Etiket arşivi: Peygamberimiz (A.S.M.)

Cuma Duası (Cumanız Mübarek Olsun)

Peygamberimizin (ASM)’ın temiz ve pak dilinden dualar :

“Allah’ım! Ömrümün sonunda, ihtiyarlık anımda bana bol bol rızık ver. (Hâkim, 1/542, Sahihu Cami, 1/396)

Allah’ım! Günahlarımı bağışla. Evimi geniş, rızkımı bereketli kıl. (Ahmed b. Hanbel, 4/63; 5/375)

Allah’ım! Düşmekten, vurulmaktan, boğulmaktan, yanmaktan Sana sığınırım. Ölüm anında şeytanın beni çarpmasından Sana sı­ğınırım. Senin yoluna sırt çevirmiş olarak ölmekten Sana sı­ğınırım. Yılan veya akrep sokarak ölmekten Sana sığınırım. (Ebu Davud, 2/92; Nesei, i/1125)

Allah’ım! Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilik­ten, ihtiyarlıktan, taş yürekli olmaktan, gafletten, fakirlikten, zillet ve meskenetten Sana sığınırım. Fakirlikten, küfürden, fısktan, düşmanlık ve nifaktan, gösteriş ve riyadan Sana sı­ğınırım. Sağırlıktan, dilsizlikten, delilikten, cüzzamdan, ala­cadan ve benzer hastalıklardan Sana sığınırım. (Hakim ve Beyhaki, Bkz. Sahihu Cami 1/406).

Allah’ım! Huşu duymayan kalpten,
Kabul edilmeyen duadan,
Doymayan nefisten,
Ve yararsız ilimden Sana sığınırım. Bu dört durumdan Sana sığınırım. (Tirmizi, 5/519; Ebu Davud, 2/92; Sahihu Cami 1/410; Sahihu Nesei, 3/1113).

Allah’ım! Senden cennet isterim, Beni cehennemden korumanı iste­rim. (Tirmizi, 4/700; İbn Mace; 2/1453; Nesei, bkz. Sahihu Tirmizi 2/319; Sahihu Nesei 3/1121; Lâfzı şöyledir: “Kim Al­lah’tan {c.c.) üç kez cenneti isterse, cennet şöyle der: Al­lah’ım! Onu cennete sok. Kim üç kez cehennemden korunma­yı dilerse cehennem: Allah’ım! Onu cehennemden koru der”)

Allah’ım! Bilerek şirk koşmaktan Sana sığınırım. Bilmeden şirk koşmaktan Senden mağfiret dilerim. (Ahmed b. Hanbel, 4/403)

Allah’ım! Senden yararlı ilim, temiz rızık ve kabul edilen amel iste­rim. (İbn Mace, l/298’de tahric etti. Bkz. Sahihu İbni Mace 1/152)

Ey Vâhid, Ehad ve Samed olan! Doğurmayan ve doğurulmayan! Hiçbir şey kendisine denk olmayan Allah’ım! Senden günahlarımı bağışlamanı isterim. Muhakkak ki, Gafur ve Ra­him olan Sensin. (Nesei, 3/52; Ahmed bin Hanbel, 4/338)

Allah’ım! Beni Senin sevginle, Ve sevgisi Senin katında bana fayda verecek olanın sevgi­siyle rızıklandır.

Allah’ım! Sevdiğim şeylerden bana verdiğin rızkı, Senin sevdiğin yolda, benim için kuvvet kıl.

Allah’ım! Sevdiklerimden benden uzaklaştırdığın şeyi, Senin sevdi­ğin yöne yönelt. (Tirmizi, 5/523)

Allah’ım! Ey Cebrail’in ve Mikail’in Rabbi! Ey İsrafil’in Rabbi!
Cehennemin sıcaklığından ve kabir azabından Sana sığınırım. (Nesei, 8/278; Sahihu Nesei, 3/1121)

Allah’ım! Beni kolay bir hesap ile hesaba çek. (Ahmed b. Hanbel 6/48) Hz. Âişe (r.a.) dedi ki: “Ey Allah’ın nebisi! Kolay hesap nedir?” diye sordum. Buyurdu ki: “Allah’ın, kişinin amel def­terine bakması ve onun günahlarından vazgeçmesidir. Çünkü o gün, kimin hesabı ince elenip sık dokunursa, o helak ol­muştur ey Âişe!”

Allah’ım! Seni zikretmemiz, Sana şükretmemiz, Sana güzelce ibadet etmemiz için bize yardım eyle. (Hâkim. 1/499; Hz. Peygam­ber (s.a.v.), Hz. Muaz’a (r.a.), bu duayı bütün namazların so­nunda okumasını tavsiye etmiştir).

Allah’ım! Borcun sıkıştırmasından, düşmanın galip gelmesinden ve düşmanları güldürmekten Sana sığınırım. (Nesei, 8/265; Bkz: Sahihu Nesei 3/1113)

Allah’ım! Beni günahlardan ve hatalardan temizle. Allah’ım!

Beni o günah ve hatalardan, beyaz elbisenin kirden temiz­lendiği gibi temizle.

Allah’ım! Beni kar ve doluyla, soğuk suyla temizle. (Nesei, 1/198, 199; Tirmizi, 5/551; Sahihu Süneni Nesei 1/86)”

www.NurNet.Org

Cuma Duası (Cumanız Mübarek Olsun)

Peygamberimizin (ASM)’ın temiz ve pak dilinden dualar:

“Allah’ım! Bize dünyada da ahirette de iyilik ver; bizi cehennem aza­bından muhafaza buyur. (Buhari, 7/163, Müslim, 4/2070)

Allah’ım! Cehennemin fitnesinden ve azabından sana sığınırım, ka­bir azabından ve kabrin fitnesinden sana sığınırım, zenginlik fitnesinin şerrinden ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım.

Mesih-i Deccal fitnesinin şerrinden sana sığınırım. Kalbi­mi kar ve dolu suyuyla yıka Allah’ım! Beyaz elbiseyi kirden nasıl temizliyorsan, kalbimi hatalardan öylece temiz kıl Al­lah’ım!

Allah’ım! Doğu ile Batıyı birbirinden uzaklaştırdığın gibi, benim ile hatalarımın arasını da aç.

Allah’ım! Tembellikten, günahtan ve borçlu kalmaktan Sana sığınırım. (Buhari, 7/161; Müslim, 4/2078)

Allah’ım! Belânın eziyetinden, sıkıntıya uğramaktan, kötü kazadan ve düşmanlara gülünç duruma düşmekten Sana sığınırım. (Buhari, 7/155; Müslim, 4/2080; Resulullah (sav) bu lâfızlar­la sığınırdı)

Allah’ım! Dinimi salih kıl, o benim işimin iffetidir. Dünyamı salih eyle, hayatım ondadır. Ahiretimi salih yap, dönüşüm onadır. Bana türlü türlü hayırlarla uzun ömür ver. Ölümü benim için bütün serlerden uzak kıl. (Müslim, 4/2087)

Allah’ım! Bana hidayet ver, beni dosdoğru kıl. Allah’ım! Senden hidayet ve istikamet isterim. (Müslim 4/2090)

Allah’ım! Verdiğin nimetin yok olmasından, sunduğun afiyetin de­ğişmesinden, azabının ansızın gelmesinden ve Seni gazaplandıran her şeyden Sana sığınırım. (Müslim, 4/2097)

Allah’ım! işlemiş olduğum ve henüz işlememiş bulunduğum amelle­rin şerrinden sana sığınırım. (Müslim, 4/2085)

Allah’ım! Senin rahmetini umarım, beni göz kirpimi bir an ve nef­simle baş başa bırakma, bütün işlerimi salih kıl, senden baş­ka ilâh yoktur. (Ebu Davud 4/324- Ahmed b. Hanbel 5/42)

Allah’ım! Ben senin kulunum, babam ve annem de senin kulların­dır.

Benim perçemim senin elinde, benim hakkımdaki hükmün geçmişte yazıldı. Hakkımda verdiğin hüküm âdildir. Zâtını isimlendirdiğin o Sana has bütün isimlerle Senden isterim; kitabında inzal buyurduğun, yarattığın bir kula öğrettiğin bü­tün isimlerle Senden isterim. Katında bulunan gayb ilminde, Zât’ın için seçtiğin bütün isimlerle Sana yalvarırım.

Kur’an’ı kalbimin baharı, gönlümün nuru kıl, üzüntümü aydınlatan ve derdimi gideren yap. (Ahmed bin Hanbel 1/391, 452; Hâkim, 1/509)

Ey kalblere tasarruf eden Allah’ım! Kalblerimizi Sana itaat etmeye yönelt. (Müslim; 4/2045)

Ey kalbleri çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl-(Tirmizi, 5/238; Ahmed b. Hanbel, 4/182; Hâkim, 1/525, 528 Ümmü Seleme’nin (r.a.) rivayetine göre, Resulullah’ın (s.a.v.) en fazla yaptığı dua budur).

Allah’ım! Senin Nebin Muhammed’in (s.a.v.) Senden istediği hayır­dan ben de isterim. Nebin Muhammed’in (s.a.v.) istiaze etti­ği serden Sana sığınırız. Yardım istenecek Sen’sin, dilekler Sana sunulur. Allah’dan (c.c.) başka güç sahibi yok, kuvvet sahibi yok. (Tirmizi, 5/537; İbnMace, 2/1264)

Allah’ım! Kulağımın, gözümün, dilimin, kalbimin ve şehvetimin şer­rinden Sana sığınırım. (Ebu Davud, 2/92; Tirmizi 5/523; Ne-sei: 8/271)

Allah’ım! Şüphesiz ki Sen affedensin, Kerimsin, affetmeyi seversin, beni de affet. (Tirmizi, 5/534, bkz: Sahihu Tirmizi, 3/170)

Allah’ım! Hatalarımı, bilgisizliğimi, isimdeki taşkınlığımı ve Senin benden daha iyi bildiğin günahlarımı bağışla.

Allah’ım! Şakamı ve ciddiyetimi, kasten ve hataen yaptıklarımı, bende mevcut olan bütün yanlışlarımı bağışla. (Buhari, Maal Feth: U/196)

Allah’ım! Beni bağışla, bana merhamet et, bana hidayet eyle, afiyet ver, beni rızıklandır. (Müslim, 4/2073; 2078)”
Amin.. amin..

www.NurNet.Org

O’nun (s.a.s.) ruhu , aramızda yaşıyor ve bizimle alâkadar..

Hicrî Takvime göre “Mevlid Kandili” günü olarak kutlanan Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğum yıldönümü, Güneş Takvimine göre de her yıl 14 Nisan’da kutlanmakta ve o günü takip eden hafta, yıllardır çeşitli ve çok sayıdaki zengin programlarla, “Kutlu Doğum Haftası” olarak idrak edilmektedir. Dinî yaşayımızda da, Ramazan orucunu, Hac zamanını ve dinî bayramlarımızı ayın hareketini esas alan Hicrî takvime göre; günlük namaz vakitlerimizi ise, güneşin hareketlerini esas alan takvime göre nazar-ı itibara alıyoruz. Rahman Sûresinin 5. Âyetinde mealen “Güneş de ay da, bir hesap iledir” denildiğinden, her iki takvimi de bu şekilde kullanışımız geçerlidir ve Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğum yıldönümü hem ayın hareketini esas alan Hicrî takvime göre ve hem de güneş’in hareketini esas alan takvime göre ayrı ayrı tarihlerde kutlanabilir.

Peygamberimiz (s.a.s..), İki Cihan Serveri, (Miladî: 571’deki) Kamerî aylardan Rebi-ül Evvel ayının 12. günü olan haftanın günlerinden, Türkçe’deki karşılığı “Pazartesi” olan bir günün (el yevmül’ isneyn) sabahı dünyayı şereflendirdi; ayın hareketini esas alan takvimle altmışüç yaşını doldurduğu (Miladî: 632 ve Hicrî 11’deki) diğer bir Rebi-ül Evvel ayının, doğumunda olduğu gibi gene haftanın günlerinden bir Pazartesi gününe tevafuk eden 12. günü de, dünyadaki cismanî hayatını terk ederek, ruhu Refik-i Âlâ’ya yükseldi.

Haftanın günleri arasında Pazartesi gününün, Peygamberimiz’in hayatında mühim hadiselerin cereyan ettiği özel bir gün olduğu dikkati çekmektedir: Peygamberimiz’in doğumu ile dünyayı teşrifi, kendisine peygamberlik vazifesinin bildirilmesi, Mekke’den hicretle Medine’ye gelişi ve mübarek ruhunun kabzedilmesi, hep haftanın o gününde olmuştur.

Bundaki hikmetin ne olabileceğine belki de gereksiz yere merakımızı sarf etmek yerine, kendimiz için bu çok ince sırlı tevafuktan alabileceğimiz bazı mühim dersleri alabilmeye çalışırsak, daha isabetli hareket etmiş oluruz. Alabileceğimiz en mühim derslerden biri de, belki şu olabilir: Dünyadaki hayatımız bize sanki pek uzunmuş gibi gözükse de ve dünyada ebedî kalacakmışız gibi, ömür sermayemizi değerlendirmekte bazen ihmaller göstersek de; onu sadece -bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü gibi- yaşadığımız günden ibaret olarak varsaymamız, hakikî istikbalimiz ve ebedî menfaatlerimizin bizi beklediği âhiretimiz için daha faydalı olabilir. Çünkü, insanın ömrü, birer günlük kısımlara bölünmüştür ve ömrünün birer günlük birimlerini hangi îman, niyet ve gaye ile ve hangi işleri yaparak geçirirse, ömrünü de öyle geçirmiş olmaktadır.

Bir saatin zamanı gösteren kısa ve uzun ibrelerini (akrep ve yelkovanını) veya dijital rakamlarını elimizle geriye döndürebiliriz; fakat, gafletle geçen saatlerimizi ve dakikalarımızı tekrar yaşamak için, ömür müddetimizi -bir filmi seyrederken öncesine gider ve başa alır gibi- geri döndürebilmek imkânımız yoktur. Böyle bir durumda, aklını iyi kullanan bir insan, geri dönmemek üzere geçen zamanının kıymetini düşünür. Onu israf ederek tüketmekten kaçınmağa; çok kârlı bir âhiret ticaretinin sermayesi olabilecek şekilde ebedî ve büyük kârları kazanmak yolunda tam bir şuurla ve dikkatle kullanabilmeğe çalışır. Bunu yapabilmek için de, insanlığın en büyük rehberi olan Resulullah’ın (s.a.s.) sünnet-i seniyyesine tabi olur ve onun ilmî vârisleri olan âlimlerin izinde gider.

Rebi-ül Evvel ayının 12. gününün Peygamberimiz’in doğumunun yıldönümü olduğu Müslümanların büyük ekseriyeti tarafından bilinmesine rağmen, ayni zamanda onun vefatının da yıldönümü olduğunun Müslümanların daha büyük bir ekseriyeti tarafından bilinmemesinin sebebi acaba ne olabilir?”

Bu sualin cevabının, onun cismen aramızda olmasa da, ruhen aramızda ve ümmetiyle çok alâkadar olması hakikatiyle ilgili olarak verilebileceği düşünülebilir. Çünkü, Kur’an iâyetleri de bize bu hakikati böyle açıkça bildirmektedir:

“Habibim, Biz seni âlemlere başka bir şey için değil, ancak rahmet için gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi, 21/107)

“Şanım hakkı için size bir Resul geldi ki: kendinizden, gayet izzetli, zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze hırs ile titriyor, mü’minlere raûf, rahîmdir.” (Tevbe Sûresi, 9/128)

Peygamberimiz’in bu Kur’an âyetleriyle de açıkça bildirilen “rahmet peygamberliği” sıfatı, sadece bu âyetlerin nâzil olduğu zamandaki Müslümanlar için değil; kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar, bütün insanlar ve bütün âlemler içindir.

Bu âyetlerde bildirildiği gibi, “mü’minlerin zorlanması ona ağır gelen, onların üstüne hırs ile titreyen, mü’minlere raûf ve rahîm olan” Resulullah’ın, altmışüç yaşındayken bir Rebi-ül Evvel ayının 12. Pazartesi günü vefat etmiş olması değil; onun o tarihten altmışüç yıl önceki bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü bedenen doğmuş ve daha sonra bedenî hayatını dünyadaki her fanî gibi tamamlamış olsa da ruhen halen hayatta, kendi aralarında ve kendileriyle alâkadar oluşu mü’minlerin âleminde çok daha fazla yer almalıdır.

Rebi-ül Evvel’in 12. günü aynı zamanda onun vefat yıldönümü de olmasına rağmen, belki bu sebeple, o gün yalnız “onun doğum yıldönümü” olarak hatırlanmakta ve İslâm âleminde daima bu manâyı işleyen programların icrasına çalışılmaktadır.

Bu gerçeğin de ışığı altında, şu soruyla nefsimizi tekrar murakabe etmeli ve hesaba çekmeliyiz: “Madem ki onun (s.a.s.) ‘Rahmet Peygamberi’ olarak, zorlanmamız ona ağır gelen, üzerimize hırs ile titreyen, rahîm ve raûf olan ruhu aramızda ve bizimle alâkadar; acaba biz onunla ve Sünnet-i Seniyyesiyle ne kadar alâkadarız, bilhassa Hac ve Umre vesilesiyle kabrini ziyaret ettiğimizde onun ruhunun bizimle alâkadarlığını ne derecede hissedebiliyoruz?”

Her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) mahsustur.

Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (asm) ile, onun Âl ve Ashabı’nın üzerine olsun.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Allah’ın Nuruyla Bakmak: “Feraset” Ne Demektir? Nasıl Olur?

Ey iman edenler! Allah’tan korkarak hareket eder de takva dairesinde bulunursanız, Allah size hakkı batıldan ve doğruyu eğriden ayıracak bir kabiliyet, bir nur verir.” (Enfal, 29)

Mü’minin ferasetinin kaynağı, Allah’ın kalbine ilka ettiği iman nurudur. İman nuru bir kez mü’minin kalbine düşünce, artık o andan itibaren “dünyayı aydınlatan büyük bir elektrik lambasının düğmesine dokunulmuş gibi” her şey aydınlanmaya başlar. Yirmi Üçüncü Söz’de bahsedildiği şekilde, zayıf ve karanlıklı bir ışık veren “kafa feneri”nin yerine, her şeyin hakikatini gösteren bir Güneş devreye girmiş olur.

Olayları dar açıdan değerlendirenlere “At gözlüğüyle bakma!” deriz. Bu deyim o kadar sık kullanılıyor ki, atların mükemmel bir görüş yeteneği olduğunu bize unutturuyor. Halbuki atlara takılan “at gözlüğü”, onların bu üstün yeteneğine set çekmek içindir.

Gerçekten de, ata gözlerini birbirinden bağımsız kullanabilme kabiliyeti bahşedilmiştir. Yani atlarda her göz, bağımsız olarak ayrı cisimleri görebilir. Bu durum atlara, yanlardan, önden ve arkadan görüntü sağlar. Göz merceği kafa yapısının dışına yerleştirilmiş atın gözlerinin her biri, etrafı 160-170 derecelik açıyla görür. Dolayısıyla toplam 320-340 dereceyi bulan görüş açısıyla at, insanlara kıyasla çok daha geniş bir sahayı aynı anda görme imkânına sahip olur.

İşte atların bu özelliği, Kur’an coğrafyasının önemli bir kavramı olan “feraset”i izah etmektedir. Normalde derin bakış sahibi olmaya basiret dendiği halde, Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) hadis-i şeriflerinde “Müminin ferasetinden sakınınız” diye buyurması elbette boşuna değildir. Feraset kelimesinin kökü olan feras, at demektir; dolayısıyla feraset, atın üstün görüş gücü anlamını içinde barındırır.

OLAY VE KİŞİYE YÖNELİK FERASET 

Feraset kavramının atın görüş gücüyle ilişkisini mü’mine uyguladığımızda, bakılmakta olan şey bir olaysa bu olayın önünü, arkasını (zahirini ve perde arkasındaki sebeplerini) görebilme anlamı kadar; geçmiş, şimdi ve geleceği aynı anda görüp değerlendirebilme anlamı da çıkar. Dolayısıyla feraset dendiği zaman, hem “derinlikli” hem de “kuşatıcı” bir bakışla bakabilme kastedilmiş olur.

Mesela, feraset sahibi biri, herhangi bir olaya baktığında daha sürecin başlangıcında olayın nasıl bir sonla neticeleneceğini görüp sezebilir. Said Nursî’nin “Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de (ücretli işçilik) parçalayacaktır” veya daha 1908 yılında söylediği, “Avrupa, bir İslam devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak” gibi sözleri, ferasetin ne derece keskin olabileceğine dair verilebilecek çarpıcı örneklerdir. Bu derece feraset sahibi olabilmek için mazi, şimdi ve istikbalin çok derin bir kavrayışla aynı anda kuşatılabilmesi şarttır. Ayrıca, fıtrat ve tekamül kanunlarına da çok derin bir şekilde vakıf olmak gerekir.

Feraset ehli, olaylar kadar kişileri de keskin bir nazarla etüt edebilirler. Kişilere yönelik feraset, onların yüzlerine, konuşma üsluplarına ve hallerine bakarak kalpleri hakkında güçlü sezgilere ulaşabilme yeteneğidir. Bu durum ferasetin aynı maksada hizmet eden üç vasıtasının da (göz, kulak ve kalp) en üst düzeyde kullanıldığını ifade eder. Eğer bunlardan biri ya da ikisi eksik olsa, mesela sadece kafa gözüyle bakılsa, bundan feraset çıkmaz; bakılan kişiye yönelik değerlendirme, sadece onun cismi ve zahirî görünümüyle sınırlı kalır. Bu da gösterir ki, ferasetin asıl mahalli kalptir. Mü’min ancak “kalp gözü”yle bakarak, karşısındaki insanın içindeki (kalbindeki) asıl manayı görebilir. Dolayısıyla, feraset dediğimiz şey, özü itibariyle “kalpten kalbe” gerçekleşen bir olgudur. Olayların da bir nevi kalbi (ruhu) olduğunu düşünürsek, burada da yine bir çeşit kalpten kalbe bir kavrayışın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Ne de olsa kâinat(ın olayları) ile insan(ın hareketleri) arasında bir benzerlik bulunmaktadır.

“MÜ’MİNİN FERASETİ” NE DEMEKTİR? 

Öncelikle belirtmek gerekir ki, her insanın kendine göre bir feraseti olabilir. Bu noktada tecrübe, önemli bir açılım sağlar. Örneğin, tecrübeli bir öğretmen, yıllar içinde kazandığı marifetle öğrencinin ne diyeceğini ve ne yapacağını bilebilir. Ya da tecrübeli bir esnaf, hangi müşterinin malı satın alacağını, hangisinin uzun bir pazarlıktan sonra bile hiçbir şey satın almadan dükkândan çıkıp gideceğini sezebilir. Veya tecrübeli bir devlet adamı, toplum içinde ne tür gelişmelerin ülkenin geleceği açısından sıkıntı oluşturacağını önceden görüp tedbir almayı düşünebilir.

Bununla birlikte, ferasetin maddi âleme ve manevî âleme bakan iki boyutu vardır. Eğer kişi gözünü ve kulağını dört açtığı kadar kalbini de devreye sokarsa, bu her iki boyutta da mesafe kateder ve nazarı keskinleşir. Burada göz, kulak ve kalbin ne kadar ortaklaşa çalıştığı ve aktif biçimde birbirlerine destek verdiği önemlidir. Bunların beraberce çalışması, maddî ve manevî âlemlerin aynı anda algılanması ve birbirleri üzerindeki etkilerinin daha iyi fark edilmesini sağlar.

Bu anlattığım husus, mü’minler kadar, bir dereceye kadar mü’min olmayanlar için de geçerlidir. Özellikle dünyevî meselelerde. Bir örnek vermek gerekirse, hâlâ çözümlenmemiş bir sorun olan başörtüsü sorununda, ehl-i dünyanın başörtünün üniversiteye girmesi halinde bu ülkede bir şeylerin daha geri dönülemez biçimde değişeceğini hissetmeleri, onlar açısından bir tür “feraset” olarak görülebilir. Veya, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Meclis’e davet edilen ama daha sonra kendisine önerilen görevi kabul etmeyip Şark’ta kendi halinde inzivaya çekilen Said Nursi’nin bir türlü rahat bırakılmaması ve ardından ana gövde itibariyle “iman hakikatleri” hakkında masum kitaplar yazdığı halde, bu kitapların onların yapmak istediklerine ve kurmak istedikleri hayat tarzına en büyük engeli teşkil edeceğini görmeleri de bir tür feraset olarak değerlendirilebilir.

Burada ferasetin hangi kulvarda keskinleştiğini belirleyen husus, kalpte taşınan “kaygı”dır. İnsan neyin kaygısını çekiyorsa, kalbinde ona dair sezgileri güçlenir. Eğer ehl-i dünya gibi bu dünya hayatında nefsin haz ve lezzet anlayışına göre laik bir hayat kurmayı planlamışsanız, kaygı, korku ve hassasiyetlerinizin —dolayısıyla ferasetinizin— bu kulvarda gelişmesi de gayet doğaldır. İşte bu nedenle, ehl-i dünyanın feraseti esas olarak dünyevî meselelerde ama özellikle kendi nefsî arzu ve heveslerine yönelecek maniaların bertaraf edilmesine yönelik olarak keskinleşmiştir.

“ALLAH’IN NURUYLA BAKMAK” 

Mü’minin ferasetine gelince, burada apayrı ve asıl olan ferasetten bahsediyoruz. Çünkü mü’minin ferasetinin kaynağı, Allah’ın kalbine ilka ettiği iman nurudur. İman nuru bir kez mü’minin kalbine düşünce, artık o andan itibaren “dünyayı aydınlatan büyük bir elektrik lambasının düğmesine dokunulmuş gibi” her şey aydınlanmaya başlar. Yirmi Üçüncü Söz’de bahsedildiği şekilde, zayıf ve karanlıklı bir ışık veren “kafa feneri”nin yerine, her şeyin hakikatini gösteren bir Güneş devreye girmiş olur.

Böylece mü’min geçmişi karanlıklar içinde büyük bir mezarlık, geleceği de fırtınalar içinde derin uçurumlar gibi görmekten; etrafının da müthiş canavarlar ve ejderhalarla çevrili olduğu vehminden kurtulur. Geçmişin nuranî insanların taht-ı riyasetinde olan ibadet, hizmet, sohbet ve zikir meclisleri olduğunu, geleceğin de yüksek dağların ardında büyük bir ziyafet ve seyir yerine açıldığını, etrafında canavar ve ejderha zannettiği mahlukların ise insanın hizmetine verilmiş uysal hayvanlar olduğunu anlar.

Bu açıdan bakıldığında, mü’minler olaylara, eşyaya ve insanlara “gündüz gözü”yle bakarken, ehl-i inkâr gece gözüyle bakan kimselere benzerler. Mü’min açısından ortamı gündüz yapan sebep, kalbindeki iman nuru sayesinde hem kendisi ile hem de mahlukat ile Sâni-i Zülcelal arasındaki nispetleri (intisapları) fark ederek, bu bağlantıları okuyabilir hale gelmesidir.

Mesela, bu okuma yeteneği sayesinde mü’min, yeryüzünde görünen temizlik ile Allah’ın Mütahhir ismi arasındaki bağlantıyı okur. Annelerin şefkatinde O’nun merhametini görür. Canlıların rızıklarının hiç şaşmadan kendilerine ulaştırılmasından rezzakiyetin boyutlarını kavrar. Atomun ve gezegenlerin direksiz duruşlarından, Kayyum ismini idrak eder. Böylece, dünyada meydana gelen olayların aslında manevî âlemden maddî âleme doğru yansıyan neticeler olduğunu anlayarak, bütün işlerin başı ve sonunun kendisine bağlandığı bir Allah tasavvuruna kavuşur. Özellikle O’nun sünnetullahı (âdeti) hakkındaki kavrayışı derinleştikçe de, olaylara dair feraseti artar.

Bu okumada Müslümanların elinden tutup onları ferasetin zirvelerine taşıyan vasıta ise, Kur’an-ı Kerim’den başkası değildir: “Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen basiretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır).” (A’raf, 203) Bir örnek vermek gerekirse, tarihin seyri konusunda mü’minlerin feraseti Kur’an’daki kıssalar sayesinde keskinleşir. Örneğin, ehl-i dünya için bir toplumun rahat ve konfora erişmiş olması hiç de tedbirli olunması gereken bir vakti hatırlatmaz. Çünkü keyif ve eğlence zamanıdır. Ama vahye muhatap olan bir mü’min, şükretmeyen toplumların en rahat ve konfora eriştikleri dönemde ilahî gazabı üstlerine çekerek helak edildiklerini bildiği için —eğer toplum bu özellikleri taşıyorsa— derin bir endişeye kapılır.

“ALLAH’TAN KORKARAK HAREKET ETMEK”

Bu yola girmiş olan en avamî mü’minin bile feraseti, ehl-i dünyanın en havassı olanlardan daha keskin ve daha isabetlidir. Namaz kılmayan insanın nursuzluğu (güvenilmezliği ve istikrarsızlığı), haram yiyen birinin uğrayacağı akıbet ya da zevke sefaya dalan bir topluluğun akıbeti hususunda, en avamî mü’min bile feraset gösterir. Belki buna dair enteresan tarihî örnekleri ya da bilimsel bulguları söyleyemez ama sezgilerinde çok büyük olasılıkla haklı çıkar. Buna karşın, inançsız biri bilgiçliğiyle baskın çıksa da, iddialarının boşa çıktığına zaman içinde kendisi de şahit olur. Çünkü biri Allah’ın nuruyla, ötekisi nefsinin zulmetiyle bakmaktadır.

FERASET VE HÜKÜM 

Peki ferasetin bir sınırı yok mudur? Örneğin, feraset bir ilim gibi görülüp onun üzerine hüküm bina edilebilir mi?

Hemen ifade etmek gerekirse, feraset delil sayılamayacağı için feraset üzerine bir hüküm de bina edilemez. Mesela, mü’min de olsa “Ben ferasetimle şu kişinin kalbinde inkar tohumları taşıdığını görüyorum” diyerek o kişiyi tekfir etmeye yönelemez. Bu konuda Hz. Peygamber’in Üsame’yi “Kalbini yarıp baktın mı?” (es-Sira, VI, 34) diye azarlaması oldukça manidardır. Ayrıca, kendisi de “Ben insanların kalbini açıp bakmak için gönderilmedim” diye buyurmuştur.

O halde, feraset ehli, karşısındaki kimsenin duruşundan, konuşması ve üslubundan nasıl bir insan olduğunu çıkarsa (sezse) bile, bu doğru zanlarını kesin bir delil olarak öne sürme hakkına sahip değillerdir.

Bu konuda icraatta bulunabilmek için Hızır Aleyhisselam gibi gaybî hakikatlere tam bir vukufiyet sahibi olmak gerekir ki, onun bu ilmi de ferasetten ziyade vahyî bir nitelik arz etmektedir. Nitekim, Kehf Suresi’nde Hazreti Musa’ya yaptıklarının izahını yaparken, “Ben bunları kendiliğimden değil, Allah’ın emriyle yaptım” (Kehf, 82) demesi, onun ilminin feraset-üstü bir noktada olduğunu ve âdeta kaderin hükmî tecellileri doğrultusunda istihdam edildiğini göstermesi bakımından oldukça ilginçtir.

Her şeye rağmen, Allah korkusuyla hareket ederek takva dairesi içinde bulunan bir mü’mine Allah’ın hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırt edecek bir (sezgi) kabiliyeti vermesi, inananlar açısından çokça şükredilmesi gereken bir husustur.

Mü’minin ferasetinin sakınılacak bir noktaya ulaşmasında iman nuru ve vahiyle birlikte üçüncü önemli unsur ise, takvadır. Nasıl ki ehl-i dünya kalbinde dünyevî ve nefsî menfaatlerinin kaygısını taşıyorsa, mü’minler de kalplerinde Allah korkusu taşırlar. Bu korku ya da kaygı, onları Allah’ın razı olacağı şekilde hareket etmeye, haram ve şüpheli şeylerden sakınmaya, nefsinin arzularını meşru sınırlar içinde tatmin etmeye, maddî ve manevî temizliğe dikkat etmeye, ibadet ve zikirle meşgul olmaya, Peygamber’in (a.s.m.) sünnetine göre yaşamaya yönlendirir. Böylece mü’min, hem nefsinin firavniyetini kırar hem de Allah’ın emir ve yasaklarını kendi nefsi üzerinde tatbik etmekle duygu ve düşünce olarak O’na daha fazla yakınlaşır. Bu mücahede sonucunda mü’minin kalbi, şüphe ve tereddütlerden kurtularak pürüzsüz bir ayna halini alır; ve olaylara ve insanlara Allah’ın baktığı gibi bakmaya başlar ki, “Allah’ın nuruyla bakmak” ifadesinde kastedilen mana budur.

 Ömer Baldık / Moral Dünyası Dergisi

Peygamberimiz’in (sas) çocukları ve tüp bağlatma konusu!

Efendimiz, “Ben ümmetimin çokluğuyla iftihar ederim.” buyurarak, çocuk sayısını azaltma yönünde bir tercihi görülmemiştir. Nitekim ilk hanımı Hatice validemizden tam altı çocuğu, Mısırlı Mariye annemizden de bir İbrahim’i dünyaya geldiğinden, üçü erkek, dördü kız olmak üzere tam yedi çocuk babası olma mutluluğunu yaşamış, ümmetine böyle örneklik etmiştir.

Ne var ki, yedi kişilik nesl-i Nebi’den altısı, Efendimiz (sas) Hazretleri’nin hayatında iken vefat etmiş, hepsinin de ölüm acısını yaşayan Efendimiz, ümmetine sabırlı bir aile reisi olma örneğini de vermiştir.

Sadece geriye kendisinden altı ay sonra vefat eden Fatıma validemiz kalmış, Hazreti Ali ile evlendirdiği Fatıma validemizden devam etmiştir nesl-i Nebi..

Kız çocukları Zeyneb, Rukiye, Ümm-ü Gülsüm ve Fatıma validemiz. Erkek çocukları Kasım, Abdullah, İbrahim’dir.

Buradaki soruda şöyle denmektedir. Yeni doğan bebeğin ilk günlerde sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okumak sünnettir denmektedir. Bunu bir hocanın mı okuması lazımdır? Yoksa kim okursa sünnet yerine gelmiş sayılabilir mi?

Evet bu bir sünnettir. Hem de Efendimiz’in tavsiye buyurduğu bir sünnettir. Okuyabilen her baba, dede gibi yakınların bu ezanları okumaları uygun olur. Mutlaka bir resmî görevli getirilip okutulması gerekmez.

Ezan okuyacak kimse önce ayağa kalkıp kıbleye yönelir. Kucağına aldığı çocuğun kulağına eğilerek sakin bir sesle sağ kulağına ezan, sol kulağına da bir kamet okur. Sonra da, ismin Abdullah’tır, ya da Selma’dır, ömür boyu İslamî hayatta ve hizmette mutlu ve sabit olasın inşallah diye dua ederek sünneti yerine getirmiş olur.

Bir başka soru: Doğum sırasında ölen çocuk için nasıl bir cenaze uygulaması yapılır?

Önce çocuğun gerçekten ölü olarak doğup doğmadığı tespiti yapılır. Buna ihtiyaç vardır.

Çünkü canlı olarak doğmuş da, hemen anında ölmüşse, bu çocuk, normal bir cenaze muamelesine tabi tutulur. Yıkanır, kefenlenir, ismi konulur, namazı kılınır. Normal bir cenaze gibi mezarına defni yapılır.

Şayet canlılık işareti hiç vermemiş de gerçekten ölü doğduğuna hükmedilmişse, bu defa da yine aynı şekilde yıkanır, bir beze sarılır, isim konulur, ancak namaz kılınma gereği duyulmadan götürülüp mezarlığa gömülür.

Ölü doğan, yahut da düşük sayılan çocuğun yıkanıp beze sarılarak defni yapılması, insanlığın kerameti içindir. İnsan oluşu, onu böyle bir hizmete layık kılar. Çünkü insan, küçük bir et parçası da olsa hürmete layıktır.

Soru: Fazla çocuk sahibi olmayı önlemek için tüp bağlatmak caiz olur mu?

Cevap: Anladığım kadarıyla tüp bağlatma demek, doğum yapabilen kusursuz bir hanımı tüp bağlatarak artık bir daha doğum yapamaz hale getirmek demektir. Yani kusursuz bir kadını artık istese de doğum yapamayan kusurlu kısır kadın durumuna düşürmek manasına gelen bir müdahale..

İslam’da tedavi yoluyla insanın eksiğini tamamlamak caizdir. Ancak doğum yapan kusursuz bir kadını artık doğum yapamaz kusurlu hale getirmek caiz değildir. Bu ölçü hem kadın hem de erkek için geçerlidir. Kısır hale getirmek erkek için de kadın için de caiz olmayan bir kısırlaştırma yöntemidir.

Kaldı ki bugün çocuk sayısını fazla bulan insan, yarın şartlar değişir de çocuk ihtiyacı duyarsa ne olacak?. Söylendiği gibi gerçekten de dönüşü olmayan yola girilmiş, artık istese de çocuk sahibi olamayan bir kusurlu durumuna kendini düşürmüştür.

Halbuki hamile kalmayı önleyen çeşitli tedbir ve çareler de vardır. Tüp bağlatıp da kısır duruma düşmeye hiç gerek yoktur.

Hamile kalmayı önleyen tedbirler sahabe zamanında da alınmış, Efendimiz’in mani olmadığı da anlaşılmıştır. Çünkü bu tedbirde oluşumu başlamış bir canlıyı yok etmek söz konusu değil, hamile kalmayı önleyen tedbirler alınmakta, bunda da bir mahzur görülmemektedir.

Ahmed Şahin / Zaman