Etiket arşivi: hz. Muhammed

Ruh Üflendi Kainata..

Big bang’dan sonra 10.000.000.000 senesi civarıydı. Bugünkünden daha küçük, ama daha hızlı ve hareketliydi kâinat. Büyüyor, serpiliyor, genişliyor, bir hedefe doğru aceleyle koşuyordu. Yuvasından henüz çıkmış genç kuşlar gibi uçuşan yıldızlar, ışıl ışıl kandillerini yakmış dev filolar misâli birbiriyle yarışan galaksiler… Hepsi o kadar. Güzel, muhteşem, muazzam bir kâinat. “Fakat birşeyler eksik” derken, Yerel Galaksi Kümesi içinde, tıpkı yüz bin milyon kardeşi gibi uzun saçlarını savura savura dönüp duran bir galaksi güzeli, bir yıldıza hâmile kaldı. Görünüşte diğerleri gibi, fakat istikbâli farklı bir yıldızdı bu.

B.B.S. 10.000.000.000 yılında birgün, Samanyolu nurtopu gibi bir güneş doğurdu. Güneşle beraber bir dizi gezegen ve içinde bir de mavi dünya doğdu. Minik ve mavi yavru, doğar doğmaz özel bir ilgiye mazhar oldu. İlk andan itibaren çehresi şekilden şekle girmeye başladı. Jeolojik takvim milyarları birer saat gibi sayarken, onun üzerinde denizler yaratıldı, kıt’alar kaydırıldı, dağlar dikildi, nehirler ve vadiler açıldı. Görünmez bir Sanatkârın elinde şekilden şekle giren dünyanın simasında hatlar ve kıvrımlar belirmeye başladı. Sonra kayalar ufalandı, yeryüzüne toprak serpildi. Etrafına kat kat koruyucu bir atmosfer geçirildi. Ve mavi dünya, milyarlarca sene boyunca bir beşik gibi hazırlandı.

Sonra da hayale gelmeyen şeyler geçti dünyanın başından. Yerden hayat fışkırdı! Hiçten, yoktan, görünmezden ortaya çıkan canlılar birbiri ardınca beliriverdi. Yine de birşeyler eksikti. En sonunda insan manzarayı tamamlar gibi oldu. Çünkü etrafında olup bitenlere bir anlam verebilen sadece o vardı. Bütün bu hazırlıklar birisi için yapılmışsa, bu ancak insan olabilirdi. Nitekim binlerce sene boyunca yüz binlerce muallim, insanlara etrafındaki varlıkları anlattı ve mânâlarını öğretti. Ama gün geldi, insanlık bütün öğrendiklerini unuttu. Ve kâinat, milyarlarca yıl erişmek için çabaladığı şeyi bulduğu anda yeniden kaybetti.

Sonraki yüzyıllar boyunca güneş ve yıldızlar hergün doğdu, fakat gören bir göz göremeden battı. Çiçeklerde, dağlarda, denizlerde nakış nakış Esma dokundu; ama okuyan nerede? Kuşlar yine cıvıldaştı, kuzular yine meledi, hiçbiri tesbihatını eksik etmedi; ama işiten kim? Yüzyıllar geçtikçe karanlık da bastırdıkça bastırdı. Canlı canlı nişan tâlimlerine hedef yapılan develerin, babasının eteğindeki tozları minik elleriyle temizlemeye çalışırken kendisini toprak altında bulan diri kız çocuklarının feryatları eklendi hazin çığlıklara. Asırlar boyunca her gece ve her gün, melekler yeryüzünden Arşa dualar taşıdı. Gökler ve yer, gözü yaşlı Hazret-i Âdem’in Cennet kapısındaki sözlerine hep beraber âmin dedi: ‘Çabuk gel evlât, gel de bizi felâketlerden kurtar!’  Garibiz, gel! Yetimiz, gel! Mazlumuz, gel! Yeter artık; biz bunun için yaratılmadık. Gel de niçin yaratıldığımızı göster!

Sonra, beldelerden bir mutlu beldede, gecelerden bir mutlu gecede dualara cevap geldi. Âlemlerin Rabbinden, Âlemlere Rahmet geldi. Yerel Galaksi Kümesinin kuşlarından Samanyolunun merkezine 30 bin ışık yılı uzaktaki bir yıldıza 150 milyon kilometre mesafedeki bir mavi gezegenin üzerinde, Mekke sokaklarından birindeki bir mütevazi evde Muhammed Aleyhisselâm doğdu. B.B.S. 15.000.000.000 yılında kâinata ruh üflendi. O gelince herşey yerli yerine oturmaya başladı. Bir elindeki kitabın sayfasını çevirdi, bir kâinat kitabının. Okudu ve okuttu: ‘Yedi gök ve yer ve içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir varlık yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.’

Bir elinde güneşi, diğer elinde mehtabı tuttu: ‘Güneşi bir ışık, ayı bir nur yapan, vaktinizi ve hesabınızı bilesiniz diye ona menziller takdir eden Odur. Allah bütün bunları hak ve hikmetle yarattı. O, bilgi sahibi olanlar için âyetlerini işte böyle açıklar.’

Gökyüzünü gösterdi: ‘Gecenin karanlığını yarıp sabahı çıkaran da Odur.’ Bir daha gösterdi: ‘Karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için var eden de Odur.’

Bulutları işaret etti: ‘Gökgürültüsü hamd ederek, melekler de Allah korkusuyla Onu tesbih eder.’

Yağmuru gösterdi: ‘Gökten size bir su indiren Odur. O suda sizin için hem bir içecek vardır, hem de ağaç ve otlar yeşerir; siz de hayvanlarınızı otlatırsınız.’

Sonra başka bir yeri işaret etti: ‘İçindeki taze balıklardan yiyesiniz ve süs eşyalarını çıkarıp takınasınız diye denizleri sizin hizmetinize veren de Odur.’

Sonra dünyayı gösterdi: ‘Yeryüzü sizi sarsmasın diye dağları O dikti; yolunuzu bulasınız diye nehirler ve yollar, daha nice alâmetler yarattı.’

İnsanlara ellerini uzatmış ağaçları ve yüzlerine gülümseyen çiçekleri gösterdi: ‘Daneleri ve çekirdekleri çatlatan şüphesiz Allah’tır. O ölüden diriyi çıkarır; diriden ölüyü çıkaran da Odur.’

Kuşları, kuzuları, böcekleri, balıkları tek tek gözler önüne serdi: ‘Yeryüzünde hareket eden hiçbir hayvan, havada kanat çırpan hiçbir kuş yoktur ki sizin gibi birer topluluk olmasın. Sonra onların hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.’

İnsanlığa göklerle beraber kendi simasını gösterdi: ‘Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir.’

Sonra, nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen ve bütün sevdiklerinden ebediyen ayrılıp yokluğa karışmak üzere olan insana en büyük müjdeyi verdi: ‘Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye kadirdir.’

Sonra da, dâvetine koşup gelen asırları ve kıt’aları ‘Ümmetim’ deyip bağrına bastı. Hepsini arkasında topladı ve ciğerlerinden kopup gelen bir feryatla onlar için Âlemlerin Rabbine yalvardı: ‘Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdad etsin. El-aman, el-aman! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden kurtar!’

Artık kâinat garip değil. Dünyada yetim ağlayışları, mazlum hıçkırışları işitilmiyor. Çünkü tenlere can, canlara canan geldi. Hepsi sahibini buldu, hepsi ruhunu buldu, hepsi de ‘Muhammedim’ diye kucağına atılacak bir sevgili buldu. Bu güneş onun doğuşunu gördü. Bu yıldızlar onun başı üzerinde dolaştı. Bu dünya ona beşiklik etti. Ama o güneşin ve o yıldızların altında, o mavi dünyanın üzerinde, hepsinden daha talihli biri var. O benim. Çünkü ben onun ümmetiyim. Sıkıntıya düştüğümde, bilirim ki ona pek ağır gelir. Hastalandığımda o yanı başımda, derdimde o benimledir. O benimle üzülür, benimle sevinir. Selâm gönderdiğimde selâmımı alır. Duasına âmin dediğimde o beni bilir. Çünkü ben onun ümmetiyim.

Her peygamberin bir duası vardı; o duasını benim için sakladı. Eğer mahşerde bütün ümmeti kurtulup da tek ben sıkıntıda kalacak olsam, bilirim ki o beni elimden tutup kurtarmadıkça Cennete adım atmaz, Havuzdan bir yudum içmez. Çünkü boğazından geçmez. Çünkü ben onun ümmetiyim.

Onun ümmeti olana herşey dost olur. Çünkü herşey onun dostu ve müştakıdır. Onun dostlarıyla dolu bir dünya, onun ümmetine bir cennet olur. İşte güvercinler, işte örümcekler: Hani dedeleri Hirâ Mağarasında onu beklemişlerdi. Ne zaman bir güvercine yem versem, bir Peygamber dostuna ikramda bulunmanın hazzını yaşarım. Ne zaman bir örümcek bulsam evimde, bir Peygamber yadigârını bana misafir gönderene hamd ederim. ‘Böyle dostluğun firakı yok, hep visaldir.’ Nerede olsam, ondan ne hâtıra bulsam, bilirim ki o benimledir.

Onu gören güneşe ve yüzündeki tebessümüne merhaba! Onun parmak izini taşıyan aya ve nuruna merhaba! Sabaha ve ışığına, geceye ve âyetlerine merhaba! Gökkubbeye ve ışıl ışıl kandillerine merhaba! Onu bağrında büyüten dünyaya ve içindekilere merhaba! Meleklere merhaba, cinlere merhaba! Onun ümmetinden bir vücudun parçası olabilmek için ellerini uzatıp bana meyvelerini sunan ağaçlara merhaba! Benim için süslenen çiçeklere merhaba! Dalgalarıyla ona selâm gönderdiğim denizlere merhaba! Cıvıldaşan kuşlara ve gürleyen göklere merhaba! Onu bekleyen güvercine, örümceğe ve torunlarına merhaba! Ayağı altında konuşan dağlara ve avucunun içinde tesbih eden taşlara merhaba! Milyonlar dillerle bana Rabbimi tanıtan bütün varlıklara tek tek ve hep beraber merhaba! Hayata merhaba, ölüme merhaba, haşre merhaba! Âyetü’l Kübrâ’ya ve seyyahına merhaba!

Biz dostuz ve kardeşiz. Münkirlerin dünyasındaki yabancılıklar ve düşmanlıklar yok bizim dünyamızda. Çünkü O geldi ve bizi Allah’ın kulluğunda birleştirdi. Onunla mesut olan asra merhaba! O asır semâsında doğan yıldızlara merhaba! O yıldızlarla yolunu bulanlara merhaba! Ve şimdi başlarımızın üzerinde yeniden yükselen Saadet Asrının güneşine merhaba! Hoş geldin, uğurlu geldin, nurlarınla, lem’alarınla, şualarınla geldin. Yirminci yüzyılın fetret geceleri artık bizi ürkütmüyor. Ol taze güneş ülkeye serptikçe ışıklar, Hep şâd olacak, şevk bulacak kalbi kırıklar.

Ümit Şimşek / Zafer Dergisi

Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Kur’an Delili (Ahirete İman) (Video)

Hiç mümkün müdür ki, bütün enbiyanın, mucizelerine istinad ederek sözünü teyid ettikleri; bütün evliyanın, keşif ve kerametlerine istinad edip davasını tasdik ettikleri; bütün asfiya ve âlimlerin, tahkikatlarına dayanarak peygamberliğine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem Hz. Muhammed (s.a.v.)’in vermiş olduğu bir haber yalan çıksın? Ve o zat, hilaf-i hakikat bir haber vermiş olsun? O zat ki, tahakkuk etmiş bin mucizesini ve her yönüyle mucize olan Kur’an’ı, sözüne hüccet ve delil yapmıştır. Acaba, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vehimlerin ne haddi var ki, o zatın sözünü hükümden düşürsün ve o zatın haber verdiği ahiretten şüphe ettirsin?

Evet, bu on dördüncü delil, Peygamber Efendimiz’in ve Kur’an’ın şehadetinden teşekkül etmektedir. Bu delili, maddeler hâlinde şöylece beyan edebiliriz:

1- Hz. Muhammed (s.a.v.) ahiretin vukuundan haber vermiş ve ahirete imanı, imanın bir şartı kabul etmiştir. O hâlde diyebiliriz ki, ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Hz. Muhammed’i inkâr edebilmek lazımdır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğini inkâr edemeyen, ahireti inkâr edemez.

O hâlde ahiretin varlığı hususunda şöyle bir delil sunsak: Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bir avuç yiyecek ile bir orduyu doyurması ispat eder ki, ahiret vardır.

Yani Peygamberimizin bir mucizesini ahiretin varlığına delil yapsak, bu doğrudur. Zira:

·     Madem bir avuç yiyecek ile bir orduyu doyurmuştur, elbette bu bir mucizedir.

·     Madem mucize göstermiştir, elbette o bir peygamberdir.

·     Madem peygamberdir, elbette yalan söylemez ve yalana tenezzül etmez.

·     Madem yalan söylemez ve yalana tenezzül etmez, o hâlde vermiş olduğu bütün haberler elbette doğrudur ve haktır.

·     O hâlde ahiret vardır, zira o zat ahiretten de haber vermiştir!

O hâlde şöyle desek: “Peygamber Efendimiz’in binden fazla mucizesi, teker teker ahiretin varlığına delildir.”

Yani her bir mucizeyi ahiretin vukuuna delil yapsak, bu doğrudur ve haktır. Zira:

·     Her bir mucize, o zatın peygamberliğini ispat etmektedir.

·     Madem o zat peygamberdir, elbette yalan söylemez ve hilaf-ı hakikat bir beyanda bulunmaz.

·     Madem yalan söylemez ve hilaf-ı hakikat bir beyanda bulunmaz, o hâlde verdiği bütün haberler haktır ve doğrudur.

·     Ve madem ahiretin geleceğinden haber vermiştir, elbette haber verdiği gibi gelecektir.

Netice olarak deriz ki: Ahiretin varlığının delilleri, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinin delilleri kadar çoktur. O zatın nübüvvetini ispat eden bütün deliller, aynı anda ahiretin de vücudunu ispat ederler.

Bizler “Marmara Eğitim” olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinin delilleri hususunda çok kapsamlı bir eser hazırladığımızdan, burada o delillere girmiyor ve Efendimiz’in delillerini o esere havale ederek diyoruz ki:

Böyle, bütün peygamberlerin kendisinden haber verdiği, bütün evliyanın ve asfiyanın kendisini tasdik ettiği ve elinde binler mucize sadır olan bir zatın haber verdiği bir mesele, elbette haktır, doğrudur ve hakikattir. Vehmin ne haddi var ki, o zatın haber verdiği bir meseleye ilişsin ve o konudan şüphe ettirsin!

2- Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi, diğer bütün peygamberler de ahiretten haber vermişlerdir. Demek, ahireti inkâr edebilmek için, sadece peygamberimizi inkâr etmek yeterli olmayıp diğer bütün peygamberleri de inkâr edebilmek lazımdır. Onları inkâr edemeyen, ahirete ilişemez; çünkü onlar da ahiretten haber vermiştir.

O hâlde diyebiliriz ki, ahiretin delilleri, peygamberler ve onların mucizeleri adedincedir. Her bir peygamber ve o peygamberin elinden sadır olan mucizeler, ahiretin vukuuna birer şahittir ve delildir. Acaba hangi sözün haddi var ki, bütün bu peygamberlerin sözlerini hükümden düşürebilsin ve onların sözünden şüphe ettirebilsin?

3- Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve diğer peygamberler ahiretin varlığına delil olduğu gibi, Kur’an da ahiretin bir delilidir. Zira Kur’an da ahiretin varlığından haber vermiş ve ahiretin birçok ahvalinden bahsetmiştir.

O hâlde şöyle desek: “Kur’an’ın bir benzerinin getirilememesi ahiretin varlığını ispat eder.”

Yani Kur’an’ın bir mucizesi olan, benzerinin getirilememesini ahiretin varlığına delil yapsak, bu doğrudur. Zira:

·     Madem benzeri getirilemiyor, o hâlde Allah’ın kelamıdır.

·     Madem Allah’ın kelamıdır, o hâlde içinde elbette yalan ve yanlış olmayacak.

·     Madem içinde yalan ve yanlış olmayacak, elbette içinde olan her söz haktır ve gerçektir.

·     Madem içindeki her söz haktır ve gerçektir, elbette ahiret de haktır ve gerçektir. Zira Kur’an’da ahiretin varlığından açık bir şekilde bahsedilmiştir.

Demek, Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı anda ahiretin varlığını da ispat etmektedirler. O hâlde ahiretin varlığının delilleri, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu ispat eden deliller adedincedir.

Bizler “Marmara Eğitim” olarak, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu hususunda özel bir eser hazırladığımızdan, burada o delillere girmiyor ve Kur’an’ın delillerini o esere havale ederek diyoruz ki:

Hangi sözün haddi var ki, kırk vecihle mucize olan Kur’an’ın sözünü hükümden ıskat etsin ve Kur’an’ın haber verdiği bir hususta insanı şüpheye düşürsün?

4- Kur’an gibi diğer bütün semavi kitaplar da ahiretten haber vermekte, cennet ve cehennemden bahsetmektedir. O hâlde ahireti inkâr etmek için, sadece Kur’an’ı inkâr etmek de yetmez; diğer bütün semavi kitapları da inkâr edebilmek gerekir.

Yine soruyoruz: Hangi sözün haddi var ki, bütün semavi kitapların müttefiken haber verdikleri bir meseleyi çürütebilsin ve onların sesini susturabilsin?

5- Ahiretin varlığının diğer bir delili de bütün evliyalar ve asfiyalardır. Evet, evliyalar keşif ve kerametlerine istinaden; asfiya ve âlimler de delil ve hüccetlerine itimaden ahiretin vukuunu haber vermişlerdir.

Acaba bütün evliyaların ve asfiyaların haber verdikleri ve hakkında ittifak ettikleri bir meseleyi, hangi dinsizin sözü çürütebilir ve hangi kâfirin sözü hükümden düşürebilir?

Kaldı ki bu konuda söz hakkı onlarındır. Zira bir fende ve sanatta, münakaşaya sebep olan bir meselede, o fennin ve sanatın dâhilerinin sözü geçer; diğerlerinin sözü kabul edilmez. Mesela bir hastalığın keşfinde, küçük bir tabibin sözü, büyük mimarın sözüne tercih edilir. Çünkü mesele tıptır ve bu konuda söz hakkı doktorlarındır.

Aynen bunun gibi, ahiret meselesinde de aklı gözüne inmiş ve maneviyata karşı körleşmiş bir filozofun sözü geçmez ve kabul edilmez. Bu konuda söz hakkı, başta peygamberler olarak, evliyaların ve asfiyalarındır.

Acaba hangi filozofun sözü, böyle yüz yirmi dört bin peygamberlerin ve yüz binler evliyaların ve asfiyaların sözüne tercih edilebilir? Ve bu tercihi yapanlara akıllı denilir mi?

Eserimizde, buraya kadar zikredilen on dört delilden anlaşıldı ki, haşir meselesi öyle sabit bir hakikattir ki, yeryüzünü yerinden kaldıracak ve kırıp atacak bir kuvvet dahi o hakikati sarsamaz. Zira:

·     Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleri ve sıfatları ahireti gerektiriyor.

·     Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in bütün mucizeleri onu tasdik ediyor.

·     Kur’an-ı Hakîm’in bütün ayetleri ve hakkaniyetinin bütün delilleri onu ispat ediyor.

·     Diğer bütün peygamberler ve getirdikleri bütün semavi kitaplar ondan haber veriyor.

·     Şu kâinat bütün tekvinî ayetleri ve bu âlemdeki bütün hikmetli şuunat ona şehadet ediyor.

Acaba hiç mümkün müdür ki, haşir meselesinde böyle bir ittifak var iken, kıl kadar kuvveti olmayan şüpheler, şeytani vesveseler, o dağ gibi hakikati sarssın ve yerinden kaldırsın? Hâşâ ve kellâ!

Hem zannedilmesin ki, haşrin vukuunu ispat eden deliller sadece bu kadardır. Hayır, asla! Ahiretin varlığını ispat ederken bahsettiğimiz Hakîm, Kerim, Rahim, Âdil, Hafiz isimleri gibi, kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün ilahî isimler ahireti iktiza eder ve ispat eder. Yani hangi ismin kapısını çalsak ve ondan ahireti sorsak, bize ahireti ispat edecektir.

Mesela “Selam” isminin kapısını çalıp ahireti ondan sorsak, bize diyecek ki: “Benim tecellime bak ve dikkat et! Bak, nasıl bütün mahluklar benim tecellim ile selamete çıkarılmış! İşte, bütün selamet verilen işler, benim tecellim iledir. Selameti selamet yapan ise, ancak ahiretin gelmesidir. Eğer ahiret gelmez ve benim tecellim, sadece şu kısacık hayata münhasır olursa, bütün güzelliğim hiçe iner ve âdeta tecellim alaya döner.”

Demek, “Selam” ismi insanları fenadan, yokluktan, hiçlikten kurtarıp onları selamet yurdu olan cennete sokmakla da gözükecektir ki; bu, “Selam” isminin en büyük tecellisidir.

Ya da mesela “hibe eden” manasındaki “Vehhab” isminin kapısını çalıp ahireti ondan sorsak, diyecektir ki: “Yokluktan varlık âlemine çıkışınızdan tutun, size verilen cihazlara; ağaçlara takılan yapraklardan tutun, sobanız olan güneşe kadar bütün hibeler benim tecellim iledir. Ancak hibeyi hibe yapan, devamıdır. Eğer ahiret gelmez ve ölüm bir son olursa, bütün bu hibeler manasını kaybeder ve bir istihzaya döner. Demek, hibenin bir manasının olabilmesi, ancak ahiretin gelmesi iledir. Zaten ben, en azami mertebede cennette tecelli edeceğim…”

Bu isimler gibi her bir isim, ahiretin varlığını ispat ettiği gibi, kâinatın tekvinî ayetleri de haşrin vukuunu ispat etmektedir.

Mesela insanın ahsen-i takvimdeki güzel yaratılışı sanatkârı olan Allah’ı gösterdiği gibi, o ahsen-i takvimdeki kabiliyetin kısa bir zamanda zeval bulması haşri gösterir. Zira bu derece kıymetli kabiliyet, sadece bu kısa ve fâni âlem için verilmiş olamaz.

Yine mesela, ekser eşyada görünen hikmet, inayet, adalet ve rahmet, nasıl ki Hakîm, Kerim, Âdil ve Rahim olan bir Zat-ı Zülcelâl’i ispat eder ve O’nun dest-i kudretinden çıktığını gösterirler. Onun gibi, bu isimlerin kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, onların mazharları olan şu fâni mevcudatın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılırsa, ahiret güneş gibi görünür. Demek ki, her şey lisan-ı hâl ile “Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir” (Allah’a ve ahiret gününe iman ettik.) diyor.

Şimdi, ahiretin varlığı ile ilgili son bir delil daha sunacağız. Bu delilde, diğer delillerden farklı olarak Allah’ın kudretinin nihayetsizliğinden bahsedeceğiz. Zira ahireti inkâr etmek, Allah’ın kudretinin mahiyetini anlayamamaktan dolayıdır. Kudret-i İlahiyenin mahiyeti anlaşıldığında, bu cihetten gelen şüpheler de yok olacaktır.

Şimdi, Allah’ın kudretinin nihayetsizliğine dair onlarca delilden sadece bir delili, 15. delil olarak mütalaa edelim. (15. delile bak.)

Seyrangah.TV

Dikkat! Aramızda Allah’ın Elçisi Var!

Aramızda kalsın ama size bir sır vereyim!.. Evet, ”Aramızda Allah’ın Resulu var.” Gerilerde kalmış, bizi terk etmiş değil.. O, bizim aramızdadır!..

Peygamber, hayatlarımızın “özne”sidir. Allah’ın Resulü (a.s.m.) tarihsel bir figür değil, nostaljik bir unsur hiç değil; canlı ve güncel bir gerçekliktir. Uzaklarda değil, yanımızdadır. Gerilerde kalmış ve bizi terk etmiş değil; bal gibi aramızdadır, sımsıcak, yanı başımızdadır. Evet, evet; “İyi bil(elim) ki, aramızda Allah’ın Resulü var.”

Mevlid Kandillerini ve Kutlu Doğum programlarını bir tür folklora dönüştürmemizden endişeliyim. Bu programların çoğuna hâkim olan yaklaşımda, Peygamber (a.s.m.) bir “nostaljik figür” olarak anlatılıyor, anlaşılıyor. “Neredesin ey Peygamber!” edası, aslında “nerede olduğumuzu” bilmememizin sancılı bir haykırışı olsa gerek. “Özledik Seni!” deyişleri O’nun (a.s.m.) halen canlı ve güncel “gerçekliği”nin hayatımızda yer etmediğinin belirtisi olarak okunmalı.

Son zamanlarda, hissesi olmayan kıssalarla anlatılan bir “Peygamber ve sahabeleri” hamaseti doğdu ki (ne yazık ki bu tür anlatımlar, reyting ve dolayısıyla para getirdiği için yaygınlaşıyor) arkasından bir de gözyaşı dökmüşsek, kendisine tâbi olunacak bir Peygamber değil, kendisine acınacak, “ah vah” edilecek “zavallı” bir Peygamber’le baş başa bırakılıyoruz.

Hele bir de, yoğun gözyaşı dökmemiz, O’na (a.s.m.) ve güzel sünnetine uzaklığımızı seslendiren vicdanımızın çığlıklarını susturunca, etrafta “Peygamber aşkı”ndan ağlayan ama mesela O’nun kıldığı, O’nun kıl dediği namaza bigâne, O’nun yaşadığı tesettür ve edebe hal diliyle dudak büken türediler çıkmaya başladı.

Yedeklerinde “çok sevgili” bir Peygamber ama önlerinde “din”i yozlaştıran, “sünnet”i birkaç gözyaşına indirgeyen şeyh edalı, ekran müptelası kadınlar-adamlar…

Diyeceğim o ki, bu gidiş, gidiş değil: Tuhaf ritüellerle kutsanan ama okumaya değer görülmeyen Kitab’ın yanına şimdi de pek çok sevilen ama tâbi olunmaya değer görülmeyen “zavallı”laştırılmış bir Peygamber eklendi.

Oysa Peygamber hayatlarımızın “özne”sidir. Paslı demir tozlarını uyudukları yerden kaldırıp hizaya sokan bir mıknatıs gibi, varlığımızı hizaya sokmakta, hayatımızı uyuduğu/uyuştuğu yerden ayağa kaldırmaktadır. Allah’ın Resulü (a.s.m.) tarihsel bir figür değil, nostaljik bir unsur hiç değil; canlı ve güncel bir gerçekliktir.

Uzaklarda değil, yanımızdadır. Gerilerde kalmış ve bizi terk etmiş değil; bal gibi aramızdadır, sımsıcak yanı başımızdadır. Evet, evet; “İyi bil(elim) ki, aramızda Allah’ın Resulü var.”

Hucûrat Suresi’nin yedinci ayetinin bu cümlesi diri ve diriltici Kur’an’ın içinde hâlâ daha nefes alıp veriyor, hayatlarımıza nabız pompalayan bir kalp olarak kasılıp gevşiyor: “Va’lemû enne fîkum Resulallah”, “Bilin ki, içinizde Allah Resulü var.”

Hucûrat’ın birinci ayetinden yedinci ayetine kadar okursak, Rabb’imizin bizi adım adım Resulü’nün yanına aldığını görürüz. Birlikte yürüyelim mi “O’nun evi”ne doğru?

1- Siz ey iman edenler, Allah’ın ve Elçisi’nin önüne kendinizi koymayın, Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Çünkü Allah, kuşkusuz her şeyi işiten, her şeyi bilendir.

Allah’ın Elçisi, önüne geçmeyeceğimiz kadar önümüzdedir, diridir, dirilticidir. Allah’ın Elçisi, Allah’ı önüne ve önümüze koyduğu için en acil önceliğimizdir.

2- Siz ey iman edenler, sesinizi Peygamber’in sesinden daha fazla yükseltmeyin, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi O’nunla konuşmayın, yoksa bütün amelleriniz, siz farkında olmadan boşa gitmiş olur.

Nebi, sesimizi kendisine göre sürekli ayar etmemizi gerektirecek denli dudağımıza yakındır, kulağımızın dibindedir. Demek ki, sözümüze kulak kesilecek kadar sıcacık bir Nebi vardır. Kulak verdiğimizi dert edinecek denli şimdi ve buradadır Nebi.

3- Bakın, Allah’ın Elçisi’nin huzurunda seslerini kısanlar var ya, işte onlar kalpleri, kendisine karşı sorumluluk bilinci ile [doldurularak] Allah tarafından sınananlardır; onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.

Nebi, hatırına susulacak kadar huzurumuzdadır. Sesimizi yanında kısacak kadar yakınımızdadır. Nefesimizin hemen yanı başında; hecelerimizin hemen arasında durur Nebi’nin hatırı.

4- Gerçek şu ki [ey Peygamber] seni evinin dışından çağıranlar var ya, işte onların çoğu akıllarını kullanmazlar.

“O’nun evi”ne doğru yürüyecek olan biziz; O’nu evinden çıkartıp bize doğru yürümesini beklemek edepsizliktir. “O’nun evi” ise O’nun sünnetidir. Burada olan herkes için “Orada mıyım, yoksa burada mıyım?” sorusunu sorduracak kadar “burada”dır Allah’ın Elçisi.

5- Çünkü, sen [kendi isteğinle] onların yanına gelinceye kadar sabred(ip bekle)selerdi, kendi lehlerine olurdu. Ama Allah yine de çok bağışlayıcıdır, bir rahmet kaynağıdır.

Tüm hatalarımıza rağmen, “Yanımıza gelir mi acaba?” deme hakkımızı yitirmeyeceğimiz kadar refetiyle ve merhametiyle şimdi ve burada beklentimiz ve ümidimizdir Nebi. Ümit hep tazedir, hep yenidir, hep canlıdır. Başımıza konmuş kuş gibi kaçmasın diyecek kadar ürkektir ümit… Ya kaçarsa diye titreyeceğimiz kadar başımızın üstünde durup durmamak arasında çırpınmaktadır.

6- Siz ey iman edenler, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse, muhakemenizi kullanın; yoksa istemeden insanları incitir ve sonra yaptığınızdan pişmanlık duyarsınız.

İnsanları istemeden incitmek ve sonra yüzleşmeye cesaret edemeden, özür bile dileyemeden içimizde sıcacık bir köz gibi yanıp duran bir pişmanlık üretip üretmemek kadar “şimdiki ve buradaki” meselemizdir Nebi’nin bu “haberi”. Üstelik bunu doğru bildiğimiz haberi dinleyerek, dikkate alarak ve bir de aktararak yapmış olabiliriz. “Doğruya doğru!” demenin bile bizi kurtaramadığı tanımsız bir boşlukta elimizden/dilimizden tutuyor Nebi. Kendi haklılığımızda bile kendimizi hesaba çekecek kadar ince ve keskin bir duyarlılık yükler bize Allah’ın Elçisi. O kadar yakınımızda…

7- Öyleyse, bilin ki, aranızda Allah’ın Elçisi var.

Öyle değil mi?

Tüm okuyucularımızın ve İslam âleminin Mevlid Kandili’ni tebrik ederiz.

Mehmet PAKSU

İnsanlara Rahmet Olarak Gönderilen Fahr-i Âlemi Tanıyalım!

ıslak gülHıristiyan bir papaz ile sohbet ederken “Muhammed savaşçı idi, hayatı hep savaşlarla geçmiş,” dedi. İtiraz etmeme rağmen papazı ikna etmek mümkün değildi, çünkü hayati boyunca Fahr-i âleme karşı beslediği kin ve nefretini izale etmek veya hakkı ona kabul ettirmek çok zor… Medar-i münakaşa etmek istemeden “hidayet Allah’tandır.”dedim.

Keza, Alman asıllı Hıristiyan karı koca; bir Türk komşusuna gider gelirler, komşuların örf, adet ve İslami yaşayışlarından etkileyen karı koca bir müddet sonra Müslüman oluyorlar. Türk komşusuyla tanışmadan önce Müslümanları ve Hz. Muhammed’di hep savaşçı bildiklerini, İslamiyet’tin güzelliklerinden habersiz olduklarını, bir televizyon programında anlatıyorlardı,

Evet Hıristiyan karı koca; bir Müslüman’ın İslami yaşayışından etkilenerek Müslüman olabiliyorsa bize şunu gösteriyor ki: Müslümanlar hal ve ahvalleriyle İslamiyet’ti doğru yaşasalardı, Hz. Muhammed’din (asm) güzel ahlakını bihakkın anlatılsaydı, gayrimüslimlerin çoğu İslamiyet’te gireceklerdi.

Bediüzzaman ne güzel söylemiş:

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.”

Bütün Resullerin seyidi, bütün enbiyaların imamı, bütün mürşitlerin sultanı fahr-i Âlem ve Şeref-i beni Âdem Efendimize atfedilen iftira münasebetiyle umman denizinden bir katre de olsa, o zat-ı pak hakkında bir kaç hakikati beyan etmek istiyorum.
Şöyle ki:

İmanın altı şartından biri de peygamberlere inanmaktır. Hangi din mensubu olursa olsun kendi Peygamberini kabul ettiği gibi; sair Peygamberleri de kabul etmeleri şarttır. Kabul etmeyen kâfir olur.

Kur’an’da Muhammed, İncil’de Ahmet, Tevrat’ta Ahyed olarak ismi geçen O Zat-i Pakı delâl, en yüce ahlâka sahip olduğu yüz yıllar boyunca, dost ve düşman, herkesin üzerinde birleştiği tek bir insandır. Hz. Muhammed (asm) “güzel ahlâkı tamamlamak” olarak ifade ediliyor. Fahr-i Kâinat Efendimiz her bakımdan insanların en güzeli olduğu gibi ahlâk ve edep yönünden de en üstünüydü.

“Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim. Sizin en hayırlınız, ahlaken en üstün olanınızdır” buyurmuşlardır. Kâinat kitabının en büyük ayeti ve Hâtemü’l-Enbiya olan Fahr-i Cihan Efendimiz güzel huylu, güler yüzlü, tatlı sözlü, nazik tabiatlı, ince ve hassas ruhlu idi.

İnsanlara verdiği değer:

Âlemlere rahmet, insanlığa ebedî rehber ve üstâd-ı mutlak olarak gönderilen Fahr-i Âlem Efendimiz kimseyi tenkit etmez, ayıbını yüzüne vurmazdı.

Bir gün, Medine sokaklarından bir cenaze geçiyordu. Peygamberimiz bunu görünce ayağa kalkar. Yanındakiler cenazenin bir Yahudi’ye ait olduğunu söylerler. Bunun üzerine Peygamberimiz ‘O insan değil mi?’ diyerek yanındakileri uyarır.

Peygamberliği döneminde çok sıkıntı çekmiş, üzerine pislik atılmış, öldürülmek istenmiş, geçeceği yollara dikenler atılmış, ilk Müslümanlar da sayısız işkencelere tabi tutulmuş, Ama O’Yüce Peygamber, bunların hepsine tahammül göstermiş ve sabretmiştir.  Uhud Savaşında mübarek dişi kırılmış, bunu yapanlar hakkında beddua bile etmemiş, Kendini zehirlemek isteyen Yahudi kadını bile affetmiştir.

Amcasını öldürtüp ciğerini yiyen Ebû Süfyan’ın hanımı Hind’de, Kureyş kadınlarıyla birlikte yüzü örtülü olarak Peygamberimizin huzuruna gider, affını dilemiş, onu tanımasına rağmen belli ettirmeden affetmiştir. O Hind ki, Uhud Savaşında Kureyş kadınlarıyla birlikte def çalıp müşrikleri savaşa davet etmiş,

Hz. Hamza’nın katili Vahşi, Mekke’den kaçarak bir müddet kabileler arasında gizlenmiş,  fakat emin bir yer bulamıyordu. Sonunda kendi için en güvenli yeri gene Hz. Muhammed’din yanına gitmeyi bulmuş, Vahşi çekinerek ve sıkılarak huzura gitmiş, Vahşi’yi huzurunda gören Resulullah başını yere eğer, ona bakamıyordu. O anda amcasını hatırlar, mübarek gözlerinden yaşlar akar. Amcasının katili olan Vahşi’yi kısas yapabilirdi, her şeye rağmen büyüklük göstererek katil Vahşi’yi affeder.

Merhameti:

Peygamberin kucağında bir çocuk olduğunu gören bir adam hayret eder; “Benim on tane çocuğum var, ama hiç birini öpmedim.”der. Peygamberimiz, “kalbinde merhamet kalmamışsa ben ne yapıyım.”diyerek şu uyarıda bulunur: “merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.”

Hz. Peygamber Medine’den Mekke’ye ordusuyla giderken bir vadide, yolun kenarında yeni doğmuş yavrularını emziren bir köpek görür. Bir sahabeyi çağırıp köpeğin ve yavruların rahatsız edilmemesi için, ordu geçinceye kadar orada nöbet tutmasını emreder,

Ey Hıristiyanlar dinleyiniz! Alman Devletini kuran ilim ve irfan sahibi Prens Bısmarck, “Sana muasır bir vücut olamadığımdan müteessirim Ey Muhammed! Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir.”demiştir.

Netice-i kelam,bir gayrimüslimin cenazesine saygı gösteren, ölümle kendisini tehdit edenleri, amcasını öldüreni affeden, insanlara ve hayvanlara merhametini esirgemeyen, İnsanlığa ebedî rehber ve üstâd-ı mutlak olarak gönderilen bir Peygamber’e savaşçı demek büyük bir cehalet ve iftiradır.

İnananlara selam,

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

12.8.2013

www.NurNet.org

O’nun (s.a.s.) ruhu , aramızda yaşıyor ve bizimle alâkadar..

Hicrî Takvime göre “Mevlid Kandili” günü olarak kutlanan Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğum yıldönümü, Güneş Takvimine göre de her yıl 14 Nisan’da kutlanmakta ve o günü takip eden hafta, yıllardır çeşitli ve çok sayıdaki zengin programlarla, “Kutlu Doğum Haftası” olarak idrak edilmektedir. Dinî yaşayımızda da, Ramazan orucunu, Hac zamanını ve dinî bayramlarımızı ayın hareketini esas alan Hicrî takvime göre; günlük namaz vakitlerimizi ise, güneşin hareketlerini esas alan takvime göre nazar-ı itibara alıyoruz. Rahman Sûresinin 5. Âyetinde mealen “Güneş de ay da, bir hesap iledir” denildiğinden, her iki takvimi de bu şekilde kullanışımız geçerlidir ve Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğum yıldönümü hem ayın hareketini esas alan Hicrî takvime göre ve hem de güneş’in hareketini esas alan takvime göre ayrı ayrı tarihlerde kutlanabilir.

Peygamberimiz (s.a.s..), İki Cihan Serveri, (Miladî: 571’deki) Kamerî aylardan Rebi-ül Evvel ayının 12. günü olan haftanın günlerinden, Türkçe’deki karşılığı “Pazartesi” olan bir günün (el yevmül’ isneyn) sabahı dünyayı şereflendirdi; ayın hareketini esas alan takvimle altmışüç yaşını doldurduğu (Miladî: 632 ve Hicrî 11’deki) diğer bir Rebi-ül Evvel ayının, doğumunda olduğu gibi gene haftanın günlerinden bir Pazartesi gününe tevafuk eden 12. günü de, dünyadaki cismanî hayatını terk ederek, ruhu Refik-i Âlâ’ya yükseldi.

Haftanın günleri arasında Pazartesi gününün, Peygamberimiz’in hayatında mühim hadiselerin cereyan ettiği özel bir gün olduğu dikkati çekmektedir: Peygamberimiz’in doğumu ile dünyayı teşrifi, kendisine peygamberlik vazifesinin bildirilmesi, Mekke’den hicretle Medine’ye gelişi ve mübarek ruhunun kabzedilmesi, hep haftanın o gününde olmuştur.

Bundaki hikmetin ne olabileceğine belki de gereksiz yere merakımızı sarf etmek yerine, kendimiz için bu çok ince sırlı tevafuktan alabileceğimiz bazı mühim dersleri alabilmeye çalışırsak, daha isabetli hareket etmiş oluruz. Alabileceğimiz en mühim derslerden biri de, belki şu olabilir: Dünyadaki hayatımız bize sanki pek uzunmuş gibi gözükse de ve dünyada ebedî kalacakmışız gibi, ömür sermayemizi değerlendirmekte bazen ihmaller göstersek de; onu sadece -bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü gibi- yaşadığımız günden ibaret olarak varsaymamız, hakikî istikbalimiz ve ebedî menfaatlerimizin bizi beklediği âhiretimiz için daha faydalı olabilir. Çünkü, insanın ömrü, birer günlük kısımlara bölünmüştür ve ömrünün birer günlük birimlerini hangi îman, niyet ve gaye ile ve hangi işleri yaparak geçirirse, ömrünü de öyle geçirmiş olmaktadır.

Bir saatin zamanı gösteren kısa ve uzun ibrelerini (akrep ve yelkovanını) veya dijital rakamlarını elimizle geriye döndürebiliriz; fakat, gafletle geçen saatlerimizi ve dakikalarımızı tekrar yaşamak için, ömür müddetimizi -bir filmi seyrederken öncesine gider ve başa alır gibi- geri döndürebilmek imkânımız yoktur. Böyle bir durumda, aklını iyi kullanan bir insan, geri dönmemek üzere geçen zamanının kıymetini düşünür. Onu israf ederek tüketmekten kaçınmağa; çok kârlı bir âhiret ticaretinin sermayesi olabilecek şekilde ebedî ve büyük kârları kazanmak yolunda tam bir şuurla ve dikkatle kullanabilmeğe çalışır. Bunu yapabilmek için de, insanlığın en büyük rehberi olan Resulullah’ın (s.a.s.) sünnet-i seniyyesine tabi olur ve onun ilmî vârisleri olan âlimlerin izinde gider.

Rebi-ül Evvel ayının 12. gününün Peygamberimiz’in doğumunun yıldönümü olduğu Müslümanların büyük ekseriyeti tarafından bilinmesine rağmen, ayni zamanda onun vefatının da yıldönümü olduğunun Müslümanların daha büyük bir ekseriyeti tarafından bilinmemesinin sebebi acaba ne olabilir?”

Bu sualin cevabının, onun cismen aramızda olmasa da, ruhen aramızda ve ümmetiyle çok alâkadar olması hakikatiyle ilgili olarak verilebileceği düşünülebilir. Çünkü, Kur’an iâyetleri de bize bu hakikati böyle açıkça bildirmektedir:

“Habibim, Biz seni âlemlere başka bir şey için değil, ancak rahmet için gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi, 21/107)

“Şanım hakkı için size bir Resul geldi ki: kendinizden, gayet izzetli, zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze hırs ile titriyor, mü’minlere raûf, rahîmdir.” (Tevbe Sûresi, 9/128)

Peygamberimiz’in bu Kur’an âyetleriyle de açıkça bildirilen “rahmet peygamberliği” sıfatı, sadece bu âyetlerin nâzil olduğu zamandaki Müslümanlar için değil; kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar, bütün insanlar ve bütün âlemler içindir.

Bu âyetlerde bildirildiği gibi, “mü’minlerin zorlanması ona ağır gelen, onların üstüne hırs ile titreyen, mü’minlere raûf ve rahîm olan” Resulullah’ın, altmışüç yaşındayken bir Rebi-ül Evvel ayının 12. Pazartesi günü vefat etmiş olması değil; onun o tarihten altmışüç yıl önceki bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü bedenen doğmuş ve daha sonra bedenî hayatını dünyadaki her fanî gibi tamamlamış olsa da ruhen halen hayatta, kendi aralarında ve kendileriyle alâkadar oluşu mü’minlerin âleminde çok daha fazla yer almalıdır.

Rebi-ül Evvel’in 12. günü aynı zamanda onun vefat yıldönümü de olmasına rağmen, belki bu sebeple, o gün yalnız “onun doğum yıldönümü” olarak hatırlanmakta ve İslâm âleminde daima bu manâyı işleyen programların icrasına çalışılmaktadır.

Bu gerçeğin de ışığı altında, şu soruyla nefsimizi tekrar murakabe etmeli ve hesaba çekmeliyiz: “Madem ki onun (s.a.s.) ‘Rahmet Peygamberi’ olarak, zorlanmamız ona ağır gelen, üzerimize hırs ile titreyen, rahîm ve raûf olan ruhu aramızda ve bizimle alâkadar; acaba biz onunla ve Sünnet-i Seniyyesiyle ne kadar alâkadarız, bilhassa Hac ve Umre vesilesiyle kabrini ziyaret ettiğimizde onun ruhunun bizimle alâkadarlığını ne derecede hissedebiliyoruz?”

Her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) mahsustur.

Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (asm) ile, onun Âl ve Ashabı’nın üzerine olsun.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org