Etiket arşivi: müslüman

Eleştiri oklarıyla işlenen cinayetler !..

Eleştirinin maksadı, bir şeyin iyi veya kötü taraflarını, menfi veya müsbet yanlarını bulup meydana çıkarmak, ortada olanla olması gerekeni tesbit ederek doğru ve iyiyi yerleştirmektir.

Fakat bu iyiye ve hakikate ulaşırken değişik yolların ve fikirlerin olabileceğini kabullenmek oldukça önemlidir. Doğrunun ve hakkın sadece bizim bakış, görüş ve anlayışımızın dışında da olabileceği hakikatini kabul ve müsaade etmeliyiz ki; farklı görüşler ve fikirler ortaya çıksın. Farklı düşünen insanlar da bu hoşgörü ortamından cesaret alarak kendi düşünce ve fikirlerini ortaya koyabilsinler. Aksi taktirde kışla toplumu dediğimiz bir yapılanma oluşur. İlmi istibdat yahut ta mahalle baskıları dediğimiz başka fikirlere hayat tanımayan bir anlayış hakim olur.

Karşı düşüncede olanlara da söz söyleme hakkını tanımalıyız. Bu hususta “22. Mektub” ta geçen şu düsturlar oldukça önemlidir:

Birincisi: Sen, Mesleğini ve fikirlerini hak bildiğin vakit, “mesleğim haktır veya daha güzeldir “ demeye hakkın var. Fakat,” yalnız hak, benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur. İnsafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlân (haksızlıkla,boş ve abes olmakla, hak olmamakla) ile mahkum edemez.

İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu demek, doğru değildir. Zirâ, senin gibi niyeti halis olmayan bir adam, nasihati (sözleri) bazan damara (his,inat) dokundurur, (aksülamel) ters tesir yapar.

Üçüncü düstur: Adâvet (düşmanlık) etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine (kalbinden düşmanlık duygusunu söküp atmak) çalış. Hem sana en çok zarar veren nefsani ve boş arzularının ıslahına çalış. O zararlı nefsin hatırı için, müminlere düşmanlık etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kafirler, zındıklar çoktur;onlara adâvet et.

Dördüncü düstur: Kin ve düşmanlık sahibi kişiler, hem nefsine, hem mümin kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder…

Ayrıca 27.Söz’de içtihat bahsinde: “Hak bir olur, muhtelif ahkâmlar hak olabilir mi?” sorusuna Bediüzzaman hazretlerinin verdiği cevap olaylara hangi çerçevede ve nasıl bir bakış ile bakmamız gerektiğini güzel bir misal ile ortaya koymaktadır:

Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre beş hüküm alır, şöyle ki. Birisine, hastalığının mizacına göre, su, ilaçtır; tıbben vaciptir. Diğer birisine göre hastalığı için zehir gibi zararlıdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine , ne zarardır, ne menfaattir, afiyetle içsin; tıbben ona mübahtır. Işte hak burada çoğaldı. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: “Su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.”

Yukarıdaki bakış ve değerlendirmelere bilhassa muhafazakâr kesimin çok ihtiyacı vardır. Toplumun olayları ve hadiseleri daha geniş açıdan görebilmesi ve sağlıklı değerlendirebilmesi için değişik görüşlerin ve fikirlerin rahat bir şekilde ifade edilmesi gerekir. Şayet kişi fikrini hür bir şekilde söyleyemiyorsa, acaba bu farklı bakışımdan dolayı nasıl bir tepki alırım endişesi içinde ise hakikatin önü kesilmiş demektir. Burada kastettiğimiz şeriat ve mezhepler değildir. Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de iman, ahlâk, ibadet, fazilet gibi konuları sabit ve değişmez bir şekilde hükme bağlamıştır. Bunlar evrenseldir, zamanın geçmesiyle veya ülkelere, iklimlere göre hiçbir şekilde değişiklik kabul etmez. Bediüzzaman’ın başka bir yerde ifade ettiği gibi, İslâmiyetin yüzde doksan hükümleri böyledir. Esasen bu husus 27.sözde açık ve net bir şekilde izah edilmiştir. Burada vurgulamaya çalıştığımız şey dinin zaruriyatına girmeyen kısımlarla ilgili söz ve fikir beyanları hakkındadır.

Bugün toplumda Anayasa, yasalar, hürriyet, cumhuriyet, meşrutiyet, demokrasi, istibdat, tahakküm gibi ifadeler gün geçmiyor ki, konuşulmasın, görsel ve yazılı medyada yer almasın. Yeni bir yapılanmanın, oluşumun içindeyiz. Bilhassa müslüman ve muhafazakar kişiler fikir ve düşüncelerini açık ve net bir şekilde ortaya koymalıdırlar. Sadece ağam bilir, efendim bilir, hocam bilir…gibi peşin ve kolaycı bir tavır sergilemekten ziyade, kişiye çekinmeden, korkmadan yıllarca beslendiği ve diz çöktüğü kaynaktan aldığı fikir ve düşüncesini kendi aynasına göre ortaya koyabilecek ilmi bir serbestiyet zeminini sağlamak kanaatimce bugünkü müslüman kesimin ve kalem erbabının oldukça önemli bir görevi olsa gerektir.

Fakat ne yazık ki, bu asırda bile hala kendi kafalarındaki doğrulara kilitlenmiş, başka düşüncelere kapalı insanlarımızın olması oldukça düşündürücü ve bir o kadar da üzücüdür. Bu hususun eğitim ile alakalı olduğu aşikardır.

Eğitim noktasından baktığımız zaman Müslüman dünyasının en büyük düşmanının cehalet olduğunu görüyoruz

Bugün Müslüman dünyadaki okuma-yazma oranımız % 40‘lar seviyesindedir. Oysaki bu oran Hrıstiyan dünyasında % 90 ve onbeş Hırıstiyan çoğunluğa sahip ülkede ise % 100 dür. Hırıstiyan dünyadaki okur-yazarların % 40’ı üniversite mezunudur ve bu oran Müslüman dünyasında % 2’yi geçmemektedir.

Sonuçta; İstatistiklerde de görüldüğü gibi bilgi üretebilecek kapasiteden mahrumuz. Düşünen, tartışan, bilgi üreten ve bilgi uygulamasını gerçekleştiren insanlarımızın sayısı artmalıdır.

Böyle bilgi fakiri ve cehaletin kolgezdiği ülkelerde “bilgi boşluklarının” oluştuğunu görüyoruz. Toplumda oluşturulan bu bilgi boşlukları bir şekilde, birileri tarafından doldurulmaktadır. Doldurulduğu renge ve kendilerine takılan gözlüğe göre fertler olayları, hadiseleri değerlendirmektedirler.

İşte problem de burada başlamaktadır. Kafalardaki doğruya uymayan bir fikir ve düşünce sahipleri acımasızca eleştirilmekte ve düşmanca saldırıya maruz kalmaktadırlar. Bu kişiler en yakın arkadaşları ve dostları olsa bile.

Halbuki yukarıda işaret ettiğimiz gibi, farklı gözlerle, bakışlarla olayları tahlil etmeye çalışan insanlara saldırmak şöyle dursun; hakikati ortaya çıkarmak için iyi niyetle çabalayan birisi olabilir diye yaklaşmak gerekir. Şayet bu kişi yakinen tanıdığımız birisi ise; karşı eleştirimizi yaparken cümlelerimizi oldukça dikkatli seçmeliyiz. Kırıcı, yıkıcı, öfke ve kin kusan görüntüden uzak olmalıyız. Hele hele sözü kendimize göre lastik gibi çekerek itikadî çerçeveye büründürerek tehlikeli ithamlarla dostlarımızı damgalamamalıyız ki, böyle kelimeler bazen mermiden daha yıkıcı olabilir. Büyük inşikaklara, yaralara yol açar, tedavisini imkansız kılar.

Elbette olumlu manada kendi zaviyemizden eleştirel değerlendirme yapmak bizim hakkımızdır. Ne var ki, onun da bir üslûbu ve uygun bir şekli vardır. Her şeyden önce, tenkit eden kimse insaflı davranmalı, söyleyeceklerini kendi egoları hesabına değil, Hak rızası adına söylemeli ve hayır düşüncesinden başka bir niyeti bulunmamalıdır.

Maalesef, günümüzde eleştiri oklarını atanlar alternatif fikir ve düşüncelerini ortaya koymamaktadırlar. Sadece ve sadece karşısındakini muğalata ve demogoji ile küçük düşürüp kendini haklı ve büyük göstermek yolunu seçmektedirler. Gayesi; hakkın ortaya çıkmasından ziyade kendi fikrinin doğruluğunu ispat etmektir. Bu nedenle bir an bile olsa karşıdakinin elinde de hak olabilir ihtimalini kabul etmez. Egosu ve ön kabulü onu kuşatmıştır adeta. O baştan başa “BEN” kesilmiştir artık ne yapıp edip kendi düşüncesini karşı tarafa kabul ettirmenin mücadelesini vermektedir.

Öyle ki, bu hususta ölesiye gayret sarf ediyor; yer yer kelime ve mantık oyunlarına giriyor; hasımlarını kışkırtma, ilzam etme ve mahcup düşürme gibi yakışıksız şeylere başvuruyor ve hakikate karşı hep kapalı durur.

Bu hususta muhterem ve kahraman Zübeyir Gündüzalp’in nefis terbiyesine yönelik nasihatleri muazzam bir ilaçtır. O şöyle der:

“A benim güzel dostum!.. Çok kere olduğu gibi bugün yine çok tenkidler ettin. Kusurlar, hatalar saydın. Acaba gıyabında tenkidler yaptığın, gıybetini ettiğin Allah’ın kullarının o yaşa kadar olan iyiliklerinden, hayra hizmetlerinden, güzel huylarından, zararsız hallerinden ne kadarını yâdettin, kaç tanesini saydın? Münekkid ve kusur sayıcılardan olma! Korkarım ki, zulümkâr olursun…”

Recai ALBAY

Onların sataşmalarını ciddiye almayın!..

Onların işi gücü İslama ve müslümanlara sataşmak. Hedefleri müslümanları şüpheye düşürüp İslam’dan koparmak. Her ne kadar bunlardan bazıları ilahiyatçı yada İslamcı yazar olsalar da !..

Cahiller onlara sataştığında “Selâmetle” der, geçerler. Furkan Sûresi, 25:63 ”

Rahmanın kulları” olarak nitelenen seçkin insanların bir özelliği de âyetin bu cümlesinde anlatılıyor. Bu özellik, yine aynı âyette sayılan ve bir önceki yazının konusunu teşkil eden diğer özellik gibi, o kulların ağırbaşlılığını yansıtıyor.

Bu arada, âyetten şunu da anlıyoruz:

Rahmân’ın has kullarının kaderinde, “Meyveli ağaç taşlanır” misali, ister istemez birtakım sataşmalara muhatap olmak da vardır. Onlar kendi davranışlarıyla buna sebep olmazlar, böyle birşeyi bizzat tahrik etmezler; fakat ne kadar ağırbaşlı davransalar da böyle sataşmalara uğramaktan bütün bütün uzak duramazlar. Zaten âyet bu sataşma eyleminin faillerini “cahiller” olarak nitelemek suretiyle, bu eyleme sebebiyet veren şeyin sırf bir cehalet ve inattan ibaret olduğuna işaret etmekte ve şu anlamı dile getirmektedir:

Onların sataşmaları arkasında mâkul bir gerekçe, onları haklı çıkaracak bir sebep aramayın. Bu tümüyle bir inattan, hakka göz kapayıp kulak tıkamaktan ileri gelen bir cehalet eseridir.

Cahillerin sataşmasına uğramak eğer seçkin kulların kaderinde var ise, onların buna karşı tepkileri ne olacaktır?

Aynen karşılık vermek mi?

Bu, mü’mine yaraşan bir davranış olmaz. Çünkü sataşan, cehaletin gereğini yapmaktadır. Mü’min ise, imanının gereği olan davranışları sergilemekle yükümlüdür. Ondan beklenen güzel ahlâktır, cahillerle aynı seviyede lâf yarıştırmak değildir.

Diğer yandan, düzgün ve seviyeli bir üslûpla sataşmaları cevaplandırmaya kalkmanın da fazla bir anlamı olmaz. Çünkü muhatapların niyeti de, seviyesi de buna müsait değildir. Eğer sataşmalar basit bir bilgisizlikten veya yanlış anlamadan ileri gelseydi, onları doğru şekilde bilgilendirmek ve yanlış anlamaları düzeltmek suretiyle mesele çözüme kavuşturulabilirdi. Oysa âyetin “cahillik” şeklindeki nitelemesi, sadece bilgi yokluğundan ibaret basit bir cehalet değil, hakka karşı körlük edenlerin, ilme karşı direnenlerin, üstelik bir de cahilliğini meziyet sayanların inatçılıklarıdır.

Böylelerine lâf yetiştirmenin kazandıracağı birşey yoktur, ama kaybettireceği şeyler vardır.

Bir defa, cahillere muhatap olmak, bir irtifa kaybı demektir. Bir mü’minin, özellikle Kur’ân’da “Rahmân’ın kulları” olarak nitelenen seçkin kulların, cahillere cevap yetiştirmek için onlarla aynı seviyeye inmesi yakışık almaz.

İkinci olarak, bunda bir vakit ve emek kaybı vardır. Zaten sataşmaların asıl hedefi de mü’minleri böyle bir kayba uğratmaktır. Onlar kendi yollarında giderlerken, imanlarının gereği olan güzel işlerle ve hayırlı hizmetlerle uğraşırlarken, inkâr ve cehaletlerinin gereğini yapanlar da onların yollarına, onları meşgul edecek ve hayırlı işlerden alıkoyacak mayınlar yerleştirmekle meşguldürler. Zira, âyette buyurulduğu gibi, “Herkes seciyesine göre davranır.”[1] İman ehlinden beklenen davranışlar olduğu gibi, inkâr ehlinden beklenecek davranışlar da vardır; herkes kendisine yakışanı yapmaya devam edecektir.

Eğer mü’minler bu durumu dünyanın tabiatı olarak kabul etmeyip de yollarına mayın döşeyenlerle uğraşmaya ve onlardan hınçlarını çıkarmaya kalkarlarsa, daha hayırlı işlerde harcamaları gereken vakit ve enerjilerini bir hiç uğruna tüketmiş olurlar. Bu ise, onların düşmanlarının almak istediği sonucun tâ kendisidir.

Mü’minin, kendisini engellemeye çalışanlara vermesi gereken bir cevap varsa, o da, adımlarını daha serileştirerek yoluna devam etmektir. Sataşanlar ortalığı ne kadar şamataya boğarsa boğsun, bu, bir mü’mini asla telâşa düşürmemelidir.

Ne yazık ki, günümüzde pek çok kimse bu zayıf damardan yakalanıyor. Onların bu zayıf damarını keşfeden medya, zaman zaman birtakım “yumuşak noktalar” bularak oralardan ilim ve iman ehline sataşıyor. Kendi haline bırakıldığı takdirde pek kısa zamanda sönüp gidecek olan bu tür yaygaralar, onlara cevap yetiştirmeye kendilerini mecbur bilenler yüzünden daha da alevleniyor ve daha çok iz bırakıyor. Bu arada nice değerli zamanlar, bu horoz döğüşleri uğrunda hebâ olup gidiyor.

Böyle durumlar karşısında Kur’ân bize son derece vakur ve telâşsız bir yol gösteriyor:

Eğilmeden, yılmadan, damarlara basmadan, öfkelenmeden, telâşa kapılmadan…

En önemlisi, hayırlı işlerinden ve yolundan da bir an geride kalmadan…

Eyvallah deyip geçmek!

Eğer bu dünyanın halleri karşısında beşerî zaaflarımızın sevkiyle değil de, din ve dünyamızın ışığı olan Kur’ân’ın ilkeleri ile hareket etmeyi benimseyeceksek, ondan alacağımız en önemli hayat derslerinden biri de işte budur.

Ümit Şimşek

Müslüman daima kârlıdır…

Müslüman, kararlı ve cesur insan demektir. Ne yapacağını, ne iş göreceğini hangi istikamete gideceğini, hadiseler karşısında nasıl bir tavır takınacağını bilir. Ne kuru gürültülere pabuç bırakır, ne de inandığı davadan döner.

Münkir ise kararsız ve korkaktır. Hadiseler onu kısa zamanda değiştirir. Bazen devrimci, bazen sosyalist, bazen şu veya bu kılık altına girer, inanmadığı şeyleri müdafaa edecek kadar şuursuzlaşır ve sadece menfaatine tapar.

Müslüman, belli bir hayat görüşüne bağlıdır. Asırlardan beri inandığı dava uğruna güçlüklere göğüs germiş, karanlık devirlerden yılmamış, çekinmemiş, teslim olmamıştır.

Münkir ise hangi hayat görüşüne bağlıdır, bilinmez. Hiçbir davaya, sisteme fiilen bağlanmamıştır. En küçük bir baskı karşısında heyecanına mağlup olur. En ufak bir imkânı muarızının aleyhine kullanmakta tereddüt etmez. Kuvvetli olduğu zaman gaddar, zayıf olduğu zaman riyakârdır.

Müslüman, her şeyi Allah’tan bilir. Bütün hadiselerde kader-i ilahinin bir payı olduğunu anlar, sebeplere tam tevessül eder, sonra da Allah’a tevekkülü vazifesinin bir şartı sayar. Tebliği esas kabul etmiştir. Tesir ettirmek, halklara kabul ettirmek gibi bir iddiası yoktur. Bu bakımdan rahat ve huzur içerisindedir, daimi bir faaliyet halindedir. Müslüman, İslam gemisinde tayfadır. Geminin hareketleriyle hiç meşgul olmaz. Düşünür ki bu geminin kaptanı var. Gemiyi o yönlendirir. “Ben kendi vazifeme bakarım.” der, rahat eder.

Münkir ise kâinatta cereyan eden her şeyi tesadüf zanneder. Kevni hadiseleri, sağır tabiata, kör tesadüfe verir. Böylece en aciz, en camid mahlukları rab tanır. Daima kendisini başkalarına beğendirmek, başkalarını tesir altına almak sevdasındadır. Bunda da muvaffak olamadığı için daimi bir azap içerisinde kıvranır durur.

Müslüman, hayatı bir hizmet ve ubudiyet olarak kabul ettiği için, onu yegâne gaye ve maksat edinmez. Çünkü Müslüman Allah’ın kölesidir. Uhrevi emel için çalışır. Peşin ücretleri değil, istikbaldeki mükâfatları düşünerek hareket eder. 21. Mektup’ta denildiği gibi, “Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mesudâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen cennet hayatının ve o cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.

Münkir ise hayatı bir mücadele olarak gördüğü için daimi bir cidal halindedir. Her şeyin dünya ile beraber elinden gideceği kanaatine saplandığı için de, “gün bu gün” diyerek, yaşadığı süfli hayatı kâr zanneder.

Müslüman, ölümü terhis tezkeresi bilir. Kabre sevinçle bakar. Berzahı, akrabalarına, dostlarına, evliyalara kavuşmak için bir seyrangâh olarak itikad eder, öyle de muamele görür.

Münkir ise ölümü yokluk ve hiçlik olarak bilir. Mezara dehşetle bakar. Berzahı kapkaranlık zanneder. Onu, ebedi bir firak ve helak bildiği için, neticede o muameleye tabi tutulur.

Demek oluyor ki, Müslüman daima kârlıdır. Malını kaybetse sadakadır, canını kaybetse şehittir. Ayağına diken batsa günahına kefarettir. Hastalansa sevabı artar. Haramlardan kaçarak dünyasını cennet eder. İman ederek ebedi saadete nail olur.

Dünyanın hiçbir hadisesi, küfrün hiçbir tasallut ve tecavüzü, onu bu azim kârdan mahrum bırakamayacağı gibi, hizmetten de alıkoymaz. Müslüman, şu veya bu yollarla yapılan tehdit ve baskılara bakarak değil, Allah’ın emrine, Peygamber’in sünnetine göre vazifesini ikmal eder, kulluğun hazzını tadar…

Bakınız Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki: “Ey zevk ve lezzete mübtelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imândadır ve imân hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

İktisad Risalesine Muhtacız

BUGÜNLERDE ZENGİNLİK fakirlik üzerinden ne çok söz duyuyorum. Müslüman zengin olmalı diyor bazıları. Bazıları da paraya savaş açıyorlar. Bu hengamede itidal üzere durmaya, düşünmeye çalışıyorum. Doğrusu nedir? Müslüman nasıl bir yaşam sürmelidir?

Üstadımın birkaç parça eşya ile yaşayan bir adam olduğu hatırıma geliyor. Çay kaşığına bile hürmet ettiği, kırıldığında “Bize çok hizmet etti” dediği eşyanın değerini bildiğini anımsıyorum. Gülümsüyorum. Üstadımın hayali beni Efendimizin hayaline taşıyor. O da geleni dağıtan kendinde mal tutmayan, isteyene herşeyini veren, kendinde yoksa borç bulup yine veren bir güzel örnekti. Hz. Ebu Bekir İslam davasında herşeyini vermişti. Oysa önceleri zengin bir adamdı. Hz. Hatice tüm malını Mekke’deki müslümanların desteklenmesine harcamamış mıydı? Sonunda o Mekke’nin en zengin kadını, yamalı elbise giyecek hale gelmişti. Hz. Ömer ümmetin en fakirinin gelir düzeyini kendine halife maaşı diye bağlamamış mıydı? Hz. Ali kendisine zekat hakkında sorana “Sana göre mi bana göre mi?” diye bir soruyla cevap vermiş, meseleyi “Sana göre kırkta bir bana göre hepsi” diyerek izah etmişti. Gelenek kırkta bire “cimri zekatı” demiyor muydu?

Selef-i salihinin kahir ekseriyeti mütevazi bir hayat sürmüştü. Evet, aralarında Sadreddin Konevi gibi zengin olanlar da vardı. Ama onlar bir ihtiyaç anında mallarının hepsini hemen veriyorlardı. İbnül Arabi babasından kalan mallar ile Endülüs’ün en zengin adamlarından biriydi, herşeyini terk etti, zaman zaman üstünde ödünç elbise olurdu. Bildiğim tanıdığım “büyük” insanlar hep mal ile aralarına ciddi bir mesafe koymuşlardı. Bu bize bir hedef göstermeli değil miydi?

Hedef onlara benzemek, ne kadar yapabilirsek…

Bazıları tek tek zengin sahabeyi veya tek tek zengin velileri örnek veriyorlar, onlar istisnadırlar. “Ümmetin alimlerinin çoğunluğu yanlışta ittifak etmez” ise onların çoğunluğunun mütevazi yaşamı nasıl örnek alınmaz. Bazıları mal elinde ama gönlünde değil diyorlar. Bunu test edilmeden nasıl bilir ki insan? Ben kendimi mal fitnesinden uzak görmüyorum, görene bir şey diyemem elbette.

Biz Nur talebeleri Üstadımızın kademi üzere yaşamayı seçtik. Üstad bize savaşacak üç şey bıraktı:

İhtilaf, zaruret ve cehalet. İhtilaf ile savaşmak her tür etnik, mezhepsel, cemaatsel, sınıfsal ayrımcılıkla savaşmak demektir. Çünk biz ehl-i tevhidiz, işimiz birlemektir. Birlemek sadece söz ile olmaz, eylem de vahdeti gerektirir.

Cehaletle savaşmak, ders halkaları kurmak, kitaplar yazmak dergiler çıkarmak, dershaneler ve okullar açmak, gençlerin eğitimi ile ilgilenmek, her halk tabakasının kadınların, gençlerin, esnafın, talebelerin, okumuş yazmışların ilgi alanına girecek ilim faaliyeti yapmak iledir. Çok şükür bunu epeyce bir yapıyoruz. Cehaleti bitirdik mi? Hayır, daha yolumuz var.

Zaruretle savaşmak ise kanaatimce en eksik kaldığımız alan. Biz İman hizmeti yaptığını iddia edenler olarak Rasulullah’ın “fakirlik küfre en yakın durumdur” diye tarif ve tavsifini biliyoruz, ancak insanların Allah’a isyan edebilecek kadar fakir, muhtaç, yoksun oldukları bir vasatta, bir yandan alabildiğine zenginleşiyoruz. Bölüp dağıtmıyoruz, paylaşmıyoruz, zenginliği kitleye yaymıyoruz. Kendi konforu için gayet rahat para harcayan, bir kafede yahut lokantada kalabalık yiyen içen, gülen, söyleyen ve masaya onca para bırakıp giden kimimiz, yanında çalışan adamın parasını geciktirirken hicap duymuyor. Ona verilen para üzerinden titizlikle hesap yapılırken, alışverişe çıkan hanıma hesap sorulmuyor. Nicedir, birşeyi alırken “ihtiyaç mı?” sorusu sormaz olduk. Mavisi, pembesi, moda olanı, yakışanı, şu markası, filanda gördüğümüzü gözümüzü sakınmadan alıyoruz.

Benim on sene evvel üniversitede bir arkadaşım vardı. Ders aralarında “Haydi çay içelim” derdik. “Bir tane içtim geçen ders arası, bu israf olur” derdi. Dilerim hala aynı titizlik üzeredir. Ben hiçbir zaman onun kadar titiz olamadım, ama onun işaretlediği yere bakıp kendimi sigaya çekiyorum.

Bu incelik arkadaşıma da Üstadımızdan, ondan dersini alan anne ve babasından geçmişti. O tümü nurcuolan bir ailede iktisad düsturu ile büyümüştü. Bana abartılı gelen şey onun için gündelik hayatın dengesiydi. Şöyle derdi: Allah alemde hiç israf etmiyor, biz de etmeyelim. Onu özlemişim…

Tuğrul Efendi ne diyordu sık sık: “Müslümanlık ince insanlık, dervişlik ince müslümanlık…” Bu inceliklere muhtacız. Her yanımızdan kabalık, hoyratlık, incelik yoksunluğu akıyor. Adab bilmiyoruz, usul bilmiyoruz, teeni ile hareket etmiyoruz, düşünmüyoruz. Aceleciyiz çünkü nefsin peşinden gidiyoruz. Nefsi burada ve şimdi tatmin etmek istiyoruz. Oysa yine sufiler der ki “Ateşe odun atmakla ateş doymaz.”

Derdim kimsenin malına mülküne saldırmak, kimseyi hor görmek değil. Evvela nefsimden başlayarak bir uyarıda bulunmaya çalışıyorum. Dileyen benimle birlikte dinler, dileyen bildiğini yapar. Ancak “Yüz aç adamın huzurunda kemal-i afiyetle yenilmez” diyen bir Üstad’ın talebeleri bu hususta hassas olmalıdır. Kanaatim İslam aleminin her yerinde refah olmadan, vasatın üzerinde bir yaşam tarzının makbul olmadığıdır. Ne farzdan ne sünnetten ne vacipten söz ediyorum. Böyle bir fıkhi dil kullanmak haddim değil. Fakih de değilim. Ancak insanın diğer insanların mutluluk ve mutsuzluğundan etkilenmesinin fıri olduğuna inanıyorum. Çok sevilen tabirle “globalleşen dünyada” herkes komşumuzdur, ve onlar açken biz lüks içinde yaşayamayız.

Helal yoldan kazanılan her şeyin aynı zamanda helal yoldan harcanması gerekir. Helal yoldan harcama sadece zekatı içermez, aynı zamanda israftan kaçınmayı da içerir. Üstelik infak sadece zekattan ibaret değildir. Allah Kuranda “Sana ne vereceklerini sorarlar, de ki fazlasını” buyurmuyor mu? Vasatın üstündeki herşey fazlasıdır. Vermiyorsak da kendimizi temize çıkarmayalım, en azından istiğfarla kusurumuzu bilelim, umulur ki bir gün döneriz.

Allah Rasulü bizim için dünyanın kapılarını ardına kadar açtığı dönemlerden korkmuştu. Dikkat etmeliyiz. Kendimizi vaktiyle komünizm rüzgarından nasıl sakındıysak, kapitalizm rüzgarından da öyle sakınmalıyız. Üstadın İhlas ve İktisad risalelerini sık sık okumamızı salık vermesi, bu zamanda başımıza açılacak ihtilaf ve israf fitneleri ile mücadelede elimize iki silah, iki merhem, iki deva vermek içindir.

Mütedeyyin hazık hekimin salık verdiği tiryakı istimal edelim.*

Ne diyordu mübarek: “İsraf eden onun (süfyanın) damına düşer.” 

*Dindar bir doktorun tavsiye ettiği ilacı kullanalım. (Üstadın kelimelerini seviyorum, o yüzden öyle yazdım.)

Not: İki haftadır aynı konuda yazdığım sanılmasın, ilk yazıyı evvelce yazmışım, ve bilgisayarımda bir köşede unutmuşum, sonra mesele yeniden gündemime gelmiş, ve yeniden başka bir yazı yazmışım, ikisinde de değişik zaviyeler, birbirini tamamlayan unsurlar gördüğümden, ihtiyaç olan meselenin tekrarı Üstadımızın da adeti olduğundan ikisini peşpeşe iki haftada yayınladım.

 Mona İslam

2010 Karakalem.net

II. Afrika Müslüman Dini Liderler Zirvesi Yapıldı

II. Afrika Müslüman Dini Liderler Zirvesinin İstanbul ayağı 21-22-23 Kasım 2011 tarihlerinde İstanbul Conrad Hotel’de yapıldı. Zirveye; Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanı ve 46 Ülkeden 125 Dini Lider iştirak etti.

Ruba vakfı olarak zirveye, bir sivil toplum kuruluşu iştiraki manasında Şemsettin Türkan abinin de içinde olduğu bir grupla iştirak ettik. Toplantı hizmet açısından son derece önemliydi zira yaklaşık 30 Afrika ülkesinin dini önderlerinin iştirak ettiği bir toplantıydı bu.

Günlerimiz ve gecelerimiz toplantıya gelenlerle irtibat halinde olarak, onlara Risale-i Nurları ve Bediüzzaman Said Nursi’yi anlatarak geçti. Bir kısmı Risale-i Nurları bilirken bir kısmı da bilmiyordu. Haiti Müslüman Cemiyetini temsilen gelen dini lidere Fransızca meyve risalesini verdik. Bir müddet inceledi. Nasıl bulduğunu sorduğumuzda eserin dilinin son derece etkileyici olduğunu ve daha önce hiçbir eserde rastlamadığı bir üsluba haiz olduğunu belirtti.

Yine Somali Devletini temsilen gelen gruptan bir Somalili dini lidere arapça Hutbe-i Şamiyeyi verdik. İnceleyip size fikir bildireyim dedi. Ertesi gün rastladığımızda, eserden son derece etkilendiğini, elimizde başka eser varsa memnuniyetle alabileceğini belirtti. Diyanet İşleri Başkanlığını temsilen toplantıya katılan bir İlçe müftüsü hocamız yanımıza gelerek; Cibuti Dini Liderinin kendisine, Bediüzzaman Said Nursiyi çok sevdiğini, onu daha iyi tanımak için kendisine materyal verip veremeyeceğini sorduğunu söyleyerek bizden bu hususta yardım talep etti. Biz de kendisine İngilizce Risale-i Nurları verdik. Teşekkür ederek yanımızdan ayrıldı.

Yukarda da anlattığımız gibi ülkelerinde, bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı seviyesinde makamları olan birçok insanla dialoglarımız oldu. Çoğu Risale-i Nurlara teveccüh ettiler. İlk defa bu eserleri okuyan insanların bu sözleri bizleri son derece memnun etti ve geleceğe yönelik umutlarımız ziyadeleşti.

Kitap dağıtımında yaşadığımız bir tevafuk da bizlerin gayretlerini ziyadeleştirdi. Şöyle ki; aldığımız kitapları zirvenin son günü, davetlilerin odalarına bırakmak için odaları dolaşmaya başlamıştık. Her odaya İngilizce, Fransızca ve Arapça risale-i nurları veriyorduk. Bir de ne görelim;  kitaplar son odadan ayrılırken bitmişti!

Geleceğe dönük hizmetlerimizde, katılmış olduğumuz bu toplantı bizlere bir bakış açısı kazandırdı kanaatindeyiz. Eğer bizler gerekli gayretleri gösterirsek, İnşallah gelecekte hizmet manasında çok daha sevindirici neticeler hasıl olacak ve Bediüzzaman’ın; ‘bir gün bu eserleri tüm Dünya okuyacak’ müjdesi tahakkuk edecektir.

Ruba Vakfı Yurtdışı Hizmet Ekibi (www.rubavakfi.org)

www.NurNet.org