Etiket arşivi: rahmet

Kerem ve Rahmet Kapıları

Haşir Risalesi İkinci Hakîkat, “Bâb-ı kerem ve rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir” (1) şeklinde başlamaktadır.

Kerem ve Rahmet; sarf (Arapça’da kelime yapılarını ve kelimelerde oluşan harf değişikliklerini inceleyen, dili meydana getiren kelimelerin çekimlerinden bahseden ilim dalıdır) ve nahiv (kelimelerin cümle içindeki görevlerini ve cümle yapılarını inceleyen, cümle içinde kullanılmasından bahseden ilimdir) ıstılahınca masdardır.

Kerem lûgat olarak; istemeden vermektir. İhtiyaçlarını peşinen karşılamaktır. Rahmet ise; şefkat ve merhamet demektir. Asıl anlamı, kalp şefkatidir.

Kerem ve Rahmet fiilleri ise; Kerîm ve Rahîm isimlerini gösterir.

Şu kâinatta zerreden Arş’a kadar her bir varlık birer eserdir. Her bir eserde birer kapı hükmünde olan İlâhî fiiller gözükmektedir. Kerem ve Rahmet fiilleri de birer kapı durumundadır. Bu kapılardan iki şey görünmektedir:

Biri: Kerîm ve Rahîm isimleriyle isimlendirilen bir Zât-ı Akdes’in vücûbunun vücûdu ve vahdeti,

Diğeri ise; Haşir gerçeği.

Madem âlemde kerem ve rahmet fiilleri görünüyor. Başka bir âlemde devam etmez, geçici kalırsa, yapılan ikram ve şefkatler boşa gider. O rahmet ve iyilik sahibine düşmanlık ederler.

Bu dünyada o kerem sahibini imân ile tanıyarak ibâdetle hizmetine girenlerle, o rahmeti inkâr edenler mükâfat ve ceza almadan buradan göçüp giderler, ölümle eşit hâle gelmiş olurlar.

Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihâyetsiz bir kerem ve nihâyetsiz bir rahmet ve nihâyetsiz bir izzet ve nihâyetsiz bir gayret sâhibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfât, izzet ve gayretine şâyeste mücâzatta bulunmasın? “(2)

Üstad Bediüzzaman (r.a), Haşir Risalesinin bu ikinci hakîkatinde, öncelikle rahmet ve kerem fiilinin eserlerini nazara veriyor, ardından kerem fiilini dört misâlle açıklıyor, sonra da izzet ve celâl fiillerinin yansımalarını gösteriyor. Rahmet fiili üzerinde üç misalle duruyor ve bu fiilerin arkasında esmâyı isbât ediyor, haşri de bu isimler üzerine binâ ediyor.

Ramet ve kerem fiilleri, mü’minleri kuşatır. İzzet ve celâl fiilleri ise kâfirler hakkında tecelli eder. İlâhî ahlâk bunu gerektirir. Mü’minin görevi Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmaktır. Yani mü’minlere karşı şefkat ve merhâmetli, kâfirlere karşı ise, izzetli (azîz) ve celâlli (celîl) olmalıdır.(3)

Yer küre, bir gemi gibi şu fezâ denizinde Allah’ın izniyle dönüyor. Gaybî bir Zât, o geminin temsilcileri olmak üzere Sevr (öküz), Hût (balık), Esed (aslan) ve İnsan adlarında dört melek görevlendirmiş. Bu muhteşem gemiye dört yüz bin çeşit varlıkları doldurmuş…Her birinin isteği ayrı, rızkı, silahı, elbisesi, ömrü, silahı, yiyeceği,görev pusulası ve terhis zamanı ayrı olduğu halde; karıştırmadan, şaşırmadan, unutmadan yardımına koşar ve koşturur kerîm bir Zâtın vücûb-u vücûdunu akıl sahiplerine göstererek ispat eder.(4)

Bu varlıkları karanlıkta bırakmamak için damlarına bir lamba, ısıtmak için bir soba koymuştur.

Böyle bir ikram, kerîm bir Zâtı gösterir. Ancak ömürlerinin kısa olması sebebiyle burada tam doyuma ulaşmadan göçüp gidiyorlar. Demek bir başka diyarda kalıcı ve devamlı nimetlerle buluşmak üzere bir başka memlekete sevk ediliyorlar.

Rızka muhtaç ve ebed diye haykıran tüm mevcûdât; “Yâ Kerîmu yâ Allah” sesleriyle koro oluşturmuş, O cömert Zât-ı kerîme teşekkür ve minnetdarlıklarını sunuyorlar.

Hiç mümkün müdür ki, bin bir çeşit nimetlerini ve eserlerini üzerlerinde gösteren bu kerîm Zâtın varlığına imân edip O’na itaatle boyun eğenlere ebedî ikramlarda bulunmasın? Burada arının eliyle sofrasına koyduğu gıdayı, bal nehirleri halinde onların hizmetine sunmasın?(5)

Takvâ elbisesine bürünenleri en güzel giysilerle sevindirmesin, en güzel koltuklarda ve tefriş edilmiş salonlarda ağırlamasın, en gösterişli sofralara dâvet edilmesin, ziyafetlerde karşılanmasın?(6) Hâşa ve kellâ.

İşte Rahîm ismi ebedî bir Cenneti ve saâdeti, Azîz ismi ise ebedî bir Cehennemi ve mutsuzluğu gerektirir.

Yâ Rab! Bize küllî bir nazarla bakarak bu hakîkatleri hakkıyla idrak etmeyi müyesser kıl.

Senden başka Kerîm yoktur. Kerîm yalnız sensin Allah’ım!

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 10. Söz, 2. Hakîkat
2. a.g.y, Sözler, 10. Söz, 2. Hakîkat
3. bkz. Mâide, 54,Fetih, 29
4. Şuâlar, 15. Bkz. Şuâ, 2. Makam; Sözler, 32. Söz, 2.mevkıf, 3. Maksad, 4. Remiz
5. bkz. Muhammed Sûresi, 15
6. bkz.Hac, 23; Kehf, 31; Rahman, 54;Nahl, 80

Rahmet Gazaba Nasıl Dönüşür?

Yağmur rahmet mi? Tabii ki rahmet. Bereket mi? Hiç şüphesiz bereket. Nimet mi? Her haliyle nimet. Yağmursuz hayat olur mu? Olmaz ve onsuz hayat söner ve biter.

Ama bazen öyle oluyor ki, bütünüyle rahmet, bereket, nimet ve hayat olan yağmur gazaba dönüşüyor, hayat felç oluyor, her yer bir felaket şekline giriyor.

Benzeri bir olay 1500 sene önce Saadet Asrında da yaşanmıştı.

Medine’de büyük bir kuraklık hakimdi. Aylarca yağmur yağmamış, her yer kurumuş, kibrit gibi olmuştu. Sahabiler ne yapacaklarını, nasıl bir yol izleyeceklerini bilemiyorlardı

Çaresiz bir halde bekleyip duruyorlardı. Fakat sonunda çareyi buldular.

Olayı Hz. Enes anlatıyor: Bir Cuma günüydü. Peygamberimiz Cuma hutbesi için minbere çıktı, hutbesini okumaya başladı. Bu esnada bir sahabi ayağa kalktı, durumu Resulullaha (a.s.m.) arz etti:

Ey Allah’ın Resulü, malımız helâk oldu, ailemiz perişan oldu, bizim için Allah’a dua eder misiniz?dedi.

“Bunun üzerine Peygamberimiz ellerini kaldırdı. Biz gökte bir bulut göremiyorduk. Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Resulullah daha ellerini geri çekmeden, semâda dağlar gibi bulutlar meydana geldi. Resulullah henüz minberden inmemişti ki, sakalından yağmur damlaları dökülmeye başladı. O gün, ertesi güne kadar yağmur yağdı. Daha sonraki günde de yağdı, onu takip eden günde de yağdı, hatta ertesi hafta cumaya kadar yağış devam etti. Öyle ki, o sahabi tekrar ayağa kalktı ve:

“Ey Allah’ın Resulü, binalarımız yıkıldı, mallarımız suyun altında kaldı, bizim için Allah’a dua edin de artık yağmur dinsin” dedi.

Peygamberimiz ellerini kaldırdı ve ‘Allah’ım, (yağmur) etrafımıza yağsın, üzerimize değil! Allah’ım, dağların ve tepelerin üzerine, vadilerin içine, ağaç biten yerlere olsun’ diye dua etti. Sonra da eliyle bulutlara doğru, hangi istikametteki buluta işaret ettiyse, bulutlar orada açıldı. Bütün Medine buluttan temizlendi, biz de çıkıp güneşte yürüdük.’” (Buhari, İstiskâ: 6)

Evet, olay bu kadar açık ve net. Kur’ân’ın ifadesiyle yağmurun bir adı “rahmet”, diğer adı da “yardım” anlamında “ğays”tır. Âyetin bildirdiğine göre, insanlar ümitlerini kestikleri ve çaresiz kaldıkları bir anda yüce Allah yağmuru indirir, rahmetini gönderir ve her tarafa yayar. (Şûrâ, 42:28)

Demek ki, yağmur rahmetin tâ kendisi, bir yerde rahmetin tecessüm etmiş şekli, gözle görünür hale gelişi.

Ama neden “rahmet” durup dururken bir felaket haline geliyor, insanları perişan ediyor, her şeyi alt üst ediyor? Bu sonuç yağmurdan mı kaynaklanıyor, yoksa bizden, insanlardan mı?

Başka bir ifadeyle tedbir alınmadığı için, gereken önleme başvurulmadığı için mi her seferinde, bazı illerimiz bu olumsuz hallerle yüz yüze geliyor?

Bu manzaraya “tedbirsizlik” demekten başka bir şey denmiyor. Aslında her nimet böyle değil midir?

Zenginlik bir nimetken, yerinde ve faydalı bir şekilde kullanılmayınca başa bela oluyor. Sağlık Allah’ın bir ihsanı iken, “koruyucu hekimlik” dediğimiz önlemler alınmayınca birden hastalığa dönüşüyor. Evlat sahibi olmak hayırlı bir imkanken, yeterli eğitim verilmeyince, aile için bir musibet şekline bürünüyor.

Akıl ve ilim gibi iki büyük servet insana bu nimetleri ve imkanları yerinde, faydalı bir şekilde kullanmak üzere verilmiş. “Tedbir, takdirin önüne geçer” sözü de bunun için söylenmiştir.

Meseleye kader inancı açısından bakıldığında, insanın cüz’î iradesi, tercih ve seçenekleri devreye girmeden, Allah’ın külli ve sonsuz iradesi tecelli etmiyor.

Mesele, yağmuru, yağışı ve rahmeti suçlamaya girmeden, verilen aklı, bilgiyi, tecrübeyi ve imkanları âzami ölçüde kullanabilmek, istifademize sunulan nimetleri bir azap ve gazap haline çevirmemektir.

Bir de rahmet, felaket haline dönüşür gibi olunca, elimizi ve gönlümüzü duaya açmaktır.

Mehmet Paksu / Moral Haber

Lütuf ve Rahmet

Ramazan ayı idi. Suffa ehli her akşam birileri tarafından iftara götürülürdü. Ancak o gün kimse gelmedi. Oruçlarını yemek ile açmadan sabahladılar. Ertesi akşam, baktılar yine gelip giden yok. Hz. Vasile, onların elçileriydi. Ne vakit bir ihtiyaçları olsa Vasile’yi Peygamber Aleyhisselam’a gönderirlerdi. O kalktı, Resulullah’ın yanına gitti ve durumlarını anlattı. Peygamber Aleyhisselam, hanımlarına yiyecek bir şey olup olmadığını sordu. Peygamber hanesinde, onlara yedirebilecek hiçbir şey çıkmadı. Resulullah ellerini açarak dua etti: “Allah’ım senin lütfundan ve merhametinden istiyorum. Rahmet Senindir. Senden başka kimsenin değil!” Daha ellerini indirmemişti ki, bir adam elinde kızarmış bir koyun ve ekmek olduğu halde içeriye girdi. Suffa ehli, doyuncaya kadar yedi. Hepsine afiyet olsun! Yemekten sonra Resulullah şöyle buyurdu: Biz Allah’ın lütuf ve merhametini istemiştik. İşte bize Allah’ın lütfu. Rahmetini de öbür dünyaya bıraktı.

Selim Gündüzalp

Ya İlâhi

Yüce Allah’ın adıyla, başlayalım her söze
Ebediyen zeval olmaz, O’na ağlayan göze

O ilâh ki esirgeyen ve de bağışlayan Zat
O’na açılan ellere, vermektedir kat be kat

O ilâh ki dergâhına, geleni boş çevirmez
Adalet ile hükmeder, zulmedenleri sevmez

O ilâh ki hep var idi, var olacak her zaman
O’dur âlemlerin Rabbi, O’dur Rahim ve Rahman

O ilâh ki darda koymaz, O’na şükredenleri
Cennetine dâhil eder, O’nu zikredenleri

O ilâh ki ezelidir, O’nun için son yoktur
Âlemlere rahmet eder, çünkü rahmeti çoktur

Ya ilâhi günahkârım, affeyle günahımı
Kıyamet gününde kırma, kolumu, kanadımı

İnandım ki ilâh sensin, hüküm yalnız senindir
Bağışlamak Sana mahsus, hata yalnız benimdir

Ya ilâhi hatalıyız, yakma bizi narınla
Bize rahmini ihsan et, yandır bizi nurunla

Gönüllere sevgi veren, Yüce Rahman adındır
Âlemleri kucaklayan, lütfünle rahmetindir

Rahmedersin mahlûkata, rızık ikram edensin
Rızan için sevenlere, sevgiyi lütfedensin

Ya ilâhî Rahim sensin, rahmeyle müminlere
Cennetini nasip eyle, mümin ins ve cinlere

Senin sonsuz merhametin, kuşatmış her zerreyi
Yüce sevgi ve şefkatin, doldurmuş yer küreyi

Kâinat senin mülkündür, hakiki Melik Sensin
Hükmedersin âlemlere, onları yönetensin

Bir ömürlük misafiriz, sonra göçer gideriz
Bizi bekleyen mekâna, burdan uçar gideriz

Tanyeri senin kulundur, ister merhametini
Bütün cümle mahlûkata, bahşeyle rahmetini

Ahmet Tanyeri – Diyarbakır

www.NurNet.org

Bela ve Musibetlerin Altındaki Rahmet Cilveleri

Bela ve musibetler imtihan içindir. Belaya tahammül insanı yüceltir. Ruhunu temizler, vicdanına huzur ve kalbine inşirah verir. Bu hal çok zordur, ama büyük mükafatlara vesiledir.

Musibet, kuraklık, kıtlık, hasılat veya hayvanata arız olan afetler, arazi zayiatı ve zelzele gibi her türlü zararlara şamildir. Ayrıca, ölüm, hastalık, açlık ve yoksulluk gibi canlara taalluk eden acılardır.

Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Andolsun biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!”

Bütün musibetler Allah’ın ilmi ezelisinde veya Levh-i mahfuzda yazılmış bir takdiridir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”

Bela ve musibet, hedefine isabet eden bir mermi gibi, insana şiddetle dokunur. Eflatun’un dediği gibi; “Musibetler Allah’ın oku, hedef ise insandır. “eynelmefer” nereye kaçacaksın.”

Bu dar-ı imtihanda hiç kimsenin asude bir hayat yaşadığı vaki olmamıştır. İnsanın yaratılışından beri hal, bu minval üzere devam etmektedir. Bu değişmez ezeli bir kanundur, kıyamete kadar da böyle gidecektir. Bu dünya bir imtihan salonu olduğundan insanlar çeşitli şekillerde imtihana tabi tutulmaktadırlar. Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Dünya dar-ül meşakkattır.” buyurarak, dünyada rahat, huzur ve gerçek saadetin olmadığını vurgulamışlardır.

Ağır belâ ve musibetlerin insanların üzerine yağmur gibi dökülmesinin nice hikmetleri vardır ki, onu Allah’tan (c.c) başka kimse bilemez. Cenab-ı Hakk’ın kullarına emrettiği ibadetlerin bir kısmı malî, bir kısmı da bedenîdir. Namaz, oruç, zekât, hac ve tefekkür gibi ibadetlerin dışında hastalıklara ve musibetlere sabır ve tahammül etmek de bir ibadettir, tevekkül ve kulluğun esasıdır. Bu bakımdan başa gelen bela ve musibetlere sabır ve tahammül zaruridir.

Sabır, bir insanın başına gelen bela ve musibetlere feryad-ı figan etmeden dayanması, uğradığı dert ve belalardan dolayı Allah’tan gayrisine arz-ı şekva etmemesidir. Sabr-ı cemil sahibi olan olgun bir mümin, bu mihnethaneyi dünyada başına gelen musibetlerden dolayı metanetini muhafaza edendir. Bir insanın kadir ve kıymeti başına gelen bela ve musibetlere gösterdiği sabır ve mukavemet nisbetindedir.

Sabreden bir kul, necat ile müjdelenir. Sabır acıdır ve nefse ağır gelir, lakin bir şifalı ilaç kadar faydalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Asıl sabır, musibetin ilk anında olanıdır.” buyurmuşlardır. Bu hal çok zordur, ama çok değerlidir ve akıl almaz büyük mükafatlara vesiledir. İlk musibet anındaki gibi keder ve üzüntüler devam etse, hayat azap olur ve yaşanmaz bir hal alır. Bu bakımdan nisyan da büyük bir nimettir ve bir lütf-u ilahidir.

Bela ve musibetler imtihan içindir. Belaya tahammül insanı yüceltir. Ruhunu temizler, vicdanına huzur ve kalbine inşirah verir. Sabır, sebat ve hüsn-ü niyet ile imkansız görünen şeyler mümkün hale getirilir ve kolaylıkla halledilir. Cenab-ı Hakk’ın nazarında en makbul ameller, en güç olanlarıdır. İ’la-yi kelimetullah uğrunda cihad etmek pek zordur, fakat amellerin en en efdalidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Amellerin en efdali, zor olanıdır.” buyurarak bu hakikatı ifade etmişlerdir.

İbrahim Bin Ethem buyurdular ki: “Öbür dünyâda terâzide en ağır amel, burada bedene en zor gelenidir.”

Sabır o kadar güzel bir haslettir ki, bir çok fazilet onun ile kemal bulur. Sabrın kadir ve ehemmiyetini ifade eden bir çok ayet ve hadis vardır. “Allah sabredenler ile beraberdir.” ayeti sabrın ne kadar mühim olduğunu nazara vermektedir. Bir musibet ne kadar elim ve büyük olursa olsun, madem ki Allah onunla beraberdir, o musibet hakikatte musibet sayılmamalıdır. Bir kul için bundan daha büyük bir izzet, şeref ve lütuf olabilir mi?

Peygamber Efendimiz de “Sabır bütün huzur ve rahatın anahtarıdır.”, “Sabreden zafere ulaşır.”, “Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır.”, “Acele şeytandan, teenni ve sabır Allah ‘tandır.”, “Halim (sıkıntı ve belâya karşı tahammüllü ve sabırlı olan) insan, peygamberlik mertebesine yaklaşır. “ gibi birçok hadis-i şeriflerinde sabrın ehemmiyetini vurgulamaktadır.

Bedidüzzaman şöyle buyurur:

“Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikayeti tazammun eder. Ve efalini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı. Hazret-i Yakub Aleyhisselâmın “Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah’a şikayet ederim” demesi gibi olmalı. Yani: Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, “Eyvah! Of!” deyip, “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır. “

İnsan derdini kula değil, Allah’a arz etmelidir.

Evet, şekvanın en tehlikeli ciheti Cenab-ı Hakk’ı halka şikayet edip halini ve derdini insanlara anlatmaktır. Yoksa dert ve kederini Cenab-ı Hakk’a arz etmek, O’na sığınmak sabr-ı cemil olmaya münafi değildir. Melce-i kainat ve menba-ı hayrat olan Cenab-ı Erhamürrahimin kulun kendisine derdini arz etmesinden, niyaz ve duasından, havf ve recasından memnun olur. Allah (c.c) kalbi kırık ve kederli bir kulun enin ve ağlamasını sever, haşiyane ilticasından hoşlanır.

Barigah-ı rahmetpenah kullarının melcegâhıdır, sığınacak kapı yalnız O’nun kapısıdır. O’na açılan hiçbir el boş dönmez. Musibetzedelerin ilticaları, samimi nida ve niyazları asla red olunmaz. Hele kalbi kırık ve bağrı yanık bir felaketzedenin eninleri zaman olur ki, arş-ı aladaki meleklerin niyazlarından daha ziyade hüsn-ü kabule mazhar olur.

Cenab-ı Hak sevdiği bir kulunu bela ve musibetlerle imtihan eder. Bazen de bir dert ve keder onun geçmiş günahlarının affına vesile olur. Bazı musibetler de kulu kurb-u ilahiye mazhar eder.

Evet, sırrı rububiyet, insanların sabır, sadakat, ihlas ve teslimiyetine, istidat ve kabiliyetine göre tecelli eder. Cenab-ı Hak her kulun sabır ve teslimiyetine göre muamele eder ve ona göre mükafatlandırır. Kimi sıfat-ı cemal, kimi de sıfat-ı celal altında terbiye olunur. Bazı kullarda da hem cemal ve hem de celal altında terbiye olunurlar. Cenab-ı Hakk’ın öyle muameleleri vardır ki, görünürde kahir engiz, fakat hakikatte lütuf ve ikramdır. Bir arif-i billahın dediği gibi,”kahr-ı ilahi, kahr-ı mahz yani sadece kahir olamaz. O kahir altında nice lütuf ve kerem saklıdır.”

Beşeriyet makamı acz ve fakr makamıdır. Kul, başına gelen her hangi bir musibetten dolayı kazaya rıza göstermeli, Allah’ın her hükmüne razı olmalıdır ve o belanın izalesi için de O’na iltica etmelidir. Zaten kula bela gelmesinin bir hikmeti de, onun, Cenab- Hakk’a iltica etmesi içindir.

Sabredenler Allah’ın “Sabur” ismine mazhar olurlar. Allah’ın bir ismi olan “Sabur”, O’nun acele etmekten münezzeh olduğu anlamındadır. İnsanın fazileti, şu fani alemde necatına vesile ve hakkında hayırlı olacak şeyleri acele etmeden istemesidir. Demek ki, acele etmek, bir şeyi vaktinden evvel istemek, şeytanın vesvesesinden ileri gelir. Sabır ve teenni ile hareket etmek ise Tevfik-i ilahinin eseridir.

İnsan, fıtratının gereği olarak çok acelecidir, her hatırına geleni hemen elde etmek ister. Arzu ettiği şeylerin akibetini pek düşünmez. Ahiret nimetlerini bile dünyada görmek ister. Halbuki dünyadaki bütün nimetler ahiret nimetlerinin bir gölgesi hükmündedir. İnsan bundan gafil olarak gölgeyi asıl zanneder, ona çalışır, onun olması için dua eder ve bunda da aceleci davranır.

Nitekim Cenab-ı Hak, bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “İnsan, bazen şerri, tıpkı hayrı istercesine ister. Pek acelecidir bu insan.” Bu ayetten de anlaşıldığı gibi insan, kısa aklıyla, hak ile batılı tefrik edemediğinden, çoğu zaman nefsine tabi olarak fani zevklerin peşine düşer ve onları talep eder. Bir dirhem hazır lezzeti, ebedi hayattaki batmanlarca lezzete tercih eder. Maksuduna sabır ile ulaşması lazım gelirken, acele ettiğinden dolayı ondan mahrum kalır.

Cenab-ı Hak, bu kâinatı bir anda değil, altı günde yani altı devrede yaratmıştır. Kâinatın meyvesi olan insanlar, hayvanlar ve bütün nebatatlarda da bu tedriç kanunu cereyan etmektedir. İnsan vücudu bir anda kemale ermediği gibi, bir çekirdek de bir anda ağaç olmaz. Bu bakımdan insan, bu fıtrat kanununa riayet ederek, her şeyin bir anda olmayacağını düşünmeli, işlerinde acele etmek yerine sebeplere riayetten sonra neticeyi Allah’tan beklemelidir.

Sabır ve teenni ile hareket etmeyip, acele edenler maksuduna ulaşamazlar. İnsan birçok belâ ve musibeti sabır ile aştığı gibi, meşru arzu ve isteklerine de ancak sabır ile nail olur. Hususan en şerli ve en zalim insanların taarruzlarına maruz kalan büyük zatlar, o eza ve cefanın altında “kahharane fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri”ni ve inayetin iltifatını görmüş, kemal-i sabır ile tahammül etmiş ve maksutlarına ulaşmışlardır.

Zira, Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfıki sabırlı insanların üzerinedir.

Mehmet KIRKINCI