Etiket arşivi: hz. Muhammed

Resulullah (asm)’ı gamlandıran ve düşündüren ve neye müştak olduğunu biliyor musunuz?

Bir gün Hazret-i Fahr-i Alem (S.A.V.) Efendimiz, Ebu Zerr’i Gıfari (R.A.)’a buyurdular ki:

Yâ Ebâ Zerr Allah güzeldir, güzeli sever. Benim niçin gamlandığımı ve düşündüğümü ve neye müştak olduğumu biliyormusun, yâ Ebâ Zerr?

Oradakiler:
— Bilmiyoruz yâ Resûlallah, gamını ve  düşünceni bize haber ver yâ Resûlullah.

Resûlullah (S.A.V.) bir Aah! dedi:
— İştiyakım benden sonraki ihvanıma kavuşmak içindir. Onların durumları Enbiyaların durumları gibidir. Onlar Şühedaların menzilesindendirler. Babalarından ve kardeşlerinden sadece Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmak için ayrı düşerler. Malı Allah için terk ederler. Nefislerini tevazu ile hor hakir ederler. Şehevata ve dünya fuzûliyyâtına rağbet etmezler. Allah’ın beytlerinden bir beytde Muhabbetullahdan dolayı mağmum ve mahzûn olarak toplanırlar, kalplerini Allah’a verirler. Ruhları Allah’a bağlı, onları bilmek Allah’a ait. Onların birinin hastalanması bir sene ibadetten efdal olur.

— Eğer istersen anlatayım yâ Ebâ Zerr?

— İsterim yâ Resûlullah.

— Onların birisi öldüğü zaman Allah indindeki şereflerinden dolayı semada ölenler gibidirler.

— Eğer istersen daha anlatayım yâ Ebâ Zerr?

— İsterim yâ Resûlullah.

— Onlardan birisi elbisesindeki bir böcekten müteezzi olduğu vakit ona Allah indinde yetmiş Hac ve gazve ecri ve İsmâil zürriyyetinden kırk köle azad etmiş sevabı yazılır. Onlardan da her birisi onikibin kişiye muâldir.
— Eğer istersen daha ziyade edeyim yâ Ebâ Zerr?

— Evet yâ Resûlullah.

– Onlardan birisi ehlini hatırlayıp da gamlandığı vakit her bir nefesine bir derece yazılır.

— Eğer istersen daha ziyâde anlatayım mı yâ Ebâ Zerr?

— Evet yâ Resûlullah.

– Onlardan birisinin arkadaşları arasında iki rekat namaz kılması Nuh (A.S.)’ın Cebel-i Lübnan’da binyıl ibadet ettiği gibi ibadet eden bir adamın ibadetinden daha efdaldir.

— İstersen daha ziyade anlatayım mı ya Eba Zerr?

— İsterim yâ Resûlullah.

– Onlardan birisinin tesbihi, kıyâmet gününde bütün dünya dağları kadar altın tasadduk edip de gelen bir kimsenin ecrinden daha fazladır.
— İstersen daha sayayım mı yâ Ebâ Zerr?

— Evet yâ Resûlullah, dedim. Mefhar-i Mevcudât (S.A.V.) Efendimiz saymaya devam ederler.

– Onlardan birine bir kere nazar etmen Allah indinde Beytullaha nazar etmenden daha sevimlidir, ona nazar  eden Allah’a nazar etmiş gibidir. Onun sevindirdiği kimse Allah’ın sevindirdiği kimse gibidir.

— Eğer istersen ziyâde edeyim yâ Ebâ Zer?

— Evet yâ Resûlullah.

– Onların yanında günahlarda ısrar ede ede hantallaşan bir topluluk oturunca Allah onlara nazarı rahmeti ile nazar edip, günahlarını onların hürmetine affetmeden kalkmazlar. Yâ Ebâ Zerr, onların gülmeleri ibadettir, şakalaşmaları tesbihtir, uykuları sadakadır. Allah onlara her gün yetmiş kere nazar eder. Ben bunlara müştakım yâ Ebâ Zerr.

Resûlullah (S.A.V.) bitkin bir şekilde saçlarını düzeltti, sonra başını kaldırdı, ağlıyordu, gözyaşları gözlerinden inci daneleri gibi dökülüyordu, bir kere daha “Allah” dedi. Onlara müştakım, onlara kavuşmak istiyorum, sonra Nebi (S.A.V.) Efendimiz:

Allah’ım! Onları muhafaza et, muhaliflerine karşı onlara yardım et, kıyamette gözümü onlarla nurlandır.

Dikkat edin, Allah’ın o velileri ki onlara  korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus Sûresi: 82)

buyurdular.

Hz. Muhammed (ASM)’in Peygamberlikten Önceki Delilleri Nelerdir?

1. Dünyaya teşrifi esnasında meydana gelen olağanüstü hâdiseler, çocukluk devresinde yakınlarının müşahedeleri ve gençliğinde firâset sahiplerinin kendisinde sezdikleri manâlar, Onun gelecekte büyük bir vazife altına gireceğinin anlamlı ifadelerinden başka bir şey değildi…

2. Peygamberliğine kadar olan devrede daima zulme ve haksızlığa karşı çıkmış ve “Hılfül-Füdûl” gibi haksızlığa uğrayanları koruma cemiyetine bil-fiil girip, mazlumların, mağdurların yanında yerini almıştı…

3. İhtişamlı ve saltanatlı bir 40 yıl yaşamayıp, tâ küçük yaşta yetim ve öksüz kalmış, dedesi ve amcasının himayesinde büyümüştü.. şahsı, malı ve taraftarları açısından öyle çok güçlü de değildi.

4. Çevresinde fuhuş adına bütün olup bitenlere rağmen, peygamberliğine kadar olan bu devrede iffet, namus ve hayasına toz bile kondurmamıştı. İki defa düğüne giderken yolda uyuyup kaldığını bizzat kendisi ifade buyurmaktadır. Garîze-i beşeriyenin en güçlü olduğu 25 yaşında, dul, çocuklu ve 40 yaşındaki Hatice Validemizle izdivaçları hengâmında buram buram terlediği ve gelinlik kız gibi kızardığı nakledilir. Sefere çıkışta “kızımı, namusumu kime teslim edeyim” diye düşünenlerin hemen ilk akıllarına gelen de bu iffet ve namus âbidesi genç olmalıydı!

5. Peygamberlik öncesi dönemde bir defa olsun yalanına, hıyânetine ve sözünden döndüğüne şâhit olunmamıştır. Bu mevzûda, düşmanları dâhil, hiç kimse herhangi bir misâl gösterememektedir. Kaldı ki en azılı hasımları bile Ona Muhammedül-Emîn diyorlardı. Kâbe tamiratında Hacerül Esvedi yerine koyma şerefi uğrunda kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkta hakem tayin edilmiş ve bu mukaddes taşı yere serdiği ridâsının üzerine koyup, birer ucundan kabile reislerine tutturarak kendi eliyle yerine koymuş ve bu müşkil meseleyi halletmişti.

6. Mukaddes Hira mağarasında geçen sancılı günlerinden sonra, büyük bir davâ ile ortaya çıkması da, peygamberliğinin önemli delillerindendir. Çünkü, O ümmîdir ve bütün hayatında kimseden birşey öğrenmediği de çok iyi bilinmektedir. Onun peygamberlik öncesi aylar ve aylar tek başına bir mağarada kapalı kalması ve birdenbire üdebâ ve büleğâya meydan okuyan bir beyânla ortaya çıkması, elindeki hârika fermânın ilâhî olduğunu gösterir.. evet Efendimiz (sav) böyle bir iç hazırlığı ve lahûtileşmeden sonradır ki o nurlu mağaradan ayrılıp, Mekke ufuklarında doğmuş ve davâsını neşre koyulmuştur.

7. Daha çocukluğunda (O Kâmet-i Muallâ ve Kâmil için çocuk sözü inşaallah sû-i edeb olmaz) ve gençliğinde 40 yıl boyunca en ufak bir yalan ve dengesizliğine rastlanmayan bir kimsenin, meleke haline gelmiş bütün ahlâkını birden 40 yaşında değiştirmesi nasıl mümkün görülebilir?

Sorularlaİslamiyet

İnsanlık Sana Muhtaç Ey Nebî!

O’na iman eden, Onu destekleyen, Ona yardım eden ve Onunla indirilmiş olan Nûr’a uyan kimseler, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” (A’râf sûresi, 7/157)

İnsanlık Sana muhtaç,
Emrin başımızda taç,
Namazın oldu mi’râc,
Adın (S.A.V) dertlere ilaç…

Ey doğuşu özlenen ve ilk insandan beri yolu gözlenen Nebî !
Ey şefkat ve merhamet ufkuna erişilmez muhteşem zirve !
Ey Hira’dan ufkumuza doğan İlâhî Rahmet !
Ey Cenâb-ı Hakk’ın Nûr’u, âlemlerin gururu ve sürûru !

Günahkâr, âsî, yolunu kaybetmiş insanlığa yeniden senin rehberliğinde ve önderliğinde zulmetten Nur’a çıkışın, Kur’ânca, Sünnetçe bakışın yolunu gösteriver de; daralan gönüller rahatlasın, tıkanan işler çözülsün, ağlayan yetimler gülsün, mazlumlar sevinsin, günahlar silinsin, helal gıdalar yenilsin, tembeller silkinsin, gaflet perdesi delinsin, kötüler ve kötülükler çekilsin, arza adalet insin, feryatlar dinsin, gönüller incinmesin, zalimler sevinmesin, haksızlar gülmesin, insanlık yeniden dirilsin, hak-hukuk bilinsin, Sünnetin hâkim olsun, gönüllere nur, ruhlara sevinç dolsun!…

Seni gönderen Zât-ı Zülcelâl’in ve Senin hakemliğinde tağûtî düzenler ve sistemler yerine Semâvî mesajlar çınlasın kulaklarda ve yerleşsin kalplerde…

Yerleşsin ki; akan kanlar, işlenen günahlar, kirlenen yer ve gök temizlensin O rahmet esintileriyle…

Kavgalar barışa, şerler hayra, karanlıklar nura dönüşsün.

Hanelerdeki keşmekeşlik, huzursuzluk bertaraf olsun, bozulan aile yapısı mutlulukta zirve yapsın, sosyal denge, psikolojik travmalar yerini sulh ve sükûna, barış ve kardeşliğe bıraksın.

Çünkü Sen (a.s.m), tüm dünyanın problemlerini bir kahve içimi süresinde halledebilecek donanımla gönderildin.

İnsanlığa hidayet rehberinle, hastalıkların teşhisiyle elindeki eşsiz reçete ile indin cahiliyye çağının ortasına…

Medeniyet öğrettin vahşilere, nezaket dersi verdin devrin ve devirlerin cebbarlarına…

Çünkü Senin getirdiğin Nûr ile görmeyenler bile görür, işitmeyen kulaklar işitir, kapalı kalpler açılır, yolunu şaşıranlar istikameti bulur hale geldiler.

Çünkü Sen; en mükemmel üstad, şaşmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber, Kur’ân’ın tercümanı, en mükemmel insan, en mükemmel mürşid, en mükemmel öğretmen, en büyük dellâl, Kâinatın mânevî güneşi, insanlığın şanlı bülbülü, umum cennet ehlinin reisi, insanlığın iftihar vesilesi oldun.

Senin getirdiğin NUR’a gözünü kapayanlar, gündüzleri kendilerine gece yaparlar.

Sana uyanlar, sana uyananlar, gür sadânı duyanlar, ona uyanlar hep kazandılar. Barışa, özgürlüğe, mutluluğa susayanlar hep seni andılar, güzele, doğruya, huzura, hakka kanatlandılar.

Gözlerini kapayanlar, ebedî kalacaklar sandılar ve aldandılar…

Hoş geldin âlemimize, şefkat getirdin gönlümüze, bizi anlattın bize. Rabbimizi tarif ettin hepimize. Kâinat sarayının sırrını çözdün ders verdin bize

Salât, Selâm; Kâinatın iftihar tablosu, Rahmet Nebîsi, şefkat öncüsü ol Resûl’e, O’nun kutlu sahâbîlerine ve kıyâmete kadar O’na tâbi olanlara olsun.

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

NOT: Müdakkik ve muhakkik muhterem NurNet.ORG okuyucularının ve âlem-i İslâm’ın Mevlid kandilini tebrik ediyorum. İsmail Aksoy

Melek mi? Postacı mı? Peygamberimiz (ASM) Kimdir?

Peygamber Efendimiz (sav)’in  iki yönü vardır. Birisi nübüvvet ve risalet, diğeri ise beşeri ve insani yönüdür.

Tarih ve siyer kitaplarında Peygamber Efendimizin daha çok beşeri halleri ve insani yönleri ön plana çıkmaktadır. Bu sebepledir ki Peygamber Efendimizi sadece tarih ve siyer kitaplarından anlamaya çalışanlar ve öylece değerlendirenler onun beşeri yönüne yoğunlaştığı için onun manevi büyüklük ve azametini anlamakta zorlanıyorlar. Hatta bazıları onun manevi makamını idrak ve ihata edemediği için inkara kadar gidiyor. Dolayısı ile sevgi ve hürmette ona göre şekilleniyor. Marifeti az olanın muhabbeti de az olur fehvasınca  ne kadar marifet o kadar muhabbet peyda oluyor.

Modern çağın gereklerine ve maddeci felsefenin ilcaatlarına esir olmuş bazı reformist akımlar ve onların kanaat önderleri Peygamberliği ve Peygamber Efendimizi İlahi mesajları insanlığa taşıyan işlevsel bir postacı şeklinde algılıyor. Peygamberlerin ve Peygamber Efendimizin Allah katında ki mevki ve kulluğu ile ilgilenmiyor. Ya da Peygamber Efendimizin Kur’an’ın canlı ve somut bir misali olduğunu, onun insanlık için hayatlı ve etken bir model olduğunu tasavvur edemiyor. Onu sadece belli bir zaman ve mekan ile kayıtlayıp onun dışında ki zaman ve mekanlardan soyutluyor.

Böyle görmek istemesinin ardında yine asrın hastalığı olan bencillik ve Kur’an’ı hevai ve keyfi yorumlama hevesidir. Zira canlı ve etkin bir Peygamber modeli ortada iken Kur’an’ı hevasına ve keyfine göre yorumlaması mümkün olmayacak. Bu sebepledir ki Peygamber Efendimizin manevi azametine işaret ve beşaret eden ayetleri ve hadisleri ya inkar ediyorlar ya da kendi bozuk usullerine göre yorumluyorlar. Halbuki Peygamber Efendimiz her hali ve her tavrı ile yürüyen ve yaşayan bir Kur’andır. Aynı zamanda insanlığın çıplak aklı ile çözemediği Kur’an’i tabirleri çözen ve istikametli bir şekilde yorumlayan en üst tefsir formatıdır. Kur’an’ın hedef ittihaz ettiği insan modelinin somut ve canlı bir levhasıdır aynı zamanda müşküllerin halledildiği kudsi bir mercidir. Günümüz de sünneti devreden çıkarıp doğrudan Kur’an’ı anlamaya çalışanların ne halde oldukları ve nasıl bidatlara girdikleri malum.

Bu birinci fikri akımın zıddı olarak birde Peygamber Efendimizin  Risalet ve Nübüvvet yönüne yoğunlaşıp,  beşeri yönünü aklına sığıştıramayarak Peygamber Efendimizi  insan üstü bir melek gibi tasavvur ederek, insani ve beşeri yönünü inkar eden tasavvuf geleneği vardır. Bu tarz fikir ve bakış açısının çok sakıncaları vardır. Zira Hazreti Peygamber (sav), sadece Allah’ın elçisi değil, bizim de Allah’a karşı vekilimizdir. Yani, insanlara İmam ve rehberdir. İnsan üstü bir melek olsa, bize imamlık ve modellik yapamazdı. Bu yüzden, bu muhabbet tarzının çok sivri yönleri ve  yanlışları da vardır. Mesela Peygamber Efendimizin kazay-ı hacet etmesini, nikahta bulunmasını, uyumasını, yatmasını kabullenemeyen yada bu gibi beşeri hallere kudsiyet vermeleri buna örnek olarak verilebilir.

Hatta Mekke müşriklerinin Peygamber Efendimizi inkar etme gerekçelerinden birisi de onun melek gibi olmayıp beşeri hallere de sahip olmasıdır.

Yani onların kuruntularına göre Peygamber ancak melekler gibi olur insani ve beşeri ahvalden münezzeh ve mukaddes olması gerekirmiş. Böyle safsata ve kuruntular yüzünden çokları imanını kaybetmiş. Hatta bazı dessaslar en çok şüpheyi Peygamber Efendimizin beşeri ahvalinden işlettiriyor. Yani normal beşeri bir hali Peygamberin yüksek ve ulvi hali ile bağdaştıramayıp şek ve şüpheye kapı açıyor.

Halbuki Peygamberlerin bir yönü ne kadar ulvi ve ali ise bir yönü de o kadar beşeri ve insanidir. İki hal bir birinin düşmanı ve tezadı değildir. Bu iki halin tezat ve düşman gibi görülmesi çok safsatanın ve şüphelerin memba ve kaynağıdır. Şu kaynak ve memba ancak Risale-i Nurun istikametli bakış açısı ve muvazeneli ölçüsü ile kapatılabilir.

Peygamber Efendimiz nasıl manevi açıdan çok azametli ve büyük bir makama sahip ise  aynı şekilde insanlığa her noktada model ve rehber olabilecek bir beşeri ve insani yöne de sahiptir. O da bizim gibi yer, içer, evlenir, ticaret yapar, hastalanır, savaşır, pazarlık yapar vesaire. Bu maddi hali ile manevi hali bir biri ile çatışmaz ve çelişmez.

Peygamber Efendimizin maddi ve manevi yönü Risale-i Nurda çok güzel olarak dengeli ve ölçülü bir şekilde işlenip izah edilmiştir. Risale-i Nur mesleğinde  Peygamber Efendimizin  manevi azameti noktasında  ne bir sapma var, ne de beşeri hallerini kabullenememe durumu vardır.

Üstad Bediüzzman’ın vermiş olduğu şu temsiller meseleyi tam hallediyor:

Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü eder, büyür.

Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra, tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir.

Şimdi, o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdi, küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten büyük ve âli sıfatları ve keyfiyetleri var. Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını ağaç ve kuşun evsâfıyla raptedip bahsetmekte lâzım gelir ki, her vakit akl-ı beşer başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin-tâ işittiği evsâfı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa, “Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım” ve “Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır” dese, tekzip ve inkâra sapacak.

İşte, bunun gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, şecere-i tûbâ gibi ve Cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zâtı düşündüğü vakit, Refref’e binip, Cebrâil’i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyne koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak.

On Dokuzuncu Mektup

Yumurta ve çekirdek nasıl tavus ve ağaca kaynaklık ve başlangıçlık ediyor ise aynı şekilde Peygamber Efendimizin beşeri ve insani yönü de onun manevi ve risalet yönüne kaynaklık ve başlangıçlık ediyor. Sadece çekirdek ve yumurtaya dikkat kesilen bir adam tavus kuşunun ve ağacın o yumurta ve çekirdekten çıktığını kabullenemez. Aynı şekilde sadede tavus kuşuna ve ağaca dikkat kesilen birisi de yumurta ve çekirdeği kabullenemez. Her iki halde dengesiz ve ölçüsüzdür. İstikamet ise her iki halede dikkat kesilmektir. Yani çekirdeği düşündüğü zaman ağacıda aklında tutmalıdır. Tavus kuşuna baktığı zaman yumurtaya da ara sıra bakmalıdır.

Peygamber Efendimizin sadece beşeri yönüne dikkat kesilen bir adam onun manevi yönünü idrak ve ihata edemediği için onu sıradan ve basit bir vahiy postacısı olarak görür ve gereken hürmet ve sevgiyi gösteremez.

Aynı şekilde  yine Peygamber Efendimizin sadece manevi ve risalet cephesine dikkat kesilen bir adam da onun maddi ve beşeri modelliğini ve rehberliğini idrak ve ihata edemez. Onu olağan üstü bir melek gibi tasavvur eder hayatta ve realitede rehbersiz ve modelsiz kalır.

Hatta daha da ifrat ederse Hıristiyanların Hazreti  İsa (as)’ı İlahlaştırdığı gibi tehlikeli bir noktaya gidebilir. Böyle ifrat ve tefrite gitmemek için Peygamber Efendimizin  her iki halini de dengede ve ölçüde götürmeliyiz. Ona göre bakmalıyız.

Son olarak Risale-i Nurlardan terbiye almış birisi sahabe kadar olmasa da Hazret-i Peygambere olan aşk ve sevgisi hem istikametli hem de fevkaladedir diyebiliriz. Bu yüzden Nurları ciddi okuyan ve tahkik edenler görürler ki, Peygamber sevgisi ve aşkı ancak onun manevi azametini ve büyüklüğünü anlamakla mümkün ve onunla orantılıdır. Sahabeler, onun iksir-i nübüvvetinden istifade ettikleri için aşk ve sevgide birinci sıra onlarındır. Sahabe mesleğinin izinden ve tarzından giden Risale-i Nurlar  sahabelerin mesleğini bu zamanda hakkıyla temsil ediyor. Nur talebelerinin Peygamber Efendimize olan sevgi ve hürmeti belki sahabelerin ki kadar  olmasa da en azından  onların tarzını ve istikametini bu zamanda yaşatıyorlar. Aynı zamanda  Risale-i Nurlarda ki Peygamber sevgisi mutedil ve istikametli bir şekilde izah edildiği için  Ehli sünnet ölçülerine tamı tamına mutabıktır.

Allah bizi  ifrat ve tefrit hallerden muhafaza etsin.

Sorularla Risale

Ve Peygamber Efendimiz (A.S.M) Doğar..

Hayatın gayesi, yaratılışın mânâsı silinmiş, yok olmuştu. Her şey mânâsız başıboşluk ve hüzün örtülerine bürünmüştü.

Ruhlar bir şey bekliyor, bir nurun zulmet perdesini yırtmasını içten içe hissediyordu.

O vahşet devrinde kâinat ufkundan bir güneş doğdu. Bu güneş âhirzaman Peygamberi Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam idi. Tarihin seyrini, hayatın akışını değiştiren bu eşsiz olay, dünyayı yerinden sarsan değişimlerin en büyüğü idi.

İşte insanlığın akıl ve kalbinde düğümlenen “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” sorularını, düğümlerini çözüp kâinatın Sahibini ilân ve ispat edecek bir zatın teşrifi sadece insanların ruh ve kalbinde değil, diğer varlıklarda, hattâ cansız eşyada bile yansımasını bulacaktı.

Doğudan batıya bütün âlemin nurlara büründüğü, İlâhi değişimin tecelli ettiği o gece neler oldu neler?

Yahudi ileri gelenleri ve âlimleri kitaplarında daha önce rastladıkları işaret ve müjdelerin açığa çıktığını gördüler. Kimsenin haberi olmadan en önce onlar bu müjdeyi verdiler

O gece Yahudi âlimleri semâya bakıp “Bu yıldızın doğduğu gece Ahmed doğmuştur” dediler. (1)

Bir Yahudi ileri geleni Mekke’de Peygamberimizin doğduğu gece, içlerinde Hişam ve Velid bin Muğire, Utbe bin Rabia gibi Kureyş ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplantıda,

“Bu gece sizlerden birinin çocuğu oldu mu?” diye sordu.

“Bilmiyoruz” diye cevap verdiler.

Yahudi, “Vallahi sizin bu ihmalinizden iğreniyorum!

Bakın, ey Kureyş topluluğu, size ne söylüyorum, iyi dinleyin. Bu gece, bu ümmetin en son peygamberi Ahmed doğdu. Eğer yanlışım varsa, Filistin’in kudsiyetini inkâr etmiş olayım. Evet, onun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben var” dedi.

Toplantıda bulunanlar Yahudinin sözünden hayrete düştüler ve dağıldılar. Her birisi evlerine döndüğünde bu durumu ev halkına anlattılar. “Bu gece Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın bir oğlu doğdu. Adını Muhammed koydular” haberini aldılar.

Ertesi gün Yahudiye vardılar:

“Bahsettiğin çocuğun bizim aramızda dünyaya geldiğini duydun mu?” dediler.

Yahudi “Onun doğumu benim size haber verdiğimden önce midir, sonra mıdır?” dedi.

Onlar, “Öncedir ve ismi Ahmed’dir” dediler.

Yahudi, “Beni ona götürün” dedi.

Yahudi ile beraber kalkıp Hz. Âmine’nin evine gittiler, içeri girdiler.

Pegamberimizi Yahudinin yanına çıkardılar. Yahudi Peygamberimizin sırtındaki beni görünce, üzerine baygınlık geldi, fenalaştı. Kendine gelip ayıldığı sırada,

“Ne oldu sana, yazıklar olsun” dediler.

Yahudi, “Artık İsrail oğullarından peygamberlik gitti. Ellerinden kitap da gitti. Artık Yahudi âlimlerinin kıymet ve itibarları da kalmadı. Araplar peygamberleriyle kurtuluşa ereceklerdir.

Ey Kureyş topluluğu, ferahladınız mı? Vallahi size, doğudan batıya kadar ulaşacak bir güç, kuvvet ve bir üstünlük verilecektir” dedi. (2)

Kâinatın Efendisini dünyaya getiren bahtiyar annenin henüz dünyaya gelmeden görüp gördükleri çok manalıydı..

Peygamber Efendimize hamileyken rüyasında, “Sen, insanların en hayırlısına ve bu ümmetin efendisine hamile oldun. Onu dünyaya getirdiğin zaman ‘Her hasetçinin şerrinden koruması için bir ve tek olana sığınırım’ de, sonra ona Ahmed yahut Muhammed ismini ver.

Yine kendisinden çıkan bir nurun aydınlığında bütün doğuyu ve batıyı, Şam ve Busra saray ve çarşılarını, hattâ Busra’daki develerin uzanan boyunlarını gördüğünü Abdülmüttalib’e anlatmıştı.(3)

Aynı gece Hz. Amine’nin yanında bulunan Osman ibn As’in annesinin gördükleri de şöyle:

O gece evin içi nurla doldu, yıldızların sanki üzerimize dökülecekmiş gibi sarktıklarını gördük.” (4)

Evet bu ulvî anı dile getiren Mevlid’in yazarı Süleyman Çelebi bütün bu hakikatleri şu beytiyle şiirleştirmiştir:

“Hem Muhammed gelmesi oldu yakın

Çok alâmetler belirdi gelmedin”

Rabiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi, yapılan hesaplamalara göre, Miladi takvime göre 20 Nisan’a denk gelen gece idi.

Dünyayı şereflendiren iki Cihan Serverinin üzerini o günün bir âdeti olarak bir çanakla kapattılar.

Araplara göre o zaman, gece doğan çocuğun üzerine bir çanak koymak ve gündüz olmadan ona bakmamak âdetti. Fakat bir de baktılar ki, Peygamber Efendimizin üzerine konulan çanak yarılarak ikiye ayrılmış, Efendimiz gözlerini gökyüzüne dikmiş, başparmağını emiyordu. (5)

Evet, bu işaret her türlü küfrün, zulmün, şirkin ve her türlü bâtıl inanç ve âdetlerin parçalanıp yok olması, imanın, nurun ve hidâyetin kâinatı aydınlatması için gönderilmiş bir Peygamber idi.

Aynı gece Kabe’de tapılmakta olan cansız putların çoğunun baş aşağı devrildiği görüldü.
Aynı gece Kisra sarayının beşik gibi sallanıp on dört balkonunun parçalanıp yerlere düştüğü öğrenildi.

Sava’da mukaddes tanınan gölün suyunun çekilip gittiği görüldü.

Bin senedir yakılan ve söndürülmeyen Mecusi ateşinin sönüverdiği müşahede edildi.

Bütün bunlar işaret ve alamettir ki, yeni dünyaya gelen zat ateşe tapmayı, puta tapmayı kaldırıp, Fars saltanatını parçalayarak Allah’ın izni olmadan kutsal tanınan şeylerin kutsallığını ortadan kaldıracaktır. (6)

İşte bu geceye Veladet-i Nebi gecesi diyor ve onun bütün kalbimizle, ruhumuzla her sene yeniden yâd edip kutluyoruz. Bütün kâinatla bu geceyi karşılayarak onun âleme teşrifine kıyam ediyoruz.

Getirdiği ebedi nura, açtığı saadet caddesine ve sünnet-i seniyyesine yeniden sımsıkı sarılmak ve Mevlid Kandilini vesile ederek ona yeniden bîatimizi, bağlılığımızı tazelemek ne yüce bir şeref ve ne büyük bir saadettir.

Yüce Rabbim bizleri sevgili Resulünün şefaatine nail eylesin.

(1) – İbni Sa’d. Tabakat, 1; 60.
(2) – A.g.e., 1:162-163
(3) – Taberî Tarihi, 2:125; İbni Sa’d. Tabakat. 1:102.
(4) – A.g.e., 2:126
(5) – İbni Sa’d. Tabakat, 1:102.
(6) – Bediüzzaman Said Nursî. Mektubat, s. 161-162

Kaynak: Sorularla İslamiyet