Etiket arşivi: peygamberimiz

Bayramda bizim komşuluk hassasiyetimiz de böyle midir?

Resulü Ekrem Efendimiz’in (sas), Müslüman’ın çevresinin derdiyle dertlenme hassasiyetine ait bir hatırlatması şöyledir:

– Müslüman’ın derdiyle dertlenmeyen bizden değildir!

Bu sebeple bizler Müslüman’ın derdiyle dertleniriz. Onlar ister kapı komşumuz olsun, isterse ülkenin öteki ucunda ihtiyaç içinde inleyen kardeşlerimiz olsun, dertlerini dertlerimiz bilir, birlikte ağlar, birlikte güleriz. Bundan dolayı da kurbanlarımızın az kısmını evimizdeki çoluk çocuklarımız için ayırırken, kalan çoğunluğunu da ihtiyaç içinde bekleyen kardeşlerimize ulaştırma görevimizi unutmayız. Biliriz ki, onların derdi de bizim derdimizdir.

Sözü uzatmadan, burada Müslüman’ın derdiyle dertlenme örneklerimize bir daha bakalım isterseniz. Kurban kesmeyen komşularımıza gönderdiğimiz kurban etinin kendimize bıraktığımızdan çok daha önemli olduğunu nasıl bir örnekle tespit etmişiz bir daha hatırlayalım.

Çoğu zaman kurbanını, vekil tayin ettiği Hazreti Ali efendimize kestiren Peygamberimiz (sas) Hazretleri bir Kurban Bayramı’nda Hane-i Saadet’ine gelince validemize sorar:

– Aişe! Kurban etini dağıttınız mı?.. Sevinçle cevap verir validemiz:

– Dağıttık ya Resulallah!. -Ne kadarını dağıttınız?

– Hepsini de dağıttık, bir buttan başka bize hiçbir şey kalmadı!..

Bu dağıtım şeklinden çok memnun olan Efendimiz’in açıklaması şöyle olur:

– Desene Aişe, bir buttan başka hepsi de bize kaldı!..

Evet, Aişe validemiz kurban etinin tümünü de komşularına dağıttıklarını söylüyor, bir buttan başka hiçbir şey kalmadı bize, diyor. Efendimiz de buna çok seviniyor ve dağıtılanın tümü de amel defterine yazıldığından mahşerde hep yanlarında olacağına işaret ederek:

-Desene Aişe, bir buttan başka hepsi de bize kaldı! diye takdirlerini ifade ediyor.

Demek ki, kurban etinin komşularına dağıtılan miktarı, sevap defterine yazıldığından mahşerde dağıtanın hep yanında bulunuyor. Dağıtılmayanı ise burada tüketildiğinden amel defterinde görünmüyor, mahşerde de yanında bulunmuyor.. Bundan da anlaşılıyor ki, kurban etinin ne kadarı dağıtılır, ihtiyaçlılara ulaştırılırsa o kadar hayırlı ve makbul olur. Çünkü ahirette, verdikleri bulunacaktır yanında, vermedikleri kalacaktır burada.. Bu sebeple atalarımız, ‘Ne verirsen elinle, o gider seninle‘ demişlerdir.

Bundan anlaşılan odur ki, bir kurbanı ihtiyaç sahibi çevrelere tümüyle bağışlayanlar, kurbanın tümünü de kendi yanlarına almış sayılıyorlar. Çünkü etiyle derisiyle, sakatatıyla tümünü de veriyor, yani tümünü de ahirette yanlarına almış bulunuyorlar. İşte bu olay, kurbanı tümüyle bağışlamayı çok cazip hale getiriyor, ya da ne kadarını dağıtırsak o kadarının bize kaldığını düşündürmesi bakımından muhteşem bir misal olarak hafızamıza yerleşmiş bulunuyor!

Bir başka unutulmayan misal daha. Bir bayram sabahı erkenden kurban etini pişirip sürerler Efendimiz’in önüne. Hemen bismillah, deyip başlamaz da sorar:

-Şu anda komşularımız da kurban eti yemeye başladılar mı?

-Hayır, derler. Henüz onların hisselerini göndermedik, en önce size hazırlayıp sunduk, herkesten önce siz tadasınız diye!.

Bunun üzerine verdiği cevap, insanlık tarihinin şeref levhalarına geçecek muhteşemlikte bir komşuluk anlayışı olur. Buyurur ki:

-Götürün bu eti! Ne zaman komşularımızın da bacalarından et pişirdiklerine işaret eden dumanlar yükselirse o zaman getirin. Komşusunun yemediğini yiyen, giymediğini giyen, onların derdiyle dertlenemeyip ayrı bayram yapan kimselerden olmak istemem!. Et kaldırılır, daha sonra komşuların bacasından et pişirmeye başladıklarının işareti olan dumanlar yükselir, bundan sonra buyurur ki:

-İşte şimdi kurban eti yiyebiliriz, çünkü komşularımız da et yemeye başlamışlardır.

Biz de şimdi yazımızın başlığını bir daha okuyabiliriz? “Bayramda bizim komşuluk hassasiyetimiz de böyle midir?

Ahmed Şahin

Peygamberimize Yazdığım Bir Mektup

Bir güneş gibi doğdun karanlık dünyamıza.

Bir yağmur gibi indin kuruyan toprağımıza.

Bir pusula oldun, yolunu ve yönünü kaybetmişlere.

Bir ölçü ve denge oldun ölçüsüz ve dengesiz hayat sürenlere.

Bir avukat oldun; çaresizlere, mağdurlara, mazlumlara.

Bir imam oldun, mü’minlere.

Bir hatip oldun, tüm insanlığa.

Bir komutan oldun; düzensiz, başıboş ordulara.

Merhametli bir baba oldun insanlık ailesine.

Sevgili bir dede oldun Hasan-Hüseyin torunlarına.

Vefalı, sadık bir eş oldun Hatice’ne, Ayşe’ne.

Sevgili ve doyulmaz bir baba oldun Fatma’na, Rukıye’ne, Kasım’ına, İbrahim’ine.

Başlarını okşadın, saçlarını kokladın onların. “Kızım senin saçlarının arasından cennetin kokularını alıyorum.” buyurdun. Gülücüklerle karşıladın hep onları, öpücükler kondurdun onların ve torunlarının gül yanaklarına.

Şefkatli ve sabırlı bir öğretmen, bir eğitmen oldun; her yerde ve her zaman herkesi eğittin; yaşına, başına, makamına ve rütbesine, cinsiyetine ve milliyetine bakmadan. Senin öğrencilerin arasında yediden yetmişe herkes vardı.

Hiç kimse ateşlere yanmasın ve cehenneme düşmesin diye makas gibi açtın kollarını, haykırdın: “bu cadde çıkmaz sokak” dedin. Bu uğurda dayanılmaz eza ve cefalara göğüs gerdin. Tükürük savuranlara, taş atanlara, yollarına diken serenlere sen, hep gül attın. Çünkü sen âlemlere rahmettin. Bu yüzden Rahmeti Sonsuz, Seni, kendi isimleriyle andı. Benim Habibim Raûf’dur, Rahîm’dir; dedi, çok şefkatli ve çok merhametlidir, buyurdu.

Bir gün, “Beni, malınızdan, canınızdan ve çocuklarınızdan da çok sevmedikçe mü’min olamazsınız.” buyurdun. Yerden göğe kadar haklıydın. Çünkü Allah, Senin, bize canlarımızdan, daha yakın, daha önemli olduğunu söylemişti. Allah, Senin hürmetine kâinatı yaratmıştı. Bu sebeple biz, varlığımızı sana borçluyduk. Âlem var oluşunu Sana borçluydu, ümmet Seninle dünya ve ahiret saadetine, cennetine kavuştu. Bu sırrı anlayan herkes gibi Akif: “Dünya neye sahipse onun vergisidir hep/ Medyun Ona cemiyeti, medyun Ona ferdi.” dedi ve herkesin, elindeki bütün varlığı ve meziyetleriyle Sana borçlu olduğunu ilan etti.

Hiç kimsenin meşru’ arzusuna yok demedin. Çünkü sen insan oğlunun en cömerdi idin. İnsanlara öğlesine yanılmaz ve yanıltmaz bilgiler sundun, öylesine muhteşem gerçeklerle onları baş başa bıraktın ve öğlesine mükemmel bir eğitim verdin ki, Senin yetiştirdiğin insanlar medeni milletlere reis ve üstad oldu.

Sen bir toplum mühendisi idin. Allah, Seni bir şâhid, adil bir hakem ve hâkim, yumuşak dilli ve hikmetli bir uyarıcı, bir müjdeci, ısıtan ve ışıtan bir kandil olarak göndermişti.

Sen, üstünlerin hukukunu kaldırdın. Onun yerine hukukun üstünlüğü ilkesini getirdin. Hak ve adalet, haya ve edep, doğruluk ve samimiyet, ilim ve marifet, çalışma ve gayret Senin sisteminin can damarı, beyni ve omurgası oldu.

Bir tarafta elbisendeki yırtıkları yamalayacak, hayvanlarını sağacak ve ev işlerine yardım edecek kadar mütevazı, diğer tarafta dünya devlet başkanlarına mektuplar gönderip onları ve halklarını İslamiyet’e davet edecek kadar izzetli, metin ve kararlı idin; yabancı heyetleri kabulünde diploması kurallarına vakıf ve vakur bir diplomattın.

Da’vet ve tebliğ operasyonların 23 sene gibi kısa zamanda meyvesini verdi. Şirkin yerini vahdet, küfrün yerini iman, zulmün yerini adalet, kin ve nefretin yerini hürmet ve muhabbet, kavganın yerini barış, anarşi ve terörün yerini huzur, güven ve kardeşlik aldı. Kısaca inkâr ve cehalet çağı kapandı; iman ve ilim çağı açıldı. İnsanlık ahlaksızlık ve bedeviyetten kurtuldu, ahlak ve medeniyete kavuştu.

Seni görenler Sana doymadı, Seni göremeyenler de Senin hasretinle yandı. Kâinatın yıkılışı karşısında tüyleri ürpermeyecek kadar yiğit olan Ömer, Senin vefat haberin karşısında yıkılıverdi. Kılıcını çekti, çıldırmışçasına: “Kim Muhammed öldü derse başını vururum.” diyordu. Diyordu amma elinden de bir şey gelmiyordu. Ömer ağlıyordu, Ebubekir ağlıyordu, ashap ağlıyordu, yer ve gök ağlıyordu. Çünkü Sen onların hepsinin varlık sebebiydin. Çünkü Sen hepsi için rahmettin, berekettin, saadettin, cennettin. Çünkü Sen hepsinin ve alemlerin Rabbinin sevgilisi idin.

Vahyi aldığın ilk günlerde sevgili eşin Hatice validemiz Seni alıp gözleri görmeyen yaşlı amcası Varaka’ya götürmüştü. Başından geçenleri dinleyen Varaka: “Sen ahir zaman peygamberisin, halkı yeni dine davet edeceğin günlerde genç olsaydım, kavmin seni yurdundan çıkaracağı zaman sağ olsaydım da sana yardım etseydim.” demiş, ömrünün buna yetmeyeceğinden dolayı da ah çekip inlemişti.

Bismark’a, Goethe’ye, Bernard Shaw’a, Lamartin’e, Mevlânâ’ya, Yunus’a ve Seni göremeyen bütün bir insanlığa: “Ahhh!..” dedirten Senin sevdan ve Senin hasretindi. Herkes Seni soruyor ve Seni arıyordu.

Yunus’a: “Arayı arayı bulsam izini/ İzinin tozuna sürsem yüzümü/ Hak nasip eylese görsem yüzünü/ Ya Muhammed canım arzular Seni.” dedirten Senin hasretindi.

Mevlânâ’ya: “Seçilmiş Muhammedin yolunun toprağıyım.” dedirten, Senin hasretindi.

Habeşistan kıralı Necaşi’ye: “Bu saltanata bedel keşke Hz. Muhammed’in hizmetkârı olsaydım.” dedirten, Senin hasretindi.

Senin için göz yaşı döken Füzûlî’ye: “Arızın yâdıyla nemnak olsa müjganım nola/ Zayi olmaz gül temennasıyla vermek hâre su.” Yani gül yanağının hasretiyle ağlasam da kirpiklerim ıslansa ne iyi olur. Çünkü gül elde etmek temennisiyle dikenlere su vermek kayıp sayılmaz, dedirten, Senin hasretindi.

Bernard Shaw’a. “Ben inanıyorum ki, Muhammed’in benzeri yani Onun ahlâk ve karekterinde bir adam şimdiki dünyaya reis olsa, hükmetse bu yeni âlemin sorunlarını çözer, bu karmakarışık dünyada genel barışı ve mutluluğu sağlar.” dedirten, Senin hasretindi…

Goethe’ye: “Kardeş! Ayırma bizi koynundan, yoksa bizi çöllerin kumu yutacak…Hepimizi alıp koynuna, eriştir bizi Yüce Yaradan’ına.” dedirten Senin hasretindi.

Alman Başbakanı Prens Bismark’a: “İnsanlık Senin gibi seçkin bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra bir daha göremeyecektir. Ya Muhammed! Senin çağdaşın olamadığımdan dolayı üzgünüm. Manevî huzurunda tam bir hürmetle eğiliyorum!” dedirten Senin hasretindi.

Ve Bediüzzaman’a: “”Böyle bedi’ bir kainatta, böyle bir Zat lazimdir. Yoksa, kâinat ve eflak olmamalidir.” dedirten Senin hasretindir.

Kimse Sende kusur bulamadı. Düşmanların bile Sana inanmadıkları halde Sana hayrandılar. Çünkü Seni Allah terbiye etmişti. Yüce Allah, “Şüphesiz Sen saygın bir ahlâk üzere bulunmaktasın” “ Onun önüne geçmeyiniz,” “ Peygamberin yanında yüksek sesle konuşmayınız,” “ Ona itaat eden Allah’a itaat etmiş olur,” “ Beni seviyorsanız Ona uyun” gibi âyetleriyle Kendi katında Senin hatırının ne kadar üstün olduğunu ortaya koyarak insanların dikkatini çekiyordu.

Sen, ahirete irtihal edeli 14 asır oldu. Ama sevdan gönüllerimizde hâlâ taptaze ve dipdiri duruyor. Günde beş vakit adın, Allah’ın adıyla beraber okunuyor. 14 asırdır dünyanın gündemi Sensin. 14 asırdır ilim adamları, fikir adamları Seni konuşuyor, Seni inceliyor, Sana olan hayranlıklarını ve sevdalarını dile getiriyorlar. Çünkü Sen:

Güzellerin en güzeli, faziletlilerin en faziletlisi, şereflilerin en şereflisi, nurluların en nurlusu, büyüklerin en büyüğü, cömertlerin en cömerdi, sesçe en yükseği, vasıfça en parlağı, zikir ve fikir bakımından en mükemmeli, şükür ve ibadet bakımından en muhteşemi, sîret ve sûret bakımından en güzeli idin. Sen, yerde ve gökte övülen Efendiler Efendisi MUHAMMED’din. Sanki Sen, Allah ahlâkının ve Allah sevgisinin Muhammedleşmiş, yere inmiş şekli idin. Sen âlemin hem çekirdeği ve hem de meyvesi idin. Cismin itibariyle en sonra geldin, peygamberlerin sonuncusuydun ama ruhun ve nurun itibariyle en önceydin. İbtida ile intihayı, başlangıçla sonucu birleştirdin. Senin getirdiğin esasları ve koyduğun kuralları asırlar eskitemedi.

Allah, kendisine layık ibadetin en büyüğünü Sende gördü. İsimlerinin tecellilerini en iyi Sende seyretti. En tatlı niyazı Senden işitti. En derin tefekkürü, en derin haşyeti, en kudsî muhabbeti, en geniş merhameti, en büyük marifeti, Sende buldu. Onun için Seni hem en yakını, hem de Alemlere rahmet seçti.

Demek Seni böylesine ihtişamlı ve şanlı kılan; Senin ihtişamlı zikrin, Kâinat çapında şükrün, derin mârifetin, coşkun aşkın ve Ezelî Sevgili’ye olan kara sevdan, fevkalade takvan ve ibadetin idi. Bu vadide Seni geçen olmadı. Onun için büyüklükte de Seni kimse geçemedi. Ne insan, ne peygamber, ne de mukarreb bir melek…

Ey şanlı ve Kur’an’lı bülbülümüz! Sana layık olamadık, bıraktığın mirasa sahip çıkamadık, emanetlerine sadık kalamadık, ahlâkını ve yaşama biçimini örnek alamadık. Seni ve getirdiğin Kur’an’ı hakkıyla okuyamadık. Geriledik, sefil olduk. Kala kala elimizde bir bükük boyun, bir kara yüz, bir de pişmanlık dolu işte bu itiraflar kaldı. Kıtmirin olarak kapında bekliyoruz. Seni sevenlerden birinin. “Mücrimim gerçi Muhammed Mustafa hayranıyım.” Dediği gibi ben de diyorum: Suçluyuz ama Seni seviyoruz ya Resûlallah! O alemi kuşatan rahmetinle bir kere daha bize elini uzat Ya Resûlallah! Mübarek elinle Mekke’yi müşriklerden, Kâbe’yi de putlardan temizleyen Allah’a bir kere daha ellerini kaldır ey Allah’ın Rasûlü! kaldır da Yüce Allah, İslâm âlemini sana layık hale getirsin, emanetlerine emin kılsın, ahlâkını ve yaşama biçimini örnek almaya muvaffak eylesin. Despotların, zalimlerin, Firavunların, Nemrutların, Ebucehillerin şerrinden kurtarsın.

İçimizden dokuz yaşında dokuz lisan bilen, 21 yaşında çağ açıp çağ kapayan Fatihler, Yavuzlar, Akşemseddinler ve Ebussuudlar çıksın. Ülkemizi ve milletimizi tekrar kaybettiğimiz zirvelere kavuştursun. Ey Hicazlı Sevgili! Sana kâinatın zerreleri sayısınca salat ve selam olsun.

Ey Hakiki Mahbûb’un Sevgilisi! Hiç ender hiç halimle Sana bir mektup yazma cüretini gösterdim. Kurtuluşuma ve şefaatine vesile olacağını umduğum bu mektubumu, Senin hasretinle yanan sevdalılarından bir Garib’in mısralarıyla bitirmek istiyorum. Ve Onun makbul yakarışının arkasına sığınarak sesleniyorum:

Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül,

Gel o bayıltan renklerinle gönlüme dökül,

Vaktidir, ağlayan gözlerimin içine gül,

Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül.

Vehbi Karakaş

Alçakgönüllülük Üzerine – Peygamberimizle Hayatın İçinden

Birçok Batılı tarihçinin takdirkâr sözlerle tanımladığı Hz. Muhammed, kendi yaşamı içerisinde peygamberlik çizgisinin zirvesine ulaştığı günlerde bile 15 yaşlarındaki genç bir çoban iken sahip olduğu alçakgönüllülüğünü korumasını becerebilmiştir. Bu alçakgönüllülük tam bir doğallıkla çevrelenmiştir. Bazı karizmatik kişiliklerden görünen, alçakgönüllülük perdesi altında asla alkış ve taktir toplamaya dönük, bir riyakarlık yatırımına dönüşmemiştir.

Mekke’yi onbin kişilik bir ordunun başında fethederek, mücadelesinin hayatıyla sınırlı kısmının, askeri ve siyasi zaferini tamamladığı sırada, başı devesinin eğerinde, iki büklüm olarak şehirden içeri girer.

Vefat ederken geriye kalan 7 gümüşlük nakit varlığının 5 gümüşünü Medine’nin fakir ailelerine sadaka olarak dağıtır. Bu sırada bir Yahudi tüccardan aldığı doksan kg. arpa karşılığında savaş zırhı rehin bulunmaktadır.

Öğülmekten samimi bir rahatsızlık duyar. “Beni övmekte ileri gidip Hristiyanların İsa karşısında düşlükleri duruma düşmeyin” der ve ekler “Siz benim için Allah’ın kulu ve elçisi deyin

Hayatı boyunca saf buğday ekmeği hiç yememiştir. Peygamberlik hayatının bir döneminde devlet hazinesinden ödünç olarak alınmış yedi keçinin sütü ile geçinir.

Bir gün, yanına en son giren arkadaşı oturacak bir örtü, minder bulmak için bakınırken, hızla üst elbisesini çıkarıp “Al bunun üzerine otur” diyerek uzatır. Yıllar sonra zafer kazanmış bir komutan olarak bebekliğinde kendini emziren süt annesi ve akrabaları ile karşılaştığında da hiç çekinmeden aynı şeyi yapar, hepsinin altlarına kendi elbisesini yayar.

Hz. Muhammed’in evine giden arkadaşları O’nu tek başına evinin duvarını tamir ederken görürler. Kendi devesini kendi tımar eder, kişisel işlerini, hiç kimseye buyurmaz, yük olmak istemez. Bu açıdan bakıldığında, O’nun yaşam prensibini “İnsanlar arasında insanlardan bir insan olarak yaşamak” tır.

Henüz bir süt bebesi olan oğlu İbrahim’in vefat ettiği gün, güneş tutulması yaşanır. Arkadaşları iki olayı bir birbiriyle bağlantılamak isterler. O kabul etmez. –Ay ve güneş Allah’ın varlığını gösteren delillerden iki delildir. Hiç kimsenin doğumu veya ölümü için tutulmazlar.

Çağlar sonra gelecek bir İslam düşünürü “Büyüklerde gerçek büyüklüğün ölçüsü alçakgönüllülük, küçüklerde ise küçüklüğün ölçüsü ve göstergesi kendini beğenmişliktir” der.

Bu kriter açısından Hz. Muhammed’in insanlık tarihi içerisinde bulunduğu yer son derece nettir.

EV İŞLERİNDE

Vefatından sonra eşi ve bütün inananların annesi Hz. Ayşe (R.A.)’ye sorarlar:

-Allah’ın Elçisinin evdeki hali nasıldı? Hz. Ayşe (R.A.) cevaplar:

-O kendi işini kendi görmekten hoşlanırdı. Arkadaşları bütün işini yapmaya hazır olmalarına rağmen bunu istemezdi. Evdeyken, elbiselerini yamar, evi süpürür, keçileri sağar, develeri bağlar ve yemlerini verirdi. Ayrıca, ayakkabılarını ve delik su kırbalarını tamir (R.A.) eder, hizmetçilere de yardım ederek onlarla birlikte hamur yoğururdu. Çarşıdan yiyeceğini kendi taşır, birisi “Ey Allah’ın Elçisi! İzin ver ben taşıyayım” dediğinde, “her mümin taşıyabiliyorsa kendi yükünü kendi taşısın” dedi.

İSTEMEZ MİSİN EY ÖMER?

Hz. Ömer (R.A.), sessizce, dinlenmekte olduğu odaya girer. Bir an çevresine göz gezdirir. Tavana asılmış kuru bir deri parçası, bir torbanın için de bir kaç kg. arpa, duvara dayalı bir kaç ağaç yaprağı ve yerde de Hz. Muhammed (S.A.S.)’in üzerinde uyumakta olduğu hurma lifinden örülmüş kaba bir hasır. Bu manzara karşısında ağlamaya başlayan Hz. Ömer (R.A.)’in hıçkırıkları O’nu uyandırır. Kalkınca hasır’ın vücudunda iz yaptığını, kan oturduğunu gören Hz. Ömer (R.A.) ise omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başlar. Hz. Muhammed (S.A.S.) hayretle sorar: -Ey Hattab oğlu! Niçin ağlıyorsun,? -“Ey Allah’ın elçisi! İranlılar imparatorlarını saraylarda yaşatırken, Bizanslılar Kayserlerini lüks ve ihtişama boğmuşken sen ki Allah’ın Elçisisin… İzin versen de, biz de seni… Maksat anlaşılmıştır, Allah’ın Elçisi, gelecekteki halifesinin sözünü hüzünlü bir tebessüm, tatlı bir el işareti ile keser ve “Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı” (Ankebut, 64) ayetini okuduktan sonra ekler.

İstemez misin ey Ömer! Dünya onların olsun, Ahiret te bizim?…

GÖĞSÜNÜ AÇIP

Bedir savaşından önceki saatlerdir… Son bir kez safları kontrol etmekte, askerine çeki düzen vermektedir. Saftan biraz önde duran arkadaşlarından Hudayr oğlu Üseyd (R.A.)’i hafifçe göğsünden iterek safa girmesi ister. Şakacı bir kişi olan Üseyd (R.A.) ise: -“Ey Allah’ın Elçisi” der “Canımı acıttın, izin ver, karşılığını alayım”. Hz. Muhammed (S.A.S.) hemen önüne geçerek: -“Buyur, al hakkını” der. Üseyd (R.A.) ise son derece ciddi bir tavırla: – “Fakat” der “Ey Allah’ın Elçisi; benim göğsüm çıplaktı, sen de ise elbise var“ Hz. Muhammed (S.A.S.) gömleğini çözerek: -“Haydi” der “Şimdi al hakkını” Peygamberini kucaklayarak öpmeye başlayan Hudayr oğlu Üseyd (R.A.), bir yandan da -“Ey Allah’ın Elçisi” demektedir. “Anam babam sana feda olsun, istedim ki, hayatım seni öpmekle son bulsun”.

HİZMET GÖRDÜRMEYİ SEVMEM

Arkadaşlarından Rabia oğlu Amir (R.A.)’le beraber mescide gitmektedir. Ayakkabısının bağı çözülür. Amir (R.A.) hemen atılıp, bağlamak ister. Hz. Muhammed (S.A.S.) engel olur, kendi bağlar. Bir yandan da Amir (R.A.)’e hitap eder: –Bu başkasına hizmet gördürmektir. Ben ise başkasına hizmet gördürmeyi sevmem.

DAHA GÜÇLÜ DEĞİLSİNİZ

İslam’ın ilk büyük meydan sınavı Bedir’e doğru yol alınmaktadır. Deve azdır. Ancak üç kişiye bir tane düşer ve sırayla binilir. Hz. Muhammed (S.A.S.)’le aynı deveyi paylaşan arkadaşları kendi haklarından gönüllü olarak vazgeçerler. Sürekli O’nun binmesini isterler. O ise kabul etmez: -“Siz” der, “Benden daha güçlü değilsiniz. Kaldı ki bende sizin kadar sevap kazanmaya muhtacım.

BİR TANESİ KARDEŞİNE

Henüz kundakta bir bebektir. Süt anne Halime (R.A.)’nin yanında Hicaz yaylasındadır. Halime (R.A.)’nin öz çocuğu olan süt kardeşiyle annenin memelerini paylaşır. Sadece bir tek memeden emer. Durum ailenin dikkatini çekince hayretle deneme yaparlar. Her seferinde, süt kardeşine bıraktığı memenin üzerine konulunca dudaklarını sımsıkı yummakta ve emmemektedir.

DOYUNCA HEP AĞLARIM

Hz. Muhammed (S.A.S.)’in vefatından sonraki yıllardır. Bir akrabası Hz. Ayşe (R.A.)’yi ziyaret eder. Hz. Ayşe (R.A.) onun için bir sofra kurdurtur. Ve sonra dayanamayıp ağlamaya başlar. Akraba sebebini sorar. Hz. Ayşe (R.A.): -“Ben doyuncaya kadar her yemek yeyişim de ağlarım” der. Akraba daha da meraklanıp, sorar: Niçin? -Çünkü Allah’ın Elçisi bütün ömrü boyunca doyuncaya kadar hiç yemedi. Sıkıntı içerisindeydi. Bir günde iki öğün yemedi ekmek yediği zaman hurma yemedi, hurma yediği zaman ekmek yemedi. Sürekli başkalarını kendine tercih ettiği için hep böyle yaşadı. Şimdi ise insanlar yediklerini eritmek için ilaç kullanıyor… Hz. Muhammed (S.A.S.) bütün ömrü boyunca kızartılmış bir koyunu hiç görmemiştir.

HERKESTE BİR O’NDA İKİ

Mekkeli düşmanları yanlarına aldıkları bazı çöl kabileleriyle birlikte onbin kişilik bir ordu düzüp, Medine üzerine yürürler. Savaşçı Müslümanların sayısı ancak üç bin kişidir. Şehirde kalıp, savunma savaşı yapmaya karar verirler. Medine’nin etrafına büyük bir hendek kazılmaya başlanır. Hz. Muhammed (S.A.S.) kazılan toprağın hendek dışına taşınması işinde çalışmaktadır. Görgü tanığı bir arkadaşının anlatımıyla toz – toprak O’nun göğüs ve karın derisini örtmüş durumdadır. Üç gün süren Hendek kazımının en zor tarafı aynı günlerde bütün şiddetiyle devam eden açlık ve kıtlıktır. Arkadaşları, çalışırken, açlıktan düşüp bayılmamak için karınlarına taş başlamışlardır. Bir ara karşısına dizilirler. Ahirette kendilerinin bu fedakarlıklarına şahitlik etmesini isterler… Ve elbiselerini sıyırıp, taşları gösterirler. O sadece tebessüm eder. Sonra da kendi elbisesini sıyırır… Hz. Muhammed (S.A.S.)’in karnında iki taş birden bağlıdır.

BENDE ODUN TOPLAYAYIM

Bir yolculuktadırlar. Yemek için mola verilir. Arkadaşlarının her biri bir görev üstlenir. Hz. Muhammed (S.A.S.)’de: -“Bende ateş için odun toplayayım” der. Arkadaşları önüne geçmek isterler

Ey Allah’ın Elçisi! Siz dinlenin biz o işi de görürüz. Hz. Muhammed (S.A.S.) bütün ciddiyetiyle cevaplar:

-“Gerçekten bunu isteyerek yapacağınızı biliyorum. Ancak ben bir topluluk içinde ayrıcalıklı bir durumda bulunmakta hoşlanmam. Bunu Allah’ta sevmez” Ve odunları toplamaya koyulur.

SESSİZCE YATAĞINA UZANIR

Medine’de Hicret’i takip eden ilk günlerdir. Medineli Müslümanlar bütün maddi varlıklarını Mekke’de bırakıp gelen kardeşleriyle her şeylerini paylaşırlar. Her eve on tane misafir düşmüştür. Hz. Muhammed (S.A.S.) ’te bu evlerden birini başka muhacir arkadaşlarıyla paylaşır. Onlardan biri olan Esved oğlu Mikdad (R.A.) anlatmaktadır. “Evde, sütleri ile evin geçiminin sağlandığı bir kaç keçi vardır. Keçiler sağıldığında herkes kendi payına düşen sütü içer. Hz. Muhammed (S.A.S.)’in payı kasede kalırdı. Bir gece Hz. Muhammed (S.A.S.) eve geç geldi. Herkes kendi payını içerek, yatmıştı. O kaseyi boş buldu ama sesini çıkarmadı. Sadece şöyle dua etti. – Ey bugün beni doyuran Allah’ım, onları da doyur! Daha sonra uyanan Mikdad (R.A.) peygamberinin açlığını gidermek için keçilerden birini kesip, pişirmeye dayanır. Hz. Muhammed (S.A.S.) izin vermez. Onun yerine ikinci kez sağılan keçiden çıkan birkaç damla sütü içer ve sessizce yatağına uzanır.

BEN KRAL DEĞİLİM

Ebu Hüreyre (R.A.) ile birlikte, çarşıya alışverişe çıkmışlardır. Alış verişi bitirdikten sonra satıcıya tartması için para yerine kullanılan gümüş parçalarını uzatır ve: “Dikkatli ol, ağırca tart” der. Şaşırarak hiç bir müşterisinden böyle bir teklif duymadığını söyleyen satıcıya Ebu Hüreyre (R.A.) karşısındakinin peygamber olduğunu bildirir. Satıcı derhal Hz. Muhammed (S.A.S.)’in ellerine kapanarak öpmek ister… O izin vermez. -Bunu İranlılar krallarına karşı yaparlar. Ben kral değilim, içinizden bir insanım. Eve dönüş sırasında Ebu Hüreyre (R.A.) yükünü taşımaya yardımcı olmak ister. Ona da izin vermez. -Kişi, eşyasını, taşıyorsa, sadece kendi taşımalıdır.

ANCAK ALLAH İÇİN

Arkadaşları O yanlarına her girdiğinde hızla ayağa kalkmaktadırlar. En sonunda bir gün dayanamaz. -İranlıların birbirlerini büyük görerek ayağa kalktıkları gibi siz de bana ayağa kalkmayın. Çünkü ben bir kulun yemek yediği gibi yemek yiyen, bir kulun oturduğu gibi oturan bir kulum. Bunun benzeri başka bir olayda ise uyarısına şu eklemeyi de yapar: – Hiç kimse için kalkılmaz. Ancak Allah için ayakta durulur. Bundan sonra arkadaşları O içeri her girdiğinde kendilerini zorla tutarlar ayağa kalkmaz, oturmaya devam ederler.

ÜÇ GÜNDÜR AÇIM

Üç gündür hiçbir şey yiyememiştir… Kızı Fatma (R.A.)’ya giderek evinde yiyecek bir şeyler olup olmadığını sorar: -Kızım! Sende yiyecek bir şey yok mudur? Ben çok açım. Fatma (R.A.): -“Canım sana feda olsun babacığım! Yemin ederim ki ben de de yedirecek bir şey yoktur.” diye cevaplar. Bu sırada peygamberliğinin yanı sıra bir devletin de başkanıdır…Başka bir gün kızı Fatma (R.A.) yeni pişirdiği arpa ekmeğinden bir parça da peygamber babasına götürür. Hz. Muhammed (S.A.S.) kızına: -“Vallahi kızım,” der “Üç gündür baban bir şey yememiştir.” Bu sırada da devlet başkanıdır.

HİÇ BİR GÖSTERİŞ

Veda haccını yapmaktadır. Etrafını yüz bin Müslüman çevirmiş maddi egemenliği ise bütün Arap yarımadasınca kabul edilmiştir. Savaşlardan kendi hissesine düşen paydan, bu Hac sırasında da yüz deve kestirir ve etlerini yoksul müslümanlar arasında paylaştırır. Hayatının, zaferinin ve peygamberliğinin sonuna ve zirvesine ulaştığı, adeta bir zafer finali gibi de görülmesi mümkün olan bu haccı yaparken bindiği devesine ise topu topu dört gümüşlük basit bir kadife parçasını şilte niyetine sermiş, onun üzerinde oturmaktadır. Ve Veda haccını bitirirken ellerini açarak dua eder… –Allah’ım, bunu, içinde hiçbir gösteriş ve “Desinler” kastı bulunmayan bir hac olarak kabul buyur.

BENDEN GÜZEL KÖLE Mİ OLUR?

Mekke fethedilmiştir… Siyasi ve askeri mücadelesinin zaferle sonuçladığı bir gün yaşamaktadır. Öğle yemeğini ise arkadaşlarıyla birlikte bir gün sokakta, toprağın üzerine oturarak yemektedir. Bu durumu garip sayan, zihinsel özürlü bir kadın laf atar: -“Şuna bakın! Yere oturmuş bir köle gibi yemek yiyor”. Hz. Muhammed (S.A.S.) tebessüm ederek cevap verir: –Benden güzel köle mi olur! Çünkü bende Allah’ın kölesiyim. Başka bir defasında eşi Hz. Ayşe (R.A.) rica eder: -“Ne olur bağdaş kurarak, biraz daha rahat oturarak yemek ye” Bunun üzerine alnını yere değdirecek kadar öne eğilir. –Kölenin yediği gibi yerim, kölenin oturduğu gibi otururum, çünkü ben kuldan başka bir şey değilim.

BİR KERE DAHA

Medine’de çıplak bir merkebin sırtında yol almaktadır arkadaşlarından Ebu Hüreyre (R.A.)’ye rastlar. -Seni de merkebe bindireyim mi? diye sorar. -Olur ey Allah’ın Elçisi, deyince: – “Bin” der. Ebu Hüreyre (R.A.) sıçrar fakat binmeye güç yetiremeyince Hz. Muhammed (S.A.S.)’e tutunmak ister ve ikisi beraber yere yuvarlanırlar. Tekrar merkebin üzerine binen Hz. Muhammed (S.A.S.), Ebu Hüreyre (R.A.)’ye: -“Bir daha dene” der. Fakat ikinci denemede başarısız olur ve yine beraberce toprağa yuvarlanırlar. Hz. Muhammed (S.A.S.) bir kez daha merkebe biner ve en küçük bir kızgınlık eseri göstermeden, Ebu Hüreyre (R.A.)’ye: -“Haydi” der “Bir kere daha”…

HABBAB DÖNENE KADAR

Eret oğlu Habbab (R.A.) Mekke’den hicret etmiş, ilk müslümanlardan azatlı bir köledir. Yani toplumun en alt kategorisinde kabul edilen insanlardan… Medine’den Hz. Muhammed (S.A.S.) tarafından uzun sürecek bir göreve gönderilir. Tekrar evine dönüp, günlük işlerinin başına dönünceye kadar ise o işleri her gün Eret oğlu Habbab (R.A.)’ın evinde bizzat Hz. Muhammed (S.A.S.) görür. Evin kadınları süt sağmasını bilmedikleri için sığır ve keçileri her gün Hz. Muhammed (S.A.S.) tarafından sağılır. Ailenin, erkeğin yokluğundan etkilenmesine izin vermez.

ONLARIN ARASINDA BULUNACAĞIM

Yeni Müslüman olmuş ve görgü, nezaket kurallarından habersiz göçebe Arapların kendisini rahatsız etmeleri amcası Hz. Abbas (R.A.) için ciddi bir üzüntü konusu olmaktadır. Bir gün yine böyle bir grup tarafından çevrelenmiş, tozun toprağın üzerinde ve kızgın güneşin altında yeğenini gören amca dayanamayıp, der. -Ey Allah’ın Elçisi! Bari sana bir çardak yapsak ta hiç olmazsa güneşten korunsan! Müslümanların dertlerini orda dinlesen. O cevap verir: –Hayır. Allah beni kendi katına alıncaya kadar, ben onların arasında bulunacağım. Ökçeme basmalarına, elbisemi çekiştirmelerine ses çıkarmayacağım.

HAYIR! AÇIM!

Oturarak namaz kıldığını gören Ebu Hüreyre (R.A.) sorar: –Ey Allah’ın Elçisi! Hasta mısın? Cevap verir. -Hayır, açım!

ALLAH YOLUNDA

Cebeloğlu Muaz (R.A.)’ı Yemen’e vali atamış, uğurlamaktadır. Kendinin at üstünde, Hz. Muhammed (S.A.S.)’in ise yaya olmasından utanan Muaz (R.A.): -“Ey Allah’ın Elçisi!” der, “İzin verirsen ben de inip, seninle beraber yürüyeyim”. Teklif kabul edilmez. – Ey Muaz (R.A.)! Bu adımlarımın Allah yolunda atılan adımlar olmasını arzu ediyorum.

DÜNYADAN KONUŞTUĞUMUZDA

Önde gelen vahiy yazıcılarından Sabit oğlu Zeyd (R.A.) anlatmaktadır. “Ben Hz. Muhammed (S.A.S.)’in komşusu idim. Ona vahiy indiği zaman bana haber gönderirdi. Bende, gider vahyi yazardım. Biz onun yanında dünyadan konuştuğumuzda o da dünyadan, ahiretten konuştuğumuzda o da ahiretten, yemekten konuştuğumuzda o da yemekten konuşurdu. Demek istiyorum ki bize uymakta ve bizim seviyemize inmekteydi.

BÜYÜK ALLAH’TIR

Yabancı bir heyet ziyaretine gelir. Söze iltifat ederek girmek isterler ve: –Sen bizim büyüğümüzsün, derler. O cevap verir: –Büyük Allah’tır. Heyettekiler: -“Öyleyse” derler, “Sen bizim en üstünümüz ve en güçlümüzsün” Bunu da hoş görmez. –Çok ileri gitmeyin. Şeytan inanmadığınız şeylere size söyletmekle, doğruluktan sizi ayırmasın.

GEL ŞİMDİ ÖDEŞELİM

Hz. Muhammed (S.A.S.)’in gusül abdesti almaktadır. Arkadaşlarından biri de örtü tutarak onu perdeler. abdest bitince Hz. Muhammed (S.A.S.): – Gel, şimdi ödeşelim, der. Arkadaşının aksi ısrarına rağmen bu kez de O ona örtü tutar. Arkadaşının -Ey Allah’ın Elçisi! Niçin zahmet ediyorsun? sözüne; -Zahmeti yok diyerek cevap verir.

HANGİ YOLDAN İSTERSEN

Zihinsel özürlü bir kadın mescidden içeri girer… -Ey Muhammed gel benim evimdeki işlerimi gör, der Hz. Muhammed (S.A.S.) tebessümle fakat ciddi bir ses tonuyla: -Hangi yoldan gitmek istiyorsan kalk gidelim. Kadının peşine takılır, giderler. Peşlerinde de hayret ve hayranlık içerisindeki arkadaşları…

ARKADAŞ SAKİN OL

Yeni Müslüman olmuş ve kendisini ilk kez gören bir göçebe arap heyecanından, karşısında titremektedir. Hz. Muhammed (S.A.S.): -“Arkadaş” der “Sakin ol. Ben kral değilim. Kureyş kabilesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum”.

YERYÜZÜ DOLUSUNCA

Bir arkadaşına yanlarından geçen birini göstererek sorar: –Bu kişi hakkında ne dersin? Arkadaşı: -Toplumun önde gelenlerindendir. Kimi istese evlendirirler. Bir işi için kimden yardım istese, yardım ederler. Hz. Muhammed (S.A.S.) susar. Az sonra geçen başka birini göstererek yine aynı soruyu sorar. Arkadaşı bu kez de: -“Bu” der, “Çok fakirdir. Ne kız, verirler, ne işine yardım ederler.” Hz. Muhammed (S.A.S.) bu kez susmaz. -Ama bu fakir yeryüzü dolusunca, ötekinden hayırlıdır.

KUYUYU GERİ ALMASI

Düşmanla yapılan savaş sırasında ele geçen bir kuyuyu, ganimet payı olarak isteyen Sahr, Hz. Muhammed (S.A.S.)’ten istediğini alır. Fakat kuyunun sahibi olan düşman kabilesi daha sonra Müslüman olur. Şimdi bütün mallarının geri almaktadırlar. Hz. Muhammed (S.A.S.) utangaç bir tavırla Sahr’a gelerek başını önüne eğer ve kuyuyu geri vermesi gerektiğini söyler. Sahr hiç itiraz etmez. -Pekiyi, ey Allah’ın Elçisi! der. Hz. Muhammed (S.A.S.) kendi eliyle verdiği bir şeyi geri istemek mecburiyetinde kaldığı için kıpkırmızı olmuştur.

DUA’NDA BENİ DE

Hz. Ömer (R.A.) kendisinden Umre yapmak üzere Mekke’ye gitmek için izin ister. O sevinerek izin verir ve öğütler: -Kardeşim! Dua’nda beni de unutma. O gün Hz. Ömer (R.A.)’in anlatımıyla hayatının en sevinçli günüdür.

HZ. FATIMA’NIN ÇEYİZİ

Kendine en çok benzeyen ve kendinden geriye kalan tek çocuğu Hz. Fatma (R.A.)’yı evlendirirken, ona çeyiz olarak verebildikleri, yorgan yerine kullanılan kadife bir örtü, yaygı, elek, havlu, bir bardak, bir el değirmeni, bir tulum, iki su testisi, içi hurma lifi dolu bir deri minder, deriden yapılmış bir kab ve bir kırbandan, ibarettir. Yorgan yerine verilen kadife örtü kısa olduğu için başa çekilince ayak, ayağa çekilince de baş açıkta kalmaktadır.

BİZ ONU KATIK YAPAR

Hz. Muhammed (S.A.S.)’ten sonraki yıllardır. Hz. Ayşe (R.A.), çevresindekilere, bir akşam babası Hz. Ebubekir (R.A.) tarafından kendilerine gönderilmiş bir koyun parçasını eşi, Allah’ın Elçisiyle beraber nasıl parçaladıklarını anlatmaktadır. Dinleyenlerden biri şaşkınlıkla sorar: -Bu işi karanlıkta mı yaptınız? Hz. Ayşe (R.A.) acı bir gülümsemeyle cevaplar: –Lambaya koyacak yağımız olsaydı, biz onu katık yapar, yerdik.

BEN ÇOBANKEN

Birkaç arkadaşı ellerinden arak isimli bir ağacın dikenli meyveleri de bulunduğu halde yanına girerler. Meyvelerin ham oluşu dikkatini çeken Hz. Muhammed (S.A.S.) son derece doğal bir şekilde: -“ Bu ağacın meyvesini” der “Esmerleşip de tamamen olgunlaştığında toplayın. Ben çobanlık yaparken bunlardan toplar ve yerdim” Bu sırada Arap yarımadasına ve yüzbinlerce inananın gönüllerine hakim bir peygamberdir.

DOĞRUYU SÖYLEYİN

Bazı müslüman genç kızlar “Bizim aramızda öyle bir peygamber var ki, yarın ne olacağım bilir” dizelerini de içeren bir ilahi söylemektedir. Bunu duyan Hz. Muhammed (S.A.S.), kızları uyarır: –İlle de bir şey söyleyecekseniz doğruyu söyleyin.

www.hazretieyupsultan.com

Namaz Hakkında Hadis-i Şerifler

İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu; “Namazın dindeki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir.” (Mecmâü’l-Evsat, 3:154, (2313.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir)

Ebu’d-Derda (r.a) şöyle dedi: “Dostum Muhammed (s.a.v) bana şöyle tavsiyede bulundu. Parça parça kesilsende, yakılsanda Allah ‘a ortak koşma ve farz olan namazı bilerek terk etme. Kim ki farz olan namazı bilerek terk ederse Allah ‘ın koruması ondan uzaklaşmıştır.” (Müsned:5/238, El-Bani Sahihi ibn Mace:3529, Beyhaki)

Abdullah bin Kurt radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu;  “Kıyamet günü kul, ilk önce namazdan hesaba çeki­lecektir. Namaz düzgün ise diğer ameller de düzgün olacaktır. Eğer namaz bo­zuk ise diğer ameller de bozuk olacaktır.” Taberâni, Terğib

Hz. Nevfel bin Muaviye radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Kim, bir namazı kazaya bırakırsa, sanki onun çoluk çocuğu ve malı mülkü elinden alınmış gibidir.” İbni Hibban

Abdul­lah b. Ömer (r.a.)’dan nakledilen bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular: “İkindi namazını kaçıran kimse sanki ailesi ve malı helak edilmiş kimse gibidir.” (Camiu’l Ehadis)

Hz. Ebû Ûmâme radıyallahu anh’dan rivayet edilen başka bir hadis-i şerifte Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu;  “Allahu Teâlâ’nın bir kula iki rek’at namaz kılması için tevfik vermesinden daha üstün bir şey yoktur. Kul namazla meşgul olduğu sürece başı üzerine iyilikler ve hayırlar saçılır.” (Müsned)

Cabir  İbn-i Abdullah (r.a.)’dan nakledilmiştir, Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Cennetin anahtarı namazdır, namazın anahtarı da abdesttir.” (Müsned)

Hz. Ömer radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Namaz dinin direğidir.” Hilyetûl Evliya, Cami’ûs Sağir

Hz. Ebû Katâde radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bir hadisi kudside Allahu Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu naklediyor; “Ben ümmetine beş vakit namazı farz kıldım. Ve kendi kendime söz verdim ki, kim (benim yanıma) beş vakit namazı vaktinde kılmaya özen  göstererek gelirse, onu Cennet’e koyacağım. Kim de namazlara dikkat göstermezse Benim onun için bir sözüm yoktur” ( Ebû Dâvûd)

Ebû Hûreyre radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bir kabrin yanından geçerken, “Bu kimin kabridir?” buyurdu. Sahâbe-i Kiram radıyallahu anhum, “Falancanın kabridir” dediler. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Bu kabirdeki kimseye göre iki rek’at namaz kılmak, sizin diğer bütün dünyalıklarınızdan daha sevimlidir.” Taberâni, Mecma’uz zevâid

Hz. Ebû Zerr radıyallahu anh diyor ki: Bir defasında Peygamber sallallahu aleyhi vesellem kış mevsiminde dışarı çıktı. Ağaçlardan yapraklar dökülüyordu. Bir ağacın dalından tutunca ağacın yaprakları daha çok dökülmeye başladı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, “Ey Ebû Zerr” dedi. Ben, “Buyur yâ Rasûlallah!” dedim. Efendimiz  sallallahu aleyhi vesellem, “Müslüman bir kul, Allah’ı razı etmek için namaz kılarsa, onun günahları şu yaprakların, bu ağaçtan döküldüğü gibi dökülür.” Müsned’i Ahmed

Hz. Aişe radıyallahu anhadan rivayet edilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem sabah namazının iki rek’at sünneti hakkında şöyle buyurdu; “Şüphesiz iki rek’at bana bütün dünyadan daha sevgilidir.” Müslim

Ebu Hureyre (ra)’den rivayet edilmiştir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: “Adem oğlu secde ayetini okuyup secde ettiği zaman şeytan ağlayarak uzaklaşır ve şöyle der: Helak oldum. Adem oğlu secde etmekle emrolundu da secde etti ve cennet onun oldu. Halbuki ben de secde ile emrolunmuştum fakat ben secde etmekten yüz çevirdim. Artık ateş benim içindir.” (Sahih-i Müslim: 81 rivayet edilmiştir)

Hz. Ebû Fâtıma radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Diyor ki; Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem bana, “Ey Ebû Fâtıma! Sen eğer (ahirette) benimle bu­luşmak istiyorsan secdeleri çoğalt (yani bol bol namaz kıl.)” Müsned’i Ahmed

ilmedavet.com

Bediüzzaman’ın gözüyle Hz.Muhammed (s.a.v)

Üstad Nursî’nin gözüyle Hz. Muhammed (s.a.v) efendimiz

Üstad Bediüzzaman her neyi ele almışsa onu en güzel ve en mükemmel bir şekilde izah etmiştir. Onu okuyup da hayran olmamak mümkün değil. Onun, Allah’ı, ruh ve melekleri, kitapları, özellikle Kur’an’ı, kaderi, öldükten sonra dirilişi, nübüvvet meselesini, özellikle Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi anlatmasına doyamazsınız.

Yaklaşık 1184-1272 yılları arasında yaşayan Şeyh Sadi-i Şirazî çok iddialı bir söz söylemiş ve demiştir ki: “Mâna gülistanı açıldı açılalı hiçbir bülbül Sadî kadar güzel terennüm etmemiştir.” (1)

Bu sözün sahibi Sadî’nin doğru ve haklı olduğuna inanırım. Ama inandığım bir şey daha var. O da şudur: Eğer Sadî kendisinden 9 küsür asır sonra gelen Bediüzzaman Said Nursi’yi görse ve eserlerini okusaydı eminim aynı sözü Bediüzzaman için söyleyecek ve şöyle diyecekti: Osmanlı’dan sonra hiçbir bülbül Bedüzzaman gibi şakımadı, onun kadar hiç kimse gür sedalı olamadı, Hiç kimse kâinatı onun kadar güzel okuyamadı. Peygamber ve Kur’an hakkında onun kadar hiç kimse güzel söz söyleyemedi.

Bediüzzaman, Peygamberimizin hayatını bir siyerin, bir İslam tarihinin anlattığı gibi anlatmaz. Fakat O, peygamberimizle ilgili öyle tahliller (ve analizler) ortaya koyar ki o analizlerde kullandığı kelimelerden Peygamber’in yaşadığı tarihi, hayat seyrini, verdiği mücadeleyi, takvasını, ahlakını, şemailini, ruhî ve fizikî gerilimini, Hak’la ve halkla ilişkilerdeki mükemmelliğini, çevre anlayışını ve çevreye getirdiği muhteşem düzenlemeleri çok rahat görmeniz mümkündür.

Bediüzzaman, Hz. Peygamberi anlatırken kullandığı her bir kelimesine adetâ İslam tarihini ve Peygamber’in hayatını yükler. Onun her bir kelimesi bir ekran ve bir penceredir. Oradan asr-ı saadeti âdeta görür ve seyredersiniz.

Onun her bir kelimesi, bir çekirdek gibidir. Açarsanız içinden meyvelerle yüklü bir ağaç çıkar. Veya filaş bellek gibidir. Bilgisayara takarsanız, onda bir çok kitabın yüklenmiş olduğuna şahit olursunuz.

Misal mi istersiniz? Buyurun:

19. sözün birinci reşhasında Peygamberimizi, kâinat kitabının Allah’ı anlatan “en büyük ayeti” (2) İlan eder. Bu ilanıyla Bediüzzaman şunu demek ister:

Kitap ve içindeki her bir cümle yazarını anlattığı gibi; kâinat kitabı ve onun içindeki her bir varlık da yazarını ve yaratanını anlatmaktadır. Tabii bunların içinde bir varlık, yani bir âyet var ki Onun gibi Allah’ı anlatan yok. O da, Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizdir. Peygamberimiz, Allah Tealâ’yı sadece diliyle değil, haliyle ve ahlakıyla anlatmıştır. Peygamberimiz, Allah ahlakının bir yer yüzünde tezahürüdür. Yüce kitabımız Kur’an’ın da bir ayet-i kübrası=en büyük ayeti vardır. O da âyetü’l-kürsidir. Neden âyetü’l-Kürsî, âyetü’l-kübra olmuştur? Çünkü ayetü’l-kürsî, diğer ayetlere göre Allah’ı daha güzel, daha kapsamlı anlatmakta, birkaç satırla bütün özellik ve güzelliklerini ortaya koymaktadır.

Gelip geçen varlıklar içinde Allah’ı en iyi Peygamberimiz anladığından ve anlattığından dolayı o da kâinat kitabının ayetü’l-kübrası yani en büyük ayeti olmuştur.

Gördünüz mü efendim, Üstad’ın, “kitab-ı kebirin ayet-i kübrası” ifadesinden neler çıktı?

Aynı yerde Üstad, yer yüzünü, Peygamberimizin manevi şahsiyetine bir mescid, Mekke’yi bir mihrab, Medine’yi bir minber, Peygamberimizi, bütün müminlerin imamı ve bütün insanların hatibi, peygamberlerin reisi, evliyanın seyyidi gösterir. Medine minberinde irad ettiği hutbenin adı: “Hutbe-i Ezeliye” dir ki o da Kur’andır. Bu hutbenin müellifi Allah, müfessiri de Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Kur’an, ezelîdir, çünkü Ezel’den gelmiştir; ebedîdir, çünkü ebede gidecektir.

İkinci reşhada, yine içinden kitaplar çıkacak ve üzerinde saatlerce konuşabileceğimiz kelimeler görüyoruz. Üstad Bediüzzaman’a göre Sevgili Peygamberimiz, “Nurânî bürhanî tevhid” (3) yani Allah’ın birliğinin nurlu delilidir. Allah’ı inkâr etmek için bu delili karartmanız gerekmektedir. Bu delili karartamayacağınıza göre öyleyse Allah’ı inkâr etmek de mümkün olmayacaktır. Varlık âleminde hiçbir şey olmasa sadece Hz. Muhammed (s.a.v) kalsa, Allah’ın varlığına, birliğine, güzelliğine, mükemmelliğine delil olarak yeter. Güneş inkâr edilemediğine göre, güneşin sahibi ve sanatkârı hiç inkâr edilemez.

Güneş, Süleyman Çelebî’nin de dediği gibi Peygamber’in çevresinde dönen sadece bir pervane olabilir. Güneş bir lambadır. Yüce Allah da Peygamberini bir lamba olarak tanımlamıştır.(4) Güneşi gökte, Hz.Peygamber’i yerde aşkıyla tutuşturan Allah’tır. Yüce Allah kendisini yerdeki ve gökteki güneşlerle tanıtmak istiyor. Bu şahitleri susturmak ve bu lambaları söndürmek mümkün olabilir mi ki Allah da inkâr edilebilsin?

İşte Üstad Bediüzzaman’ın ifadeleri böylesine yüklü. Gördünüz mü efendim onun “Nûrânî bürha-ı tevhid” terkibinden neler çıktı?

Üstad Bediüzzaman diyor ki:

Onun Şeriatını:

1-Nebiler ve veliler,

2-Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplar,

3-Dünyaya geldiği gün meydana gelen harikulade olaylar (irhasat),

4-Görünmeyen varlıkların, (hatiflerin) ve kâhinlerin ihbarları,

5-Ayın ikiye bölünmesi gibi mucizeleri tasdik etmektedir.

6-Gayet kemaldeki övülmüş ahlakı, (şefkati, merhameti, vefakârlığı, fedakârlığı, Hilmi, sabrı, affı, tevazuu, adaleti, şecaati vs.),

7-Tam güveni ve tam güvenilirliği,

8-Fevkalade takvası,

9-Fevkalade kulluğu ve ibadeti,

10-Fevkalade ciddiyeti,

11-Fevkalade metaneti (Allah’tan başka hiçbir şeyden ve hiçbir kimseden korkmaması)… gibi yüksek seciyeleri de onun davasında son derece doğru olduğunu göstermektedir.

Yine 3. Reşhada: “Hüsn-ü sîret ve cemal-i sûret ile mümtaz bir Zât’ı görüyoruz.” (5) diyor. Yani içi güzel, dışı güzel Muhammed (s.a.v) demektir. Ben Peygamberimizin iç güzelliği ve dış güzelliğine misaller vermeye kalkarsam bir kitap, iki kitap, üç kitap meydana gelir.

Bunun açılımından şemail, ahlak ve siyer kitapları çıkmıştır. Veya onca kitap bu cümlenin izahıdır, diyebiliriz.

Bediüzzaman 4. Reşhada da nefis bir yoruma yer veriyor ve diyor ki:

Hz.Peygamber gelmeden önce kâinat bir matemhane idi. Varlıklar birbirinin düşmanı, cansız varlıklar birer cenaze, canlılar yokluk ve ayrılık sillesiyle ağlayan yetimlerdi. Peygamberimizin verdiği dersle matemhane olan kâinat, şevkli ve cezbeli bir zikirhaneye döndü. Varlıklar, hepsi bir Allah’ın eseri olduğu için birbirinin dostu ve kardeşi oldu. O sessiz, cansız varlıklar birer itaatkâr memur, o ölüm ve ayrılık korkusuyla ağlar görünen yetimler, birer zikreden zakir veya vazife paydosundan şükreden şâkir suretine dönüştü.

Üstad Bediüzzaman’a göre Peygamberimiz,

1-Ebedi saadetin müjdecisi,

2-Bir rahmeti sonsuzun kâşifi, göstericisi,

3-Allah’ın güzelliklerinin dellalı, seyircisi,

4-İlahî isimlerin hazinelerinin keşşafı ve ilancısıdır. (Bu maddelerin her biri bir makale konusudur.)

Kulluğu açısından ona bakıldığı zaman o, bir muhabbet misali, rahmet timsalidir. (Yani sevgi örneği, rahmet ve merhamet sembolüdür.) Peygamberliği açısından bakıldığında Hakk’ın delili, hakikat lambası, hidayet güneşi ve saadet vesilesidir. (6)

(Bu cümlelerde de koca bir İslam tarihi ve peygamber şemaili yatmaktadır.)

Yine der ki Üstad Bediüzzaman: “Hz. Muhammed (s.a.v), güneş gibidir; Zât’ını, Zât’iyle ışıklandırarak gösterir.” (7)

Bu cümle lafzı itibariyle çok kısadır, ama manası itibariyle çok uzundur. İddiası ve isbatı içinde olan cümlelerden biridir. Cümle bedi’dir. Çünkü onu Bediüzzaman söylemiştir. Ve demek istemiştir ki: Güneşin güzelliğini göstermek için hiç başka ışığa ihtiyaç duyulur mu? Güneşin ışığı, kendisini göstermeye yeter.

Yukardaki sözü manası itibariyle destekleyen Bediüzzaman’ın bir bedi sözü de şudur: “Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed’dir. (s.a.v)” (8)

Bu söz, Peygamber’den hak olduğuna dair mucize isteyen zavallılara bir cevap mahiyetinde söylenmiş bir sözdür. Bu cümle ile denilmek istenmiştir ki: Peygamberden mucize istemeye ne gerek vardı? Mucize karşınızda duruyor: Muhammed. (s.a.v)

Adı güzel, tadı güzel, yadı güzel Muhammed. (s.a.v)

Eli güzel, yolu güzel, dili güzel Muhammed. (s.a.v)

Sireti güzel, sûreti güzel, kalbi güzel, kalıbı güzel Muhammed. (s.a.v)

Halkı güzel, hulku güzel. Ahkâmı güzel, ahlakı güzel Muhammed. (s.a.v)

Şeriatı güzel, medeniyeti güzel Muhammed.(s.a.v)

Üstad Nursî’nin, bir makalenin boyutlarına sığmayacak derinlikte ve güzellikte bir cümlesi bu günkü yazımızın hitam-ı miski olsun. Buyurmuşlar ki:

Evet,evet,evet !…Eğer kainattan Risalet-i Muhammediye’nin (ASM) nuru çıksa, gitse kainat vefat edecek !!! Eğer Kur’an gitse, kainat divane olacak ve küre-i arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belki,şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak,bir kıyameti koparacak.!” (9)

Aman herkes dikkat etsin ve çok çalışsın. Kâinatımızdan Peygamberimizin nuru, dünyamızdan da Kur’an çekilip çıkmasın.

(Devam edecek)

DİPNOTLAR:

1-Şirâzî, Sâdî, Bostan ve Gülistan, terc. Rifat Bilge, 2

2-Nursî, Said, Sözler (19.söz)

3-Aynı yer

4-Bkz Ahzab, 33 / 46

5-Nursî, aynı yer

6-Nursî, Said, Sözler, 19. Söz, 6. reşha

7-Nursî, M.Nuriye, (Rşhalar, 3.reşha), 23

8-Nursî, Şuaat-ı Marifetü’n-Nebi (6.şua, zeyl )üç noktaya cevap 2

9-Nursî, Sözler, (10.söz, 2. Zeyl) 107

Vehbi Karakaş / Risale Haber