Ne olur beni dünyaya geri gönderin

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

“Âhireti inkâr edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman: “Ya Rabbî!” der, “ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım.”

Hayır, hayır! Bu onun söylediği mânasız bir sözdür.

Çünkü dünyadan ayrılanların önünde, artık, diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.”

[Mu’minun Suresi 23,99-100]

Öleceği sırada, her biri cehennemdeki yerini ve iman etmiş olması halinde gireceği cenneti görünce o zaman bu temennide bulunacaktır

..…….

Günün Hadis-i Şerif’i…

Bismillahirrahmanirrahim

Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem buyurdular ki:

“Kullar günah işlemeseler, Allah günah işleyecek bir varlık türü yaratır, sonra onları mağfiret ederdi. Zira Allah, gafur ve rahimdir.”

(Hakim/Müstedrek)

…….

Risale-i Nur’dan;

Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir

Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur.

(25. Lem’a’dan)

…….

Cevşen’den ;

12-
1-Ey gaybıi bilen,
2-Ey günahları bağışlayan,
3-Ey ayıpları örten,
4-Ey sıkıntıları kaldıran,
5-Ey kalpleri değiştiren,
6-Ey kalpleri süsleyen,
7-Ey kalpleri nurlandıran,
8-Ey kalplerin tabibi,
9-Ey kalplerin sevgilisi,
10-Ey kalplerin dostu,

Son Gün Bilinmeli mi?

Gelecek olan herşey yakındır. Fakat ölüm hepsinden daha yakındır. Rabbimiz herşeyde olduğu gibi bu noktada da elimize bir teselli vermiş. Son demde bile dünyaya veda saatini bildirmemiş, lezzetimize elem katmamış. Faruk Nafiz Çamlıbel:

Öleceği gün meçhûl olmalı insanların!

O gün uzak olsa da, değil mi günü belli,

Yoktur günü bilinen ölümlere teselli.

mısralarıyla bu hususu gerçekten güzel işlemiştir. Çünkü ecelimiz güneşin batış vakti gibi belli olsa idi, ömrün yarısından sonra hergün darağacına doğru adım adım yürüyen bir idam mahkûmu gibi, dehşetli bir korku içinde olacaktık. Bu yüzden başa gelecek her türlü musîbetlerin ve hattâ dünyanın eceli olan kıyametin bile vakti gizli tutulmuştur.1

Aslında ölüm, dört harften teşekkül eden ve günlük hayatımızda en çok kullandığımız kelimelerden biridir. Fakat yine bu kelimeyi her anışımızda ilmimiz derecesinde ürpeririz.

Gökleri fetheden, fezayı arşınlayan, nice harikaları keşfeden insan zekâsı “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” gibi birçok sorunun karşısında bugün bile beş yaşındaki çocuktan farksızdır. Kâinatın başı ve sonu hakkında kesin bir bilgisi yoktur. Bu bakımdan kendini hayalî bir devam ile aldatabilmek için, elini uzattığı şeylerde sonsuzluk izlerini bulmaya çalışır. Halbuki yaşadığımız hayatın nasıl olsa birgün sonu gelmeyecek mi? Bugünkü saadetler yarın her güzel şey gibi bitmeyecek mi? Sevdiklerimiz, servetimiz, şöhretimiz ve en nihayet gençliğimiz bizi bırakıp da gitmeyecek mi? Ya da gitmedi mi?

Evet bugün, yarın başımıza gelecekleri bilseydik, önümüzdeki lezzetler bir anda hiçe inmez miydi?…

İşte bütün bunları bilen, göremiyeceğimiz kadar küçük bir grip virüsü karşısında bile çok âciz olduğumuz halde dünyayı içindekilerle birlikte bizim için yaratan ve doğmadan önce her türlü tedbiri bizim için alan Rabbimiz şefkât ve rahmetini burada da gösterip, başımıza gelecekleri bildirmemektedir…

Kadir gecesini Ramazan ayında, sevdiği kullarını insanların arasında, kıyametin vaktini dünyanın ömrü içinde gizlediği gibi, eceli de insan ömrü içinde saklamaktadır. Ecelimiz belli olsa idi, yarı ömrü gafletle geçirecek, yarıdan sonra da darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşete kapılacaktık.2 Fransa Kraliçesi Mari Antuanet’e ertesi gün giyotinde can vereceği haberi ulaşınca, bir gecede korkudan saçlarının tamamen beyazlaması tarihî bir hadisedir.

Evet, “Cenab-ı Hak hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Hikmet ve rahmeti ise, umûr-u gaybiyyeden (bilinmeyen işlerden) çoğunun setrini (örtülü kalmasını) iktiza ediyor, mübhem (gizli) kalmasını istiyor. Çünki; şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Vukuundan (olmadan) evvel onları bilmek elîmdir (acıdır). İşte bu sır içindir ki: ölüm ve ecel mübhem bırakılmış ve insanın başına gelecek musîbetler dahi, perde-i gaybde kalmış.”3

Yine bu konuyla alâkalı olarak Fransa’daki bir düşkünler evinde kalanlara “Ölümü düşünüyor musunuz, düşünüyorsanız, nasıl?” şeklinde sorulan suallere şu cevaplar veriliyordu; “Son nefesimi vereceğim gün, benim kurtuluş günüm olacaktır.” “Burada başkalarına yer açmak için bulunuyoruz.” “Ölüm de hayatın devamı.” “Bir gün ölmek gerek tabii.” “İnsan ne zaman öleceğini bilmemeli.” “Ben kendime mezar bile satın alamadım…” 4

Acaba bunlar ne derece samimiydi? İnsan utancından veya korktuğunu belli etmemek için yalana başvurmuş olamaz mıydı? Fakat cevapların aynı yola yönelişi çok mânâlı olup, ölüm ıstırap çekmeye tercih ediliyor ve bu arada araştırmacılar “İnsan ne zaman öleceğini bilmemeli” cevabını hepsinden daha mânâlı buluyorlardı. Buna sebep olarak da, ölüm saati bilinmeyen bir uzaklıkta olmak yerine, belli bir zamanda ve yakınlıkta olsaydı ihtiyarların tutumunun aynı olmayacağı gösteriliyordu.

Gerçekten de bunun pekçok örnekleri vardır. Euripides “Alkeste” adlı eserinde yaşlıların hâllerinden şikayet ettiklerini ve ölümü arzuladıklarını söylemektedir. Fakat iş başa gelince hepsi yan çizmektedirler. Ünlü Rus yazarı Tolstoy da ölüm karşısında çok kayıtsız olduğunu ileri sürmesine rağmen karısı Sofya, “Hatıralarında” kocasının sağlığına dikkat etmek için aldığı tedbirlerden yaka silktiğini belirtmektedir…

Evet eski bir Arap şairinin “Gelecek olan her şey yakındır ama ölüm hepsinden daha yakındır” dediği gibi, “madem ecel gizlidir, her vakit gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. O halde kışlık ihtiyaçlarını çok önceden halleden insan, her an kendini bekleyen dehşetli hadiselere karşı da hazırlıklı olmak ve manevî çareler bulmak zorundadır.”

Selim Gündüzalp / Zafer Dergisi

Kaynaklar:

1-Bediüzzaman, Sünûhat, s. 19

2-Bediüzzaman, Sözler, s.317

3-Bediüzzaman, Mektûbat, s. 96

4-Simone de Beauvoir, Yaşlılık, s. 313

Son Gün Bilinmeli mi?

Gelecek olan herşey yakındır. Fakat ölüm hepsinden daha yakındır. Rabbimiz herşeyde olduğu gibi bu noktada da elimize bir teselli vermiş. Son demde bile dünyaya veda saatini bildirmemiş, lezzetimize elem katmamış. Faruk Nafiz Çamlıbel:

Öleceği gün meçhûl olmalı insanların!

O gün uzak olsa da, değil mi günü belli,

Yoktur günü bilinen ölümlere teselli.

mısralarıyla bu hususu gerçekten güzel işlemiştir. Çünkü ecelimiz güneşin batış vakti gibi belli olsa idi, ömrün yarısından sonra hergün darağacına doğru adım adım yürüyen bir idam mahkûmu gibi, dehşetli bir korku içinde olacaktık. Bu yüzden başa gelecek her türlü musîbetlerin ve hattâ dünyanın eceli olan kıyametin bile vakti gizli tutulmuştur.1

Aslında ölüm, dört harften teşekkül eden ve günlük hayatımızda en çok kullandığımız kelimelerden biridir. Fakat yine bu kelimeyi her anışımızda ilmimiz derecesinde ürpeririz.

Gökleri fetheden, fezayı arşınlayan, nice harikaları keşfeden insan zekâsı “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” gibi birçok sorunun karşısında bugün bile beş yaşındaki çocuktan farksızdır. Kâinatın başı ve sonu hakkında kesin bir bilgisi yoktur. Bu bakımdan kendini hayalî bir devam ile aldatabilmek için, elini uzattığı şeylerde sonsuzluk izlerini bulmaya çalışır. Halbuki yaşadığımız hayatın nasıl olsa birgün sonu gelmeyecek mi? Bugünkü saadetler yarın her güzel şey gibi bitmeyecek mi? Sevdiklerimiz, servetimiz, şöhretimiz ve en nihayet gençliğimiz bizi bırakıp da gitmeyecek mi? Ya da gitmedi mi?

Evet bugün, yarın başımıza gelecekleri bilseydik, önümüzdeki lezzetler bir anda hiçe inmez miydi?…

İşte bütün bunları bilen, göremiyeceğimiz kadar küçük bir grip virüsü karşısında bile çok âciz olduğumuz halde dünyayı içindekilerle birlikte bizim için yaratan ve doğmadan önce her türlü tedbiri bizim için alan Rabbimiz şefkât ve rahmetini burada da gösterip, başımıza gelecekleri bildirmemektedir…

Kadir gecesini Ramazan ayında, sevdiği kullarını insanların arasında, kıyametin vaktini dünyanın ömrü içinde gizlediği gibi, eceli de insan ömrü içinde saklamaktadır. Ecelimiz belli olsa idi, yarı ömrü gafletle geçirecek, yarıdan sonra da darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşete kapılacaktık.2 Fransa Kraliçesi Mari Antuanet’e ertesi gün giyotinde can vereceği haberi ulaşınca, bir gecede korkudan saçlarının tamamen beyazlaması tarihî bir hadisedir.

Evet, “Cenab-ı Hak hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Hikmet ve rahmeti ise, umûr-u gaybiyyeden (bilinmeyen işlerden) çoğunun setrini (örtülü kalmasını) iktiza ediyor, mübhem (gizli) kalmasını istiyor. Çünki; şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Vukuundan (olmadan) evvel onları bilmek elîmdir (acıdır). İşte bu sır içindir ki: ölüm ve ecel mübhem bırakılmış ve insanın başına gelecek musîbetler dahi, perde-i gaybde kalmış.”3

Yine bu konuyla alâkalı olarak Fransa’daki bir düşkünler evinde kalanlara “Ölümü düşünüyor musunuz, düşünüyorsanız, nasıl?” şeklinde sorulan suallere şu cevaplar veriliyordu; “Son nefesimi vereceğim gün, benim kurtuluş günüm olacaktır.” “Burada başkalarına yer açmak için bulunuyoruz.” “Ölüm de hayatın devamı.” “Bir gün ölmek gerek tabii.” “İnsan ne zaman öleceğini bilmemeli.” “Ben kendime mezar bile satın alamadım…” 4

Acaba bunlar ne derece samimiydi? İnsan utancından veya korktuğunu belli etmemek için yalana başvurmuş olamaz mıydı? Fakat cevapların aynı yola yönelişi çok mânâlı olup, ölüm ıstırap çekmeye tercih ediliyor ve bu arada araştırmacılar “İnsan ne zaman öleceğini bilmemeli” cevabını hepsinden daha mânâlı buluyorlardı. Buna sebep olarak da, ölüm saati bilinmeyen bir uzaklıkta olmak yerine, belli bir zamanda ve yakınlıkta olsaydı ihtiyarların tutumunun aynı olmayacağı gösteriliyordu.

Gerçekten de bunun pekçok örnekleri vardır. Euripides “Alkeste” adlı eserinde yaşlıların hâllerinden şikayet ettiklerini ve ölümü arzuladıklarını söylemektedir. Fakat iş başa gelince hepsi yan çizmektedirler. Ünlü Rus yazarı Tolstoy da ölüm karşısında çok kayıtsız olduğunu ileri sürmesine rağmen karısı Sofya, “Hatıralarında” kocasının sağlığına dikkat etmek için aldığı tedbirlerden yaka silktiğini belirtmektedir…

Evet eski bir Arap şairinin “Gelecek olan her şey yakındır ama ölüm hepsinden daha yakındır” dediği gibi, madem ecel gizlidir, her vakit gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. O halde kışlık ihtiyaçlarını çok önceden halleden insan, her an kendini bekleyen dehşetli hadiselere karşı da hazırlıklı olmak ve manevî çareler bulmak zorundadır.

Selim Gündüzalp / Zafer Dergisi

Kaynaklar:

1-Bediüzzaman, Sünûhat, s. 19

2-Bediüzzaman, Sözler, s.317

3-Bediüzzaman, Mektûbat, s. 96

4-Simone de Beauvoir, Yaşlılık, s. 313

Nur Cemaati

Said Nur ve Talebeleri

Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok. Hepsi birşeye inanmış: Allah’a. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a… Onun ulu Peygamberine… Onun büyük kitabına… Kur’ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz birşeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak… Evet, ne büyük saadet!

Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir, büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış. Yalnız bir adam var; o ayakta… Şark yaylâlarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul’a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka birşey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş. Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade. Şimşekler gibi bir zekâ. İşte Said Nur! Divan-ı harpler, mahkemeler, ihtilâller, inkılâplar, onun için kurulan idam sehpaları, sürgünler, bu müthiş adamı, bu mâneviyat adamını yolundan çevirememiş. O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur’ân-ı Kerîmde “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz” (Âl-i İmran sûresi, âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur’da tecellî etmiş.

Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefs müdafaası değildir, büyük bir dâvânın müdafaasıdır. Celâdet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri…

Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakîr gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat’tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebî olmak gerek! O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile hükmediyordu. O, hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman âbidesinin karşısında eridiler, sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halim-selim mü’minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler. Sizin hangi mektepleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?

Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü’minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü’min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesafetler, din, aşk, iman sayesinde letafetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdit ve tehditleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı, üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.

Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar, onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur Risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan birşey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur Risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.

Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler, bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri “İnkılâba, lâikliğe aykırı hareket ediyor” diye, tekrar tekrar mahkemeye verdiler, tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kere zehirlemek istediler. Ona zehirler panzehir oldu, zindanlar dershane… Onun nuru, Kur’ân’ın nuru, Allah’ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün âlem-i İslâmı dolaştı. Şimdi Türkiye’de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır.

O. Yüksel Serdengeçti

YurtDışı Hizmet Haberleri İçin Tıklayın

Yurtiçi Hizmet Haberleri İçin Tıklayın

www.NurNet.org

 

Avcılar’da Bir Cuma Dersi

İstanbul-Avcılar’da olup da Cuma günü derse gitmemek olmaz! Bu güzel ortam, bu güzel atmosfer, samimi ve candan muhabbetler insanları buraya celb etmeye devam ediyor.

Oldukça geniş olan Avcılar Nur Dersanesinde, ferah bir ortamda ders dinleme imkanı bulabiliyorsunuz. Her Cuma saat 20:30’da başlayan derselere sizler de davetlisiniz. Derse iştirak edenlerin ruh hallerini aşağıdaki mısralar özetliyor :

“Rabbimiz Allah deyip dosdoğru bir yol izleyenlerin üzerine melekler inerler. “Korkmayın,” derler onlara. “Mahzun da olmayın. Dünya hayatında da, âhirette de biz sizin dostunuzuz.”

Dostlar, olup biteni kaçırmazlar. Her söz, her görüntü, her düşünce, her hayal tek tek kayda geçer. Ve bütün bunlar, Yer ve Gökler Rabbine sunulur. Nasıl bir ihtişam içinde, orası ancak o âlemlerden görülür. Ama söz Ona yükselir; bu görülmüş gibi bilinir. Çünkü öyle buyurmuştur Kur’ân’ı gönderen.

Görünen âlemin önemli haberleri, görünmeyen âlemlerde nasıl sıraya giremezse, o âlemlerin haberleri de bizim dünyamızda pek rağbet görmez. Ancak kâinatın hakikatinden haberdar olan, duyuları keskinleşmiş olanlar, dünya kalabalıklarının değil, Allah’ın katında değer taşıyan şeyin peşindedirler.

Dünya hayatının meşgaleleri bu duyuları ve düşünceleri köreltmek üzere her taraftan saldırı halinde olduğu için de, sürekli derslerini tekrarlayarak his ve heyecanlarını diri tutmaya, doymak bilmeyen meraklarını ve kendilerine manevî Cennet hazlarını yaşatan şevklerini arttırmaya çalışırlar.

Onların iman derslerine olan ihtiyaçları, işte bu yüzden içilen su veya alınan nefes gibidir: Tekrarlandıkça tekrarlanır; fakat ne usanç verir, ne de ona doyulur.

 

 

Said Nursi: ‘Sineklerime ilişmeyin!’

Said Nursi’yi bir kez daha tartışıyoruz. Aslında Cumhuriyet tarihi boyunca sık sık merhum Said Nursi gündemimize geldi. Bu sefer de hayatını anlatan “Hür Adam” filmiyle gündemde. Filmi henüz izlemedim. Ancak tartışmaların bir kısmını izleme imkânım oldu. Karşıt görüşlerin, önyargıların ve siyasal argümanların sebep olduğu toz-duman içerisinde, yine bu düşünürümüzü sağlıklı olarak tartışamayacağız diye endişe ediyorum.

Onu sadece siyasi kimliği ve duruşu ile tartışmak, ona büyük bir haksızlık. Ben merhumun kültürümüzdeki Mevlana, Yunus Emre ve çizgisinin çağdaş bir iz düşümü olarak değerlendirilmesi taraftarıyım. O siyasi bir hareketin değil, iman merkezli bir hareketin öncüsü idi. Bu niteliğiyle de sadece bizde değil, tüm dünyada okunuyor ve anlaşılmaya çalışılıyor.

Ben onun kozmik evren anlayışının tartışılmasını isterdim. AVATAR filmi bağlamında tartışılması, hepimize ufuk açardı. Bundan dolayı AVATAR’ın onun gözüyle anlaşılmasını ve yorumlanmasını tercih ederdim. İşte o zaman, tıpkı engizisyon döneminin özgün düşünürleri gibi, fikirleri yüzünden hapishane ve sürgünlerle geçmiş bir hayatı anlayabilirdik.

Nasıl ki, Socrates, Guardino Bruno ve Galileo’yu düşünceleri ve muhalif duruşları yüzünden çektiklerini hatırlamadan anmak ve anlamak mümkün değil, Nursi’yi de bütüncül bir anlayışla ele almak ve anlamak lazım. Zira Nursi’nin en önemli yanı, fikirlerinin derinliği, evrenselliği ve güncelliğidir.

NURSİ’NIN EVRENSELLİĞİ VE GÜNCELLİĞİ

Prof. Erich Fromm, 1960′lı yılların başında felsefe kökenli Müslüman bir öğrencisine “Mevlana’nın çağdaş insan için mesajı nedir? Bize ne verebilir?” diye sorar. Bu soru bir doktora konusu olur ve 1964′te yayımlanır. Amerika en çok okunan kitaplar listesine girer. (Türkçe çevirisi: Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş: Kitabiyat Yay.: Ankara)

Tam da bu bağlamda sormamız lazım:

Said Nursi 21. Yüzyıl’da yaşayan bizlere ne verebilir?

Tartıştığımız konulara nasıl bir katkı yapabilir?

Örneğin, şu sıralar farklı kimlikler ve Anadil konusu gündemin diğer sıcak konularının başında geliyor. Bu konular her tartışıldığında ve “ötekini” inkâr eden, yok sayan “tekçi” anlayışları gördüğümde merhum Nursi hatırıma gelir.

Neden mi?

Açıklamaya çalışayım.

Yıl 1935 ve mevsim güz. Nursi 120 talebesi ile Eskişehir Hapishanesi’nde. Çok ciddi ithamlarla karşı karşıyalar. Zira “îdam kastıyla ve muhakkak sûrette mahkûm edilmesi direktifiyle” haklarında dava açılmış.

Talebeleri tedirgin, ancak mütevekkil! Ancak tüm bunların içerisinde, Nursi bulduğu her kağıt parçası üzerine yazmaya devam ediyor. Bu gün çevreci bir anlayışla çok anlamlı olan “Sinek Risalesi”ni de hücresinde yazmış. Anlaşılan hapishanede sinekler çoğalmış, zaten tecrit ve taciz altındaki mahkûmları, bir de sinekler taciz ediyor. Hapishane idaresi sinekleri öldüren bir ilaç kullanıyor.

Tüm mahkûmların memnuniyetle karşıladığı bu olayı, Nursi şiddetle protesto eder. Bununla da yetinmez; günümüzün tabiriyle tam bir “derin ekoloji” anlayışıyla, sinek risalesini yazar. Eko-sistemde sineğin yeri ve anlamını, İslami bakış açısıyla ortaya koyar.

Ancak, daha sonra bu risalenin yayınlanmasını ve dağıtılmasını yasaklıyor. İnsanın kıymetinin olmadığı, farklı görüşlere tahammül edilmediği bir ortamda yanlış anlaşılmaktan endişe ettiği anlaşılıyor.

SİNEKLERE DOKUNMAYIN

Yıllar sonra bir risaleyi buldum ve okudum. Çevreci bir bakış açısıyla risaleyi okuyunca, AVATAR filminin vermek istediği mesajı daha iyi anladım. Keşke James Camaroon bu küçük risaleyi “önceden görseydi” diye düşündüm.

Toparlarsak; biz hâlâ bin yıldan fazladır birlikte yaşadığımız dindaşlarımıza ve vatandaşlarımıza “ana dilini öğrenme” hakkını çok görürken, Nursi 1930′ların Türkiye’sinde sineklerin hakkını savunuyor. “Küçücük kuşlarıma[sineklerime] ilişmeyin” diye ikaz diyor. Hem de tamamen İslami referanslarla!

Socrates’in ünlü savunmasını hatırlamanın yeridir. O idam ile yargılanırken bile, sadece kendini değil, hemşehrilerinin ruhunu da savunan bir tavırla Atinalılara şöyle sesleniyordu: “Sen ki, dostum, Atinalısın, dünyanın en büyük, kudretiyle, bilgeliğiyle en ünlü şehrinin hemşehrisisin; paraya, şerefe, üne bu kadar önem verdiğin halde bilgeliğe, akla, hiç durmadan yükseltilmesi gereken ruha bu kadar az önem vermekten sıkılmaz mısın?

Nursi de Eskişehir Hapishanesi’nde “idam” ile yargılanırken, sadece kendi savunmasını hazırlamıyordu; sinek örneğinden hareketle tüm canlıların yaşam hakkını savunuyordu. Assisi’li Aziz Francis gibi, Mevlana ve Yunus gibi tüm varlıkları “kardeşleri” olarak görüyor ve onların korunmasını talep ediyordu.

Bana göre Said Nursi’nin 130′ü aşkın risalesi içinde en önemli olanı “Sinek Risalesi”dir. Varlığı ve tüm canlıları sevgi, şefkat ve muhabbet temelli kucaklayan bir anlayışı görmek için bu küçük risaleyi okumak yeterlidir.

İşte o zaman, biyolojik çeşitlilik gibi, kültürel çeşitlilik ve farklılıkları da korunması gereken bir zenginlik olarak görebiliriz. Evet, Said Nursi’yi tartışalım; ama yeni ve bütüncül bir anlayışla.

Prof. Dr. İBRAHİM ÖZDEMİR – Gazikent Üniversitesi Rektörü

Yeni Şafak – Yayın Tarihi: 16.01.2011

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version