Etiket arşivi: risale akademi

Din Stratejileri – Din Birliği ve Küresel Barış

Hutbe-i Şamiye Ekseninde İslam Birliği ve Küresel Barış Konferansı Tebliğidir.

Arabistan yarımadasında doğmaya başlayan İslam Güneşi, Hz. Ömer devrinde Ortaasya ve Kafkaslardan Bizans hudutlarına kadar çok büyük bir alanı aydınlatıyordu. Onlarca Arap olmayan kavim İslam dairesine girmiş Muhammedî hakikati ikrar etmekteydi.

Hz. Ali’nin Halifeliğine, iktidar hırsı yanında, aşiret ve kavmiyet taassubuyla karşı çıkılmasıyla başlayan fitne, “ittihad-ı İslam”ı parçalamaya başladı. Hz. Hasan’ın zehirlenmesi ve Hz. Hüseyin’in şehâdeti ile zirveye ulaştı.

Kutlu Nebi’nin beyanı ile İslam hilafeti 30 yılı zor da olsa tamamladı ve “ittihad-ı İslam” da unutulmaya başlandı.

Abbasi Halifesi Kâim Biemrillah’in çağrısı üzerine 15 Aralık 1055’te Bağdat’a girerek. Halife üzerindeki baskıyı kaldırıp, Büveyhoğulları’nın zulmünü sona erdiren Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin, İslam’ın Sancağı’nı eline alarak başlattığı İslam’ın Sancaktarlığı görevi yaklaşık 900 yıl sürdü.

16. yüz yıla geldiğimizde, İstanbul’daki medreselerde, bundan daha büyük, daha güçlü daha zengin devlet yok. İlimde, sanatta ve medeniyette daha büyüğü nasıl olabilir? “Bundan sonra okumaya ne gerek var” mantığı ortaya çıkmaya başladı. Süleymaniye ve Selimiye’nin yapıldığı sıralarda, “Medrese”lerde “geometri okumaya gerek yok” gibi, tartışmalar başladı.

Kâtip Çelebi’nin “Mizanü’l Hak” adlı kitabında eleştirdiği tartışmalarla başlayan ilimde gerilemeler, fen alanında da kendisini gösterdi. Asıl gerileme ilim ve fende oldu.

Bir zamanlar Haçlı Seferleri’nde başarılı olamayanlar, zenginliğini kaybetmeye başlayan Müslümanlardan yandaşlar, destekçiler bulmaya başladı.

Hırsız içerden olunca, öküz bacadan bile çıktı. Etnik milliyetçi, ırkçı düşünceler yanında farklı Müslümanlık anlayışları arttı ve batı Hıristiyan dünyasından bulduğu desteklerle güç kazandı.

Osmanlı küçülmeye başladı. 19. yüzyıla gelindiğinde, “bu kötü gidişe nasıl dur diyebileceğimiz”, soruları aklımıza geldi. İşte “ittihad-ı İslam” yani “İslam Birliği” fikri de bu arayışlardan biridir ve doğru bir taleptir.

Bu günlerde “üç kıtada toprakları bulunan son hükümdar” olarak anılan Sultan Abdülhamid Han “İttihad-ı İslam” için en çok çalışan ve bu fikri savunanlara en fazla destek vermiş “Hakan”dı.

İslam birliği konusunda Üstad Said Nursi’nin sözlerini hatırlayalım:

İki Mekteb-i Musibet Şehadetnâmesi” ismindeki eserimde tarif etmişim. Şimdi o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını göstereceğim. İşte, kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâm’ın Hacerül-Esved’i, Kâbe-i Mükerreme’dir; ve dürret-i beyzâsı Ravza-i Mutahhara’dır; Mekke-i Mükerremesi, Ceziretü’l-Arap’tır; medine-i medeniyet-i münevveresi, tam hürriyet-i şer’iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniye’dir.

Eğer İslâmiyet milliyetini ve İttihad-ı İslâm’ın taşını ve nakşını istersen, işte bak! …”[2]

Tekraren söylüyorum ki, ittihad-ı İslâm hakikatında olan ittihad-ı Muhammedî’nin cihetü’l-vahdeti Tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini de Îman’dır. Müntesibîni umum müminlerdir. Nizamnâmesi, sünen-i Ahmediye’dir. Kanunu, evâmir ve nevâhi-i şer’iyedir. Bu ittihad âdetten değil, ibadettir. İhfa, havf; riyadandır. Farzda riyâ yoktur.

Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır.

İttihad–ı İslâm’ın bütün müminlere şâmil olduğunu, bunun tahsis ve tahdit kabul etmediğini ısrarla anlatan Bediuzzaman, Yavuz Sultan Selim’in, Arabistan’ı Osmanlı topraklarına katmasını bu mânâdaki İttihad–ı İslâmı hedef alıp tesis etme amacına yönelik bir çalışma olduğunu ve kendisinin de buna ittibâ ettiğini beyan eder.

19. asrın son çeyreğinde başlayan siyasi partiler serüveni, meşrutiyet ve Cumhuriyet’le devam etti. Birinci ve ikinci dünya savaşlarından sonra özellikle batıda yaygınlaştığını gördüğümüz demokrasi ve insan hakları uygulama ve iddiası İslam milletlerinin yaşadığı coğrafyaya ya eksik geldi, ya da hiç uğramadı.

Aslında bu iki kavram da Müslümanlara aitti. Kur’an ve Sünnet bunu tevsik etmekte; Veda Hutbesi tescil etmekte; “Raşit Halife”lerin seçimleri bunu tasdik etmekte iken bunları kaybettiğimiz veya unuttuğumuzu bile hatırlayamadık.

İsyana kalkışan Şeyh Said’e; “İttihad-ı İslam”ın yaşandığı 900 yıllık geçmişi hatırlayarak, “Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılıç çekilmez. Siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vaz geçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir”[3] diye mektup yazmıştı.

Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed ve O’nun ümmetinin yaşadığı bölgelere bol bol lütuf ve ihsanı olarak görülen yer altı kaynakları, özellikle petrol bulunduran bölgeler başta olmak üzere, küresel emperyalizmin ana hedefi olmaya başladı ve devam ediyor.

Halen yaşamakta olduğumuz 21. yüzyılın başında küresel emperyalizm, bizim dünyamızda, Müslümanlar arasında çatışmalar ve savaşlar çıkartma peşindedir.

Böyle bir zamanda “İttihad-ı İslam” yani İslam Birliğini konu alan bu toplantı, inşallah önce bizim, sonra da bütün İslam dünyasının uyanışına vesile olur.

İlk yıllarında siyasete olumlu bakan Bediuzzaman, daha sonra bu görüşünü değiştirir ve “Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalpler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.”[4] der. Nur Allah’ın nuru’dur. Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği Kur’an’dır, İslam’dır.

Ancak batı destekli güzel süslenmiş yalan ve maddi menfaatle kamufle edilmiş sapık fikirler; ırkçı görüşler ve ayrılıkçı düşünceler ortalığı kaplamış; siyaset, dinin önüne geçmiştir.

Hâlbuki “siyaset bir nur değil, aksine bir topuzdur”. “Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder.

“Hem nur, hem topuz-ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz”[5] diyor.

Üstad gibi birinin yapamayacağını kim veya kimler başarır veya başarmaktadır?

Günümüzde en fazla üzerinde durulması gereken “imanî hakikat” budur.

Buraya bir bal mumu yapıştırarak meselenin günümüzle ilgili boyutuna da dikkatlerinizi çekmek istiyorum:

George Walker Bush’un Amerika Birleşik Devletleri’nin 43. başkanı olduğu 20 Ocak 2001 tarihinden sonra geliştirdiği ve ABD tarafından halen uygulanmakta olan bir anlayış ve siyaset var.

Bu siyaset, Haçlı zihniyetinin çağdaş versiyonu ve/ya bilimsel olanıdır denilebilir bir stratejidir.

Beyaz Saray çevresindeki uzmanlar, dünyanın en büyük ve güçlü devleti ABD olduğundan, dünyanın tek hâkiminin Tanrı gibi algılanması gerekir. Bunun için de Tanrı dünyayı ve insanları ne ile nasıl idare ediyorsa, ABD başkanının da öyle idare etmesi gerektiği şeklinde bir algıyı bilim ve strateji dünyasına ve ABD politikalarına taşıdı.

Sırf bu amaçla geliştirilen “strategy of Religion” Din Stratejisi, “strategy God ”Tanrı Stratejisi” çalışmaları, asıl hedefin, sömürülecek ve kullanılacak ana kitlenin Müslümanlar olduğunu ortaya koydu. Bu defa Müslümanların yaşadığı bölgelerdeki menfaatlerini koruyabilmek ve geliştirebilmek adına, İslam’ı nerede, kime karşı, nasıl kullanacağı araştırmalarına yönelmiş ve böylece “strategy of İslam” orta çıkmıştır.
Bu konuda ABD’de onlarla kitap ve makale yayınlanmıştır.

İslam’ın hangi mezhebini, hangi tarikatını, hangi cemaatini, ne zaman, kime karşı, nasıl kullanacağını ortaya koyan çalışmalardan İslam dünyasında kaç kişi haberdardır?

Unutmayalım ki, Küresel emperyalizmin hedefi, Müslümanların yaşadığı “İslam Dünyası”dır.

Küresel emperyalizm, tıpkı Sovyetlerin çöküşünün, bir tek mantar tabancası patlatılmadan başarılması gibi, -hiç masraf etmeden- Müslümanı Müslüman’a kırdırarak amacını gerçekleştirmek istemektedirler.

Bunu ortaya atanlara göre İslam aşırı, marjinal, anarşi ve terörü besleyen bir dindir. Onun için de bunun terbiye edilmesi ve aşırılıklarının törpülenmesi gereklidir.

Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Ortadoğu için icad edilip uygulamaya konulan ILIMLI İSLAM bu stratejinin en önemli uygulama bölümüdür.

21. yüzyılın başında içinde yaşadığımız tarih diliminde, İslam dünyasında çıkartılmak istenen Şii- Sünni ihtilafı veya çatışmasının kaynağı da aynı stratejidir.

– Çağın ilmini, fennini, sosyal, kültürel, siyasi ve diğer alanlardaki gelişmelerini bilmeden “ittihad-ı İslam” demekle bu birlik gerçekleşseydi, yaklaşık iki yüz yıldır çoktan gerçekleşmez miydi?

Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atını
Veriniz mesainize hem de son sür’atını

– Diyen Mehmet Akif’i can-ı gönülden dinlemiş ve yeteri kadar çalışmış olsaydık, bu durumlara düşer miydik?

2006 sonu haccıydı. Mekke’de, Türkçe adı ile ”Hz. Ali Evlatları Aile Önderleri Vakfı”nda, Vakfın o zamanki başkanı, Ummü-l Kura Üniversitesi Hukuk Profesörü Seyyid Abdullah ATTAS ile üç yarım gün süren “Ehlibeyt Sevgisinin, İslam kardeşliğinin ve İslam dünyasının güçlenmesindeki rolü” konulu konuşmamız sırasında demişti ki;

“- Şu anda reel olarak bir İslam dünyasından bahsedemeyiz. İslam ülkeleri gibi görülen devletler, emperyalizm denizine batmışlardır, sadece Türkiye’nin başı emperyalizmin dışındadır. Onun da bedeni emperyalizme batmış görünüyor.

Emperyalizmden kurtulma umudu olan tek İslam ülkesi Türkiye’dir.

– Bir Müslüman, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi dili konuşursa konuşsun, kendisini koruyacağına inandığı bir güç olmasa, yüksek sesle ne “Müslüman’ım” diyebilir, ne de “Kelime-i Şahadet” veya “Kelime-i Tevhid”i okuyabilir. Mesela biz, Mekke’de, Kâbe’nin yanında bile bunu söyleyemeyiz. Emperyalizm bu derece etkilidir” dediğinde,

– Peki bu güç nedir, kimdir, bölgesel mi, küresel mi, diye heyecanlanmıştım. Cevap verdi:

– Bu güç sadece bir tanedir. Gücü, tarihi ve kültürel geçmişinden geliyor, dedi. Adı var mı diye sordum.

70 yaşındaki Seyyid cevap verdi:

– “Bu gücün adı, “ceyşu-l etrak” Türk Ordusu’dur. Kadere bakınız ki, Türkiye’nin İslamcıları bunun farkında değiller!

O, Hakk’a erdi.

Son din ve son peygamber, “”güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim“[6]

Ahlâk, Yaradan’dan başlayarak yaratılanı da sevmeyle başlayan, davranışlar bütünüdür.

Müslüman olarak diğer Müslümanları ne kadar seviyoruz?

Kutlu Peygamberin Eşi Hz. Marya Validemizin akrabaları olan Çingeneleri, Nakşilerle aynı silsileleri paylaşan Alevileri, en az bin yıldır beraber olduğumuz ve bölgede kurulmuş Türk devletlerinin vatandaşları olmuş Kürtleri, Arapları, Zencileri, Aptalları ve İslam’ın Sancaktarı olan büyük Türk Milletini ne kadar seviyoruz?

Sevgi olmadan birlik, ittihad, ne diyorsak, o nasıl olacak?

Şimdi, günümüzde, din adamları başta olmak üzere, hepimiz ahlâki problemler yaşamıyor muyuz?

Şimdi küresel emperyalizm, Müslümanlar arasında teslim alamadığı kaç şahıs ve organizasyon kalmışsa, onların peşinde koşmuyor mu?

– Müslüman olarak, diğer Müslüman’ın aleyhinde bulunmayı en önemli “tebliğ” zannedenlerimiz yok mu?

Mü’minler kesinlikle kardeştirler, (kardeşler arasında ihtilaf olduğunda) kardeşlerinizin arasını bulun, barıştırın, uzlaştırın onları. Ve Allah’tan çekinin ki, merhamet olunanlardan olun”[7] (Hucûrat:10). Ayetini başımız derde girmeden, toplumsal facialar ortaya çıkmadan hatırlıyor muyuz?

Kur’an Müslümanların temel kitabıdır ve Ahlâk, Kur’an ve Kutlu Nebi Hz. Muhammed’in örnek ahlâkı ile tamamlanmıştır.

Kendisini, misafir olarak hacca davet etmek için görevli olarak gittiğim bir Alevi vatandaş bana sordu:

– Davetinizi kabul edersem, bana harcayacağınız para, bana helal para mıdır? Helal değilse ve gitmeye karar verirsek, son kuruşuna kadar bütün paramızı ödemek şartıyla bizi misafir sayar mısınız?

Hacca misafir olarak davet edilmiş binlerce insan içinde, sadece bir kişinin sorduğu ve sorulanı donduran bu soruyu, her yediğimiz lokmada, hepimiz sorduğumuzda, İslam birliği kendiliğinden kurulacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum.

Bu ahlaki olgunluğa ulaşmak için, nefsimizden başlayarak, “Allah” diyen, “lailahe illallah” diyen, “Muhammedün Rasulullah” diyen herkesle barışmadan; paraya, ideolojiye; siyasete ve güce karşı zaaflarla “ittihad-ı İslam” lafta kalmaya mahkûmdur.

İslam’ı, elinde tutuyor gibi göstererek siyaset yapanlara ve İslâmî hassasiyetleri olanları da içlerine katmaya çalışanlara, hep birlikte Bediuzzaman gibi seslenmeliyiz:

İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!”[8] demeliyiz.

Bunu diyebiliyorsa, mesele yok.

Hayır, bir elimle “nur”u, diğeri ile de ”topuz”u tutmaya devam edeceğim, diyorsak,

Acaba nurla beni celbedip, topuzla dövmek mi istiyorsun” diyenlere, verilecek cevabımız var mı?

Euzü billahi mineşşeytani ves siyaseh”.

Dr. Abdülkadir Sezgin / Risale Akademi

________________________________________
[1] Sosyolog (Soysal yapı ve Sosyal değişme Uzmanı), Diyanet Denetim Elemanları ve Uzmanları Derneği Genel Başkanı
[2] Münâzarât, s. 113

Said Nursi’nin Sözleri Duvara Asılmalı

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez, Risale Akademi ve AKAV tarafından 4 Şubat 2012 tarihinde düzenlenen “Hutbe-i Şamiye Ekseninde İslam Birliği ve Küresel Barış” konferansına katılarak bir konuşma yaptı.

Görmez, Bediüzzaman Said Nursi’nin Hutbe-i Şamiye eseriyle hocası aracılığıyla tanıştığını, aradan 100 yıl geçmesine rağmen hala güncelliğini koruduğunu söyledi. Görmez, bazı cümlelein hattatlar tarafından yazılarak duvarlara asılması temennisinde de bulundu.

İşte o video:

Kaynak: Risale Haber

Arap Baharını Tetikleyen Alim

Risale Akademi, bize bir davet mektubu gönderdi. Mektupta, 1 Ekim 2011 Cumartesi Ankara-Kızılcahamam Asya Termal Tesislerinde “Münâzarât Ekseninde Milliyetçilik Fikri ve Demokrasi” konulu bir konferans tertiplendiği söyleniyor, bizim de bu konferansa bir tebliğle katılmamız isteniyordu.

Ben de bu nazik daveti memnuniyetle kabul ettim. Belirlenen günde ve mekânda hazır bulunarak tebliğimi sundum.

Böyle bir konferans düzenlemelerinden ve bizi davetlerinden dolayı başta Risale Akademi’ye, Akademik Araştırmalar Vakfına ve Risale Haber’e teşekkür eder, daha büyük ve güzel organizasyonlara imza atmalarını Ceneb-ı Hak’tan niyaz ederim. Program organizatörlerinin birleştirici, kucaklayıcı, olumlu, ılımlı, nazik, samimi, efendi, hürmetkâr olmaları ve bazı eksikliklere rağmen konferansın başarılı geçmesi bizi memnun eylemiştir.

Konferansta sunduğum tebliğimin başlığı şu idi: “1911 Tarihli “Kürt Reçetesi”nin Günümüz “Kürt Meselesi”yle İlgisi”. Şimdi o tebliğden bir özet siz sevgili okurlarıma arz etmek istiyorum:

Sadece Münâzarat’tan değil, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şâmiye’sinden ve Nur Külliyat’ından da yola çıkarak, derim ki: Bediüzzaman, kıyamet öncesi son devrin imamı, müceddidi, görevlisi olması hasebiyle Sözleri’ni, eserlerini sadece yaşadığı günler için değil, gelecek günler, aylar, yıllar için kaleme almıştır.

Bu davet mektubundan sonra “Münâzarat”ı bir kere daha gözden geçirdim. Bildiklerimin ve inandıklarımın doğru çıktığını görmenin hazzını, sevincini yaşadım. Bir kere daha inandım ki Bediüzzaman’ın Münâzarat’ı ve Külliyat’ı sadece o günler için değil, bu günler ve yarınlar için yazılmış hattâ bir çoğu mânevî canipten yazdırılmıştır.

Bu sözlerimin aksini iddia edenleri, Risale-i Nur’u ve Münâzarat’ı objektif bir gözle, insaf ve vicdan gözlüğü ile okumaya davet ediyorum. Benim düşüncelerimin ve sözlerimin aynını düşünmez ve söylemezlerse ben bu sahadan çekileceğim.

Anayasa çalışmalarının yapıldığı bu günlerde Bediüzzaman’ın eserleri, özellikle Münâzarât’ı istifade edilmesi gereken eserlerin başında olmalıdır.

Gerek Münâzarât ve gerekse Nur Külliyatı’nın omurgasını teşkil eden ve Bediüzzaman’ın seksen küsür yıllık hayat felsefesini özetleyen iki cümlesi var:

Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba’-ı Kur’andır. Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.” (1)

Günümüz Türkçesiyle ifade edecek olursak:

Hasta bir çağın, hasta bir milletin, hasta bir organın reçetesi Kur’an’a uymaktır. Büyük ama bahtsız bir kıtanın, şanlı ama tali’siz bir devletin, değerli ama sahipsiz bir toplumun reçetesi İslâm birliğidir.

Bu iki cümle, Bediüzzaman’ın, günümüz problemleri için hazırladığı çözüm paketinin de bir özetidir.

Yukardaki cümlelerden ve 6000 sayfalık Nur Külliyat’ından de anlaşılıyor ki, Bediüzzaman, Kürt kavgası vermemiştir. İman ve Kur’an kavgası vermiştir. Bediüzzaman’ın talebelerinin çoğu Türk’lerdendir. Eğer o Kürt kavgası vermiş olsaydı, bu gün her kesimden ve her ırktan insanlar onun arkasına düşmeyeceklerdi.

Bediüzzaman’ın, Münâzarat’ı, Ekrad (Kürt) reçetesi olduğu gibi aynı zamanda Etrak (Türk) reçetesidir. Hattâ bütün ırkların reçetesidir. Reçete hasta olanlara verilir. Münâzarat Türk ve Kürtlerden ırkçılık hastalığına yakalanmış ve yakalanması muhtemel olanlar için yazılmıştır.

1911’lerde 100 sene sonraki boğuşmaları manevî bir sinema ile gören Bediüzzaman, Kürtlerin şahsında Türkler’e, Kürt’lere ve Arap’lara ders vermiştir. Kızım sana diyorum, gelinim sen anla” kabilinden. Onun için dedim ki, “Münâzarat” sadece kürt değil, aynı zaman da Türk, aynı zaman da Arap vs. milletlerin reçetesidir. “Sizin milliyetiniz İslamiyet’le mezc olmuş, kaynaşmış İslam milliyetidir.” demiştir. Ve yine demiştir ki: “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır.” (2)

Bu reçeteyi yazan Üstad, milliyet fikrini inkâr etmez. Hatta onunla iftihar edileceğine bile dikkat çeker. (3) Ancak Bediüzzaman’ın bu iftiharı, herkesin anasıyla-babasıyla iftihar etmesi gibi bir iftihardır ki bu meşrudur. Yoksa kendi ana-babasını üstün görme uğruna başkasının ana-babasını inkâr, red ve tahkir iftiharı değildir.

Bir ailenin çocukları birbirinin aynı olmadığı halde, kardeştirler diye nasıl birbirini sevmekte, birbirlerinin meziyetleriyle iftihar etmekte, birbirlerinin imkânlarından yararlanmakta; aynen bunun gibi biz insanlık ve İslam ailesinin çocuklarıyız. Kardeşiz. Öyleyse neden birbirimizin meziyetleriyle iftihar etmeyelim? Neden birbirimizi sevmeyelim, neden birbirimizin imkânlarından yararlanmayalım, yararlandırmayalım?

Kubbeyi oluşturan taşlar, düşmemek için baş başa verirler. İslam binasını ve kubbesini ayakta tutmakla görevli olan ve bu şerefe layık görülen Türkler, Kürtler, Araplar ve bütün Müslümanlar bu taşlardan daha mı taş, daha mı aşağıdırlar ki düşmemek için baş başa vermezler, iç ve dış düşmanların işini kolaylaştırırlar?

Bediüzzaman’nın, talebelerinin çoğu Türklerdendir. Bediüzzaman, Müslümanlığının yanında Kürtlüğünü de öne sürseydi ve Kürt milliyetçiliği yapsaydı, bu gün onu canından çok seven ve ayrı ırka mensup olan Müslümanlar, onu bu kadar çok sevmeyeceklerdi.

Biz Kürd’ü Kürt olduğu için değil, Müslüman olduğu için, Türk’ü Türk olduğu için değil, Müslüman olduğu için severiz. Çünkü Yaradan’ın arzusu ve rızası bunu gerektirmekte ve bunu istemektedir. (4)

Peygamberimiz, nasıl Araplara değil de, âlemlere peygamber gönderilmişse, onun hakiki varislerinden biri olan Bediüzzaman da Kürtlere değil, Türk’lere ve bütün milletlere hizmet vermekle görevlendirilmiştir. Zâten Bediüzzaman da bundan başkasını yapmamıştır.

Bediüzzaman, Türklerin ve Kürtlerin üzerinde ittifak edebilecekleri bir odak noktadır. Bediüzzaman, barış elçisidir, barış köprüsüdür. Kürtler ve Türkler o noktada buluşmalı, o köprüden birbirlerine gidip gelmeli, onun mirasını paylaşmalı, onun eserleriyle dirilmeli, şahlanmalı, sulh ve sükûna, saadet ve selamete kavuşmalıdır. Onu bulan Türkler ve Kürtler zaten bundan başka bir şey de yapmamaktadırlar. Problem onu bulamamış olanlardadır!

1911’de söylenmiş şu cümleye dikkatlerinizi rica ediyorum:

Şu hayat, âlem-i İslâmdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek, umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.” (5)

İşte bir asır önceden bu günü görmek buna derler. Bin maşallah! Zâten Bediüzzaman’ın gündemde kalmasının ve sözlerinin eskimemesinin sebebi bu günü görerek konuşmuş olmasındandır. Allah o zat-ı muhtereme bu kuvveti ihsan ve ikram eylemiştir. Bu asrın etkili ve yetkililerine düşen, onun sözlerinden ilhamla günün problemlerini çözmek ve milleti rahata kavuşturmak olacaktır.

Başta Allah’ın lutfu, sonra din ricalinin ve dindar devlet ricalinin cesaretli, basiretli tavrı, milletimizin sağduyusu bir araya geldi. Bir asra yakın bir zamandır milletimizin üzerine bir kara bulut gibi çöken despot yönetimlerin, bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat kararlarının belini kırdı. Keser döndü, sap döndü, hesap döndü. Milletin kollarına vurulan kelepçeler, milleti kelepçeleyenlerin kollarına takıldı. Millet, özgürlüğüne kavuştu. Milletimiz derin bir nefes aldı. Maddeten ve manen güçlenen Türkiye Allah Teâlâ’ya hamdolsun bir bahar dönemine girdi.

Türkiye’nin bu bahar dönemi, Arap baharını tetikledi. Despot yönetimler yıkıldı, kalanlar da yıkılacak. Bana bu sözleri söyleten Bediüzzaman’ın en karanlık günlerde verdiği şu müjdedir: “Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkılapları içinde en yüksek gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır!” (6)

Daha da önemlisi, Bediüzzaman bundan yüz sen önce bu gün dünyanın kavuştuğu bahar döneminin ismini veriyor ve şöyle diyor: “Ne yapayım acele ettim, kışta geldim, sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. (7)

Şimdi biz karşımızda o çiçekleri görüyoruz.

(Devam edecek)

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Nursi, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 440

2-Nursi, Said, Münâzarat, 50

3-Bkz. Nursî, Said, Münâzarat, 16

4-Bkz. Hucurat, 49 /13

5-Nursî, Münâzarat,

6-Nursî, Siad, Sünûhat, 61

7-Nursî, Münâzarat, 39-40

Bediüzzaman’ın Müthiş Sırrı

Risale Akademisi ile Akademik Araştırmalar Vakfı (AKAV)’nın ortaklaşa düzenlediği ‘Münazarat Ekseninde Milliyet Fikri ve Demokrasi’ konulu konferansta Kürt sorununa çözüm arandı. Bediüzzaman’ın talebelerinden Abdullah Yeğin , Mehmet Kırkıncı, Abdulkadir Badıllı, eski Çevre Bakanı Rıza Akçalı, Has Parti Genel Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Erdinç Yazıcı ile çok sayıda bilim adamının katıldığı programda Bediüzzaman’ın 1908 yılında Kürt halkına hitaben yazmış olduğu ‘Münazarat’ adlı eseri değerlendirildi.

Kızılcahamam Asya Termal Tesisleri’nde gerçekleştirilen programa yoğun katılım oldu. 8 oturum ve dört ayrı salonda yapılan konferansta 1907 yılının siyasal olayları ve Kürt sorununun günümüze yansıması konuşuldu.

Konuşmacılar, İslamiyet’in hürriyeti temel aldığı ve insan fıtratının baskı rejimlerini kabul etmediği konusunda birleşti. Konferansta Kürt sorunun yıllardır yapılan baskılarla oluşturulan suni bir sorun olduğu belirtilirken adalet ekseninde çözüme ulaşmanın mümkün olduğu aktarıldı.

Millet fikrinin, birliği ve kardeşliği geliştirmek açısından faydalı olduğuna değinen konuşmacılar, bunun aşırıya kaçması durumunda ırkçılık ve baskı rejimyle beslenen bir şeytanın ortaya çıkacağını belirtti. Açılış konuşmasında ve daha sonraki sunumunda hürriyetin insan için ekmek ve su gibi bir gıda olduğunu ifade eden Mehmet Kırkıncı, “Ortada bir hastalık var, bu hastalık için İstanbul’daki doktor oradan ilaç yazıp gönderiyor ve açlıktan muztarip olan bir bünyeye hazımsızlık ilacı geliyor. Bu hastalığı iyileştirmez, aksine artırır. Bir de hastalık için meydana bir hastane kuruluyor, doktor gerekli muayene yapıp teşhisi koyduktan sonra ilacı verip hastalığı iyileştiriyor. İşte bu ikincisi demokrasidir ve sorunun çözümü de budur.” şeklinde konuştu.

Eski Çevre Bakanı Akçalı da insanın hakları olduğu kadar sorumluluklarının da olduğunu hatırlattı. Bediüzzaman’ın konuya ‘ne nefsine ne de gayrıya zulmetme’ şeklinde baktığını aktaran Akçalı, “Gayrı sözcüğü içinde hayvan haklarını, bitki haklarını, hatta gelecek nesillerin haklarını da içerir. Meseleye bu açıdan bakıldığında global barış da sağlanacaktır.” dedi. Milliyetçilik fikrinin ırkçılığa dönüşmesi durumunda başkasını yutarak büyüyen bir varlığa dönüştüğünü ifade eden Akçalı, çözümün o yoldan gitmemek olduğunu belirtti.

Eğitimci yazar Abdulkadir Menek de milliyetçiliğin aşırısının ortaya tek parti döneminde Türkçülük dini çıkardığını ifade ederken o dönemde ezanın Türkçeleştirilmesi ile günümüz olaylarındaki benzerliğe dikkat çekti.

Cihan

Said Nursi’nin Münazarat Konferansına Davetlisiniz

Bir süredir Bediüzzaman Said Nursi’nin “Kürt Reçetesi” dediği Münazarat adlı eseri etrafında cereyan eden müzakereler konferans ile kamuoyuna sunulacak.

Risale Akademi’nin, Akademik Araştırmalar Vakfı (AKAV) ile birlikte düzenlediği “Münazarat Ekseninde Milliyet Fikri ve Demokrasi” konulu konferans 1 Ekim 2011 tarihinde yapılacak.

Akademisyenler, yazarlar ve gazetecilere gönderilen Münazarat soruları Risale Akademi sitesi üzerinden okuyucuların da katılımına açılmıştı.

Konferans 1 Ekim 2011 Cumartesi Ankara’nın Kızılcahamam ilçesinde bulunan Asya Termal Tatil Köyü’nde düzenlenecek ve saat 09’da başlayacak.

 www.RisaleAkademi.com