Etiket arşivi: islam

Bizi geri bırakan İslam mı?

BİR ZAMANLAR sıkça gündeme taşınan şimdi de yer yer nükseden bir hastalık var: Dinin, terakkiye mani olduğunu sanmak ve Hıristiyan ülkelerden geri oluşumuzun sebebini İslâm dininde aramak.

Bu iddiaya cevap vermeden önce bazı noktalara işaret etmek isterim. Bunlar arasından geçireceğimiz hat bizi sorunun ilk cevabına ulaştıracaktır.

Birinci nokta: İslâm dini ilk zuhur ettiği dönemde müslümanlar bir süre müşriklerin baskılarına, zulümlerine maruz kalmışlar, daha sonra devlet haline gelmiş ve bir asır öncesine kadar sürekli ilerlemişlerdir. Asr-ı saadetin bir iman, ahlâk, fazilet, adalet ve huzur asrı olması bunun ilk delilidir. Daha sonra Endülüs Emevî devletinin Avrupa’ya ilimde önder olması, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının hem ilim hem de sanatta yükseldikleri şahikalar bu tür iddialarla örtülecek, saklanacak cinsten değildir.

Burada İslâm ve müslüman kavramlarını birbirinden ayırma gereği ortaya çıkıyor. İlerleyen de müslümanlardır, gerileyen de. İslâm ne ise odur.

Ekmeltü…. dineküm….

O zaman şu sorunun cevabını aramak gerekiyor:

İmparatorluklar kurduğumuz dönemlerde mi İslama daha çok bağlıydık, geri kaldığımız dönemlerde mi?

İkinci nokta: Geri kalışımızın sebebi olarak İslamı gösterenlerin, müslümanları bir tarafa bırakıp İslâm üzerinde konuşmaları ve “Kur’anın şu hükümleri, Resulullahın şu hadisleri terakkiye manidir.” diye yola çıkmaları ve delillerini ortaya koymaları lazım gelir.

Meselâ, yalanı, zulmü, içkiyi, kumarı, zinayı, stokçuluğu, faizi, gıybeti, ırkçılığı kısacası her türlü kötülüğü yasaklamanın terakkiye engel olduğunu ispat etmeleri gerekir.

Üçüncü nokta: Hıristiyanların bizden ileri olmalarını İslama hamledenlere bir vazife daha düşüyor. O da, bugünkü teknolojinin, maddî kalkınmanın esaslarını İncilde arayıp bulmak ve “Biz bunlardan yoksun olduğumuz için geri kaldık” diye bir gerekçe ile ortaya çıkmak. Bunu yapmaları mümkün değil. Zira İncil’de ne iktisadi hayata ne de devlet yönetimine dair bir tek ayet mevcut değil.

Son bir noktaya da işaret edip cevaba geçelim:

Bu iddiayı ortaya atanların, dünün çalışkan, cevval, hamiyetli, dürüst, vatansever insanını, bugünün hak hukuk tanımaz, soygunculuğu hüner sayan, şehvet düşkünü, her şeyi nefsine feda eden, egoist insanı haline getiren eğitim düzeninin İslâmdan kaynaklandığını da ispat etmeleri gerekir.

Şimdi, söz konusu sorunun cevabını Nur Müellifinin tespitlerini esas alarak ortaya koymaya çalışalım:

Nur Külliyatından Lemaat adlı eserde şöyle bir soruya yer verilir:

Bir zaman bir sâil dedi: “Madem El-Hakku Ya’lu haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?

Yani, “Madem ki hak üstündür, ona üstün gelinmez. Kâfirlerin müslümanlara, kuvvetlinin haklıya galip gelmesine ne dersiniz?

Bu sorunun cevabı dört ayrı yönüyle çok öz ama çok doyurucu olarak verilir.

Önce vesileler üzerinde durulur ve bu hikmet dünyasında vesilelerin, sebeplerin çarpıştığına dikkat çekilir. Müslüman olsun kâfir olsun, her kim ulaşmak istediği sonucun ön şartlarını yerine getirir, sebeplerine vesilelerine tam riayet ederse başarı onun olacaktır. Hangi üründen hangi şartlarda hangi tekniklerle ve nasıl bir planlama ile verim alınacağı bellidir. Bu şartlara kim uyar, bu vesileleri kim yerine getirirse başarı onundur.

Soruda geçen kuvvet kavramına da şöyle değinilir: “Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.

Başarılı olmak, düşmanınıza yahut rakiplerinize galip gelmek istiyorsanız kuvvetli olmaya çalışmanız gerekir. Zira, kuvvetin de bir hakkı vardır. O hakkı kim elinde tutarsa galip gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Çelikle tahtayı çarpıştırırsanız tahtanın mağlup düşeceği bellidir.

İkinci olarak, mesele insandaki sıfatlar alemi yönünden ele alınır. Bütün güzel sıfatlar Allah kelamında zikredilmiş ve Resulullah (a.s.m.) tarafından da en güzel şekilde sergilenmiştir. Şu var ki uygulamada nefsin, şeytanın, bozuk toplum yapısının ve daha nice faktörün tesiriyle, bir müslüman bu güzel sıfatların tümünü hayatında sergilemeyi başaramayabilir. Yine bir gayr-ı müslimde, gördüğü eğitimin ve toplum yapısının bir ürünü olarak bazı güzel sıfatlar bulunabilir. Bunlar ondaki müslim sıfatlardır. Bir iş görüleceği zaman, kalplerdeki inançlar değil, bu sıfatlar çarpışırlar.

Ticaret hayatını örnek verelim: Bilgi, dürüstlük, çalışkanlık, mesai tanzimi, prensiplilik gibi sıfatlar ticaretin sonucuna doğrudan tesir ederler. Bir gayri müslim bu sıfatlara sahipse ve yine bir müslüman bu sıfatlardan mahrumsa o gayri müslimin müslümandan daha zengin olması beklenen bir sonuçtur. Burada kâfir müslümana değil, müslim sıfatlar gayri müslim sıfatlara galip gelmişlerdir. Ve sonuç, sıfatlar âleminde, yine hakkın olmuştur.

Bu konu işlenirken fikrimize ufuklar açan şöyle bir tespite yer verilir:

Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.

Hayatın hakkı umumidir, şamildir. Yani bu noktada mümin, kâfir, insan, hayvan farkı yoktur. Kime hayat verilmişse ona rızık da verilir. Rızık, imanın ve ibadetin değil hayatın hakkıdır. Onların hakkı ahiret yurdunda ebedi saadettir.

Bu ufukta düşüncelerimizi şöyle sürdürebiliriz:

Allah’ın her isminin tecellisi için farklı aynalar, ayrı zeminler söz konusudur. Bunların çoğu, kişinin inancıyla ilgili değildir. Meselâ, Rezzak isminin tecellisinden daha fazla nasip almak isteyen bir çiftçi bunun için gerekli şartları yerine getirdiğinde tarlasına daha fazla mahsul verilir. Burada kişinin inancına bakılmaz. Yine, Şafi isminin kendisinde tecelli etmesini isteyen birisi, hastalığına faydalı ilacı kullanır. Onun şifa bulmasında da inancına bakılmaz. Çünkü kişi bu ismin tecellisini istemeyi bilmiştir ve bunun karşılığı olarak kendisine şifa ihsan edilmiştir. Bu yola girmeyen bir insan, kâmil bir mümin de olsa, şifaya kavuşmayabilir.

Buna göre bir müslüman, dünya hayatında İlâhî isimlerin feyzinden faydalanmayı diliyorsa, o tecellilere layık bir ayna olma yolunu tutmalıdır. Bunu yapmazsa sonuç alamaz. Ama aynı mümin ibadet, salih amel ve ihlas şartlarını yerine getirmekle ahiret yurdundaki İlâhî lütuflara talip olmuş olur.

Bu şartları yerine getirmeyen bir insan da dünyada ne kadar başarılı olursa olsun, cennetten nasip alamaz.

Aynı parçada konunun bir üçüncü boyutuna da dikkat çekilir:

Allah’ın iki ayrı kanunlar manzumesi olduğu nazara verilir. Bunlardan birisi insanın iradî fiillerini nizam altına alan Kur’an hükümleridir. Diğeri ise kâinatın ve içindeki eşyanın nizamını sağlayan kanunlardır. Birincisi bildiğimiz şeriattır. İkincisine de şeriat-ı tekvini deniliyor. Tabiat kanunları bu ikinci şeriattandır. Kur’an hükümlerine itaat ve isyan edenlerin mükâfat ve cezalarını ekseriyetle ahirette görecekleri, tekvini şeriata uyanların yahut uymayanların ise büyük çoğunlukla karşılıklarını bu dünyada görecekleri ifade edilir. Buna göre tekvini şeriata uymayan bir mümin cezasını başarısızlık, sefalet, perişanlık olarak bu dünyada çeker. Bu kanunlara uyan bir gayr-ı müslim ise İlâhî iradeye bilmeyerek de olsa uygun hareket etmesinin mükafatını bu dünyada görür.

Bu üç madde başarının yahut başarısızlığın temel sebepleridir. Ve olayların çok büyük çoğunluğu bu maddelerin biriyle yahut bir kaçıyla açıklanır. Şu var ki, bazen bütün şartları yerine getirdiğiniz halde mağlup düşebilirsiniz. Burada İlâhî takdirin gizli bir rahmet hikmet cihetini aramakla mükellefiz. İşte cevabın dördüncü bölümünde bu noktaya işaret edilir; konunun kader ve İlâhî irade yönüne dikkat çekilir.

Dördüncü maddede, batılın kısa süreli de olsa bazen hakka galip gelmesinin, hakkın inkişafına yardım ettiği, onu daha da güçlendirdiği, parlattığı nazara verilir.

Bu maddenin şu noktadan önemi büyüktür:

Bir hadisi-i şerifte “Belaların çoğu peygamberlere, sonra derecesine göre Allah’ın diğer sevgili kullarına gelir” buyrulur. Peygamberlerin çoğunun ümmetlerinden hakaret görmeleri, ülkelerinden kovulmaları, işkencelere tabi tutulmaları Rabbanî bir sır, İlahî bir hikmettir. Onların çektikleri sıkıntılar, Nur Müellifinin ifadesiyle birer menfi ibadettir. Sabır esasına dayanan, tevekkül ve rıza esasına dayanan ama katlanılması oldukça zor olan bu ibadetin mükafatı da aynı ölçüde büyüktür. Bu sıkıntılarla başta peygamberler olmak üzere Allah’ın sevgili kulları hem manen terakki ederler, hem de çoğu zaman bunun karşılığı olarak hak davaları geç de olsa insanların kalplerinde yer tutar. Onlara zulmedenler kabirlerinde azap çekerlerken, onların ümmetleri yer yüzünde hakkı yaşar ve yaşatırlar.

Bir bitkinin gelişmesinde gecenin ve gündüzün ayrı faydaları olduğu gibi insan ruhunun inkişafında da celal ve cemal tecellilerinin tesirleri öyledir.

Bu bir İlâhî hikmettir. Ve Hak dostlarına, bu sır ile gelen bela ve musibetlerin ilk üç maddeyle bir ilgisi yoktur.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

My Encounter With Risale-i Nur

How Everything Started?

It was on a sunny Sunday morning, probably in the month of February 2010, in the capital city of Malaysia, Kuala Lumpur, while sitting in the veranda of my home after concluding routine morning rituals, I came across a brochure that was lying under the stool unattended for a long time.  On that morning I did not have any serious engagements and was thinking on how to organize the day.   The brochure was given to me on the preceding Eid festival at the International Islamic University mosque in Kuala Lumpur.  My hand stretched to the brochure to ‘just have a look’.   The Purpose and Wisdom of Ramadan’, produced by Turkish-Malaysia Cultural Association captivated my attention by its content and I immediately called the number found on it.  My intention was to find out more on the said association.  On the phone I fixed appointment with the caller to meet in their Centre right after Maghrib prayers.

Indeed it was at a time I was curiously making serious inquiries on and observing closely the developments and revival currents prevalent in Turkey. 

On that evening I waited in my car outside the condominium where Turkish-Malaysia Cultural Association is based, for the brothers to come and lead me to the Centre.  In the apartment I met Brothers, Mustafa, Ibrahim and Ceydet and several others.  All where bright faced and welcomed me with politeness and smile.  To my astonishment, instead of a ‘Centre’ in the commonly understood sense of the word, I found myself in a spiritual environment with all necessary arrangements for prayers and seeking Islamic knowledge.    We sat for a Turkish Çay and dinner and engaged in a long discussion on the activities of the association.

Subsequently I was briefly introduced to Imam Bediuzzaman Said Nursi and his magnum opus Risale Nur. This brought my memory back to 1980s and 90s when we were introduced to this great Mujaddid of Islam, in our Islamic study circles conducted by elders of Sri Lanka Jama’at E Islami.   Thereafter I was invited for Risale Nur discussion on weekends. 

I made my second visit few days later for the purpose of reading Risale Nur.  This is where the turning point came in my life.  Until then I took the matters fairly casually.   

As we started reading Risale Nur we engaged in friendly discussions surrounding the subjects dealt with in it.   I am no new reader to Islamic literature, especially by contemporary Islamic revivalist scholars.  Ever since I enrolled myself in the activities of Sri Lanka Jama’at E Islami in 1984, reading Islamic books had become an integral part of my life. Hence I am not new to Islamic revival ideas. I do always have the opportunity to learn such ideas from different perspectives from a host of scholars.  This exposure helped me a great deal in reading Risale Nur on a comparative analytical basis.   Every time I read I found myself comparing the thoughts of Imam Bediuzzaman with that of Imam Maududi or others.

THE GLARING ASPECTS IN THE RISALE NUR THAT ATTRACTED ME THE MOST

I would describe Risale Nur in a nutshell as ‘a thematic commentary to specific verses of the Qur’an that address the questions arising in the mind of the modern man with intensely forceful arguments and proofs by an author who is utterly sincere, forthright, brave and devoted to the cause in absolute humility in front of his Lord’. 

My initial feeling on reading Risale Nur was one of wonder and astonishment.  I felt to have entered a garden with a large number of various beautiful flowers and found myself confused on what to choose.  Every subject I read in Risale Nur was very important.  This confusion reflected even in prioritizing as to which book I should start translating first.

1. Mystical depth – I do not claim to be a highly learned person on Islam, however with the little Islamic knowledge I acquired, I can say that Risale Nur contains a mystical depth in all aspects it deals with.  Many of my questions on Tawheed(Oneness of God), the power of Allah Almighty, Akhira, mysteries of the Qur’an and the mysteries hidden in the creation of the universe and mankind were answered to my utmost satisfaction.   Due to my unfamiliarity with this mystical depth I faced difficulty in understanding the matters the author trying to explain.  I had to repeat my reading over and over again until I catch a grasp of the matter.

2. Precedence over other Reformers – I constructed my ideas on the blessed Islamic revivals based on my reading, primarily, of Imam Maududi’s books and other scholars such as Shaheed Seyed Qutub.  All my progressive Islamic ideas, if I possess any, came from these great thinkers.  When I started reading Risale Nur I was astonished to find those ideas presented in a different and wider perspective.   One case in point is the concept of ‘Medressetuzzehra’.  This concept seeks integration of all human and natural sciences with the concept of Tawheed in general terms. In my understanding it was Imam Maududi and others who proposed this concept for the first time.  Such unity of thought among the reformers and thinkers of Islam is among the outstanding aspects of this divine religion.      

3. A combination of spiritual and rational approaches – Another outstanding feature I found in Risale Nur is the combination of spiritualism and rationalism.  It addresses human intellect from spiritual as well as rational angles.  Through this it kindles all human senses that seek answers to numerous questions on the purpose of man’s life on earth.  Risale Nur’s intellectual onslaught is so forceful that a reader would find himself pushed to a corner from where escape is possible only by accepting its proposals or declaring war on it with outright obstinacy.  It does not leave an iota of excuse for the modern man to stand in front of Allah Almighty in the Day of Judgment and complain that his intellect could not comprehend Islam.  

4. Between Two Extremes – Secularism and atheism are two extremist ideologies by virtue of their rejection of the existence of God and life after death.  This extremism sits on one corner.  Its arguments are short-sighted and irrational from a universal perspective.  On the other corner stands the traditional Muslim approach to worldly life that rejects human experiences and discoveries based on science & technology. The post-Ottoman Turkey, that was found on the principles of separating religion from state and social life, witnessed a fearsome struggle between Islam and the secular state edifice.  Imam Bediuzzaman launched his mission at a time when Islam faced one of its hardest tests in history, both intellectually and physically.  It was so explosive a situation that could push ardent Muslims to taking up arms against the state for the sake of protecting their religion.   As a charismatic and prolific reformer, had he wished, Imam Bediuzzaman could have easily instigated his thousands of disciples for an armed engagement against secular elements in defence of Iman.   But instead of promoting such radical and extreme ideas he preached prudence, use of Hikma(wisdom), consistency, Tawakkul(Reliance on Allah) and steadfastness.  These are the finer qualities of an Islamic preacher.  Had this been the methods of Risale Nur movement at its early stages, the movement would have been crushed conveniently and thrown into the dustbins of history now.  It is because of this rightly balanced (Wasatiyah) approach the movement thrives todate.        

THE TURNING POINT IN MY LIFE

  1. Translation – The sooner I began reading Risale Nur a strong urge came in my mind that this message should reach the Tamil speaking Muslims and others all over the world.  Without giving time for a second thought I searched for the most suitable books for translation.  I selected three as an initial step with justifications I developed in my mind:
  2. Damascus Sermon – to address the Muslim intellectuals and community leaders on the challenges of the Ummah,
  3. Short Words – to be used by parents and teachers to teach children with the purpose of strengthening Iman,

Sincerity & Brotherhood – primarily for workers and volunteers of Islamic Da’wah as this book addresses root causes of disunity, ailments of the heart and ways to cure them. 

It’s indeed a great honour bestowed on me by Allah Almighty to be the first translator of any Risale Nur books into Tamil. 

Turkish visit – During the summer of 2010, Turkish-Malaysian Cultural Association organized a study tour of Risale Nur Movement in Turkey.  The delegation consisted members from Malaysia, Turkey, Sri Lanka, Saudi Arabia, Usbekistan, Iran, Bangladesh and China.   The tour was so wonderful that we covered many regions where Risale Nur Movement is active.   The most remarkable aspect of the tour was the visit to Barla followed by the meetings with Imam Bediuzzaman’s students.   I had some advance information about Barla, that helped me to have a blurred visualization of Imam Bediuzzaman’s life in Barla. In my assumption we had to travel over 50 KM through uninhabited mountainous territory to reach Barla. Reaching Barla I was stunned and fell numb.  I told myself that no ordinary person could resist this ruthless terrain 70-80 years ago with a mission that does not bring any worldly benefits.   I concluded that Barla is a miracle and it was Allah Almighty who chose Barla for Imam Bediuzzaman to endure divine tests for the heavier mission of serving the Qur’an. 

I had the opportunity to deliver talks almost in 17 places for a highly motivated and enthusiastic audience. 

Included in the tour were interviews and TV discussions on Risale Nur by Dost TV, Ankara.    

Among those who worked hard for the success of the tour were Emri, Ceydet(Malaysia), Yakop, Receb and many others in Turkey.       

FOLLOW-UPS

  1. At the tail end of the tour I decided to remain in Turkey for another 45 days.   Our brothers were generous and kind enough to accommodate me in Yosgat almost for a month and in Ankara for the rest of my stay.  I was in a good and pleasant company.  During my stay, by the grace of Allah I was able to conclude the translation of three books.
  2. We were able to bring two students from Sri Lanka for undergraduate studies and they are presently enrolled at the Ankara University.
  3. Three of the translated books were published by RUBA VAKI, Istanbul.  Now the books are in circulation in Sri Lanka.  Measures are being taken to distribute them in India, Malaysia and other places.  Soon we will get a progress report on this from Sri Lanka

Mohammed Asim Alavi – Sri Lanka

www.NurNet.org

Yazının Türkçesi için tıklayın

Yamanaka: Said Nursi’yi Dünyaya Anlatın

Japonya’nın Ankara Büyükelçiliği Müsteşarı Keisuke Yamanaka, Said Nursi’nin mesajları ve öğretisinin dünyaya anlatılması gerektiğini söyledi

“Ben henüz Risâle-i Nur Külliyatı’nın tamamını okumadım. Ama en kısa zamanda okumak istiyorum. Bence Said Nursî, zamanının ötesinde bir ilim adamıdır. O geleceği görmekteydi. Bunun yanı sıra Said Nursî, uluslar arası ufuğu olan bir âlimdir. İlme son derece önem vermektedir.

İslâm’ın ne yazık ki menfi bazı imajları var. Uluslar arası camia İslâm’ı yanlış tanıyor. Avrupa ve Amerika’da İslamofobi hastalığı mevcut. Ama bu durumda Müslümanlara da büyük rol düşüyor. Müslümanlar, barışı bir mesaj olarak sunmalıdır. Bence bu bağlamda, İslam’ın doğru mesajına çok önem veren Said Nursî’nin mesajları ve öğretisi bir anlam taşıyacaktır. Dünyaya bunların anlatılması gerekiyor. Dar görüşlülük ve daha önemlisi cehaleti derhal yenmeliyiz. Entelektüel düşünce ve aydın din anlayışı hepimiz için çok önemlidir.

Yeni Asya

Hz.Yunus Kıssasından Bize Mesajlar

Hz. Yunus (a.s) Risaletle görevlendirildikten sonra büyük bir çaba ile kavmine; putlara tapmamalarını, eşi ve benzeri bulunmayan, doğmamış ve doğurmamış bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah’a tapmalarını, ona kulluk etmelerini ilan etmeye başlamıştı.

Taptıkları putların onlara bir faydasının olamayacağını,  kendilerine fayda ve zarar vermekten aciz durumda olan putları terk etmelerini, insanlara bildirdi. Kavmin inkârcıları onun aleyhine devam ettiler. Yunus ( a.s) insanların ilahi mesaja olan duyarsızlığına ve gördüğü haksız tepkilere öfkelenmiş, rahatsız olmaya başlamıştı; Aslında onun bu hali Peygamberlerin müşfik vasıflarından biridir. Onun derdi, kavminin Allah’a itibar etmeyerek, şirkte ısrar etmeleri bu durumun onları helake sürüklediğini gördüğü içindir.

Kavmin inkârcı tutumuna çok üzülen Yunus Peygamber (a.s) o sıkıntı ve çaresizlik içindeki durum esnasında Allah’tan bir emir olmaksızın öfkeyle kavmini terk ederek kaçmış, Kur’an’da Peygamberlerin müşfik vasıflarını şöyle beyan eder; “Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardımı iledir! Onlardan dolayı kederlenme; Kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma! “

Yunus (a.s) kavmini terk ettikten sonra olaylar şöyle gelişmiş: “Dolu bir gemiye kaçmıştı.” gemide olanlarla karşılıklı kur’a çekmişti ve yenilenlerden olmuştu. Bu sebeple denize atılmıştı.”Kendini kınarken onu bir balık yutmuştu.’’  ‘’Eğer Allah’ı tespih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.” “Halsiz bir halde iken kendisini sahile çıkardık.’’ (Saffat süresi,ayet,140-141-142-143-144-145)

Hz.Yunus (a.s) balığın karnında iken hiçbir maddi imkânı kalmadığını, kurtuluşun sadece Cenab-ı Allah’a ait olduğunu, O’ndan başka melce ve mencenin olmadığını, Allah’a sığınarak şu munacaatta bulunmuştur. ‘’Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin’’ (Senden başka ilah yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.)’’(Enbiya süresi,21/87)

Hz.Yunus (a.s)’ın Risaletle görevlendirildikten sonra kavmine İlahi emirlerin tebliğinde muvaffak olamaması, öfkeyle kavmini terk etmesi, gemiden denize atılması, bir balığın içine girmesi, Cenab-ı Allah’a munacaatı ve sahil-i selamete çıkması tamamen ilahi bir sır ve hakikattir. 

Cenab-ı Allah’ın sır ve hikmetlerinin ihatasında beşer acizdir.  Konuyu Kur’an,  sünnet ve müçtehitlerin tebliğ ve fehmine havale edelim. Hz.Yunus (a.s) kavmine karşı sabırla ve tahammül ile sabretmesi lazım iken,  kavmine kızarak öfkeyle kaçmasında da elbette İlahi bir hikmet vardır.

Hz.Yunus (a.s)’ın kıssa-i meşhuresinde bizim de alacağımız birçok ibretler vardır. Maddi cihetle bakıldığından, sosyal ve içtimai hayatımızda her aile reisinin veya her yöneticinin dikkatine celp edilmektedir.  Aile reisi ise ailesini, yönetici ise maiyetindeki halkını idare etmek, sıkıntılarını paylaşmak, can ve mallarını korumak ve adaletli davranmaktır. Yoksa sıkıntıya düştüğünde görevini bırakıp kaçmak bir nakıslıktır.

Bediüzzaman: Hz Yunus’un bulunduğu şartlar ile bizim şartlarımızı karşılaştırır, bizim şartlarımızın yüz derece daha müthiş olduğunu nazara verir. Dünyamızı denize, heva-i nefsimizi balığa, gecemizi de istikbalimize benzetmektedir. İstikbalimizi de, nazar-ı gafletle karattığımızı belirtmektedir.

Nazar-ı gaflet: Bir şeyin manasını anlamadan bakmak, görevi ve görev yerini terk etme, unutma anlamlarını da taşır. Gaflet asrımızın hastalıklarından biridir. Sahibini birçok dehşetli karanlıklar içinde bırakır.

Görevden uzaklaşma bizi gurur denizine atıyor, hava-i nefsimiz de balık gibi bizi yutuyor ve Cenab-i Allah’a olan ubudiyetimize gaflet perdesini çekerek ebedi hayatımızı karartıyor.’’Bizim hutumuz Hazreti Yunus (a.s)’ın hutundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder Bizim hutumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.’’ İşte Hz Yunus aleyhisselamdan zamanımıza yansıyan balık hadisesi en fazla yüz yıllık hayata bedel, ebedi bir hayatın kazanması hadisesidir.

Bediüzzaman, konuyu şöyle izah etmektedir: ’’Madem hakiki vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselama iktidaen, umum esbaptan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya Müsebbibül’ül-Esbap olan Rabbimize iltica edip Lailahe illa ente süphaneke inni küntu minnezzalimin demeliyiz”. Ve devamında da diyor ki: “Hazret-i Yunus aleyhisselam’a o munacaatın neticesinde hutu ona bir merküb, bir taht-el bahr ve denizi güzel bir sahra ve gece mehtablı bir  latif suret aldı.Biz dahi o münacatın sırıyla Lailahe illa ente süphaneke inni küntu minezzalimin demeliyiz.

’Lailaheillaente cümlesiyle istikbalimize, Sübhaneke kelimesiyle dünyamıza, İnni küntu minezzalimin fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz. Ta ki nur-i iman ile ve Kur’an’ın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti ünsiyet ve tenezzühe inkılâp etsin’’(1.ci Lem’alar) 

lailahe ente” (Senden başka ilah yoktur.) ifadesinde Allah’a mutlak bir yöneliş var. “Sübhaneke’’ (seni her türlü noksandan tenzih ederim.) kelimesinde Allah’ın mutlak kudretine bir teslimiyet var, “inni küntu minezzalimin” (gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum) ifadesinde de kendisine zulmedenin yine kendisi olduğunu anlama ve kesin bir dönüş var.

Bediüzzaman, yaptığımız kötülüklerden Cenab-i Allah’a sığınarak, Kur’an-ı Hakim’in sergisinde yapılan manevi bir gemi ile İslamiyetin içine girip selametle o denizin üstünde gezip ta sahil-i selamete çıkabileceğimizi, hayattaki sıkıntılar, vahşet ve dehşetlerin yerine nazar-ı ibretle tefekkürümüzü sevindirerek ruhumuzun nurlanacağını, o zaman nefsimizin esaretinden kurtulur, nefsimiz bir bineğimiz olup hayat-ı ebediyemizin kurtulmasına bir vasıtamız olacağını belirtmektedir.

Elhasıl: İnsan zayıftır, hata yapar, neticesini de sebeplere havale eder. Bediüzzaman, “esbap bahanelerdir, vesait de perdelerdir.” der. Demek ki sebepler birer araçtırlar. Sebepleri yaratan Cenab-ı Allah’tır. Sebeplere sebebiyet veren ise gene insandır. Aleyhimize ittifak eden sebeplerin bir araya gelmeleri bir kusurumuzun neticesi olduğunu bilmek lazımdır. Hata ve kusurlarımızın affı için Cenab-ı Allah’a sığınmalı ve Hazreti Yunus (a.s)’ın munacaatında dediği gibi, bizde ‘’Lailahe illa ente suphaneke inni kuntü minnezzalimin’’ demeliyiz.                                     

Rüstem Garzanlı – Diyarbakır                                            

8 Nisan 2011

www.NurNet.org

 

Good News From America

Esselamu Aleykum ve Rahmetullahu ve Berekatuhu,

Many greetings from Washington D.C., U.S.A. ,

Islam spreads every day all over the world , The Qur’an too. As an example of this situation, Risale-i Nur truths are being read at our Washington Risale-i Nur Dersane (medresseh).

We would like to talk about our Risale-i Nur services here in Washington; Our Nur Dersane was opened  1 year ago and  it is 20 minutes away from central Washington. Five people; some of them university students, some of them language college students, live in the Dersane. Risale-i Nur lessons in English are given on every Sunday evenings.  Dersane students are making lessons after every nightfall prayer. I hope this always goes on so. Amin( Amen ).

Our Risale-i Nur lessons that started in March of 2010 with our 2 classmates , went on every week. Now, it is going on with 20 people. We would like to share some experiences related to these lessons:

We have a brother who is not a muslim. Although he is not a muslim, he comes to our Risale-i Nur Dersane. We had a nice experiment last week: He explained the 23rd word by using 1st word. And he said:” Bediuzzaman is an extraordinary writer. He tells the Islam perfectly.

Some of our lesson brothers do not give back the Risale-i Nur books after finishing lesson. They say:” We are going to read these books again at home.”  Even a Christian man said the same things!

A man whose name is David said us after his first lesson he came: ”I was extremely impressed by these Risale-i Nur lessons. Although you are young, you are talking about Allah. I am 71 years old. Unfortunately, I was not like you  when I was a young. I was interested in philosophy in my 40’s. Then I became pious. I found the answers of the questions ”Who am I?  Where am I going to” by the help of religion. As you know, the Christians believe 3 Gods. I believe just One Allah( God). The Jesus is a prophet and slave of Allah(God). He is not son of Allah(God).” I hope Allah lets this real Christian man to understand all the truths of Islam.

One of our brothers who live in Nur Dersane meets people who search Islam on internet. He tells them Qur’an and Risale-i Nur. He sends them Qur’an and Risale-i Nur. He invited one of these people to our  Nur Dersane. Then, that person came and stayed with us during 5 days.

One of our friends named Cody said that he was a Christian, searched Islam, Christian beliefs were insufficient, believed the Prophet Mohammed(s.a.v), had some questions. He stayed at Nur Dersane during 5 days.We had a chat related his questions.  He even prayed! He become a muslim a few months later. Now, his name is Bilal!

Christian people  are looking on us. So we have to be very careful in daily life. American people have many Islamic behaviours in their daily lives. Bediuzzaman has many good news about U.S.A. We hope these good news come true.

Best Wishes,
Washington DC Risale-i Nur Students,

yazının orjinali için tıklayın : www.nurnet.org/amerika-dan-hizmet-mektubu-var