Kategori arşivi: Yazılar

Zaman, Cemaat Zamanıdır

Cemaatin esası ferddir. Her cemaat bidayette bir ferdin etrafında şekillenir. Ferdin fiilî gayretiyle veya mânevî câzibesiyle bir araya gelen diğer ferdler, bir cemaati oluşturur.

“Allah’ın kudret eli, cemaat üzerindedir.”

Peygamber Efendimiz (asm), cemaatin gücüne bu sözlerle işaret buyurmuş.

Gerçekten de cemaat hem maddî, hem de mânevî yönden büyük bir güç ve kuvvet kaynağıdır. Cemiyet içinde kim sağlam bir cemaat teşekkül ettirebilirse, o güç sayesinde cemiyetin işleyişine hâkim olur. Burada medar-ı bahs olan cemaat, mü’minlerin bir ibadeti birlikte yapmaları olabileceği gibi cemiyet hayatına müteallik hususlarda ortak hareket etmeleri de olabilir.

Hatta bu hadis-i şeriften, cemaatin yalnız mü’minlere münhasır bir haslet olmadığı ve sadece ibadet esnasında tecellî etmediği; belli maksatlarla bir araya gelen fertlerin kurduğu her içtimâî birliğin o güce sahip olacağı mânâsı da çıkarılabilir. Zîra hadisteki cemaat kelimesi hususî bir tasrih sıfatı taşımamaktadır. Bu itibarla küçük-büyük her cemaatin sebeb-i vücudu olan maddî-mânevî değerleri ve cemiyetin içinde onları tanıyınca ilgi duyacak bazı muhtemel muhatapları vardır.

Mensupları o değerleri hâlleriyle izhar ve dilleriyle ilân etmeye başladıklarında hareketleri, samimiyetleri nisbetinde tesir uyandırır. Zamanlarını o değerlerle değerlendirmek isteyen ferdler, gelip onlarla kenetlenirler ve cemaate güç verip kuvvet alırlar. Böylece bir cemaate mensup olmanın hazzı hayatın her safhasında hissedilir.

Cemat Deyince Ne Anlamak Gerekir?

Cemaat, topluluk demektir. Kalabalık, grup, yığın, güruh, kütle kelimeleri de cemaat gibi topluluğu tedâi ettirir, ama cemaatin diğerlerinden farkı, insanları mensubiyet hissiyle birbirine bağlayan güçlü bağlarının olmasıdır.

Aslında kalabalıklar, gruplar, yığınlar, kütleler, güruhlar da insanlardan meydana gelir. Fakat onların aralarında, bazı şahısların tahrikiyle hareketlenen merak saikasının, heyecan hissinin veya menfaat duygusunun dışında pek bir bağ yoktur. Onlar bazı hadiselerin vuku bulması, hissî hâllerin zuhur etmesi, menfaat fırsatının doğması gibi zahirî sebeplerle muvakkaten bir araya gelirler, hedeflerine ulaştıktan sonra da dağılırlar. Başka zamanlarda çeşitli vesilelerle farklı kalabalıklara karışsalar, değişik grupların içinde yer alsalar, belli kütlelerle birlikte hareket etseler ve aynı güruhlarla bir araya gelseler de, bunların hiçbirinden kalıcı beraberlikler hasıl olmaz.

Bazı müteheyyic fıtratlı ferdlerin tahrikleriyle bir yere toplandıklarında sayıları binleri, on binleri, yüz binleri bulur ama dağıldıkları zaman geride bıraktıkları tesir fazla uzun sürmez. Onun için de kalabalıklar kuru, gruplar başıboş, kütleler gayesiz, yığınlar ruhsuz, güruhlar şuursuz addedildiğinden; şuur sahibi insanlar, onları ikaz ederek içinde bulundukları rehâvet hâlinden kurtarmak isterler.

“Haykırsam kollarımı, makas gibi açarak:

Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!”

Necip Fazıl gibi böyle haykırmak da ikaz etmenin bir yoludur ve duyanları muvakkaten uyandırır ama daha haykırışın yankısı dinmeden insanların ekseriyeti tekrar çıkmaz sokaklara doğru döner. Kalabalıkları durdurup sonsuza uzanan ‘Cadde-i Kübrâ-i Kur’âniyeye’ sevk etmenin yegâne çaresi, ferdlerle bizzat ilgilenip dünyalarına girmek, heyecanlarını teskin ederek tereddütlerini giderdikten sonra bir cemaate mensup olmalarını sağlamaktır.

Cemaatin esası ferddir. Her cemaat bidayette bir ferdin etrafında şekillenir. Ferdin fiilî gayretiyle veya mânevî câzibesiyle bir araya gelen diğer ferdler, mânevî bağlarla birbirlerine bağlanabilirlerse cemaat teşekkül etmeye başlar. Dağların bağrından süzülen damlaların birikmesiyle meydana gelen yeraltı gölleri gibi cemiyetin içinden çıkan ferdlerin damla misâli tek tek gelmeleri neticesinde cemaat de yavaş yavaş gelişip büyür.

Cemaatin Teşekkül Etmesi ve Uyum Sağlama

İçtimâî toplulukların içinde teşekkülü en zor olan birliktir cemaat. Çünkü farklı fıtratlardaki ve seviyelerdeki mensuplarını bir arada tutmak için hem kendini zamanın gidişâtına göre değişmeden yenilemesi, hem de müntesiplerini eğitip geliştirmesi şarttır. Bir cemaat, makul şartlarda fıtrî olarak teşekkül edip ulvî hedefleri ve sağlam kaideleri ile cemiyet içinde temayüz etmeye başladığı takdirde, onu meydana getiren fertlerin sadakatleri, feragatleri, cesaretleri, metanetleri nisbetinde nesiller boyu yaşar.

Lâkin ferdin cemaate mensup olması da pek kolay değildir. Önce bir vesile ile cemaatin varlığından haberdâr olması, şartlarını, değerlerini, hedeflerini, gayelerini öğrenmesi ve bunların kendi fıtratına uygun olup olmadığını anlaması icab eder. Ardından cemaatin dayandığı yazılı kaynakları varsa okuması, mürşidleri varsa bağlanması, şartlarına âşinâ olması, mensuplarından mizacına uyan arkadaşlar bulması ve onların da yardımıyla cemaatin işleyişine intibak etmesi gerekir.

Ne kadar süreceğini ferdin kendisinin bile bilmediği bu intisap safhası bazen günler, haftalar, aylar, hatta yıllar boyu devam eder. Bu zaman içinde onun oradaki varlığına halel verecek dâhilî ve hâricî pek çok hadise vuku bulur. Bu arada nefsinin de tahrikiyle harekete geçen eski arkadaşlıkları, yanlış alışkanlıkları, mâlayanî meşguliyetleri, hissî zaafları, maddî zarûretleri ve aile büyüklerinin de aralarında bulunduğu bazı yakınlarının muhalefeti intibak etmesini zorlaştırabilir.

Ferd, ancak aklen iknâ, kalben tatmin olduğu takdirde iradesini kullanıp kararlı ve istikrarlı hareket ederek bütün bu maddî, mânevî bâdireleri aşar ve cemaate mensubiyet hissetmeye başlar.

Bu bir netice değil merhaledir.

Bediüzzaman’ın, “Bahtiyar, Kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir” şeklinde ifade ettiği gibi ferdin cemaatte fâni olup ‘bahtiyar’ sıfatını alma merhalesi…

Fert bu sıfatı aldıktan sonra o cemaatin canlı bir uzvu hâline gelir. Zaaflarını izale ederken meziyetlerini cemaatin şahs-ı mânevîsi içinde değerlendirerek cemaati ile birlikte terakkî eder. Şayet kendisini cemaatteki bazı kişilerle mukayese eder, onları küçümseyerek şahsî kabiliyetlerini cemaatin üstünde görmeye kalkarsa, ‘bahtiyar’ sıfatını alamaz ve zahiren bir süre o insanlarla birlikte olsa da, bu beraberlik fazla uzun sürmez.

Bilhassa cemaat, bazı içtimâî meselelerde ortak karar alacağı zaman ısrarla kendi fikirlerini ileri sürer, kabul edilmezse bunu seviye farkı olarak görüp cemaatle bağlarını koparır. O fıtrattaki fertler, ayrıldıkları zaman cemaatin çok şey kaybettiği zehâbına kapılsalar da aslında cemaat pek bir şey kaybetmez. Asıl kaybeden onlar olur ama bunu da iş işten geçtikten sonra anlarlar.

Zîra, “Bu zaman ehl-i hakikat için şahsiyet ve enaniyet zamanı değil cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir.”

Cemaatleşmenin Getirdiği Manevi Güç

Bediüzzaman Said Nursî, cemaatin gücünü ilk keşfeden âlimlerden biri. Sadece keşfetmekle kalmamış, ‘Felâket ve helâket asrının adamı’ olması hasebiyle yaşadığı zamanın hususiyetlerini de nazara alarak hem ifşa etmiş, hem büyük bir cemaat kurmuş. Taunların zuhuru zamanında tağutların, hayatını hedef alan tacizlerine ve dâvâsına kasteden taarruzlarına hep cemaatinin tesanüdünden, teâvününden gelen güçle, kuvvetle mukavemet etmiş ve muvaffak olmuş.

Kalbine ilham edilen Kur’ânî hakikatleri muhtaç olan insanlara ulaştırmak istediği zaman küçük bir köyde sürgünde olmasına rağmen o cemaat kuvveti sayesinde seri ve güzel yazı yazan kâtipleri yanında bulmuş. Onların yardımıyla telif ettiği eserlerini, aralarında ümmîlerin de bulunduğu cemaat mensubu köylüler çoğaltmış, çobanlar taşımış, şoförler memleketin her yanına yaymış.

Önceleri onu bazı imkânlar vererek kandırmayı veya korkutup dâvâsından vazgeçirmeyi deneyen tağutlar, yaşadıkları bazı hadiselerin neticesinde kandırmaktan, korkutmaktan, yıldırmaktan, bıktırmaktan ümitlerini kesince canına kastetmek istemişler. Bazen aşı yapmayı bahane ederek, bazen yemeğine gizlice zehir koyarak zehirleyip öldürmek istemişler. Bazen kurşuna dizme emri vermişler, bazen ardından silah atmayı denemişler. Bu şekilde ona on dokuz, yirmi sefer suikast hazırlamışlar. Bazılarında emir yerine vaktinde ulaşmamış, bazılarında kurşun hedefini bulmamış. Bazen vücut zehri kabul etmemiş, bazen zehir vücuda işlememiş.

Zahirî sebeplerin bütünü ile sukut ettiği zamanlarda ise ya Ruhi Bey gibi suikast müfrezesi komutanları insafa gelmiş, ya Hafız Ali, Hasan Feyzi gibi fedakâr talebeleri imdadına yetişmiş ve her seferinde, cemaatin kuvveti şeklinde tecellî eden Hıfz-ı İlâhî sayesinde harika bir şekilde kurtulmuş.

Bediüzzaman, bu büyük güç ve kuvvet kaynağından bütün ehl-i hak ve hakikatin istifade etmesinin İslâm’ın inkişafına vesile olacağını düşünerek, onların da varlıklarının sebebi olan maddî, mânevî değerler etrafında cemaatler teşekkül ettirmelerini istemiş.

“Cemaat rahmet, ayrılık azaptır.”

Hadis-i şerifte ifade edilen bu hâller cemaate has olduğundan bir cemaatin gücü nisbetinde zaafı da vardır. Cemaat ferdlerden meydana geldiği, ferdler de umumiyetle şahsiyet ve enaniyet hisleriyle hareket ettikleri için, bir cemaatin en tehlikeli zaafı ihtilaflara açık olmasıdır.

Cemiyetteki tesanüd, durgun şeyleri harekete geçirmek için yaratılmış bir âlettir. Cemaatteki karşılıklı haset ise, harekette olanları durdurmaya yarayan bir âlettir” hakikati mucibince hareket halindeki bir cemiyetin ve cemaatin en büyük düşmanı haset ve ihtilaftır.

Cemaatlerin ekseriyeti, düşman olarak, varlıklarının esası olan değerlere muaraza eden içtimâî grupları görseler de asıl düşman kendi zaaflarıdır. Zîra dışarıdan yapılacak tazyikât, fiilî işleyişine meziyetlerin hâkim olduğu cemaati zayıflatmaz, kuvvetlendirir.

Muhalif hareketler, hedef olarak seçtikleri cemaatlerin meziyetlerini ve zaaflarını tesbit edip meziyetlerini kendilerine aldıkları, zaaflarını da onlara karşı kullandıkları takdirde cemaatin kuvveti zaaf hâline gelir.

Nitekim ehl-i dalâletin, ‘şiddetli ve cemaatli bir sûrette taarruz etmesi’ neticesinde bunların hepsi vuku bulmuştur. Cemiyette ‘yüzde on mesabesinde olan ehl-i nifak ve dalâletin, yüzde doksan ehl-i hakikati mağlup etmesi’ bu hâlin tezahürüdür.

Cemaatlerin tekrar cemaat kuvvetine sahip olmalarının yegâne çaresi fertlerin, şahsiyetlerini ve enaniyetlerini bırakıp cemaatte fâni olmaları; cemaatlerin ise ‘vesilelerde ihtilâf etseler de maksatta, esasta ittifak ederek’ güçlü bir şahs-ı mânevî meydana getirmeleridir.

Bunu yapmak o kadar zor değildir. Çünkü Bediüzzaman Said Nursî ‘ehl-i hamiyeti ağlatan’ o müessif hadiselerin sebebini söylemiş ve kurtuluş çarelerini göstermiştir:

“Ehl-i dalâlet ve haksızlık -tesânüd sebebiyle – cemaat sûretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehasıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza etmek.”

İslam YAŞAR

nurdergi.com

Cehennemin Şiddeti

Sual: “Cezâ Allah’ın merhametine sığar mı? Cehennemde cezânın şiddeti ne olacak?”

1- Cehennem zulüm ülkesi değil, Allah’ın Adl, Âdil, Kahhâr, Gâlib, Celîl, Hâkim, Azîz ve daha pek çok isimlerinin bir gereği olarak, suçların gerçek adâlet içinde cezâlarının verildiği bir azap ülkesidir.

Mutlak yokluğa karşı hayır olarak yaratılmıştır. Bekâ âlemine ait pek çok vazifeleri var. Zebânî gibi pek çok hayat sahibi varlıkların celâl içinde meskenleridir.

2- Cehennemden, yani Allah’ın azabından korkanlar için Cenâb-ı Allah’ın Rahman, Rahîm, Ğafûr, Tevvab, Afüv isimlerinin gereği affı, bağışlaması, merhameti ve tövbeleri kabûlü söz konusudur. Bu isim ve sıfatlar, Allah’tan her korkan kulu ateşten himâye eden bir şemsiye hükmünde-–inşâallah—imdadımızda bulunmaktadır.

3- Fakat Allah’ın güzel sıfatlarıyla güzel yarattığı o insan cinsinin, şeytana uyduğunda Cehenneme rahmet okutacak ne çirkin bir inkârın ve şirkin içine girdiği, ne vahşî zulümlere, haksızlıklara, acılara, ölümlere sebep olduğu, dünyayı masumlara dar ettiği, Allah’ın, Allah’ın mahlukâtının ve Allah’ın kullarının hakkını ve hukukunu defalarca çiğnediği, pişman da olmadığı, tövbe de etmediği, bununla berâber dünyada hesabının da sorulmadığı çok vâki değil midir? Üstad Saîd Nursî’nin ifâdesiyle tıpkı bin mâsumun hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezâlandırmak ve yüz mazlûm hayvanı parçalayan bir canavarı öldürmek, adâlet içinde mazlumlara bin rahmet olduğu ve o zalimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil, yüzer bîçârelere yüzer merhametsizlik olduğu gibi! 1 Mazlûm affetmezse zâlimi Allah affeder mi?

4- Cehennem azabının şiddeti kişilere ve suçlara göre elbette değişiklik arz eder. Bize düşen inkâr etmek değil, Cenâb-ı Allah’ın Cehennem’de hak edene, hak ettiği kadar ve adâlet içinde cezâ vereceğine inanmak, fakat tövbe edenleri ateşten koruyacağını umarak Cehennem azabından hem kendimiz için, hem bütün mü’minler için sürekli olarak Allah’a sığınmaktır.

***

Sual: “Cehennem dünya ile alâkalı bir yerde midir, yoksa nerededir?”

Cehennemin yeri gaybî bir konudur. Bize bildirilmemiştir. Allah’ın mülkü pek çok geniştir. Hikmeti ve irâdesi nereyi dilerse, Cehennemi oraya yerleştirir. Biz Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat, Cehennemin şu an varlığına inanıyoruz. Fakat yeri konusunda bir şey söyleyemiyoruz. 2 Âhiret âlemine ait menziller ve yerler bu dünya gözümüzle görünmezler. Ancak bazı rivâyetlerin işâretleriyle belirli ölçülerde bakılabilirler. Meselâ Peygamber Efendimiz’in (asm): “Cehennem yedinci yerin altındadır” veya “Cennet semâda, Cehennem ise yerin içindedir.” 3 ya da “Dünya sıcaklığının şiddeti Cehennemin nefesindendir” buyurduğu rivâyetleri vardır. 4

Üstad Saîd Nursî, Cehennemin yerin altında olduğunu haber veren hadisleri şöyle tefsîr etmiştir:

Cehennem dünya ile çok yakından alâkadardır. Meselâ yazın şiddetli sıcaklığına, Cehennemin harâretindendir denmiştir. Bir diğer husus, Cehennem dünya sakinlerinden olan insanlar ve cinlerle dolacaktır. Fakat, ışığı çekildikçe, yani dünyanın gölgesi üzerine düştükçe ayın görünmediği gibi, Cehennem de perdeli ve nursuz ateş olduğu için bize dünya gözümüzle görünmez ve hissedilmez.

Cehennem ikidir: Biri Küçük, diğeri Büyük Cehennemdir. Küçük Cehennem, şimdilik Büyük Cehennemin çekirdeği hükmündedir ve Büyük Cehenneme ait bazı vazifeleri Allah’ın emriyle dünyada ve berzah âleminde görmektedir. Bulunduğu yer bakımından dünya ile alâkadar olduğu haber verilen Cehennem, Küçük Cehennemdir. Küçük Cehennem yerin altında, yani merkezindedir. Nitekim jeoloji ilmince de bilinir ki, yerin merkezine doğru her otuz üç metre kazıldıkça sıcaklık bir derece artmaktadır. Yerkürenin yarıçapı altı bin küsûr kilometre olduğu düşünülürse, yerin merkezinde en az iki yüz bin derecelik bir ateş bulunduğu sabit olur.

İleride kıyâmetten sonra yerküre nasıl ki üzerinde yaşayan cinleri ve insanları Allah’ın emriyle etrafında dönerek sınırını çizdiği mahşer meydanına dökecek ise, karnında taşıdığı Küçük Cehennemi de büyük Cehenneme Allah’ın emriyle teslim edecektir. Küçük Cehennem, Büyük Cehennemden bir menzil olacaktır. 5

DUÂ

Ey Gafur-u Rahîm! Günahlarımı bağışla! Kusurlarımı ört! Ayıplarımı setreyle! Nefs-i emmâremi mağlûp et! Azabından mahfuz kıl! Cehenneminden muhafaza eyle! Nârınla yakmadan, Nurunla terbiye eyle! Âmin!

Süleyman Kösmene

saidnursi.de

Dipnotlar:

1- Asâ-yı Mûsâ, s. 43

2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 180

3- Söz konusu rivâyetler için bakınız: Müstedrekü’l-Hâkim, 4/568, 569, 594; El-Faslu ve’l-Milel, İbn-i Hazem, 2/130; Ed-Dürrü’l-Mensur, 4/57; Keşfü’l-Hafâ, 1/281; Ed-Dürerü’l-Müntesire, Suyutî ve Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inden nakil; Müsnedü’l-Firdevs, 2/114; Kenzü’l-Ummâl, H. No: 39773; El-Bidâye Ve’n-Nihâye, İbn-i Kesîr, 2/172; Râmuzu’l-Ehâdîs, 272; Ez-Zühd, İbnü’l-Mübârek, 2/118, H. No: 398; Beyhakî, Şuâbu’l-Îmân, 2/244

4- Hadis kaynakları için bakınız: Buhârî, 1/142; Müslim, 1/430; İbn-i Hibban, 3/28, 29, 30; Şerhü’s-Sünne, 2/208; Râmuzu’l-Ehâdîs, 6, 9

5- Mektûbât, s. 14, 15.

Avrupa Hakkında Bazı Sosyolojik Tespitler

Bediüzzaman’ın, Avrupa’nın Hıristiyanlık’tan tasaffî ederek İslâma yaklaşmasıyla ilgili öngörüsünün delillerini sunmaya devam ediyoruz: Bugün Avrupa, Müslümanlar da dahil herkese sosyal devlet yüzünü gösteriyor. İşsizlere geçinecek kadar maaş veriyor. Her türlü haklardan yararlandırıyor.

İslâm devletinin özelliklerinden birisi adalettir. Bugün, Türkiye bile, adalet konusunda AB, yani AİHM’e (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine) müracaat ediyor.

Bütün bu gelişmeler, AB’nin “hak ve hürriyetler projesi” olduğunu göstermiyor mu?

Batı “Lâ ilâhe illallah” demeye başlamıştı, artık “Muhammedü’r-resûlullah” demeye de başladı. Bediüzzaman, bir eserinde, “Âhirzamanda Hz. İsa’nın (as) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek” 1 der.

1984 yılında Avrupa’nın 114 kilisesi toplanıyor ve Hz. Muhammed’in (asm) peygamberlik kriterlerine uyup uymadığı tartışılıyor; bunun için öne sürdükleri altı kriterin aynen Hz. Muhammed’de de (asm) bulunduğu görülüyor. Sonunda 114 kilise, müştereken Hz. Muhammed’in (asm) “peygamber” olduğunu açıklıyor.

David A. Barrett tarafından 2001 yılında yayınlanan “Dünya Hıristiyan Ansiklopedisi”nde (World Christian Encyclopedia) 2025 yılında Müslümanların toplam sayısının 1.784.875.653’e (yani dünya nüfusunun yüzde 22.8’ine) yükseleceği tahmin ediliyor. 2050 yılında ise bu rakam 2 milyarın üstüne çıkarak 2.229.281.610’a (yani dünya nüfusunun yüzde 25’ine) yükseliyor. Kimbilir belki de Kur’ânî ifadeyle söyleyecek olursak insanlık İslâmiyet’e “fevc fevc” akın edecektir. 2

Yine Bediüzzaman’ın tesbitiyle; “Hıristiyanlık ya intifâ veya ıstıfâ edecek”, yani sönüp gidecek, İslâmiyete teslim-i silâh edecektir.

Kiliselere pek itibar eden yok. Ateistler veya agnostikler (din ile ilgilenmezciler) çoğunlukta. Artık kiliseler, “gönüllü kültür kuruluşu” olarak çalışıyor. Hasta, göçmen, bakıma muhtaçların yararına işler yapıyor.

Müslümanlar, dinsizlik ve ahlâksızlık karşısında, Hıristiyanların hakikî dindar rûhânî ve misyonerleriyle ittifak edecek.

İşte bu hakikat de apaçık görülüyor. Avrupalılar, uyuşturucu gibi madde bağımlılığına karşı birlikte çalışıyor ve tedbirler üretiyorlar. Müslümanları kiliselere dâvet edip konuşmalar yaptırıyorlar. Risâle-i Nur, bazı okullara ve kiliselere girdi. Zaten pek çok kilise, eğlence ve iş yeri olmaktansa, “Hiç olmazsa mabed olarak kalsın, ibadethane olsun!” diye Müslümanlara veriliyor. Öte yandan ibadet edenlere inanılmaz saygı gösteriliyor. Zira, bu değerler tamamen bittiğinden, inanılmaz çarpıcı geliyor onlara.

Ali Ferşadoğlu

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 111.

2- Umut Yavuz, Yeni Asya, 21.2.2009.

saidnursi.de

İnsanlar İçin Dünyasını Feda Eden Kimdir?

İnsanlar için dünyasını feda edip, gerek olursa Müslümanların Cennet’e gitmeleri için cehennemi kabul ederim diyen bu adam kimdir?

Kuran’dan ve Hazreti Muhammed a.s.m’den aldığı dersle: Kendisi dünya mutluluğu ve yaşantısı namına güzel bir gün bile yaşamadığı halde, insanların ve Müslümanların mutluluğunu bütün kalbiyle istemiştir. Müslümanların mutlu olması, yani sağlam bir şekilde iman edip, imanın gereği olan ibadetlerinin yapmaları için dünyasını onlara feda etmiştir.

Bütün hayatı boyunca özellikle bu vatan topraklarında, genelde ise dünya üzerinde yaşayan bütün insanların ahiretini kurtarmak için bütün hayatını ve dünyasını feda etmiştir. Bu uğurda dünyevi olan her türlü güzellikten vazgeçmiştir.

Dünyaya ait kendisine gelen hiçbir teklifi kabul etmemiş, evlenmemiş, baba olmamış ve bir mülk edinmemiştir. Bütün mal varlığı bir elinde taşıyacak kadar mütevazi olmuştur.

İnsanların imanlarını kurtarmaları ve cennete gitmeleri için dünyasını seve seve feda ettiği gibi “lüzumu olsa ahiretimi de feda etmeyi mutluluk sayarım” demiştir. Yine “lüzumu olsa Müslümanların Cennet’e gitmeleri için Cehennem’i kabul ederim” demiştir.

Bu denli büyük bir fedakârlığı yapmış ve eserleriyle halen yapmaktadır. Peki, bu fedakârlığı yapmayı kimden öğrenmiştir? Bu fedakârlığın başta Kuran-ı Kerim ve Hazreti Muhammed Mustafa a.s.m’dan öğrenmiş ve yapmıştır.
Evet, böyle yüksek ruhlu bir adam bir asır önce yaşadı ve eserleriyle halen içimizde yaşamaktadır. Biliyorum merak ettiniz ve soruyorsunuz. Bu adam kim? Bu adam: Bediüzzaman Said Nursi’dir.

Yüce rabbim, Kuran’ı, Hazreti Muhammed a.s.m’i ve bu asırda yüksek ruhlu insanları anlamayı ve onlar gibi yaşamayı nasip etsin inşallah. Âmin…

Yüce rabbim bu asrın güzel bir nimeti olan Risale-i Nurları Kur’an ve Hadisi Şerif perspektifinde okumayı ve anlamayı ve hayatını ona göre yaşamayı nasip etsin inşallah. Âmin…

Yarabbi bizi Kuran’dan, Hazreti Muhammed Mustafa a.s.m yolundan ayırma. Amin…

Bahattin Doğan

www.NurNet.org

Risale-i Nur Talebeleri Bu Vasiyetimi Unutmasınlar!

Konuşan Yalnız Hakikattır

Risale-i Nur’da isbat edilmiştir ki: Bazan zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır; başına bir felâket gelir; hapse de mahkûm olur; zindana da atılır. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebebden dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felâkete sürer. Bu adalet-i İlahiyenin bir nevi tecellisidir.

Ben şimdi düşünüyorum. Yirmisekiz senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sevkediliyorum. Bana bu zalimane işkenceleri yapanların atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk ettiremiyorlar. Çünki hakikat-ı halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor; diğer bir mahkeme aynı mes’eleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor; beni tazyik ediyor; türlü türlü işkencelere maruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmisekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı, esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar. Benim suçum, hizmet-i Kur’aniyemi maddî manevî terakkiyatıma, kemalâta âlet yapmakmış.

Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle şükrediyorum ki:

Uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma, azabdan, Cehennem’den kurtulmaklığıma, hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma manevî gayet kuvvetli manialar beni men’ ediyordu. Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bıraktı. Herkes hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri, a’mal-i sâliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak herkesin meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiç bir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben bu ahvalden men’ ediliyordum. Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.

Çünki bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi’ olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bu tarzda; yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadçı dalaleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat da bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî, dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. Yoksa komitecilik ve cem’iyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük manevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünki imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs dehasıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şübhesi kalır.

Allah’a binlerce şükür olsun ki, yirmisekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında, kader-i İlahî ihtiyarım haricinde, dini hiç bir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. Sakın! diyor, iman hakikatını kendi şahsına âlet yapma; tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun!

İşte Nur Risaleleri’nin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değil. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitablar daha beligane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur: Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur.

Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-ı imaniyedir. Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmisekiz sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların, hepsine hakkımı helâl ettim.

Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstehak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî manevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük ve manevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve manevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüzbinlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir ve benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.

Bize işkence edenler bilmeyerek, kader-i İlahînin sırlarına akıl erdiremeyerek hakikat-ı imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir.

Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medreset-üz Zehra’nın Risale-i Nur Talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.

Said Nursî

Emirdağ Lahikası-2 ( 234 )