peygamber’in (a.s.m.) dünyaya geldiğini haber alan Yahudilerin hüzne garkoluşunda okumak mümkün. Onlardan kimi, daha çocuk yaşta ol Nebi’nin (a.s.m.) iki kürek kemiği arasındaki peygamber mührünü görünce ilâhî iradenin kendi yanlarından ayrılmış olduğunu anlayıp üstlerini başlarını yırtmaya başlamamış mıydı?

Psikolojide bir kaidedir: Aşırı korku, insanı gerçeği görmemeye ya da o gerçeği reddetmeye sürükler. Yahudilerin hâli işte buna benziyor. Ahiretten korktukları için onu reddediyorlar. Dolayısıyla, geriye tek bir yol kalıyor: Kibirli bir milliyetçilik ve şu dünyada kazanılan geçici başarılar. Ötesi mi? Ötesi yalan onlar için. Şimdi Fatiha Suresi’nin sonunda Yahudileri ima eden ifadeyi daha iyi anlayabiliriz. Surenin sonunda Yahudiler için mağdub diye bir ifade yer alır. Yani “gazaba uğrayanlar.” Yani hak kendilerine ulaştıktan sonra bunu bile bile reddedip yüz çeviren ve atalarının dinine körü körüne tabi olduğu için gazaba uğrayanlar.

İşte Yahudilerin hal-i pürmelalini Cenab-ı Hakk böyle tanımlıyor. Burada dikkat edilirse, “gazaba uğrayacaklar” değil, “gazaba uğrayanlar” ifadesi yer alıyor. Demek ki Yahudiler inkâra düştükleri andan itibaren gazabın kucağına da düşmüş oluyorlar.

Hıristiyanlara gelince, aynı surenin sonunda onlar için de bir ifade yer alıyor: Dallin. Bu ifade ile kastedilen, hak ve doğru olan yolu bulamayarak sapan kimselerdir. Müfessirler, burada sapan kimseleri “Hıristiyanlar” olarak tefsir etmişlerdir. Hazreti İsa’nın (a.s.) beşeriyetini reddederek teslis inancını benimseyen Hıristiyanlar, en başta tevhid akidesinden saptılar. Allah’ı üçlediler. Sonrasında gerisi çorap söküğü gibi geldi. Bir kurum olarak Kilise ve Hıristiyan din adamları, Allah’ın yeryüzünde hükmüne ortak olma hakkını rahatlıkla kendilerinde görebildiler. Öyle ya, peygamber, tanrının bir görünümü ise, onun varislerinin de bundan bir pay almaya hakları vardı.

papa vatikanNitekim, bugün Vatikan’da oturan Papa’nın dinî hükümleri değiştirebilme hakkı, bu itikadî sapmadan gücünü alıyor. Hatırlayacağınız üzere, Papa geçenlerde bu hakkını kullanıp, yedi ölümcül günaha yedi adet günah daha ekledi. Ne diyelim, hayırlı olsun! Burada esas sorulması gereken kritik soru şu: Hıristiyanlık neden sürekli sapma temayülü gösteriyor? Hıristiyanlar buna mecbur mu ya da mecbur muydu? Belki mecbur değildiler ama buna engel olmaya yetecek güçleri de yoktu. Ve hiçbir zaman da olmadı. Çünkü kutsal kitapları olan İncil, Hazreti İsa’nın ölümünden çok sonra, bir kısmı havarileri tarafından bir kısmı da onların takipçileri tarafından kaleme alındı. Onunla da kalmadı, sonradan kitaba başka tahrifat karıştı. Kelâm âlimlerinin haklı olarak ifade ettiği gibi, Hıristiyanların İncil’i, en fazla Müslümanların hadîs kitapları seviyesindedir. Hatta çoğu, ona bu seviyeyi de vermiyor. Doğrudan doğruya Allah kelamı olan Kur’ân-ı Kerim ile bu açıdan İncil’in kıyası mümkün bile değildir.

İşte dinî akidenin çok da sağlam olmayan bir yol ile mushaf haline getirilmiş olması, geçmişte ve bugün Hıristiyanlığın en zayıf yönünü oluşturuyor. Ve Hıristiyanlığın sapma temayülü yahut potansiyelinin yüksek oluşu da, yine bu sebepten ileri geliyor. Bugünlerde, söz konusu sapmayla ilgili yeni bir gelişme kendinden oldukça söz ettirmeye başladı. Gelişme ya da tartışmanın başlangıcı, Norveç’te üzerinde çalışma yürütülen yeni İncil çevirileri. Protestan Hıristiyanlar, genel Hıristiyanlık içinde seküler yanı ağır basan kesimi oluşturmaları hasebiyle, ahiret inancına ve onun bir parçası olan cehenneme yeni İncil çevirilerinde yer vermek istemiyorlar. Bu tartışmalar Danimarka’da da yansımasını buldu. Danimarkalı papaz Jacob Holm, “İnsanların sonsuza kadar cezalandırıldığı bir cehennem hayatı yok.” dedikten sonra iddiasını şu şekilde temellendirmekten geri durmadı: “İncil’de somut olarak bir cehennem tarifi bulunmuyor.”

Eğer Danimarkalı papaz haklıysa—ki konunun uzmanları, İncil’de cehennemin ayrıntılı bir tarifinin bulunmadığını söylüyorlar—Hıristiyanlığın sapma eğiliminin nereden kaynaklandığı bu meselede kendini açıkça gösteriyor demektir. Anlayacağınız, kutsal kitabın zayıflığının, akidenin zayıflatılmasına nasıl zemin teşkil ettiğine dair çarpıcı bir örnekle karşı karşıyayız. Oysa, ahiret hayatı Kur’an-ı Kerim’de cismanî olarak tarif edilmektedir. Sadece İbrahim Suresi’nde yer alan “O gün suçluları yan yana zincirlere vurulmuş olarak görürsün. Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir” âyeti, bu hususu açıklamaya yeterlidir (İbrahim Sûresi, 21). Kur’an’a göre cennet de, cehennem de, tende hissedilecektir. Eğer Kur’an ahiret hayatını bu şekilde ayrıntılı tarif etmemiş olsaydı, herhalde biz de bugün Hıristiyanlar gibi cehennemi sadece “insanın kalbinde hissettiği bir hâl” olarak tarif etmeye yeltenebilirdik. Bu açıdan bakıldığında, Kur’an’ın “yaş kuru ne varsa..” ele alması ve muhkem konuları aksi bir yoruma meydan vermeyecek açıklıkta beyan etmesi, İslâmiyetin bugünlere kadar sapasağlam gelmesinin başlıca amili olarak görünüyor. Belki bazılarımıza çok önemliymiş gibi gözükmeyen Kur’ân’ın bu mükemmelliği, Müslümanlar olarak bizleri Hıristiyanların yaşadığı sapmaya benzer pekçok sapmadan geçmişte olduğu gibi şimdi de alıkoyuyor.

Bugün Hıristiyan âlemi o hale geldi ki, cehennem gibi temel bir mesele, gazetelerde halk oyuna sunuluyor. Geçen ay Norveç’te yapılan ankete katılanların % 70’i “Cehennem kalsın” derken, % 30’u “Cehennem kaldırılsın” demiş—kendilerini ne zannediyorlarsa? Bazıları da yetinmemiş, bir de gazeteye yazdıkları okuyucu mektuplarıyla “Sadece cehennem değil, Tanrı’nın varlığını da tartışmamız gerekir. Tanrı varsa neden açlık var? Neden savaşlar var?” diye şikâyetlerini yazıvermişler. Böyle giderse, Hıristiyanlar gayet demokratik yöntemlerle yakında kendilerine nurtopu gibi bir tanrısız din ihdas edecekler gibi görünüyor. Papa’nın yedi ölümcül günaha eklediği yedi günaha dediğim gibi buna da “Haydi hayırlısı!” diyeceğim, ama ortada herhangi bir hayır görünmüyor doğrusu. Siz görüyor musunuz?

Hilmi Orhan / Zafer Dergisi-Mayıs 2008

Bir gizli Müslümanın öyküsü: “Rahip Jean Marie Duchemin”

21 yaşında Müslüman olmuş bir Fransız genci tarafından Paris’te kurulup geliştirilen ve milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilen www.oumma.com adlı internet sitesinde, ünlü ve yüksek rütbeli bir Hıristiyan din adamının kendi elyazısıyla yazdığı, nasıl Müslüman olduğunu anlatan hatıralarının bu zâtın ölümünden sonra ortaya çıktığına dair bir haber vardı. Ve bu hatıralar, ilgili sitede yayımlanarak bütün dünyaya duyuruldu. Alışılmadık, son derece heyecan verici anılardı bunlar. Çok kısa ve özlü bir elyazısıyla yazılıp bırakılmış belgede, Batılı bir din adamının İslâm’ı nasıl arayıp bulduğunu ve nasıl hidayete erdiğini görüyor, aramızdan yakın zaman önce ayrılmış olan o mübarek insana rahmetler diliyoruz: Rahip Jean-Marie Duchemin (1908-1988), Paris havzasının batısında yer alan Sarthe bölgesinde Katolik mezhebinin önemli ve tanınmış bir siması idi.

İslâm’a girdiğini herkese ilân etmeye karar vermezden az önce, kendisini böyle bir tercih yapmaya götüren sebepleri yazıya döktü. Nasıl hidayete erdiğini “yaptım, okudum, gördüm” gibi birinci şahıs ifadeleriyle değil de, “okudu, gördü, anladı” gibi üçüncü şahıs ağzından anlattı. Bu hayat hikayesi, büyük ihtimalle 1983 yılında yazılmış olmalıdır. Rahip Abdülmecid Jean-Marie Duchemin 6 Eylül 1988’de Kazablanka şehrinde Hakk’a yürüdü.

1908 yılında, iman sahibi ve son derece dindar, koyu Katolik bir ailenin evlâdı olarak dünyaya geldi. Daha on yaşındayken Hıristiyanlığın iman, ibadet ve ahlâk esasları konusunda pek çok yetişkin Hıristiyandan daha bilgili ve daha inançlı idi. Kendisi için yaşamak ile inanmak ayrı şeyler değildi; tam aksine, ikisi de bir ve aynı şeydi. Henüz çocuk yaştayken papazlık mesleğine karşı dayanılmaz bir ilgi duydu. Sonraları, diğer meslekler ve kültür faaliyetleri kendisini az çok büyülemiş ve cezbetmişse de, din adamlığından başka bir yola gitmeyi aklından asla geçirmedi.

Yetiştiği dönemin dinî anlayışı, ailesinde, devam ettiği Hıristiyan okulunda ve dinlemeye bayıldığı kilise vaazlarında aldığı dinî eğitim sonucu, daha o gencecik yaşında, “Kilise dışında kesinlikle kurtuluş olmadığından (Hıristiyan olunmadıkça cennete girilemeyeceğinden)” kesinkes emindi. İslâmiyetten bahsedildiğini çok nadiren duymuştu. Duydukları da bu dinin çok-tanrılı ve putperest bir din olduğu iddialarıydı. Hep aleyhte ve hep aşağılayan ifadelerdi bunlar. Derken, on veya onbir yaşına doğru, sınıf öğretmeni hanım, “Katoliklik, Hz. İsa’nın getirdiği tek gerçek dindir ve insanlığı kurtuluşa ancak bu din erdirir” başlığını taşıyan dersin açıklamasını yapmaya başladı. Hoca hanım sözlerini desteklemek için diğer dinlerden de söz etmeye koyuldu. Öteki Hıristiyan mezheplerinin mensupları olan bütün Protestanları ve Ortodoksları keyifle cehenneme gönderiyor ve cennete sadece ve sadece Katoliklerin gidebileceğini söylüyordu. Hıristiyanlık dışındaki dinlere gelince; bu dinlerin müntesiplerini bütün bütün horluyor ve küçümsüyordu. Aşağılık Yahudiler güzelim Hz. İsa’yı haça gerdirmişlerdi; zavallı ve cahil Hindular bir sürü canavar tanrıya tapınıyorlardı; İblis’in teki olan sefih Muhammed—hâşâ—tarafından aldatılan ‘Muhammedîler’ Hıristiyanları katliama tâbi tutmuşlardı ve şanlı Haçlılar ne yazık ki bu kimselerin kökünü kurutamamıştı, ama cesur misyonerler dayanılmaz fedakârlıklar pahasına ve hatta hayatlarını tehlikeye atarak onları Hıristiyanlıştırmak için hâlâ gayret ediyorlardı.

Bu yaman öğretmen, alay etmek bahanesiyle, dinlerini yaymak için mücadele ederken ölümü rahatça göze alabilen bu Muhammedîlerin fanatikliğinden; gülünç küçük bir halı üzerinde namaz kılmak için onca temizlik yapmaya katlandıklarından; bütün gün katı bir oruç tutarken geceleri pisboğazlık ettiklerinden, hem de bunu koca bir ay boyunca yaptıklarından; domuz eti ve şaraptan kendilerini mahrum ettiklerinden, halbuki Allah’ın bunları insanların iyiliği için yaratmış olduğunun herkesçe bilindiğinden bahsetti!…

Bu izah tarzı, sonuçta, o genç dinleyicinin üzerinde beklenmedik bir tepkiye yol açtı. Ve yanlış yolda olmalarına rağmen dinlerinin emirlerini hakkıyla yerine getiren, Hıristiyanların pek çoğu böyle şeyleri yapmaya hiç niyetlenmezken cömertlik ve cesaret örneği sergileyen bu zavallı Muhammedîleri şöyle bir düşündü ve onlara acıdı. İşte o günden itibaren Müslümanlara karşı hem büyük bir merhamet, hem de büyük bir sempati duymaya başladı.

Papaz olduğu zaman gidip onları Hıristiyanlaştıracağını ve böylece onlara imanlarına lâyık dünya ve âhiret saadetini sağlayabileceğini ümit ediyordu. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları boyunca kâfirler, özellikle de Müslümanlar için dua ediyordu; misyonerlerin elde edebildiği bütün yayınlarını okuyor ve o önemsiz cep harçlığını misyonerlik çalışmaları için harcıyordu. Onaltı yaşına doğru, ileride İslâm ülkelerinde görev yapabilmek gayesiyle Kapüsenler tarikatına girmeye niyetlendi ve tarikata başvurdu. Doğuşundan beri daha da kararsızlaşan sağlık meselesini gözönüne alan danışmanı kendisine beklemeyi ve rüyasının gerçekleşmesini daha sonraya, sıhhatinin daha elverişli olduğu zamana ertelemeyi tavsiye etti. Yirmi yaşında rahipliğe hazırlanmak üzere papaz okuluna kaydoldu.

Orada, dinleri ve bilhassa da İslâm’ı ele alan birtakım kitapları gözden geçirme fırsatını buldu. O dönemin Katolik yayınlarının yanlı ve az çok yobaz karakterine rağmen, Hz. Muhammed ve İslâm hakkında şahsî bir kanaat edinmeye muvaffak oldu. Onun kanaatince, Hz. Muhammed samimiydi ve ‘Allah’tan korkan’ biriydi; Müslümanlar saygı duyulacak ve imanlarının sağlamlığından ötürü, çoğu zaman da, hayran olunacak insanlardı. Ona göre, İslâm, bütün hakikati kendisinde toplamamakla birlikte, müntesiplerini kurtuluşa erdirecek yeterli bir hakikate de sahip ciddî bir dindi. O devrin anlayışına göre, Müslümanlar Kilise ‘bünyesi’nin dışında kalmakla beraber Kilisenin ruhu içinde yer alıyorlardı, dolayısıyla da âhirette kurtuluşa erebilecek idiler.

1933’te rahip olunca papaz yardımcılığına tayin edildi. Rahip Charles de Foucauld’nun hayatı ve şahsiyeti hakkındaki bilgileri çok seneler öncesinden öğrenmişti. Fas’ta yalnız başına yaşayıp Müslümanlar için dua etmek üzere inzivaya çekilen bu rahip onu heyecanlandırmıştı. 1937’ye doğru, danışmak ve aralarına katılıp katılamayacağını öğrenmek üzere Trapistler Cemaatinin bulunduğu manastırda bir süre inzivaya çekildi. Verilen cevap bir kere daha hayal kırıcı oldu. Kendisine, “Şimdiki bulunduğunuz yerde hayırlı hizmetler ifa ediyorsunuz, ayrıca sizin durumunuz açısından pek uygun olmayan bir hayat şartı ve tarzına sahip cemaatimize girmeniz için sıhhatiniz de elverişli değil” denildi.

On yıl kadar sonra, kendisi bir köy papazı iken, Hıristiyanları birleştirme işiyle uğraşan bir grup tarafından basılmış dinî bir tasvir buldu. Bu tasvirin arkasında Fâtiha suresinin Fransızcası vardı. İşte o andan itibaren, her gün, Hıristiyanî dualarını yaptıktan sonra bu Fâtiha’yı ezbere okumayı bir alışkanlık hâline getirdi. 1957 yılında, artık Müslüman ülkelere bir seyahat gerçekleştirebilme umudunu yitirince, başkente yapılan toplu bir geziden yararlanarak Paris Camii’ni ziyaret etmek ve Müslümanların cemaatle namaz kıldıkları bu yerde sessizce dua etmek istedi.

Aralarına katıldığı turistler rehberin anlattıklarını dinlerken, o, dünya Müslümanlarıyla gönül birliği içinde, bütün ruhuyla sessiz sessiz Allah’a yakardı. Ve çıkışta, cami avlusunda bir Kur’ân meali satın aldı Üç gecede bütün Kur’ân’ı okudu. İnsanı şaşırtan ve Tevrat veya İnciller’deki sunuşa hiç benzemeyen Kur’ân metninin yapısı karşısında fevkalâde etkilendi. Köy yerinde ne Müslümanlarla, ne de İslâm’ı iyi bilen kimselerle karşılaşma imkânı bulamadığı için, her sene Kur’ân’ı bir veya birkaç defa ya baştan sona, ya da farklı farklı surelerden hareketle okudu durdu. Üç sene sonra hastalığına yenik düşerek köyden şehre indi. Derken, oradaki şartlar gereği, işçilerin ve çok yoksul kimselerin yardımına koşan bir faaliyet içinde buldu kendisini. Yanına Mağripli veya Afrikalı işçiler geldikleri zaman, kendilerine ‘göçmen işçiler’ muamelesi yapmıyor, aksine onlara İslâm’dan bahsediyor, Kur’ân âyetlerinden hareketle öğütler veriyordu.

Onlarla konuşa konuşa çok çabuk itimatlarını kazandı. Bu arada, toplumdan tecrit edilmiş halde yaşayan ve Fransız ortamının ayartma ve yoldan çıkarmalarına açık bu mü’minlerin bir camiden mahrum olduklarını farketti. Bu hususta piskoposluğun yardımını istirham etti. Birkaç ay sonunda piskoposluk bu iş için bazı salonlar tahsis etti ve buralar mescit hâline getirildi. Gerçi bütün bunlar hayli sıkıntılar ve düş kırıklıkları olmadan da gerçekleşmedi! Hatta Müslüman otoritelerden veya sözde imamlardan tutun da basit Müslüman halk tabakasından insanlara varıncaya kadar, bu teşebbüsünü baltalayanlar çıktı. Yine de, İslâm’a hürmetini, İslâm inanç ve ahlâkına olan güvenini kaybetmedi. Zaman zaman, kendi kendine, “Kur’ân’daki ve sufîlerin kitaplarındaki İslâm harikulâde; ama Müslümanların yaşadıkları İslâm içler acısı” diyordu.

Öte yandan, İslâmî inançları ve İslâm’ın dinî kurallarına bağlılıkları sayesinde bizim Avrupa medeniyetimizin saptırmalarından kendilerini inanılmayacak derecede korumuş Mağrip ülkelerinden ve Siyah Afrikalılardan bazı Müslümanları da tanıyordu. Onun için bütün o güçlüklere göğüs gerdi ve caminin iyi kötü hizmete sokulması için var gücüyle çalışmasını sürdürdü. Neredeyse cesaretini kaybettiği ve “Acaba Allah bu caminin olmasını istemiyor mu?” dediği anlar da oldu. En kritik bir zamanda, bu şehirde bir caminin olduğunu haber alan Tebliğ Cemaati’nden bir grup onun yanına geldi. 6 Ocak 1975 tarihiydi. Aralarında hemencecik karşılıklı bir güven doğdu ve onbeş gün sonra Clichy Camiine gitti. Orada, o kardeşler kendisine birlikte dua etmeyi teklif ettikleri zaman son derecede duygulandı. Kendi başına öğrendiği ve Müslümanlar o şehirdeki evine geldikleri zaman arasıra okuduğu Fâtiha’yı onlarla beraber tekrarladı.

Pakistan’a yolculuk tebliğ hareketinin ihvanlarıyla bu temas ona sahih, imanlı, İslâm davasına gönül vermiş ve oldukça dindar birçok Müslümanı tanıma imkânı verdi. 6 Ocak 1976’da, bir Tebliğ grubuyla Allah rızası için yola koyuldu ve kırk günlüğüne Pakistan’a gitti. Bedenen oldukça yorucu ve yıpratıcı olmakla birlikte, bu seyahat, orada da onun titiz ve ateşli Müslüman bir cemaatle uzun süreli ilişkiler kurmasını sağladı. Genellikle ifade edersek, hepsi de onun bir Katolik papazı olduğunu bildiği halde, gerek Fransa’da gerek Pakistan’da bu Müslümanların kendisini bağırlarına basmalarından, Clermont-Ferrand’daki Müslüman üniversite öğrencilerinin de aynı şekilde kendisine kucak açmalarından hayli etkilendi.

Üç kere ondan camide konuşma yapması istendi. Bu Müslüman kardeşlerinin kendisinin Müslümanlığa geçmesi için asla baskı yapmayarak gösterdikleri nezaket ve kibarlık da onun gönlünü fethetti. Kısacası, Müslümanların sözde hoşgörüsüzlüğü ve sözde fanatikliği konusunda ne düşünmek gerektiğini bizzat kendi tecrübesiyle öğrendi. Bütün bu yıllar içinde, ‘öteki’ne saygı duyma kaygısından ve diyalog kurabilme ihtiyacından ötürü, İslâm konusundaki bilgilerini derinleştirdi. Müslüman mü’minlerle kurduğu kardeşlik sebebiyle 1976’dan itibaren (Hıristiyan imanını ve Hıristiyan ibadetlerini koruyup devam ettirmekle beraber) Müslümanların beş vakit namazını da muntazaman, hem de tek başına kılar oldu; domuz eti yemeyi bıraktı ve Ramazan aylarında oruç tuttu. Bu esnada, kendisine Hıristiyanlık hakkında sorular yönelten Müslümanlara en doğru cevapları verebilmek için, Hıristiyan akaidi elkitaplarına yeniden müracaat etmeye başladı. Böylece Hz. İsa’nın öğütlediği ahlâk ile Kur’ân veya hadislerin öğütlediği ahlâkın özü itibarıyla bir ve aynı olduğunu keşfetti.

Allah’ın tekliği, yaratılış ve insanlığın kaderi konusundaki inançlara gelince, iki din arasında çok sayıda farklılığın olduğunu gözlemledi. En büyük güçlük Hz. İsa’nın şahsında ve misyonunda yatıyordu. Bazılarının dediği gibi, Hz. Muhammed’in Allah’a iman esaslarını İnciller öncesi safhaya geri götürdüğü mü söylenmeliydi? Yoksa, başkalarının iddia ettiği gibi, Hz. Muhammed’in, Kilise ve Hıristiyanlar tarafından gerçek tabiatı üzerine ilave edilmiş şeylerin tümünden Hz. İsa’nın kişiliğini temizlemiş olduğu mu? Ayrıca, şu sorular da vardı: Tek Allah mı, yoksa Üçlü Tanrı mı sözkonusu? İncillerde ve Kilise dogmalarında Teslis (üç unsurdan oluşan Tanrı) dogmasının temeli nedir? Şaraplı ekmek, günah çıkarma gibi takdis âyinlerinin menşei nedir? Allah’a ulaşmak için mutlaka Kilisenin aracılığına mı başvurulmalı, yoksa İslâm’daki gibi aracıya müracaat edilmemeli miydi? Allah engin rahmetiyle bizzat kendisi mi insanlığı affeder? Yoksa oğlu İsa’nın mecburen kurban edilmesi mi gerekiyordu?

Yıllar boyu bütün bu meseleleri araştırdı. Sonunda birbiri ardınca gelen nesiller içinde insanların Kitab-ı Mukaddes’i değiştirmiş olduklarını farketti. Kendi kendine soruyordu: Şimdiki İnciller içinde Hz. İsa’nın kendi sözleri hangileridir, hepsi de Tarsuslu Pavlus’tan etkilenmiş olan İncil yazarlarının yorumları hangileridir? İncillerin İsa’sı ve Aziz Pavlus’un İsa’sı ile tarihteki Hz. İsa gerçekten aynı kişi midir?Sapkın’ mezhepleri incelerken birbirinden çok farklı ve zıt Hıristiyan akidelerinin gelişiminde önce Roma, ardından da Bizans imparatorlarının etkisini farketti. Kim haklıydı? Hakikate sahip olan kimdi? Kendi kendisini yanılmaz ilân eden, fakat bu hususta elinde inandırıcı deliller bulunmayan bir din adamları hiyerarşisi tarafından boğulup susturulan bu değişik akideler üstelik yüzyıllar içinde uzanıp gidiyordu. Hıristiyanlığın ve İslâm’ın yayılışı hıristiyanlığın dünyaya hayli katkıda bulunduğu doğrudur. Fakat evrensel bilinci bir tek kendisi oluşturmuş değildir ki…

Öte yandan, tek Allah inancına sahip büyük dinlerde bulunan temel bilgilerin ve talimatın yanına, ayrıca İnciller aracılığıyla aktarılan Hz. İsa’nın mesajının arasına, kitabî de, ilâhî de ciddî dayanakları olmayan ne inanışlar, ne âyinler ilâve edildi! Nitekim, İncillere göre Hz. İsa kendisini Allah’ın ‘kulu’ olarak takdim etti. Kendisine bir ilâh gibi tapınılmasını asla istemedi. Hıristiyanlığın ilâhî kaynaklı olduğunu ispatlamak için, sık sık, çok çabuk yayılması ile asırlara meydan okuyan sürekliliği delil olarak gösterilir. Halbuki, şöyle bir düşünüldüğünde, bu gelişme ve yayılmanın iki beşerî sebebi görülür:

a. Roma imparatorluğunda kullanılan iki dil, yani Latince ve Grekçe, çeşitli diller engeliyle karşılaşmak zorunda kalmayan Hıristiyanlığın yayılışını kolaylaştırmıştır.

b. Bilhassa da İmparator Konstantin’den (312-337) itibaren Hıristiyanlık ‘devletin resmî dini’ olarak ilân edildiğinden, Roma’ya boyun eğmiş ve ‘İlâh Sezar’a resmî ve dayatmacı bir tapınmayla tapmaya alışmış halkların, elbette Kilise tarafından, ama aynı zamanda da dünyanın efendisi Roma imparatoru tarafından teklif edilmiş yeni Tanrı’yı kabule hazır görünmeleri tabiî idi (Burada aslında pek önemli olmayan, fakat yine de düzeltilmesi gereken küçük bir hata var. Hıristiyanlık resmî din olarak yukarıda belirtilen tarihlerde değil de, ondan elli-altmış yıl daha sonra ilân edilmiştir—belgeyi yayınlayan sitenin notu).

Bir de İslâm’ın yayılışına bakalım. Bir adam, yani Hz. Muhammed aleyhisselâm insanları bir dine ve bu dini tavizsiz yaşamaya davet ediyor; başlangıçta kendisine mütevazi menşeli sadece bir avuç insan tâbi oluyor ve kudret sahiplerinin eziyetlerine maruz kalıyor. Bir iman ve bir ahlâk getirip teklif ettiğinden, daha sonra bir devlet kurması ve bunu savunması gerekiyor. Kendisi hayatta iken inen vahiy, bazı sahabilerine emanet ediliyor, fakat aynı zamanda birçok mü’min tarafından ezberleniyor, bir yandan da yazıyla tespit ediliyor. Daha sonra ise vahyin derlenip toparlandığı bu Kur’ân, lisanlarının farklılığına rağmen pek çok milletlere ilâhî mesajı kendisi ulaştırıyor. Hz. Peygamber’in vefatından bir asır sonra İslâm, Medine’den başlayarak Avrupa’ya varıncaya kadar bütün istikametlerde yayılan dine dayalı bir cihan devleti kuruyor. Ve dine dayalı bu lidersiz ve hiyerarşisiz cihan devleti, (dinî olmaktan ziyade şahsî veya politik) birçok iç anlaşmazlıklara rağmen ayakta kalıyor. Hıristiyan dünyasının kendisine karşı yürüttüğü Haçlı seferlerine direniyor. Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri onu çökertemiyor. Bugün, İslâm’ın bütün dünyaya yayıldığını ve inananlarının sayısını da günden güne artırdığını görüyoruz. Şayet Allah bu dinin arkasında olmasaydı, İslâm doğup ilerleyebilir ve bütün bu saldırgan güçlere mukavemet edebilir miydi? Üstelik bu İslam, Hz. Peygamber hayatta iken nasıl ise bugün de aynı şekilde hiç bozulmadan olduğu gibi duruyor ve devam ediyor.

İnanç sistemi de, ibadet şekli de hiç değişmeden kaldı. Her ikisinde de hiçbir sapma olmadı. Gerek beşerî veya siyasî iktidarlarla, gerekse karşılaşılan medeniyetlerle İslâm’ın inanç ve ibadetlerinden tavizler vererek uzlaşma yoluna gidilmedi. Şiddetli baskı ve zulümlere rağmen, çok çeşitli milletler ve farklı, hatta zıt kültür, sınıf ve sosyal mevkiden insanlar tarafından benimsenip kabul edilegeldi. Hem de onüç asırdan beri…

İşte bütün bu ölçülü, iyi düşünülüp taşınılmış mülâhazalar, yavaş yavaş onu [bu satırların yazarını—çev.] asıl can alıcı ve temel soruyu kendi kendisine sormaya sevketti. Bu manevî güzergâhı ciddiyetle, sükunetle ve sabırla katedebilmesi için elbette kendisine seneler ve seneler gerekti. Gerçi bu geçiş süreci içinde, büyük şaşkınlıklar, derin ıstıraplar ve sert kırılmalar da yaşadı. Fakat sonunda Allah’ın dâvetini engin bir gönül rahatlığıyla kabul ve tasdik etti. Hıristiyanlığı da, İslâm’ı da birlikte yaşamış ve dinî hayatında tatbik etmişti. Ama artık bir tercih yapmasının da vakti gelmişti. Sessizce kararını aldı ve gizlice İslâm’a girdi. Ailesinin, çevresinin ve ortamın esiri olarak, bu hidayetini hemen hemen beş yıl, gizlilik içinde yaşamaya mecbur kaldı. Şartların kendisini daha serbest bir hâle getirdiği şu sıralarda ise, aldığı karardan âmirleri durumundaki Kilise yetkililerini haberdar etmek ve şahitler önünde kelime-i şehadet getirip İslâm’a girişine dair resmî başvuruyu yapmak için uygun bir zamanı—ki fazla gecikmeyecektir—kolluyor.

Acaba sonuçlar kendisi için ne olacak? Bakalım dost ve akrabalarının tepkileri ne olacak?

Cemal Aydın / Zafer Dergisi

Said Nursi Hristiyanlığı Övmüş Müdür?

Bediüzzaman mevcut Hristayanlığı değil belki Gerçek İsevilik olarak adlandırdığı, tevhid dinine inanacak ahirzamandaki bir takım İsevilerden bahseder ki; Nursiye göre bunlar, İslamiyet ile omur omuza vererek dinsizliğe karşı mücadele edeceklerdir.

Hz. İsa’nın yeryüzüne ilk gelişinde tebliğ etmiş olduğu hak din, özünden uzaklaşmış ve tahrif edilmiştir. Kuran’da bildirildiği gibi, Hz. İsa’nın ardından üçleme ve Hz. İsa’nın ilahlaştırılması (Allah’ı tenzih ederiz) gibi çeşitli sapkın inanışlar Hıristiyanlığa dahil edilmiştir. Nursiye göre, Hz. İsa yeryüzüne geldiğinde öncelikle, Hıristiyanlığı bu sapkın inanışlardan arındıracaktır.

İki bin yıldan bu yana özünden uzaklaşma süreci yaşamış olan Hıristiyanlığı özüne döndürebilecek olan tek kişi Hz. İsa’dır. Kendisini bekleyen Hıristiyan dünyasına gerçek din ahlakını yani Kuran’da bildirilen İslam ahlakını anlatacak, Hıristiyan dünyası hak dine yönelecektir. Hz. İsa’ya tabi olanlar da gerçek İseviler olacaklardır. Nursi’nin ifadelerini incelediğimizde gerçek İsevilerin; Kuran ahlakına ve sünnete uyan, Hz. İsa’ya itaat eden kimseler olacağı anlaşılmaktadır.

Bu dönemde dinlerinin içine karışmış olan hurafelerden ve batıl inanışlardan yüz çevirerek gerçek İslam ahlakına yönelecek olan Hıristiyanlar ve samimi Müslümanlar, gerçek İseviler olacaklardır. Müslümanlar ve batıl inanışlarından kurtulan Hıristiyanlar, Hz. İsa vesilesiyle büyük bir ittifak kuracaklardır. Gerçek İsevilerin ittifakı yeryüzündeki din ahlakına karşı olan her türlü sistem ve uygulamanın tamamen ortadan kaldırılmasını sağlayacaktır. (Mektubat, Onbeşinci Mektub)

Üstad Bediüzzaman’ın konuyla ilgili bazı açıklamaları şu şekildedir:

Ahir zamanda Hazret-i İsa (as) gelecek, Şeriat-ı Muhammediye ile amel edecek” mealindeki hadisin sırrı şudur ki: Ahir zamanda felsefe-i tabiiyenin (tabiat felsefesi) verdiği cereyan-ı küfriye (inkarcı hareket) ve inkar-ı uluhiyete (Allah’ı inkar) karşı İsevilik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan tecerrüd edip (hurafelerden temizlenip) İslamiyete inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki İsevilik şahs-ı manevisi, vahy-i semavi kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevisini öldürür; öyle de Hazreti İsa, İsevilik şahs-ı manevisini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevisini temsil eden Deccal’ı öldürür. Yani inkar-ı uluhiyet fikrini öldürecek. (Mektubat, Birinci Mektub)

“… felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfriye ve inkar-ı uluhiyete (Allah’ı inkar) karşı …” Bediüzzaman; Hz. İsa’nın, maddeciliğin ve sefahatin meydana getirdiği inkarcı harekete ve Allah’ın varlığını inkar edenlere karşı büyük bir mücadele yürüteceğini belirtmektedir.

“İsevilik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan tecerrüd edip İslamiyete inkılab edeceği …” Bediüzzaman bu hikmetli açıklamasında Hz. İsa’nın ahir zamanda tekrar dünyaya geldiğinde, İslam dininin gereklerine göre hareket edeceği yönündeki hadisi tefsir etmektedir. Hz. İsa’nın mücadelesi çeşitli hurafeler ve geleneklerle özünden uzaklaşan Hıristiyanlığın özüne dönmesi ile başlayacaktır. Hz. İsa Hıristiyanlığı tüm batıl inanışlardan temizleyecek ve ona tabi olduklarını söyleyen tüm Hıristiyanlar gerçek din ahlakına yani İslamiyet’e döneceklerdir.

Ve Kuran’a iktida (uymak, tabi olmak) ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu (tabi olunan) makamında kalacak. Din-i Hak, bu iltihak neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; alem-i semavatta cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa (as), o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık (Hz. Muhammed sav), bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey va’detmiş, elbette yapacaktır. (Mektubat, Onbeşinci Mektub)

“… Kuran’a iktida (uymak, tabi olmak) ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu makamında kalacak.” Hıristiyanlığın Hz. İsa ile başlayacak olan hak dine dönüşümü, son kitap olan ve herkesin uymakla mükellef olduğu Kuran’a tabi olmakla neticelenecektir. Hz. İsa’nın şahsı ve ona tabi olan Hıristiyanlar İslam’a tabi olacaktır.

“Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak.” Hz. İsa öncülüğündeki Hıristiyanlık Kuran’a tabi olduğunda çok büyük bir güç oluşacaktır. Çünkü günümüzde dünya nüfusunun çoğunluğuna sahip iki din olan Hıristiyanlık ve Müslümanlık hem siyasi, hem ekonomik hem de manevi yönden çok büyük iki kuvvettirler.

Bu nedenle de dinsiz ideolojiler karşısında birleştiklerinde çok büyük bir güç kazanarak dinsizlik akımlarını fikren mağlup edip, dağıtacaklardır. İnsanları hayatlarının gerçek amacından uzaklaştıran bencil, sevgisiz, çatışmacı bir hayata iten maddeci felsefe ve dinsizliğin dünya üzerindeki etkileri, iki dinin birleşmesiyle ortadan kalkacaktır.

“Cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa (as), o din-i hak cereyanının başına geçeceğini…“: İki dinin ittifakı ve Hıristiyanların Kuran’a tabi olması ile dünyada nüfus çoğunluğuna sahip olacak iki din, tek bir ses ve tek bir vücut gibi hareket edecek, bu hak dinin başına ise Hz. İsa geçecektir. Bediüzzaman bu sözünde Hz. İsa’nın yeryüzüne gelip, samimi olarak iman edenlerin başına geçeceğini Peygamberimiz (sav)’in hadislerinde haber verdiğini hatırlatmış ve bu nedenle de bu haberin mutlak gerçekleşecek olan hak bilgi olduğunu söylemiştir.

Yukarıdaki ifadelerden de rahatlıkla anlaşılabileceği gibi, Bediüzzaman İseviliğin mevcut halini değil, belki ahirzamanda Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne inmesiyle başına geçeceği, hurafelerden arındırılmış ve tevhid dini olan hakiki bir İsevilikten bahsetmektedir.

www.bediuzzamansaidnursi.org

Avrupa Hakkında Bazı Sosyolojik Tespitler

Bediüzzaman’ın, Avrupa’nın Hıristiyanlık’tan tasaffî ederek İslâma yaklaşmasıyla ilgili öngörüsünün delillerini sunmaya devam ediyoruz: Bugün Avrupa, Müslümanlar da dahil herkese sosyal devlet yüzünü gösteriyor. İşsizlere geçinecek kadar maaş veriyor. Her türlü haklardan yararlandırıyor.

İslâm devletinin özelliklerinden birisi adalettir. Bugün, Türkiye bile, adalet konusunda AB, yani AİHM’e (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine) müracaat ediyor.

Bütün bu gelişmeler, AB’nin “hak ve hürriyetler projesi” olduğunu göstermiyor mu?

Batı “Lâ ilâhe illallah” demeye başlamıştı, artık “Muhammedü’r-resûlullah” demeye de başladı. Bediüzzaman, bir eserinde, “Âhirzamanda Hz. İsa’nın (as) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek” 1 der.

1984 yılında Avrupa’nın 114 kilisesi toplanıyor ve Hz. Muhammed’in (asm) peygamberlik kriterlerine uyup uymadığı tartışılıyor; bunun için öne sürdükleri altı kriterin aynen Hz. Muhammed’de de (asm) bulunduğu görülüyor. Sonunda 114 kilise, müştereken Hz. Muhammed’in (asm) “peygamber” olduğunu açıklıyor.

David A. Barrett tarafından 2001 yılında yayınlanan “Dünya Hıristiyan Ansiklopedisi”nde (World Christian Encyclopedia) 2025 yılında Müslümanların toplam sayısının 1.784.875.653’e (yani dünya nüfusunun yüzde 22.8’ine) yükseleceği tahmin ediliyor. 2050 yılında ise bu rakam 2 milyarın üstüne çıkarak 2.229.281.610’a (yani dünya nüfusunun yüzde 25’ine) yükseliyor. Kimbilir belki de Kur’ânî ifadeyle söyleyecek olursak insanlık İslâmiyet’e “fevc fevc” akın edecektir. 2

Yine Bediüzzaman’ın tesbitiyle; “Hıristiyanlık ya intifâ veya ıstıfâ edecek”, yani sönüp gidecek, İslâmiyete teslim-i silâh edecektir.

Kiliselere pek itibar eden yok. Ateistler veya agnostikler (din ile ilgilenmezciler) çoğunlukta. Artık kiliseler, “gönüllü kültür kuruluşu” olarak çalışıyor. Hasta, göçmen, bakıma muhtaçların yararına işler yapıyor.

Müslümanlar, dinsizlik ve ahlâksızlık karşısında, Hıristiyanların hakikî dindar rûhânî ve misyonerleriyle ittifak edecek.

İşte bu hakikat de apaçık görülüyor. Avrupalılar, uyuşturucu gibi madde bağımlılığına karşı birlikte çalışıyor ve tedbirler üretiyorlar. Müslümanları kiliselere dâvet edip konuşmalar yaptırıyorlar. Risâle-i Nur, bazı okullara ve kiliselere girdi. Zaten pek çok kilise, eğlence ve iş yeri olmaktansa, “Hiç olmazsa mabed olarak kalsın, ibadethane olsun!” diye Müslümanlara veriliyor. Öte yandan ibadet edenlere inanılmaz saygı gösteriliyor. Zira, bu değerler tamamen bittiğinden, inanılmaz çarpıcı geliyor onlara.

Ali Ferşadoğlu

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 111.

2- Umut Yavuz, Yeni Asya, 21.2.2009.

saidnursi.de

Avrupa İslâm’dan Neden Korkuyor ?

Avrupa ile İslâm âleminin münâsebetleri gün geçtikçe artmaktadır. Ancak her zemin ve zamanda “eşitlik“den “hukuk devleti“nden ve “hak ve hürriyetler“den bahseden Avrupalılar, bu münasebetlerden rahatsız görünmektedirler. Bunun en önemli sebebi, din ve kültür meselesi olduğunu da çekinmeden söylüyorlar.

Önemle ifade edelim ki, bugün Avrupa’da bir fikir ve ideoloji fetreti söz konusudur. Dinlerine en mutassıp olan Katoliklerin % 80’i dahi, kendi dinlerinin muharref i’tikad esaslarına inanmamaktadır. Gençlik tamamen başıboşdur ve gençliği bekleyen tuzakların başında, komunizm, sefâhate ve uyuşturucu ibtilası gibi insanlığın düşmanı sayılan tehlikeler gelmektedir.

Bu belâlara karşı hristiyanlık âleminin akıllı kısmı, İslâm âlemiyle müşterek düşmana karşı ittifakdan başka çare görmemektedirler. Bu yazımızda konunun bazı önemli noktalarını vuzuha kavuşturmak istiyoruz.

I- HAKİKİ HRİSTİYANLIK İSLÂMİYETE MUHALİF DEĞİLDİR

Hristiyanların İslâm’dan korkmaları, bilgisizlikten ve menfi propagandalardan kaynaklanmaktadır. Rahip Lelong’un “İslâm ve Batı” isimli eserindeki şu cümlesi de bu kanaatimizi teyid etmektedir: “Bilgisizlik yüzünden korku doğuyor, İslâm’dan ürkülüyor. Avrupa ve Amerika’da İslâm’ın zenginlikleri yeterince bilinmiyor….”. Halbuki Kur’ân, hakiki hristiyanlık ile İslâm’ın arasında temelde bir farklılık bulunmadığını ifade ediyor. Mü’minleri tarif ederken “Onlar, sana ve senden önceki peygamberlere inzal olunan kitaplara iman ederler” ifadesini kullanıyor ve bu ifadeyle ehl-i kitabı İslâm’a davet ediyor, şöyle ki:

Ey insanlar! Kur’ân’a iman ettiğiniz gibi diğer mukaddes kitaplara da iman ediniz. Çünkü Kur’ân, onların doğruluklarına delil ve şahiddir. Ve ey ehl-i kitap! Geçmiş peygamber ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hz. Muhammed ve Kur’ân’a da iman ediniz. Zira iman edip İslâmiyet’i kabul etmekte sizin için bir zorluk yoktur. Bu, size ağır gelmesin.

Zira Kur’ân, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak inanç esaslarınızı ikmal ediniz ve muharref olan dini hükümlerinizi düzeltiniz diye size teklif ediyor. Zira Kur’ân, eski mukaddes kitapların bütün güzelliklerini câmi’dir; onların temel esaslarını ta’dil ve tekmil etmiştir. Sadece zaman ve zeminin değişmesiyle tebeddül eden fer’i mevzularda farklı hükümler tesis etmiştir. Bunda, akli ve mantıki olmayan bir cihet yoktur.

Zira dört mevsimde yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlar değiştiği gibi, bir insanın değişik hayat devrelerinde de, talim ve terbiyesi farklı olur. Aynı şekilde insanlığın farklı devrelerinde, bazı fer’i hükümlerin değişmesi kaçınılmazdır. Kur’ân, diğer dinlerin temel esaslarını değil, sadece fer’i hükümlerden bir kısmını neshetmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi demiştir.

II- HRİSTİYANLIK, YA SÖNECEKTİR YA DA İSLÂM’LA BİRLEŞECEKTİR

Yukarda zikredilen hakikatler karşısında şunu ifade edelim ki, bugün hristiyanlık iflasın eşiğindedir. İslâm’a düşmanlığı sürdürürlerse, hristiyanlık, mevcut menfi cereyanlar karşısında dayanamayacaktır. İslâm ile barışıp, bazı muharref ve bâtıl inançlarından sıyrılırsa hem kendi hayatiyetini bir manada devam ettirecek ve hem de beşeriyetin saadetini teminde katkısı olacaktır.

Bu noktada papazlara büyük görev düşmektedir. Dünyevi menfaatleri ve siyasi hırsları için, beşerin saadetini tehlikeye, sokmamalıdırlar. Zira onlar da biliyorlar ki, İslâmiyetin esasları gerçek hristiyanlığa zıt değildir ve İncil’de müjdelenen “Fâreklit” de, Hz. Muhammed’dir. Kur’ân, bazı papazların hakkı bildikleri halde, dünyevi menfaati için gizlemelerini şiddetle kınamış ve tarih nazarında o papazlar rezil duruma düşmüşlerdir. Günümüzdekilere ibret olsun diye bu konuyu biraz daha yakından görelim:

Kur’ân’ın üçüncü suresi olan Al-i İmran’ın önemli bir kısmının nüzul sebebi, Necran’dan gelen bir hristiyan hey’et ile Resulüllah’ın münazarasıdır. Şöyle ki:

Hz. Peygamber’e Necran’dan mürahhas olarak “vefd-i Necran” diye bilinen 60 kişilik bir hey’et gelir. İçlerinde Abdülmesih ve Ebu Hârise İbn-i Alkame isimli baş piskoposlar da bulunmaktadır. Bunlar, Bizans İmparatorlarının tazim ve ikrâmda bulundukları hristiyan âlimlerdir. Ebu Hârise’nin kardeşi Kürz de hey’etin içinde bulunmaktadır. Bir hafta kadar Medine’de kalmışlar ve devamlı Resulüllah ile münâzaralarda bulunmuşlardır.

Hepsinde de mahcup ve mağlup olunca, Resülüllah Kur’ân’ın emri ile onları ibtihâle yani açıktan mülââneye, lâ’netleşmeye davet etmiştir. Kur’ân’ın daveti şöyledir: “Geliniz, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, bir araya gelelim. Sonra da Allah’ın laneti yalancıların üzerine olsun diye duâ ve niyaz edelim.”

Bu teklifi duyan Nasara hey’eti “Bize müsaade et teklifini görüşelim” dediler. Kendi aralarında vardıkları karar ise şu oldu: Anladığınız gibi Hz. Peygamber gerçekten peygamberdir. İsa hakkındaki sorularımızı ne güzel halletti. Bilirsiniz ki, herhangi bir kavim, bir peygamber ile mülââneye kalkışırsa, büyüğü küçüğü mahvolur. Kökü kazınır. Madem ki, dinimizde kalmak istiyoruz, musâlaha edelim.

Ancak baş piskopos Ebu Hârise’nin kardeşi Kürz müslüman olmuş. Hatta anlattığına göre, yolda Ebu Hârise’nin katırı bir hayvanlık etmiş, Kürz de “Ta’sen lil-eb’ad: uzaktaki yani Hz. Muhammed helâk olsun” demiş. Ebu Hârise ise, “Hayır, anan kahrolsun” deyince sebebini sormuş ve verdiği cevap da şu olmuştur: Vallahi o bizim beklediğimiz peygamberdir.

Bu cevap üzerine Kürz, “O halde neden iman etmiyoruz?” deyince, cevaben “Çünkü şu krallar, bize servetler verdiler, şimdi buna iman etsek hepsini elimizden alırlar?” demiş. Kur’ân da böylesi rezillerin halini şöyle tasvir eylemiş: “Insanlara, kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, davarlar ve ekinler gibi hoşlarına giden dünyevi şeylerin sevgisi bezendi. Halbuki bunlar, dünya hayatının geçici metâ’ıdırlar. Akibet güzelliği ise Allah katındadır.

III-AVRUPA’NIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ

Tarihten ibret almayan Avrupa’lılar ve onların yukarda anlatılan Ebu Hârise’ye benzeyen papazları, aynı cehâlet ve inatlarını sürdürüyorlar. Türkiye’deki bazı benzerleri gibi, hele, hukuk ve hürriyetten her zaman ve zeminde dem vurdukları halde, mesele İslâm’a ve müslümana gelince, istibdad havarisi kesiliyorlar. İtalya’nın büyük yayın organlarından olan Lasamda’daki şu haberi aynen nakledip, İtalya’da bulunan yerli ve yabancı müslümanlar hakkında yapılan gizli bir toplantıyı aynen yansıtmak istiyoruz.

Bu toplantıda alınan kararlar, maalesef, aslen İtalyan olan Prof.Dr. Michele Tridente hakkında aynen tatbik edilmiş ve insan hakları havarisi kesilen Avrupalılar, bu İtalyan müslümana bakınız neler yapmışlardır. Kendi dilinden dinleyelim:

“Bari, 13 Şubat 1989, Rektör Prof. Dr. Halil CİN Selçuk Üniversitesi KONYA-TÜRKİYE

Çok Aziz Dost ve Değerli Rektör,

26.1.1989 tarihli zarif mektubunuza gecikerek cevap veriyorum. Çünkü burada kâfirler bana öldürücü darbeyi vurmak için uğraşıyorlar. Allah yardım edip önlemezse, çok büyük bir ihtimalle yaşamak istediğim Türkiye’ye göç etmeye mecbur kalacağım. İslâm Sanat ve Mimarisi doktorası tevcih ederek bana verdiğiniz şeref için en derin teşekkürlerimi ifade edecek kelime bulamıyorum. Doktora diplomamı dost Prof. Mandel’den aldım.

Bu mücadelede yapayalnız kaldım. Özellikle paralarını avuç avuç altınlar halinde sadece yatları için değil aynı zamanda İslâm davası için de harcama imkânına sahip bulunan müslüman kardeşler tarafından yalnız bırakıldım. Çok açıktır ki, onlardan asla kaybolan fonlara katkılarını değil, ancâk kredi (ödünç) istedim. Netice itibarıyla uğrunda her çeşit aşağılama ve tehlikeye maruz kaldığım bu yalnız ve çetin cihatta sizin bana göstermiş olduğunuz manevî destek tek mükâfat oldu.

Allah daima himayesini sizin ve muhteşem ilim ve ışık merkezi Konya ve aynı şekilde Büyük Mevlânâ’mız üzerinde tutsun. Sizi, ailenizi, Konya Üniversitesini ve Mevlânâ esprisinin mevcudiyetinden ve ışığından yararlanan Konya’nın imtiyazlı halkını din kardeşliği hislerimle kucaklıyorum.

Yakında görüşmek üzere.

Dostunuz Mühendis Prof. Dr. Michele Tridente”

Netice olarak, Avrupalılar ve bizdeki Avrupa maskeliler iyi bilsinler ki, hristiyanlık ya intifâ ya istifa edecektir; yani ya sönecek ya da bâtıl inançlardan arınıp İslâm’la birleşecektir. Akıl ve fennin hükmettiği istikbalde, hâkim, hükümlerini ak­la ve fenne tesbit ettiren Kur’ân olacaktır. Biz, komunizm ve benzeri insanlık düşmanı belâlara karşı, dindar ve samimi hris­tiyanlarla dahi ittifaka taraftarız. Hakkı gizlemeye boşu bo­şuna uğraşan papazları ise insafa davet ediyor ve İslâm’dan korkmayın diyoruz.

IV- İSLÂMİYET PİSKOPOSLARI MEŞGUL EDİYOR

VATİKAN: Kapalı kapılar arkasında ve büyük bir gizlilik içerisinde “İtalyan Piskoposlar Konferansı”nda nazik bir konu tartışılıyor; İtalya’daki Müslüman varlığı. Çeşitli değerlendirmelere göre ülkemizde 200.000 ile yarım milyon arasında müslüman vardır ve bunların büyük bir çoğunluğu dışarıdan gelmiştir. Arap Yarımadası’nda çıkan “Khaleei Times” gazetesine göre 10.000 İtalyan İslâm Dinine geçmiştir.

Bu artış fazla olmasa da devamlıdır. Öyle ki, Roma Camisi’nin dışında, Bari’nin hemen yanı başında, Casamassima’da, 53 yaşındaki sonradan müslüman olmuş Michele TRİDENTE’nin girişimleri ile bir İslâm Merkezi doğmaktadır. Bu merkezde, bir kongre merkezi, bir matbaa, bir astronomi rasathanesi, bir tıp merkezi, bir mezarlık ve bir medrese bulunmaktadır. TRİDENTE mühendistir ve Uygulamalı çevrebilim dalında üniversite doçentidir. Kendisine İslâm Üniversitesi tarafından da ödül verilmiştir. TRİDENTE sonradan müslüman olan ünlü Fransız Roger Garaudy’nin İtalya’daki bir eşidir. TRİDENTE’nin girişimi, “Mezzahma”nın ülkemize girişinin bir sembolü, bir işaretidir.

İslâm Dini’nin yayılışı İtalya’da ve dışarıda Kilise için bir problem teşkil etmektedir. Bunun içindir ki, yarın Roma Konferansı kapalı kapılar arkasında yapılacaktır. Uzmanların raporlarından başka Monsenyör Giovanni Innocenzo’nun da konuşması öngörülmüştür. Libya’da bulunan Vicario Apostolico doa Kaddafi rejimi ile güç ilişkilerden söz edecektir.

Genelde çoğunluğu müslüman olan ülkeler katolikler için nazik yerlerdir. Bunların en önemlisi Suudi Arabistan’dır. Burada yaşayan yüz bin kadar hristiyan rahipsizdir. İslâm’ın kutsal yerlerinin bekçileri olan Suudi Arabistan yetkilileri en küçük bir diyaloğa yanaşmamaktadırlar.

Kongreye katılanlardan Vatikan mensubu Monsenyör Vittorio lanari Mussolini’nin şu sözlerini hatırlatmaktadır: “Eğer müslümanlar Mekke’de bir kilisenin açılmasını kabul ederlerse Roma’da bir cami açılabilir”; “fakat dini kimliğimizin korunması ticari bir mantıkla bağdaşamaz”.

Rüşdi olayından başka, büyük göçlerle İslâm yalnız İtalya için değil, Avrupa için de bir problemdir. Federal Almanya’da 2 milyon civarında, İngiltere’de 1,5 milyon, Fransa’da 2 milyon, Hollanda’da 300 bin müslüman vardır.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz