Etiket arşivi: fetö

Ağabeylerin şüpheli ölümü!

FETOTerör örgütü FETÖ’nün İslamiyet’i kullanarak Türkiye’de taban kazanmaya çalıştığı ve bunun önünde engel gördüğü diğer dini cemaatler ile birlikte Said Nursi’nin yaşayan 6 vekilini ölümle tehdit ettiği, ardından beş din aliminin şüpheli kalp krizleriyle öldüğü ortaya çıktı.

Star’ın haberine göre; FETÖ’cülerin “Hayatlarıyla öderler” şeklindeki ölüm tehditlerine bizzat tanıklık ettiğini belirten AK Parti Isparta Milletvekili Sait Yüce, “Fetullah Gülen, kafasındaki menfur hedefe ulaşmak için Bediüzzaman Hazretleri’ni ve talebelerini engel gördü” dedi.

ÖLÜM MAKİNESİ

Yücel, terörist başı Fetullah Gülen’in başarısız darbe girişimi sonrasında yaptığı açıklamada, “Beyin kanaması balyoz gibi inebilir alır götürür” sözleriyle, FETÖ ile mücadele edenleri ölümle tehdit ettiğine dikkat çekti. AK Parti Milletvekili Sait Yüce, “Örgüt, Türkiye’de genişlemelerine engel gördükleri siyasetçi, gazeteci veya dini cemaatlere karşı, içlerine soktukları adamların sebep oldukları ihtilaflar ve hadiselerle gözü dönmüş bir ölüm makinesi olduklarını gösterdi” diye konuştu. Teröristbaşı Fetullah Gülen’in başta Kur’an-ı Kerim ve İslamiyet’i istismar etmeye çalıştığının altını çizen Sait Yüce, FETÖ’nün Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Risale-i Nur’unu tahrip ederek yayınlamaya çalışması ve 17-25 Aralık sonrasında kendilerine tepki gösteren din alimlerine ölümle tehdit etmesine ve ardından beş alimin şüpheli ölümüne dikkat çekti.

SADECE BİRİ KALDI

FETÖ tarafından Said Nursi’nin beş talebesinin öldürüldüğüne ilişkin şüphesini anlatan Yüce, şunları söyledi: “Talebeleri, Gülen hareketinin yanlışlıklarını ve Nurculuk hareketiyle ilgisi olamayacak sapkın yönelimlerinden bahsetmeye başlamış, 17-25 Aralık sonrasında da bu girişimin yanlışlığını ortak bir açıklamayla kınamışlardı. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ”manevi evladım, varis ve vekilim’ dediği Mustafa Sungur, FETÖ’nün ve mensuplarının İslamiyet’e zarar veren uygulamalarından vazgeçmelerini istemiş, ‘Elleri ayakları kırılsın’ diye beddua etmişti. Nursi’nin o gün hayatta olan talebeleri Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Abdülkadir Badıllı, Mehmet Fırıncı, Hüsnü Bayram, Salih Özcan, 17-25 Aralık’tan yedi gün sonra gazete ilanları ve açıklamayla FETÖ’yü açık bir şekilde kınadı. O açıklamadan sonra, Bediüzzaman Hazretleri’nin yaşayan altı talebesinden merhum Mustafa Sungur, Abdülkadir Badıllı, Sait Özdemir, Abdullah Yeğin ve Salih Özcan, gelen tehditlere rağmen örgüt sempatizanı aile fertleri tarafından tedavi için götürüldükleri FETÖ’ye ait hastanelerde ya da başka sağlık kuruluşlarındaki Paralel Yapı’ya mensup doktorların kontrolü altındayken şüpheli şekilde kalp krizinden öldüler.” AK Parti Isparta Milletvekili Yüce, FETÖ’nün altı din alimini ölümle tehdit etmesine ve örgüt hastanelerinde şüpheli ölümlerine bizzat tanık olduğunu anlattı:

HAYATLARIYLA ÖDERLER

“Mehmet Fırıncı’ya ABD’den kimliği belirsiz telefonlarla “Biz karşımıza çıkanları yok ederiz. Konuşmalarınıza dikkat edin” tehditleri geldi. Bizzat şahit oldum. Şu an yurtdışında olan FETÖ’nün üst düzey adamlarından Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı eski Başkanı Harun Tokat’a, Gülen’e ulaştırması üzerine merhum Sungur’un mektubunu götürdüm. Risaleleri tahrip etmemelerini istedik. Harun Tokat, tam kapıdan çıkarken bana ‘Latif Erdoğan ve Kemalettin Özdemir’e de söyle fazla konuşmasınlar, hayatlarıyla öderler’ dedi, dondum kaldım.”

Yeni Şafak

Buna Hak sillesi derler

Daha düne kadar halk arasında büyük bir saygınlığı vardı.

Fakat geldiği yere kendi maharetiyle gelmemişti.

Onu halkın gözünde tenkit edilmez bir mevkie taşıyan şey, Risale-i Nur’un nüfuzuydu.

Zamanı geldiğinde bunu kullanmasını çok iyi biliyor, tehlikeli zamanlarda ise bu eserlerle ve Nur’un hizmetiyle arasında hiç muârefe yokmuş gibi davranmayı tercih ediyordu.

En sonunda, şükran borçlu olduğu bu eserlere karşı uzun zamandır içinde beslediği suikasti sahneye koydu.

Risale-i Nur Müellifinin, vârislerinin, talebelerinin ve bütün Nur cemaatinin şiddetli muhalefetini hiçe sayarak, bu eserleri cemaatinden birtakım kasapların eline tevdi etmek suretiyle “sadeleştirme” adı altındaki bir tahrifata uğrattı.

Nur talebeleri önce tatlılıkla, sonra şiddetli şekilde ve onun anlayacağını umdukları bir dille uyardılar.

Hiçbirine kulak asmadı.

Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleri onunla görüşmek istediklerinde, bunu en büyük bir şeref telâkki ederek ayaklarına gitmeyi teklif edecek yerde, kapısını kapattı, randevu taleplerine cevap vermedi, onları adam yerine dahi koymadı.

Fakat onun kulak tıkadığı niyazlara başka kapılar açıldı.

Duaları dinleyen, o canhıraş niyazlara cevabını en güzel bir surette verdi.

Ve onu, İçişleri Bakanlığının “Aranan Teröristler” sayfasındaki Kırmızı Listede Cemil Bayık, Fehman Hüseyin ve Murat Karayılan gibi azılı teröristlere arkadaş yaptı   (http://www.terorarananlar.pol.tr/detaylar/Sayfalar/kirmizi.aspx)

Gücüne güvenerek her yaptığının yanına kalacağını sanan ve emsalsiz bir kibirle o mübarek insanların feryatlarına kulak tıkayan kişi, şimdi terör örgütünün başı olarak hesap vermeye çağırılıyor.

Kaderin bu tecellîsi karşısında, bize de, Üstad’ın talebeleri tarafından o zaman kendisine hitaben yazılan, ancak dönemin cemaat lideri tarafından kaale alınmadığı için kamuoyuna hitaben yayınlanan ikazlarını bir kere daha hatırlatmak düşüyor:

RİSALE-İ NUR’UN sadeleştirilmesi adı altında girişilen tahrifat teşebbüslerinin son olarak “sadeleştirilmiş Lem’alar” şeklinde almış olduğu merhaleler üzerine, Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebeleri olarak aşağıdaki hususları umumî efkâra duyurmayı vazife biliyoruz:

  1. Aziz Üstadımız hayatta iken de Risale-i Nur’un dili üzerinde bazı tasarruflar yapılması istikametinde teklif ve teşebbüsler olmuş; fakat Üstadımız Risalelerin lisanıyla oynamaya ve onu değiştirmeye hiçbir surette izin vermemiş, bu tür teklif ve teşebbüsleri kat’î bir surette reddetmiştir. Bu husus bütün Nur talebeleri tarafından gayet iyi bilinen bir hakikattir. Daha evvelki açıklamalarımızda bu hususla alâkalı olarak kâfi miktarda misal zikrettiğimizden, geçmiş beyanlarımızla iktifa ediyoruz. Arzu edenler, bu hususta, 1990 yılında neşrettiğimiz uzun mektuba müracaat edebilirler.
  2. Bizzat Üstad Hazretlerinin dersinde ve hizmetinde bulunan, onun tarafından neşriyat hizmetleriyle vazifelendirilen ve kendisinin dâr-ı bekaya irtihalinden sonra da Nur’un her türlü hizmetinin mes’uliyetini bizzat Üstadın vasiyetiyle üstlenmiş bulunan talebeleri olarak bizler de, aramızda hiçbir ihtilâf olmaksızın, tam bir ittifak ve icmâ’ ile, Üstadımızın bu husustaki hassasiyetine her ne pahasına olursa olsun riayet edilmesi gerektiğine inanıyor ve bu husustaki azmimizi ifade ediyoruz.
  3. Herhangi bir edip veya sanatkârın sıradan bir eseri üzerinde dahi sahibinin rızası hilâfına tasarrufta bulunmak en büyük bir saygısızlık telâkki edilirken, insanlık âlemine Risale-i Nur Külliyatı gibi, ihtivâ ettiği hakikatler kadar fevkalâde üslûbuyla da mümtaz bir eseri armağan etmiş bulunan Bediüzzaman Hazretleri gibi bir müfessir, müceddid ve mütefekkirin eserleri üzerinde kalem oynatmak ne mânâya gelir, kıyas edilsin!
  4. Şimdiye kadar sadeleştirme adı altında yapılan teşebbüslerin nasıl netice verdiği meydandadır. Bunun en son nümunesinde ise, sadece kelimeleri değiştirilmekle kalmamış, bir de Üstadın cümlelerine, ifade ve üslûbuna da müdahale edilmiş ve bunun neticesinde, ortaya, ruhu çekilmiş bir ceset mesabesinde, donuk, cansız, zevksiz bir metin çıkmıştır. Mehmed Akif gibi büyük bir edip ve şaire “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler onun ancak talebesi olabilir” dedirten Bediüzzaman gibi bir zâtın metinleri üzerinde böyle fütursuzca kalem oynatan kimselerin bu densizliklerini hayret ve ibretle seyrediyor ve bu cür’eti nereden ve kimlerden aldıklarını merak ediyoruz.
  5. Bu çeşit teşebbüslere bahane teşkil eden “Risale-i Nur’ların anlaşılmadığı” iddiasını kabul etmek de mümkün değildir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, Risale-i Nur’lar, telifinden bu yana bir asra yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, hâlâ bu kadar çok satılmaya ve milyonlarca insan tarafından tekrar tekrar okunmaya devam etmezdi. Halbuki bugün kimi yetkili, kimi de yetkisiz olarak en az bir düzine yayınevi Risale-i Nur’ları neşretmeye devam etmektedir. Dünyada başka hiçbir eserin mazhar olmadığı böyle bir rağbete Risale-i Nur’u eriştiren şey, onun anlaşılmaz oluşu mudur?
  6. Risale-i Nur’un diline en uzak zannedilen gençlik arasında ise, bu eserlere karşı iştiyak her geçen gün artmakta, yurdun dört bir tarafında orta öğrenim ve üniversite gençlerinden niceleri kendilerini Nurların kucağına atmaktadırlar. Onlar bir yandan Risale-i Nur’u daha iyi anlamak için onun harikulâde lisanına vâkıf olmaya çalışırken, bir yandan da Risaleleri tercümelerinden tanıyan başka milletlere mensup insanlardan birçoğu, bu eserleri orijinal diliyle okumak için Türkçe öğrenmektedir.
  7. Bugün konuşulan dil ile Risale-i Nur’un dili arasında bir mesafe olduğu muhakkaktır. Ancak buna sebep Risale-i Nur’un dilinin ağırlığı olmadığı gibi, bunun çaresi de Risale-i Nur’u bugün konuşulan dilin seviyesine indirmek değildir. Çünkü Risale-i Nur, bir asra yakın zamandan beri vicdan-ı umumînin bozulmasına yol açacak derecede tahribata uğrayan şeâir-i İslâmiyeyi tamir etmek ve yeni yetişen nesillere unutturulan hakaik-ı İlâhiyeyi ve mukaddes kelimeleri tekrar bu milletin hafızasına yerleştirmekle vazifelidir ve bu vazifesini de kendisine has lisanı ile yerine getirmekte, ilim ve irfan hayatımızdan dışlanmış bulunan mefhumları tekrar milletimize kazandırmaya çalışmaktadır. Hangi suretle ve niyetle olursa olsun onun lisanıyla oynamanın, Risale-i Nur’u bu kudsî vazifesinden alıkoymaya teşebbüs mânâsına geleceğini, her vicdan sahibi takdir edecektir.
  8. Bugün geldikleri yeri ve milletimizin gözünde eriştikleri mevkii Risale-i Nur’a borçlu olanlar, Hazret-i Bediüzzaman’ın hatırasına hürmet göstermek hususunda herkesten fazla hassasiyet sahibi olması icap eden kimselerdir. Muazzez Üstadımızın “Ben bile kalem karıştıramıyorum” dediği metinlere müdahale etmek veya ettirmek, kadirşinas insanların velînimetlerine karşı şükran borcunu ödemek için ihtiyar edecekleri bir yol olmasa gerektir. Böyle teşebbüslere tevessül eden, müsamaha gösteren, destek olan veya meyil duyan kimselerin, iç âlemlerinde derin bir muhasebeye girişerek Üstadımızın şu beyanları karşısında kendi nefislerini yoklamaları, herkesten evvel kendi menfaatlerine olacaktır:

“Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder, tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.”

  1. Muazzez Üstadımızın hizmetinde bulunan talebeleri olarak şu hususun kat’iyetle bilinmesini istiyoruz ki, Risale-i Nur yağmalanacak sahipsiz bir mal değildir; bu eserleri hedef alan her türlü tahrifat teşebbüslerine karşı, biz, Üstadımız tarafımızdan omuzumuza yüklenmiş bulunan vazifeyi, kimsenin hatırına bakmadan ve zerre kadar tereddüt göstermeden yerine getireceğiz. Hangi niyetle olursa olsun böyle teşebbüslere tevessül edenler, bu hareketlerinin Risale-i Nur’a, Müellifine ve talebelerine karşı alenen ve fütursuzca meydan okumak mânâsına geldiğini idrak etmeli, böyle bir meydan okuyuşun nasıl bir âkıbeti dâvet edeceğini düşünmeli ve, eğer insaf ve idrak sahibi iseler, derhal yanlışlarından dönerek tövbe etmelidirler.

Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hizmetinde bulunan talebeleri

Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Said Özdemir, Salih Özcan, Hüsnü Bayram, Abdülkadir Badıllı, Mehmet Fırıncı

***

İlk yayın tarihi: 19 Aralık 2014

Ümit Şimşek

İçerden Bir Çığlık

Fethullah Gülene Açık Mektup!

“Bizler size bir zamanlar her şeyden çok inanarak sevmiş ve on yıllarca bir çok hizmette bulunup, binlerce insana “asrın imamı” diye sizi anlatmış bir grup insan olarak, bu ülke insanlarına son yaşattığınız vahim olaydan sonra bu mektubu yazmayı ülkemize ve milletimize karşı vefanın bir gereği olarak görüyoruz.

“Siz kırk yılı aşkın bir zamandır, çocukluktan ahir ömürlerine kadar pek çok insanın hayatlarının en birinci belirleyicisi, yön vericisi oldunuz. Olumlu yönüyle bakılırsa yüzbinler bu vesileyle din ile tanıştı, sevdi ve seve seve ömrünü, malını, canını inandığı bu dava uğruna feda etti. Bizim gibi on binlerce genç liseden, üniversite yıllarına, oradan aktif meslek hayatlarına kadar sizin vaazlarınızda anlattığınız sahabelerle, Musablar’la, Ammarlar’la, Bilaller’le kendini özdeşleştirdi.

“Hizmetin ilk yıllarında samimane yapılan işlerden olan; yeni talebeler ararken de, gazete satarken de, burs ve himmet toplarken de hep bu sahabe ruhuyla hareket etmeye çalıştılar. Allah, art niyetlerinizi bilmeden dine hizmet ettiğini düşünen bu insanların hayırlarını kabul etsin.

“Bu kırk yıl içinde cemaatte itirazlar ve eleştiriler de yok değildi. Cemaate girerken dini alt yapısı olan bazı arkadaşlar, cemaatin bazı söylem ve eylemlerini sorgulasalar da, ev abiliği, semt, bölge, il, eyalet, ülke derken artan konum ve kademeler, en muhalif düşünce sahiplerini bile küçük birer hocaefendi yaptı. Aykırı düşünceleri olanlar eğer semt, bölge geçişlerinde elenmedilerse, tenkitlerine ancak geldikleri konuma zarar vermeyecek şekilde devam ettiler. Kimi zaman sözlü ve yazılı size iletilen tenkitlere karşı siz mutlaka İslam tarihinden örnekler vererek cevap verdiniz. Çoğu zaman da iyi polis rolünde dinleyerek mahremine vakıf olduğunuz o insanları arkadan verdiğiniz talimatlarla bitirdiniz. Bunun en bariz örneği 35 yıl boyunca yüzüne gülerek mütevellilerde konuşma yaptırdığınız Latif Erdoğan hakkında bütün imam ve bölgelere talimat vererek: “Dikkat edin! O kişi hoca efendinin yerine geçmek istiyor” dedirttiniz. Ahmet Keleş’in harcanma sebebi ise sizi taklit etmesi ve etrafına esnaftan cemaat toplamasıydı. Tabii bunların ayak oyunları olduğunu çok sonra öğrendik. Hatta 2 sene öncesinde dönemin başbakanı ile görüşmeye gittiler diye Harun Tokak, Ali Bayram ve Recep Uzunallı’yı bile 40 yıllık hizmetlerine bakmadan hain ilan edip şu an medyaya yansıyan yerlerine sürgün ettiniz. Sizin bu yıldırmanız üzerine ayrılamadıkları için aranan 73 hain listesinde yer aldılar. Üst seviyedeki baskıları kötü polis rolünde olan Mustafa Özcan üzerinden genelde maaş keserek ve dışlayarak yürüttünüz. Aşağıdaki kalkışmaları ise üst seviyedeki insanlara verdiğiniz cezalarla korkutarak bastırdınız. Nihayet robot gibi, düşünmeden hareket eden imamlar ve cemaat ordusu yetiştirdiniz. Her ne problem olursa olsun eğer size ulaşmışsa mutlaka ilgilenilir, fakat o insan çoğu zaman sadece teselli ile yetinirdi. Bütün bu görünen çerçevede İslam tarihi, tatmin etmek için en büyük malzeme olarak kullanılırdı. Her mağduriyet Allah yolunda bir madalya, her başarı cemaatte olmanın bir zaferiydi.

“Ancak ev abiliğinde başarılı görülüp semt abiliğine geçiş yapanlar kod adı “Hususi ve Şurti” olan “Asker ve Polis” hizmetleri yani askeri okullara ve polis okullarına adam yetiştirme olarak adlandırılan derin hizmetle tanışırdı. “Esas hizmetimiz budur. Askeri okullara bir adam sokmak, bir yurt, bir okul yapmak gibidir. Bütün okullar ve yurtlar kapansa önemi yok, yeter ki hususi hizmetler devam etsin“ tarzı söylemlerle motive edildik. Artık her yönüyle kamuoyuna mal olmuş bu devlete sızma süreçlerinde en büyük motivasyon sizin şu öğretinizdi: “Eğer her evden bir çocuk askeri okullara veya polise girmezse o aile reisi indallah hesap veremez”. Artık bizim için okulun, ailenin, geleceğin hiçbir önemi yoktu. Mademki ülkenin geleceği bu hizmetlere bağlıydı gerisi önemsizdi. Sınav sorularının çalınması ve öğrencilere verilmesi daha 1989 yılında başlamıştı. Bu hırsızlıkların da bir tek açıklaması vardı, savaş ortamında bu yapılanlar mübahtı. Abiler bütün bu hırsızlıklar olurken size sorduklarını ve izin vermediğinizi söyleyerek sizi temize de çıkarıyorlardı. Daha sonraki bütün zamanlarda ve usulsüz olaylarda siz hep haberi olmayan iyi polis rolüne devam ettiniz. Fakat cemaatin üstünü bilenler sizin izniniz olmadan cemaatte hiçbir şeyin yapılamayacağını da bilirlerdi. O dönem en başarılı çocukları askeriye, başarısı daha düşük olanları da polis okullarına soktuk. Gördük ki Polis Akademisi’ne giren çocuklar da 17-25 Aralık operasyonlarının beyin takımını oluşturdular.

“Yine 1990-91’li yıllarda değişen hükümetlerle yapılan pazarlıklara bağlı olarak mesela Oltan Sungurlu döneminde bölge imamları, semt imamları, yargıya girdiler. Hatta alevi dedelerinden referans bulmak suretiyle yargıya sızmak en çok Seyfi Oktay döneminde oldu. O dönemde yargıya giren ve bölge imamı seviyesine gelmiş insanlar son 5 yılın özel savcıları oldular ve bir kısmı da Yargıtay, Danıştay gibi yüksek mahkemelere atandılar. Hemen hepsi liyakatli olan bu ehil insanlar emirleri abilerden aldıkları için asla dini anlamda emin insan olamadılar. Oysa mümin emin insan demektir. Normal hayatlarında çok ahlaklı olan bu insanlar gelen emirleri kayıtsız şartsız uygulayarak birer militana dönüştüler. Son 5 yıldır onlara yaptığınız telkinlerle Tayyip Bey’i şeytan ve Türk halkını de uyutulmuş olarak gösterdiniz. Bu gün 3.000 civarı olarak açıklanan o isimler içerisinde özel davalara bakanların çoğu cemaatte en az semt imamlığı yapmış isimlerden oluşuyor. Görünen o ki 17-25 denemesinin öncesinde yüksek yargıya hâkim olmak istediniz ve oldunuz. 2010’da referandum desteğinizin perde arkası da sanırız bu plandı.

“Bugün görevden alınmış olan ve kayıplara karışan Fikret Seçen, Mehmet Yüzgeç, Celal Kara bölge imamı, eski Ankara başsavcısı İbrahim Kuriş (şu anda kanser tedavisi görüyor) ise en kıdemli bölge imamı idi. Yargı imamı olan Nazmi Dere (eğer değişmediyse) bütün bu kadroların listesini bizzat bilen kişiydi. Aynı dönemin kaymakamları veya maliyecileri de birbirlerini gayet iyi tanırlar. Buna rağmen halen inkara devam edip, bu insanların hepsini yüzüstü bırakıyorsunuz.

“Bugünlere gelinceye kadar askeriyede itirafçı olacak onlarca insanı baskılarla engellediniz. Evlilikleri bile kontrol altında olan bu insanlar her bir yandan kuşatıldılar. Yine 1990’dan sonra 2-3 kişilik gruplara ayrılan subaylar murakıp denilen takipçi imamlar yanında sohbet etmek ve tabii biraz da moral olması için zengin mütevellilerin genç çocuklarına bağlanarak sohbet ettirilmeye başladılar.

“Yine 1990 yılından sonra yurtdışı açılımı ve hizmetlerin büyümesi, cemaatin finans ve itibarının artması bu derin faaliyetleri daha da hızlandırdı. 2010 yılına geldiğimizde artık her güç odağının yanına uğramadan iş yapamayacağı hale gelen cemaat, devleti ele geçirdi ve operasyonlar başladı. Daha 2004 yılından itibaren Koç Grubu Ali Koç’u, Sabancı Grubu Ali Sabancı’yı sizinle irtibat için aracı tayin ettiler. O dönem İstanbul imamı olan Ahmet Kara, bu kişilerden Ali Abi diye bahsetmeye başlamıştı. Cemaatin kirli operasyonlar sorumlusu olan Ahmet Kara aynı zamanda Mustafa Özcan’ın da kara kutusu olduğu için Mustafa Yeşil gibi ilk onları yurtdışına kaçırdınız.

“1980’den beri kimi zaman kamuoyu oluşturmak istediğiniz bir konuda taksilere binip, taksicilerle, dolmuşçularla kulis yapıp fısıltı gazetesiyle kamuoyu oluşturduk, kimi zaman da siyasilere adamlar gönderdiniz.

“Bütün bu süreçler devam ederken çıkan bütün arızalar yine sizin izahlarınız ile bertaraf edildi. On yıllar boyunca sistemi sorgulayan isimler ve fikirler hain ilan edilerek dışlandı. Son on seneye gelinceye kadar yaşanan problemler de sizin birkaç yüzlü tavırlarınız ile bastırıldı. Ya da en kötü ihtimalle “Hoca efendi çok üzülüyor ama ne yapsın etrafındakiler…” tarzı söylemlerle hatalar başkalarına mal edilerek geçiştirildi.

“Altunizade beşinci katta yaptığınız il ve ülke imamları toplantılarına Amerika’ya (sebebi şimdi ortaya çıkan) hicretinize (!) kadar katıldık. O toplantılarda aslında sizin ne kadar gaddar olabileceğinizi ve en küçük bir arızayı nasıl en sert tedbirlerle çözdüğünüzü gördük. Ön planda her zamanki gibi İslami yorumlar yaparken o toplantılarda Cuma akşamı hazırlanan ve bazen 200 maddeyi bulan ruzname iki gün boyunca size soruluyor ve her konuyla ilgili direk talimatlar veriyordunuz. İşin garibi Kazakistan’dan, Moldova’ya, oradan Türkiye’deki emniyete ve askeriyeye kadar bütün bürokratları isimleriyle tanıyor ve yorum yapıyordunuz. Bütün dünyanın bilgileri imamlar ve o ülkedeki yapılanmalar sayesinde size sel gibi akıyordu.

“Bu cemaatte 3-5 yıl kalmış hemen herkes Kara, Deniz, Hava gibi kuvvetlerin 1990’a kadar Büyükçelebi, Şengül, Özcan vs. gibi büyük abilere ve onların bir altında tabii takma isimleriyle Murat Ceylan, Sadık Tapkan, Veli … vs. gibi gerçek isimlerini sadece kendilerinin bildiği insanlara bağlı olduğunu biliyor. Askeri işlerle uğraşan bu insanların isim ve soy isimleri sürekli değiştiği gibi kişiler de sürekli değişirdi. Siz Amerika’ya hicret (!) ettikten sonra da o yapının başat isimlerinin bir kısmı Amerika’da eyalet imamı oldular. Tabii şu anda Murat Ceylan gibi isimler belki beşinci eyalet değişikliğini yapmıştır ve yeni ismini de ancak oradakiler bilir.

“2004 yılında ABD’de bir sohbette “Benim, CIA, MOSSAD gibi teşkilatlardan endişem yok, hatta çamaşırlarının rengini bile biliyoruz. Benim endişem kardeşlerimiz arasındaki kavgalar” diyordunuz. Tabii biz bu uluslararası örgütlerin çamaşırlarını bile nereden bildiğinizi soramıyorduk.

“Hâsılı, karşımızda İslam düşmanları vardı. Askeriyeden polise, oradan yargıya ne yaparsak gelecek güzel günler için yapıyorduk.

“Askeri okullardaki öğrencilere ilk zamanlar içkiye atılan tablet ile çözüm üretilirken, deşifre olunca 1-2 kadeh fetvası, sonra daha pek çok fetva yavaş yavaş verildi. Abdest parça parça alınıp, namaz gerekirse tuvalette veya televizyon izlerken (çocuklara defalarca yaptırdık bu rezilliği) kılınabiliyordu. Hatta zor fetvalarda çocuklara kendi vicdanlarıyla hareket etmelerini söyleyip önünü açık bırakıyorduk. Sonuçta bir savaştaydık ve her şey mubahtı.

“Yargıdan eğitime kadar herkes takiyye yaparken Hasan Can, Yavuz Sultan Selim örneği verilirdi. Güya Hasan Can casus olarak kilisede papazlık yapmış ve: “Sultanım beni buradan al. İçki içip, istavroz çıkarmaktan namazlarımdan zevk alamıyorum” demiş. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim: “Orada kal, yerine başka adam yok” demiş. Daha birçok örnekle her şeye harp hukukuna sokularak fetva veriliyordu. Detay problemlere girmeden son iki senedir sohbetlerde yaptığınız gibi Allah, Peygamber, Sahabe hep sizinleydi ve tek gayeniz “Ruhu revanı Muhammedinin dünyanın her yerinde Şehbal açmasıydı“. Bu cümle Yahya Kemal’in ezan şiirinden alınmış ve bir hadise işaret eden cümleydi. Okullarda CIA elemanlarının çalışması ve dini herhangi bir çalışma yapmamak gayet normaldi. Yoksa o ülkede hizmeti deşifre etmiş ve gelecek nesillerin hakkına girmiş olurduk. Kitaplara sığmayacak bu konuların neredeyse tamamı deşifre olduğu için daha fazla üzerinde durmayacağız.

“2007’den beri yurtdışı, yurtiçi bütün mensuplarına Tayyip Erdoğan düşmanlığı aşılamaya başladın. Gerekçesi de Tayyip Erdoğan’ın seni kıskanması ve cemaati bitirmek istemesiyle izah ettin.

“Tüm yaşananlara rağmen halen her zamanki gibi sohbetlerde farklı arka planda farklı konuşuyorsun. Daha birkaç gün önce başarısız darbe girişiminden sonra yabancı basın mensuplarına anlattığın IŞİD ve Suriye senaryolarını 2010’a kadar gizlice telkin ettin. Çünkü daha yargı tam olmamıştı. Ne zaman ki Danıştay, Sayıştay, Yargıtay, AYM cemaatin eline geçti, aynı senaryoları bütün kadrolarla yurt içi ve yurt dışında anlattırmaya başladın. Bütün istihbarat ve devlet içi elemanların senaryolar yazmaya başladılar. Önce üst başlıklar belirlendi, sonra emniyetçiler, yargıçlar ve diğer bütün bürokratlar eliyle deliller toplandı. Bütün bunlar 17-25 darbesi içindi. Fakat öyle bir güç zehirlenmesi vardı ki bölge imamından semt imamına kadar 2012’den itibaren her yerde: “2014 Aralık ayında Tayyip kaçacak” şeklinde yaymaya başladın. Artık CIA, MOSSAD ve senin Cemaatin organize çalışıyordu. Bunları gören insanların söyledikleri her şey bastırılıyor ve hain damgası yiyerek dışlanıyorlardı. Askeriyedeki cemaat dışı kadrolar Sarıkız, Balyoz, Ay Işığı gibi davalarla bitirilerek şimdi darbe yaptırmaya kalktığın askerlerin önü açıldı. Pek çoğu daha 40 yaşına geldiklerinde general oldular. 30 senedir senin talimatların ve dini tevillerinle esir alınmış beyinleriyle bütün şer senaryolarını hayata geçirdiler. Sen her zamanki gibi binde birini bile tanımazdın (!) Oysa senin tanımadığın ve 30 yıldır senin dizinin dibinde ders gören Adil Öksüz gibi imamlar aracılığıyla sana sormadan adım atmazlardı.

“Görünen o ki son 3-4 yıldır dış güçlerin kucağında her istediklerini yaptın. Tabandaki bazı kişiler halen senin dini söylemlerine inanmaya devam ediyorlar. Sana yakın kesimdeki hainler ise ya bu sistemden nasiplenmeye devam ettiklerinden ya da senin gibi başka çıkış yolları kalmadığından vatanlarına, milletlerine en önemlisi de dinlerine ihanet etmeye devam ediyorlar.

“Tanımam dediğin ve onlar da itiraflarında seni tanımadıklarını söyleyerek harp hukukuna göre takiyye yaptıklarını düşündükleri şu ortamda hangi bir yalanı yazalım bilemiyoruz. O generaller bütün rütbelerini senin elinden almadılar mı? Sen her defasında onlara özel kalemler, saatler hediye etmedin mi? Onlar da sana yüzüklerini ve kılıçlarını hediye etmediler mi? Orta sınıf bir imamda bile bir sürü hediye kılıç varken sen nasıl hiçbirini tanımadığını söyleyebiliyorsun. Bütün o oramirallere sembolik olarak rütbeleri sen taktın. Yakalanan ve henüz deşifre olmamış yüzbaşı ve üzeri bütün rütbeliler senin yanına bir-iki defa gelenler tarafından bile görülmüş kişiler. Kaldı ki üst düzey görev yaptığı halde harcadığın şu an medyaya konuşan zatların da tanıdığı onlarca isimler var. Buna rağmen halen yalan, halen inkara devam ediyorsun.

“Sen milletine, ülkesine ihanet ederken bile ülke hasreti edebiyatını gözyaşı ile yapabilecek kadar, numarada zirveye çıkmış birisin. Biz bir dönem sana gönlünü kaptırmış insanlar olarak seni ve tabandaki masum arkadaşlarımızı uyarıyoruz. Tarih boyunca Cem Sultan gibi milletinden kaçarak, düşmanın kucağına düşenler iflah olmadılar. Bu darbeye katılan askerleri, cemaatte yüzlerce kişi tanırken, halen inkar etmeye devam edecek misiniz? Hayatının bu son yıllarında her şey ortaya çıktıktan sonra bile de yalana devam edecek misin? Bu nasıl bir yalanlama ve nasıl bir yüzsüzlüktür? Madem bu işi binlerce kişiyi ateşe atarak yaptırıyorsun, o zaman onlarla birlikte olup ceremesini de birlikte çekmen gerekmiyor mu? Yoksa dünyadaki vatanına ihanet eden tüm prensler, şehzadeler, paşalar, fikir önderleri gibi sen de kendi ülkesi hakkında projeleri olan başka bir ülkenin yedeğinde kalacak mısın? Vatanına, milletine, diğer müslümanlara ve son olarak kendi yetiştirdiğin bu insanlara ihanet etmek hangi kitaba sığar? Amerika’da tutsaksan ve gelemiyorsan, bunca insanın canına kıydırdıktan sonra, tövbe edip Allah için hayatına son vermek de düşünmen gereken bir seçenektir.

“Son olarak cemaate Allah yolunda hizmet etmek için gönül vermiş, masum ve kandırılmış kardeşlerimize seslenmek istiyoruz. Bir kısmınız son 3-4 yıl içinde durumu anlayarak cemaatten koptu, fakat bir kısmınız da karşı propagandalara inanarak, bunca yıldır yüksek idealler peşinde koştuğunuzu düşündükten sonra cemaat üzerinden kimlik bulmanın da etkisiyle cemaatten ayrılamadınız. Fakat Lütfen bu darbeyi cemaatin yetiştirdiği askerlerin yaptığı bu kadar netken, halen bu işin bir İslam davası olduğunu sanmaya devam etmeyin. İslam tarihi çok kalleş gördü ama bu derece bir kalleşlik hiç bir zaman yapılmamıştı. Sadece siz değil, hepimiz, tüm ülke olarak kandırıldık. Fakat nefesimiz daha bitmedi. Bundan sonraki hayatımızı yaptığımız hataları düzeltmek için kullanma imkanımız halen var. Sizin de kabul edeceğiniz gibi insanların ne dediği az önemlidir, esas önemli olan Allah’ın ne dediğidir. Allah doğruluk, adalet, merhamet üzeredir ve bizden de öyle olmamızı ister. Allah tövbeleri kabul edendir, yeter ki tövbe etmeyi bilelim.

Kamuoyuna arz ederiz.

Cemaat abilerinden bir grup

Ahmet Taşgetiren yazısından alıntıdır…

http://haber.star.com.tr/

Bu Millete Silah Çeken Haindir

3 Ocak 2014 de “Yangının külü üstümüze yapışmadan”( http://www.nurnet.org/yanginin-kulu-ustumuze-yapismadan/) isimli bir makalede, Gülen hareketiyle hükümet arasında başlayan mücadeleden Türkiye’nin zarar göreceğini yazmıştım. Kimsenin bizi dinleyeceğini düşünmemiştim ama, o yazıyla tarihe bir kayıt düşmüştüm.

Gülen hareketi 70 li yıllarda Nurculuk hareketinden kopmuş, Risale-i Nur’u esas alan kitap eksenli hareketten ayrılmış, şahıs eksenli(F.Gülen) bir harekete geçmişti. Fethullah Gülen defalarca nurcu olmadığını basına beyanat vererek bunu deklare etmişti. Mesela 1971 İzmir askeri mahkemesinde nurcu olmadığını ifade eden beyanı, 6 Haziran 1998 tarihli Aksiyon dergisinde de ifade etmişti. Yeni Asya gazetesi de aynı haberi 11 Haziran 1998 tarihli sayısında yazmıştı.

Dini bir hareket olarak başlayan, eğitim faaliyetlerine önem vererek Özal’dan, Demirel’e, Ecevit’den Tayyip Erdoğan’a kadar siyasetçilerin de ilgi ve takdirini kazanan bu hareket hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir başarısız darbeye kadar evrildi ve sonunda intihar ettiler. Artık bu millete kimse onların iyi niyetli olduklarına inandıramaz.

40 yıldan beri devlet içinde askeriye, mülkiye ve adliyeyi ele geçirme işleminin artık tamamlandığına karar verdikten sonra hükümetle olan ortaklığı bitirmeye karar verdiler.

Gülen hareketi olarak bilinen hizmet hareketi önceleri AKP ile işbirliği yaptı, kadrolarını daha da sağlamlaştırdılar, önce Ergenekon ve Balyoz davaları gibi davalarla, sahte belge ve CD lerle Türk silahlı kuvvetlerini felç ettiler, yerlerine kendi adamalarını doldurdular. Ama sonra ne olduysa iktidarla araları açıldı, yürütülen bu davalarda birçok sahtecilik ve haksızlıklar yaptıkları belli oldu iktidar da bunlara isyan etti ve yollar ayrıldı, düşman kardeş oldular.

2010 lu yıllara gelince artık dini bir cemaat görünme süreci tamamlanmış kafalarında kurdukları rejim ne ise onu gerçekleştirmek için harekete geçmeye karar verdiler, Pensilvanya’dan yürütülen bir savaşa girişti.

Ülke içinde iktidara muhalif bütün kanatlarla en geniş seçim ttifakı yapmalarına rağmen başarılı olamadılar. Tek yol kaldı, o da darbeyle milli iradeyi alaşağı etmek.   Ama bu rejim asla demokratik bir rejim değildi,

Silahlı kuvvetlerden başlayan darbe hangi gün, hangi saatte yapılacaktı, karar niye değişti bunlar üzerinde uzun zaman konuşulabilir ama tek gerçek 15 Temmuz 2016 Cuma günü erken saatlerde “Yurtta sulh hareketi” adını verdikleri bir eylem zinciriyle darbeye teşebbüs ettiler. Hükümete göre bu bir terör eylemiydi ve ve adı da FETÖ idi.

Bu terör örgütü milletin evlatlarını yine bu milletin evlatlarıyla karşı karşıya getirdi, darbeye katılanlara dünyevi makamlar vaat etti, kimisi cumhurbaşkanı olacaktı kimisi başbakan kimileri de diğer bütün dünyevi makamlara getirilecekti. İstanbul’da köprüden geçişler tanklarla durduruldu. Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları etkisiz hale getirildiler. TRT işgal edildi, zorla darbe bildirisi okutuldu, diğer gazete merkezleri ve Türksat merkezi de işgale başlandı.

Darbeciler, özel eğitimli ekiplerinden oluşan en acımasız çeteyi, Cumhurbaşkanına suikast için görevlendirdi. Birileri uçaklarla, helikopterlerle polislere saldırıldı, birileri TBMM’ni bombaladı, birileri de sivil halkın üzerine ateş açtı.

Cumhurbaşkanına yapılan suikast başarısız oldu, Cumhurbaşkanı cep telefonuyla bağlandığı özel bir tv kanalından halka seslendi, “milleti sokağa çıkmaya, demokrasiyi savunmaya ve milli iradeye sahip çıkmaya davet etti”. İşler o andan sonra tamamen değişti, halk ölümüne sokaklara çıktı, tankların önüne yattı, üstüne çıktı, köprüye koştu,  TRT binasına gitti, Cumhurbaşkanlık sarayının önüne gitti. Milletvekilleri de parti gözetmeksizin bombalanmaya rağmen meclisi terk etmedi. Sonuç olarak yangın o günden bugüne o kadar çok büyüdü ki artık değil külleri ateşi yüreklerimizi dağladı, en son darbe teşebbüsüyle 246 şehit verdik, darbe başarısız oldu ve milli irade kurtarıldı. Şimdi de halk 10 gündür gündüz işinde gece sokaklarda demokrasi mitingleri yapıyor.

Bu olaylara baktığımızda sanki bakara suresinin 251. ayeti bugün tekrar nazil oluyordu:

*Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü alt üst olurdu. Lakin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir(Bakara,251)

Darbeye teşebbüs edenleri şimdi büyük bir zillet bekliyor. Bundan öncede bu ülkede darbeler oldu, iktidarlar devrildi, seçilmiş başbakanlar ve bakanlar asıldı, seçilmişler görevlerinden alındı, askeri vesayet ülkeye hakim oldu. Ama hiçbiri bu kadar zalim olmadı.

Hükümet FETÖ ile irtibatlı ne kadar Üniversite, sağlık kuruluşu, sendika ve dernek, devlet memuru, yargı mensubu, büyük elçi, idareci, asker, polis personel varsa onların devletle olan irtibatlarını kesmek ve onları ayırmak istiyor. Geçmişte bunların hiçbirini yapmaya kimse cesaret edemezken bugün muhalefet bile artık bunları normal görüyor.

Bir olaya bir eyleme karışmadan onun varabileceği sonuçları önceden görebilmek, feraset sahibi olmak ve dik durmak gerekir. Yoksa olaylar ortaya çıktıktan sonra, kötü sonuçları herkes gördükten sonra birilerine “sen haklıymışsın” demek bir anlam taşımaz. Tarihte buna en güzel örnek 13 Şubat 1925 de devlete baş kaldıran Şeyh Said’in adamlarına Bediüzzaman’n söyledikleri şu sözlerdir:

“Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Türk milleti İslâmiyete bayraktarlık etmiş, dini uğrunda yüz binlerle, milyonlarla şehid vermiş ve milyonlar veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakar İslam müdafiilerinin torunlarına, yani Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem”

Bu milletin evlatlarına silah çekmek hainliktir, çekenler kim olursa olsun. İsterse kendini dini bir hareketmiş gibi göstersin. Hepsi zalimdir.

15 Temmuz da ülkemizde FETÖ tarafından yapılan başarısız darbe için şimdi bir şeyler söylemek anlamını yitiriyor, olaydan önce gerçeği görüp öyle davranmak gerekir. Mesela Anayasa mahkemesinin eski başkanı Haşim Kılıç şimdi şöyle söylüyor:

“Darbe girişiminden çok önce, paralel devlet yapılanmasını “silahlı terör örgütü” şeklinde tanımlayan Sayın Cumhurbaşkanı’nın haklılığı ortaya çıkmıştır. Bu tanımlamaya ihtiyatla yaklaşanların, 15 Temmuz gecesinden sonra söyleyecek sözü kalmamıştır”.

ba’de harabi’l-basra yani Basra harap olduktan sonra gerçeği görmek bu millete çok pahalıya mal oldu. Şimdi her kes, siyasetçisinden cemaatle hala irtibatını kesmemiş kişilere kadar, günaha çıkarıyor. İradelerini yanlış kullananları Allah affeder mi affetmez mi bilinmez ama Gülen hareketi ülkemize çok pahalıya mal oldu.

Dr.Selçuk Eskiçubuk – nurnet.org