Etiket arşivi: insan

Namaz Aşkı

Bursa’da iki ayağının da dizden aşağısı olmayan bir vatandaşın bastonundan destek alarak geldiği cami avlusunda namaz kılması objektiflere yansıdı.

Takma ayaklarıyla bastona dayanarak camiye gelen vatandaş, protezlerini çıkarıp namazını eda etti. Sandalyeye oturmayı tercih etmeyip namazını sağlıklı insanlar gibi bütün şartlarına riayet ederek kılan vatandaş, görenleri hayretler içinde bıraktı.

İbadetini bütün zorluklara rağmen aksatmadan yapan vatandaşı görenler, “Namaz aşkı engel tanımıyor” demekten kendilerini alamadı.

İHA

 

Pencereler

Neden mimarlar binalara, evlere pencereler yaparlar. İnsanlar günlük hayatlarında hayata açılan, hayatı bir sinema şeridi gibi seyreden gözleri ile rutin işlere boğulmuş ruhları bir derece nefes aldırsınlar diye.

Pencere bir psikolojik ihtiyaç, bir ruhun nefes alma yeri. Allah ruha gözleri pencere yapmış, gözlere de pencereleri pencere yapmış, pencere kenarından seyredilen hayat zaman zaman insanı boğulduğu garabet durumlardan az da olsa kurtarır.

Penceresiz bir evde yaşamak ile hayat ile ruhu arasında penceresi olmayan bir ruhun bunalımları birbirine benzer şeyler. Bir Avrupalı şair arkadaşına yazdığı mektupta ruhunun penceresiz bir ev gibi hayat içinde bunaldığından şikayet eder.

Ne kötüdür penceresiz evlerde yaşamak. Bazen mahbuslar getirilir cezaevi arabalarından hastaneye, arabanın demir parmaklıklı bir çok küçük penceresinden iradesinin gadrine uğramış insanlar bakarlar dışarıya, rahatlamak için.

Dünyanın en büyük pencere mimarları ilim adamları veliler, peygamberler ve büyük adamlardır. Onların işi herkesten daha zor. Daralmış bir kıtadaki insanlara yeni dünyalar açmak için Kolomb ömrünü vermiş ve Amerika penceresini açmış, insanlığa yeni iklimler bulmuş. Galileo ve Newton insana fizikten yeni pencereler açmışlar.

Hazreti Peygamber Efendimiz, daralmış bir dünyada Allah’a açılan pencereleri olmayan bir garip toplumda onlara Allah’a açılan pencereler açmak için bir dağa tırmanmış ve bir varlık mağarasında bunalmış insanlığa vahiysel pencereler açmak istemiş. Ve Allah ışığı ona Cebrail tarafından göstermiş, O da o ışığa doğru yeni pencereler açmış gelen her ayet bir pencere, tam 6666 pencere, ne çok bunalmış insanlar kainatın Rabbi bu kadar çok pencere açmış ve bize oku derken bu pencerelerden bak ve hayatına dinine, sanatına ne lazımsa oku demiş, ama ilahi bir tasarım ile bu kadar pencereyi bize gerekli bulmuş, 114 büyük pencere baktıkça genişleyen, asırlardır yüzlerce yorumcunun bakıp genişliğine yeni boyutlar getirdiği büyük pencereler.

Son asırda bir adam gelmiş, ete kemiğe bürünmüş Said diye görünmüş, fersude bedenli, o eski püskü elbiseler içinde o kadar çok pencere açmış ki insanlara. Öldükten sonra dirilme hakikatı kimsenin asırlarca yol bulamayıp, pencere açamadığı bir hakikat oradan insanların varlık ötesine açılan pencerelerini kalemi ile açmış, kim bilir ne kadar insan o pencerelerden ötelere açılan manaları yakalayarak bunalmış ruhunu rahatlatmış. On iki isimden kapı açmışken, bütün esmadan kapılar açılacağını söylemiş. Kalem ve okumak fiili onun en iyi anladığı bir nesne ve bir eylem.

Hasta bir asırda, dalalet asrında, insanların materyalizmin darlığında boğulduğu bir dönemde o da bu insanların pencerelere ihtiyacı olduğunu hissetmiş, az oldu görmüş, yazarken en çok kullandığı kelimelerden biri olmuş bu pencere kelimesi. Siyasetten pencereler açmış hayata, küçük yaşta çocuğu ölen bir anneye bir pencere açmış, ona en büyük acıya tahammül için bir pencere açmış, hastalara pencere açmış, yatak ve yorgana esir olmuş olan insanlara pencere açmış, okuyan “hasta olduğuna memnun olmuş”. Ayhan Songar büyük psikolog bu büyük psikologun eserini onun yanından ayırmamış.

Bu kadar dayanılmaz çilenin içinde derdini anlatarak teşeffi etmek isteyen bir insan değil, onun derdi pencereleri itikad pencereleri olmayan insanlara itikad pencereleri açmak olmuş. Pencereler diye otuz üç pencere açmış orada bu pencerelerin otuz üç ile sınırlandırılmayacağını anlatır. Hep aynı şeyleri üzerinde düşünülmeden anlatan bir ülfet içindeki dinin eksiğinin varlığa, kozmik dünyaya, nesnelere, itikadi esaslara pencerelerinin olmaması olduğunu görmüş. O pencere kelimesini kullanırken neler düşünürdü acaba, ‘Bu kadar pencere kelimesini kullanıyorsun Üstadım neden’ diyen biri olmamış ona, ben olsaydım sorardım, nedense ona böyle soran olmamış, yaşasaydım ona o kadar çok şey sorardım ki. Bu bana göre bin yılın en sanatlı gözü olan adama. Goethe ,” Shakespeare’nin asrında yaşasaydım onun yanından ayrılmazdım “ diyor. Ama Bediüzzaman’ın yanında durmak çok zor, herkese iltifat etmemiş, Bayram dediği talebesi için köyüne birkaç defa gitmiş, işe bak , onun için köyüne birkaç kere , demek onun ruhu ile istinas etmiş önceden, ona gitmiş, Zübeyr Abi “sizinle biraz eser mütalaa edelim demiş, Hocam, Üstadın hizmeti o kadar zor idi ki fazla okuyamadık” demiş. Büyük adamların, romancıların , şairlerin yanında olsam onlara çok şey sorardım. Hazreti Hatice peygamberimize , “Ya Muhammed bu mağaraya niye bu kadar gidiyorsun“ diye sordu mu bilmiyorum. Yavuz’a Mısır’a neden gidiyorsun diye sordu mu acaba zevcesi. Mısır fatihi karşılamayı akim bırakıp gece saraya girer, eşinin odasına girdiğinde bu büyük adama, eşi ne söyledi acaba. Ne ihtişamlı giriştir, bir hükümdar olarak gidip bir Allah’ın halifesi olarak dönmek. Bilmiyorum, o kadar soracak şey var kı, ahirette görürsem sorarım , eğer onların yanına gidebilirsem, sanmıyorum ama.

Ayet ül Kübra’da, Münacaat‘ta ne kadar yeni pencereler açmış insana. Bilimin Allah’a bakan pencereleri olmadığını görmüş, bilim tarihini okumuş, bütün ilimlerden Allah’a açılan pencereler açmış ve insanlar itikadsızlığın zifiri karanlığından onun açtığı pencereler ile kurtulmuşlar. Fatih Camii’nin önünde dua ederken büyük Fatih’e, manen insan şöyle duşünür oluyor,” Ben İstanbul’u fethettim, sen ise her insana yeni itikad pencereleri açıp onları semanın yüksek katlarına çıkardın’ derdi herhalde.”

Semavat, gökler, yıldızlar, güneşler, aylar, hava boşluğu, bulut, şimşek, gök gürültüsü, rüzgar, yağmur, katreler, şimsek, hava, arz, ağaç , hayvanat, nebatat, yumurta, yumurtacık, hava, su , nur , ateş , toprak, mahlukat kafileleri, insan , bahirler, nehirler, çeşmeler, ırmaklar, dağlar, taşlar, madenler, sular, tuz, limon tuzu, sulfato, şap, yapraklar, çiçekler, meyveler, kök, dal, budak, çekirdekler, zerreler, zihayatlar, insan. Enbiya, evliya asfiya, kalpler ve akıllar,kalpler, ve Resul-i Ekrem. işte Münacaat’da insanın itikad dünyasına açılan pencereler. Cansız, şuursuz nesnelerden olaylardan, varlıklardan insanın yüzyılın mantığı ile hasta edilmiş dar itikadi dünyasında pencereler açan adam. Onun itikad dünyamıza açtığı pencereler ile ahiretteki insanların sarayları şenleniyor, o pencere açıyor ahirette de kasırlar genişliyor. Ne mutlu bu pencerelerin farkında olan ve ona göre hayata bakan, seyredenlere.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.org

Üç çizgi

“Ne istiyorsun?”
Anne çocuğuna sorar. Arkadaş arkadaşa. Terapist danışanına.
Ya da insan kendine sorar: “Ne istiyorsun?”

İnsan ne ister, diye düşünüyordum. Ne istiyorum, diye de.

Ne istiyorsun, diye sormaya görün. Bu masum sorunun cevapları bir anda dört bir yanınızı sarmaya başlar. İstekler, arzular, emeller birbiriyle yarışır. Her bir istek bu hengâmeden sıyrılıp öne çıkmak ister. İtiş kakış arasında, “Ben, önce ben,” diye haykırır durur…

Onu tekrar görmek istiyorum. Âşık olduğum kızın da beni sevmesini istiyorum. Beni bırakmasın istiyorum. Benimle gurur duyulsun istiyorum. Hiç yaşamadığım çocukluğumu yaşamak istiyorum. Kanseri yenmek istiyorum. Yeniden genç olmak istiyorum. Mutlu olmak istiyorum. Adalet istiyorum. Hakkımı istiyorum. Saygı istiyorum. Yaşamımın bir anlamı olsun istiyorum. Bir şey başarmak istiyorum. Umursanmak, önemli olmak, anımsanmak istiyorum. Yaşlanmamak istiyorum. Ölünce ona kavuşmak istiyorum. Beni kimsenin incitmemesini istiyorum. Hiç ölmemek istiyorum. Zayıflamak istiyorum. Burnumun biraz daha küçük olmasını istiyorum. Beyaz tenli olmak istiyorum…

Birine ne istiyorsun diye sormaya görün. İstekler, arzular, emeller, bendini aşmış bir baraj gibi taşar insanın içinden.

Bütün konuşmalara, insan hikâyelerine, tüm anlatılara kulak kabartın, kelimelerin altını kaldırın: aynı çığlığın yankısını duyarsınız: “İstiyorum! İstiyorum!”.

Ne istiyorsun?

Her şeyi ama her şeyi. Hadsiz şeyi.

Bir gün, yere bir çizgi çizer Kâinatın En Değerli Varlığı. “Bu insanı temsil eder,” der.

Önümdeki bir kâğıda bir çizgi çizdim (siz de çizin). Yanına “insan” diye yazdım.

Sonra bunun yanına ikinci bir çizgi daha çizip, “Bu da ecelini temsil eder” buyurur.

Önümdeki kâğıttaki “insan” çizgisinin yanına bir çizgi daha çizip yanına “ecel” yazdım.

İkinci çizdiği çizgiden daha uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra, “Bu da emeldir” der ve ilave eder: “İşte insan daha emeline kavuşmadan ona daha yakın olan eceli ansızın geliverir.”

Ecel ansızın gelivermeden geleceğini düşünmek bile emellerimizin ferini söndürür. Kim bu dünyada istediklerinin tümünü elde etmiş ki?

Emeller terazisinde bir aşağı bir yukarı yol alırız. Arzular, istekler bir sarmaşık gibi gelip gelmeyeceği meçhul bir geleceğe tutunarak sürgün verir. Akrep ve yelkovanlara tutunmuş arzular zamanın üzerinde yol alır. İsteğin dur durağı yoktur. Esnekliği ise sonsuzdur. Bir o yana bir bu yana eğilir arzular.

Çekişler dövmeye başlar emellerimizi.

Gölde günün son ışıkları gibi titreşip durur evrenin köşelerinde. Dünyanın dişlileri öğütür onları. Ufuktaki son çizgi gibi sönmeye yüz tutar. Gönlümüze gecenin ateşi düşer.

İkinci çizginin yanına “emeller” çizgisini çizerken aklıma şairin (Kaysın Kuliev) sözleri düşüverdi.

“Karanlığa nerde yakalanırsa kuş,/Durup dinlenirmiş, derler orda./Ya sen dur durak bilmeyen kuş/Yüreğim, sen nerde durursun acaba?/Denize kavuşan telaşlı ırmak/Durup dinlenirmiş, derler orda./Ya sen, soluk almadan akan ırmak/Yüreğim, sen nerde durursun acaba?”

İnsan yüreği nerede durur?

Sorumun cevabını Zamanın Bedii’nden aldım: “Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidadlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi (sonsuz saadeti) tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin mâ-ül hayatından (hayat suyundan) bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder.”

Sonra ölümün yanına “ebedi saadet” diye yazdım. Ölüm emellerimize bu dünyada ulaşmayı engellerken, ebedi hayatta onlara kavuşmak için bizi sırtlayıp oraya götürüyor diye düşündüm.

Mustafa ULUSOY

Sıkıntılara iman kuvvetiyle karşı konulabilir!

Bu dünyaya gönderiliş gayemize baktığımızda görüyoruz ki, bu âleme gönderilmiş her insan cennete aday olarak gönderilmektedir.

Ancak cennet adayı bu insan, geldiği bu âlemde bazen sıkıntı ve musibetlerle imtihana çekiliyor, bu imtihanda göstereceği sabır ve tahammülle adayı olduğu cennetin faturasını ödeyerek gidiyor öbür âleme..

Ne var ki, imtihanı kazandıran bu sabır ve tahammül olgunluğu, kendiliğinden oluşmamaktadır insanda. Kuvvetli bir imanla kazanılmaktadır bu sabır ve tahammül olgunluğu..

Bundan dolayı aleyhissalâtü ves’selâm Efendimiz yaptığı duasında şöyle niyazda bulunmuştur:

– Yâ Rab, Senden dünyadaki musibet imtihanlarını kazandıracak iman kuvveti diliyorum. Sıkıntı ve zorlukları kolayca karşılayacak iman kuvveti ihsan eyle bizlere!

Demek ki, sıkıntı ve musibet imtihanlarını kazanmak, ancak sahip olduğumuz iman kuvvetiyle mümkün olur.. Gerçekten de imanı kuvvetli insanlarda zorlukların, musibetlerin tazyiki azalıyor, tahammül ve sabır duyguları gelişiyor, musibetler karşısında yıkılmıyor, dimdik ayakta durarak mutlu şekilde hayatlarını sürdürüyorlar..

İnanç bakımından inkişaf edemeyenlerde ise, küçük sıkıntı ve zorluklar dünya başına çökmüş gibi büyük görünüyor, geçici imtihanların tazyikine dayanamayan bu zayıf insan, hemen şikâyete başlıyor, bu da geçer ya hu! deyip de imtihanı kazanma duygusuna yönelmekte zorlanıyor..

İşte burada sıkıntılara iman kuvvetiyle mukabele ederek dimdik ayakta duranların verdikleri sabır ve tahammül örnekleri dikkatimizi çekiyor. Bu örneklerden ikisini arz etmek istiyorum bugün sizlere.

İmam-ı Gazali Hazretleri’nin naklettiği şu iman kuvvetinin verdiği dayanma gücüne bakın lütfen..

Sahabeden Hazreti Huzeyfe’nin azatlı kölesi Salim, savaşta derin yaralar almış, düştüğü kızgın kumların üzerinde susuzluktan dudakları çatlamış halde baygın yatmaktadır.

Arkadaşlarından biri durumunu görünce hemen kırbasındaki suyu uzatır:

– Şurada birazcık suyum kaldı, içiver de rahat bir nefes al!.

Dudaklarını hareket ettirmeye mecali kalmamış Salim, eliyle ağzını kapıyor, kaş-göz işaretiyle:

-Ben oruçluyum, uzattığın suyu içemem!’ diyor.. Israr ediyorlar:

– Sen bu halde iken orucuna devam edemez ölürsün, şu suyu içiver!.. Bu defa da şöyle cevap veriyor:

– Şu kalkanımın içine dökün. İftar vaktine kadar yaşarsam o zaman içerim. Yaşamazsam Rabb’imin huzuruna oruçsuz gitmektense oruçlu gitmeyi tercih ederim!.. diyerek suyu içme gereği duymuyor.

Salim, son anlarını yaşama derecesinde yaralı. Ama bu yaralar bedendedir, ruhta kalpte değil.. Kalpte ve gönülde öyle bir iman kuvveti var ki, bu imanı onu maruz kaldığı kılıç yaralarının tazyik ve tesirinden kurtarıyor, Rabb’inin huzuruna oruçlu olarak varmanın mutluluğunu hissettiriyor, uzatılan suyu içme gereği dahi duymayacak duruma gelebiliyor.

Sıkıntılara iman kuvvetiyle karşı konulacağına ait ikinci misali de büyük müçtehit Ahmed bin Hanbel Hazretleri veriyor..

Devrin yönetimi, isteğine uygun fetva alamadığı için onu zindana atmıştı. Hapishanenin rutubetli bodrumunda bir hayli zayıflamış olan Hazret-i İmam, nihayet mahkemeye götürülürken yol kenarında toplanmış olan sevenlerinden birinin feryadını duyar:

– Eyvah, böylesine zayıflamış bir bedenle bu musibete nasıl karşı koyacak mübarek hocamız?.

Sesin geldiği yana dönen büyük müçtehid, şöyle ikazda bulunur zayıflığına acıyan insana:

– Dikkat et! der, hayatta eksik olmayan musibet ve sıkıntılara, beden kuvvetiyle değil iman kuvvetiyle karşı konulur. İnsanın bedeni zayıf olabilir, yeter ki imanı kuvvetli kalsın. Kuvvetli iman, sahibine karşılaşacağı her türlü musibeti yenme azim ve şevkini verir, zorluklar karşısında pes ettirmez, ümitsizliğe düşürmez..

Evet, büyük müçtehidin sıkıntılara beden kuvvetiyle değil iman kuvvetiyle karşı konulacağı konusundaki bu açıklaması, hep hatırda tutulacak muhteşem bir hatırlatmadır.

Biz de hayatta eksik olmayan sıkıntı ve zorluklar karşısında Efendimiz (sas) Hazretlerinden öğrendiğimiz duamızı vesile kılarak diyoruz ki:

– Rabb’imiz, biz aciz, zayıf kullarız, aczimizi, zaafımızı açıkça itiraf ediyoruz. Bizi ve ülkemizi zorlanacağımız sıkıntılarla imtihan etme. İmtihan edeceğin sıkıntıları da sarsılmadan kolayca karşılayacak iman kuvveti ihsan eyle!.

Ahmed ŞAHİN / 15 Kasım 2011, Salı

Münazarat‘ta İnsan Tipleri

Hem psikanalitik hem de psiko sosyal bir tahlil yapmış. Tam on iki insan tipi çizmiş, altısı insana ait altısı topluma dönük ağırlıklı yine insana ait marazi ve olumsuz tipler, bad men, oppozite men, kötü adamlar.

1- C e h a h e t A ğ a , cehalet sıfatı ile ağa mizacı arasında bağlantı kurmuş. Cehaleti en iyi ağaların tutumu sergiler. Sadece diretir, direnir, istediği veya emrettiği şeyin akıl ve sair denge unsurlarını düşünmez.

2-İ n a d E f e n d i , Efendilik de bir ruh hali , bir insan bir işin efendisi oldu mu , hak ve hakikattan ziyade efendiliğinin devamında inad eder, inad ile bu ruh hali arasındaki bağlantıyı ifade etmiş, inatçı insan ile efendilik arasında bağlantı kurmuş. Ruh hali ile insan kişilikleri arasında bağlantı kurmuş.

3-G a r a z B e y , kelimelerin ruhuna derinlikli nüfuz etmiş. Garaz bir insana zarar vermek isteme, garaz bir farklılıktan , sıra üstülüğe karşı insanda oluşan , daha çok beceriksiz insanda oluşan tahrip hissi onun ile beylik arasında bağlantı kurmuş. Bey beyliğinin idamesi için ne olursa yapar, azıcık beylik gördüğünü tahrib eder.

4-İ n t i k a m P aş a’nın , affetmemek ve üstüne üstlük bir de intikam almak da paşa sıfatını takınmak gibi bir vasıf .

5-T a k l i d H a z r e t l e r i ‘nin , bir yenilik icad edemeyip, ancak başkalarını taklid ile kendini isbat etmek isteyen suri ve seçici takınılan ve kişi üzerinde sırıtan durum onu da hazret ünvanına benzetmiş, hazretlik de zaman zaman takınılan bir tavırken her durumda olunca taklid oluyor.

6-M ö s y ö G e v e z e l ik , Gevezelik bir gayeye matuf olmayan boş konuşmalar, sonuçsuz bürokratik ve gündelik , güya yönetmek maksadıyla yapılan onca konuşmalar demek. Sonuçsuz ve hedefsiz konuşmalar, mösyö saygınlığı alıyor, ama ortada bir şey yok. Psikopatolojik insani durumlarla, marazi davranışla insanlar arasında kurulmuş zihinsel empatilerden ortaya çıkarılmış insan tipleri  roman eşhası gibi. İşin arkasında insanları denetleyen ve gözetleyen ve onları bu kadar şaşırtıcı kategorize eden bir zeka ve yorum hayret etme istersen.

Bu altı şey için ne diyor. …bunların /taht-ı riyasetlerinde insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir.

Meşveretleri meşveret olmaktan çıkaran bu tavır ve tutumlar. Cehaletin ağa tavırları, inadın sürekli efendilik taslaması, birine veya birkaçına iş yaptırmama garazkarlığı, intikam düşüncesi ile olayı kendi mecrasına çekme, bilmemek üretmekten ziyade taklid etme, ve boş saatlerce konuşmalar, bunlar ile meşveret yapılmaz diyor. Her yanımız bu tür insanlarla dolu, eğer Bediüzzaman’a göre yaşansaydı , efkarı nerelere varırdı. Metinle davranış arasındaki uçurumlar trajik boyutlarda.

Diğer altı tipi sayalım;

7-Beni beşerde ona intisap eden; bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatine feda etmeyen,

8-Hem de menfaatini ızrar-ı nasta gören,

9-Hem de muvazenesiz, muhakemesiz mana veren,

10-Hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsisini feda etmediği halde mağrurane millete ruhunu feda etmek davasında bulunan,

11-Hem de beylik ve tavaif-i müluk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak manasıyla bir cumhuriyet gibi gayr-i makul fikirlerde bulunan,

12-Hem de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-ı umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden herkesin asabına dokundurmakla , ta heyecana gelip terbiye görmekle teşeffi etmek isteyenlerdir.

Bunlar “efkarı teşviş eden hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen”lerdir. “K i m l e r“dir diyor.

Bir insanın büyüklüğü, diğerlerinin küçüklüğü. Onun büyüklüğünü anlatmaya kelime ara, ben ve benim gibilerinin küçüklüğüne kelime bul, sagir, suğra, hurde, vesaire . Yakup Kadri Mondros mütarekesi yıllarının İstanbul’undaki tipleri anlatır, nasıl berbat bir bataklıkta olduğumuzu ve ondan sonra da imparatorluğun nasıl Orta Anadolu da birkaç vilayeti tıkıldığını anlatır. Ufku küçülen devlet adamanın ülkesi de küçülür, ama işte yukarıdaki küçüklüklerden dolayı. Bozulmuş bir milletin dejeneresi. Cumhuriyeti 1922-23 de ilan etmişiz ama şu yukardaki haller yine yönetenlerden silinmemiş, zahiren bir idare, bu yüzden gerçek hürriyeti yüz yıl sonraya ertelemiş Bediüzzaman 2008. Sandık demokrasisi sandıktan çıkmadan adamı seçmiş, sandıktan çıkacak belli, ağa hazretlerinin tensiplerine göre. Pekmez yazılı şişeden zehir çıkmış, başbakanları asmış, insanları ipte sallamadan beter eden, sandığın bir takım güçlerin kucağında sihirbaz başlığı gibi durduğu ülke. O gün meşrutiyet meşveret ve hürriyet sonra cumhuriyet vesaire. Bediüzzaman’ın kelimeleri hamileliği bitmeyen sürekli doğuran canlılara benziyor, bir mana everesti. Bu on iki tipten bir tiyatro çıkar, sinema çıkar, roman çıkar çıkar da çıkar ama ders çıkar mı , belki o da çıkar. Ya bu çıkar kelimesi ondan çok şey çıkar. Neler yıkar neler yıkar, nice insanlar o kelimenin altında yatar, yatar, yatar.

Kelimeyi Akif ile kurtaralım

Gök kubbenin altında yatar al kan içinde

Prof. Dr. Himmet Uç