Etiket arşivi: Sadakat

Risâle-i Nurdan Uzaklaştırmak istiyorlar!

hapishane.risalei.nurNur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki:

Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Tarihçe-i Hayat ( 690 – 691 )

Şimdilerde bu plan tatbik edilmekte ve Üstadımın Tarihçe-i Hayatını okumamış kimselere “Hayatım, Nurlu Hayatım..” gibi başka şahısların hocaların kitapları okutulmakta. Risaleler gösteriliyor bak bunlar çok mübarek kitap ama bu kitabı -“Hayatım, Ene ve Zerre Şerhi, Onuncu Söz Şerhi, Nurlu Hayatım..”- gibi kesbi olan eserlerle meşgul ederek sözüm ona hizmeti ve risaleleri daha iyi anlarsın gibi hizmetten ve Risale-i Nurdan uzaklaştırmak istiyorlar. Mesela: onuncu söz şerhi ismiyle birisi bir kitap yapmış bin küsür sayfa ve içerisine ilm-i kelam alimlerinin efkarını koymuş onunla kendince şerh etmiş ve parasını kazanmak için 50 tl gibi bir fiat koymuş. Kendince hizmet etmiş halbuki şerh değil daha çok kafa karıştırmak için yapılmış, sanki arkasında başka bir plan ve emel var!

Bunun gibi kendi kafasına göre Risaleleri anlayan ve anlaşılması gerektiği gibi değilde kendi kafasındakini anlayan ve tatbik edenlere Kastamonu ve Barla Lahikalarında geçen metni aynen koyuyorum. “Evet, Risale-i Nur size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, meselâ; Kur’an kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir. Kastamonu Lahikası ( 56 )” Burada şerh ve izahı üstadım izah etmiş nasıl olacağını. Hatta hayatta iken kendisi de bunu bilfiil Âsâ-yı Mûsâ, Tılsımlar Mecmûâsı, Sirâcünnur, Zülfikâr Mecmûâsı, İman ve Küfür Müvazeneleri gibi asar ile tatbik etmiş. Bunlar inatla körlük ederek görmek isteyemen bazı kimseler hizmeti anlaşılması gerektiği gibi değilde kafasında anlayışa göre hizmeti uydurmak ve eserleri Risaleler gibi satılması için kaleme sarılıyorlar.

Bizler Nurun hizmet tarzı sadakatla üstadımızdan aldığımız gibi ila yevm-ül kıyamet muhafaza etmekle mükellefiz. Hakkı bilipte söz söylememek hakka karşı ihanettir. Ve sadece kalben buğzetmek ise imanın en zayıfıdır.

Bizler Risale-i Nuru müdafa etmek mecburiyetindeyiz. Risale-i Nur hizmeti dairesi içinde olan kimseler bunlara tevessül ederse sadakatsızla itham olunulur. Adamın birisi ihanetkarane bir harekete girişiyor sonra bu kitapla intişar ediyor. Bunu gündeme getirmek, söylemek kabahat sayılıyor. Adamın yaptığı şeyler değil yaptığı hatayı söylemek kabahat sayılıyor. Asıl sadakat başkasının ihanetini söylemek değil; kendi hizmet kardeşlerinden yapılan ihaneti söyleye bilmektir. Nurculukla alakası olmayan birilerinin sadeleştirme hareketini söylersin; ama kendi dava arkadaşlarının ihanetini de söyleyebilmelisin.

Sadakat her vechesiyle olmalı. İmani eserler olan Sözler, Lem’alar, Mektubat, Şualar, İşarat-ül i’caz ve Mesnevi-i Nuriye eserlerini hep nazara verip Barla, Kastamonu, Emirdağ lahikalarını, Sikke-i Tastik-i Ğaybi ve Tarihçe-i Hayatı nazara vermeyip hizmetin isabetli olmasını bize dersini veren lahikaları görmemek/göstermemek için hatıralar ve başka eserleri nazara verenlerden uzak durulmalı. Bunu yapan üstadımı görmüş duasını da almış olsa –zaten varis ağabeylerimiz asla buna tevessül etmemekte vede etmezler- sadakatsizle itham olunur. Nitekim üstadım:” Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz! Münazarat ( 14 )” demesine rağmen neden bu kelli felli denen zürefaların neden hareketleri Risale-i Nurun mizanları ile tartılmıyor?

Neden hata etsede esasat-ı nuriyenin esasları ile müvazene edilmiyor? Neden esasata muhalif olduğu halde neden bir bildiği vardır deyip tenkid/tahlil etmekten çekiniliyor? Neden hizmetin sadakatına muhalif hareket edenlerin ifşa edilmesiyle ifşa edenleri linç girişimi yapılıyor? Sebebi münafıklar ve zındıklar daire içine girmesi ile onların iğfali ile kanan saftiriklerin amigoluk yapmasıdır. Ve lahikaları nazardan iskat edip zamanında yazılmış Ahmetin Mehmede, filanın falana yazdığı mektub nazarıyla bakılmasıdır. Böyle bakanlar Kur’anıda okumasınlar o Rasulüekreme indi o kitap onun kitabı, Yunus, Yusuf, Nuh gibi sureleri okumasınlar, kıssa-i Musayı okumasınlar o Musa a.s anlatıyor. Hiçbir farkı yok çünkü nazarları aynı.

Bize hizmet tarzını bilerek isteyerek unutturmak isteyen değiştirmek isteyenleri Allah nasıl biliyorsa öyle yapsın. Saftiriklerinde gözünün açılmasını nasip etsin. Manevi nefs-i emarenin damına düşürtmesin, deccalin trenine bindirmesin. Pak olan hizmette istikametli varis ağabeylerimizle beraber olmayı ve hizmete sadakatsız olan meşreblerden teberi etmeyi nasip etsin. Mahşerde üstadım sorsa sen bu hareketin nurun hizmetine muhalif olduğunu bildiğin halde neden sustun dese ne diyeceksin? Nasıl kendini müdafa edeceksin. Mehdiye tabi olanların tek bir imtahanı olacak o a sadakat imtahanıdır.

Allahımın ihsanı ile tüm kendisini nur talebesi olarak vasıflandıranların bu imtahandan sadakatla geçebilmesi temennisiyle..

Selam ve Duayla

Muhammed Numan Yozgâtî  

www.NurNet.org

Zübeyir’i Kâinata Değiştirmeyen Sebep Sadakattir!

Sadakat: sıdk ve ihlâs ile dost olmak, doğru dostlukta sebat göstermek demektir. Zübeyir Ağabey, “Sadakat kelimesinin lügat karşılığı kısadır. Ancak o yaşanmakla anlaşılır” demiş. Çünkü o, sadakati hayatında tatbik eden ve yaşayandı. Şu veciz sözlerle sadakati ifade etmiş. “Bulduğu yerden hiç ayrılmamaktır. Uhud’un bekleyen okçuları gibi gerekirse taş olmaktır, yine de terk etmemektir. Camid durmaktır. Fani olmaktır. Hiç bir şeyle yer değiştirmemektir. Gidip gelmemektir.”

Keza, “Biz, iman ve İslamiyet hizmeti uğrunda zalimlerin zulmüne maruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-i mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa hizmet-i Kur’aniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehit olmayı büyük bir luf-u ilahi biliriz.” diyen, Zübeyir ağabey davayı ve sadakati böylece özetlemiştir.

Peygamberimiz (asm) “Her peygamberin bir havarisi vardır. Benim de havarim Zübeyr ( bin Avvam)’dır.” buyurmuş.Peygamberlerin varisi, Âllame-i cihan, mücedid-ı ahir zaman Bediüzzaman da; muhafızını beyan etmiş. “Ziver, bundan sonra ismin Zübeyir olacak”  Çünkü o, asrın Bediine şakirt ve onun yaver-i Azamı olmuş, yükü ağırlamış “durduramıyorum bu kafamı. Durduramıyorum ki uyuyayım” diyen Zübeyir ağabey, İman’a, Kur’an’a, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a tahsis-i nazar ve ahlak-i haseneyi hayat tarzı haline getirilmişti. Bu iman abidesi için Bediüzzaman da, “Zübeyir’i kâinata değişmem” sıdk ve sadakat göstermiş.

Hazreti Ebubekir (ra)’e sormuşlar: “Muhammed (asm) Miraç’a çıktım” diyor. Sen ne diyorsun?  “O’ söylemişse, doğrudur.” demiş. İşte sadakatin tarifi bu olsa gerek.

Konu sadakat olduğu için misalleri çoğaltmakta fayda görmekteyim, şöyle ki: Gazneli Mahmud, bir gün, vezirlerini imtihandan geçirir. Elindeki kıymetli mücevherin değerini öğrenmek için vezirlerine sorar. Hepsi, “Paha biçilmez” olduğunu söyler. Bunun üzerine hepsine teker teker: “Bu mücevheri kır” diye emreder.

Onlar da: “Bu paha biçilmez bir cevherdir, onu kırarsak sana kötülük etmiş oluruz. Bu kötülüğü sana yapamayız.” mealinde cevap verirler. Sultan Mahmud hepsinin sözünü beğenir ve mükâfatlandırır. Sıra en sadık bendesi Ezar’a gelir. Ona da değerini sorar; çok değerli olduğu cevabını alır.

Bunun üzerine: “Onu kır” diye emreder. Ezar hiç tereddüt etmeden mücevheri yere atıp kırar. Herkes şaşkınlıkla ona bakar ve “Ne yaptın Ezar, bu kadar kıymetli bir cevheri nasıl kırdın?” diye sitem etmeleri üzerine şöyle der: “Evet bu mücevher çok değerliydi, ama padişahın emri daha da değerlidir. Onu kırmaktansa, bu mücevheri kırdım. Bu cevabı çok beğenen Gazneli Mahmud şöyle der: “Sadakat imtihanını Ezar kazandı ve en büyük hediyeyi hak etti” demiş.

Keza, büyük veli Ebu Osman Mağribi tövbe edip tasavvuf yoluna girme sebebini şöyle anlatır:

“Bir atım ve köpeğim vardı. Her gün avlanmak için Cezayir şehrine giderdim. Bir de ahşap bir kabım vardı, onunla da süt içerdim. Yine bir gün bu kapla süt içecekken köpeğim havlayarak üzerime geldi, sütü içmeme engel oldu. Sürekli havlıyordu. Tekrar içmek istediğimde yine engel oldu. Üçüncü defa denediğimde yine mani oldu ve sütü kendi içti. Az sonra hayvan şişmeye başladı ve çok geçmeden öldü.

Sonradan, o sütten bir yılanın içtiğini gördüğü için köpeğimin bana mani olduğunu, benim için kendisini feda ettiğini anladım. Bir köpeğin bile sahibine böyle sadakat göstermesi beni sarstı. Yüzümü sahibime dönmem gerektiğini anladım, tövbe edip tasavvuf yoluna girdim.”

Bediüzzamanın yaver-i â’zami Zübeyir Gündüzalp ta, Sultan Mahmud’un sadık bendesi olan Ezar da, gösterdikleri fedakârlık ve vefa tamamen Allah rızası için yapılan sıdk ve sadakattir. Hatta veli Ebu Osman Mağribin köpeği de, sahibine olan sadakatini göstermiştir. İnsan olsun, hayvan olsun yüzünü hakiki sahibine çevirmesi şarttır. Dolayısıyla Allah’a vasıl olan birçok tarikler vardır. Her kim Allah için hangi yolu seçerse seçsin, o inanç doğrultusunda meslek ve meşrebine bağlı olması lazımdır. Mesela Risale-i nur cemaati için de aynisi geçerlidir. İman davası olan Nur hizmetinde bulunanlar, şimdiye kadar olduğu gibi başka cereyanlara kapılmadan, hizmete devam etmeleri sıdk, sebat ve sadakattir.

Sadakatle ilgili Bediüzzaman, şöyle buyurur: “Bu şehre bir kutub, bir gavs-ı âzam gelse, seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.”(1)

Keza Bediüzzaman, “talebelerine tahkiki iman kazandırmakla imanlarını kurtarması” ve“şirket-i manevîye ile bütün nur hizmetinden hâsıl olan yekûn sevabın her talebeye aynen verilmesi” üzerinde önemle durmuştur. Elbette bu kazanca ulaşmanın yolu da sadakat ve sebattan geçiyor.

Peygamberimiz “Bizi aldatan bizden değildir” buyurmuş. Dolayısıyla dostluk ve kardeşlik bir sadakattir. Ahdinde durmak,  emanete riayet etmek,  aldığı görevi hakkını vererek yerine getirmek ve vazifeleri ehline vermek sadakattir, aksi ihanettir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

13.09.2013

www.NurNet.org

ALINTI

1- Kastamonu lahikası mek.52

Bir mucize mümin: “Hz. Ebu Bekir (R.A.)”

Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın (c.c.) kâinata koyduğu yasalarından biri de insana doğru yolu göstermesi için peygamberler göndermesidir. Hadislerde geçtiği üzere 124 bin ya da 224 bin peygamber gönderilmiş, Kur’an bunlar içerisinden seçtiği 28 peygamberi bizlere anlatmıştır.

Gönderilen bu peygamberler muhatap oldukları insanların hassasiyetlerine göre çeşitli mucizelerle geldiler. Mesela, Hz. Davud büyük bir hükümranlıkla gelmişti. Oğlu Süleyman’a Allah (c.c.) onlarca mucize vermişti. Hz. Musa sihrin revaçta olduğu bir zeminde böyle mucizelerle geliyor, Hz. İsa Allah’ın izni ile ölülere yeniden hayat veriyor, hastaları iyileştiriyor, cüzamlılara eli ile şifa ulaştırıyordu.

Son Peygamber olan Efendimiz de (a.s.m.) çeşitli mucizeler gösteriyordu. Efendimiz’in (a.s.m.) bir çok mucizesi arasında en büyük mucizesi ise Kur’an’dır.

Peki, Kur’an’ın en büyük mucizesi nedir?

Bu soruyu sorduğumuzda onlarca cevap gelir zihnimize… Kur’an’ın nazmı, belağatı, edebi niteliği, evrensel özelliği, az söz ile çok şey beyan etmesi, korunmuşluğu ve daha birçok özelliği de birer mucizedir.

Bu mucizelerden bir tanesi de şudur: Kur’an’ın insan yetiştirme, terbiye etme ve geliştirme potansiyeli… Daha dün deve çobanları iken, yol kesip şakilik yaparlarken, diri diri kız çocuklarını toprağa gömerlerken, böyle bir toplumdan yeryüzünde ikinci bir örneği olmayan Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı bir topluluk meydana getirmiştir. Öyle bir topluluk ki, kıyamete kadar, kul olma gayreti olanların gaye-i hayalleri olmuştur. Öyle bir topluluk ki, kim onların yolunda yürüse cennete, kim onlar gibi yapmazsa azaba yürüyeceklerdir. İşte bundan dolayı diyebiliriz ki; Nübüvvetin en büyük mucizesi Kur’an, Kur’an’ın en büyük mucizesi Sahabedir.

Peki, sahabenin en büyük mucizesi nedir? Sahabenin en büyük mucizesi ise Hz. Ebû Bekir’dir.

Kırk üç yılllık dostluk

Neden Hz. Ebû Bekir?

Bunun birçok sebebi olsa da, ancak biz sadece bir noktada dikkatlerimizi yoğunlaştıracağız. Hz. Ebû Bekir, Miladi 573’te Mekke’de doğuyor, yani Efendimiz’den (a.s.m.) iki yaş küçük olarak dünyaya geliyor. Efendimiz de (a.s.m.) Hz. Ebû Bekir de Mekke’de oldukları için ta çocukluktan itibaren birbirlerini tanıyorlar. Ama ilk sıcak buluşmaları Efendimiz (a.s.m.) 20 yaşlarında, Hz. Ebû Bekir 18 yaşlarında iken bir erdemliler harekâtı olan Hilfu’l-Fudul’da oluyor. Kim olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana ilkesi ile kurulan bu faziletliler topluluğunda yer alan Efendimiz (a.s.m.) ve Hz. Ebû Bekir, o günden sonra bir daha hiç ayrılmıyorlar. Öyle bir dostluk başlıyor ki aralarında 20 yıl Nübüvvet öncesinde, 23 yıl da Nübüvvet günlerinde tam 43 yıl fasılasız devam ediyor.

Hz. Ebû Bekir ile Efendimiz (a.s.m.) Nübüvvet öncesi tam 20 yıl süren bu dostluklarında, bu ifadeye dikkat edin; hep bir adım önde olan Hz. Ebû Bekir’dir.  Neden mi? Hz. Ebû Bekir o günler iyi bir tüccardır, tam 40 bin dirhemlik bir sermayesi vardır; ama Efendimiz’in (a.sm.) böyle bir imkânı yoktur. O (a.sm.) Hz. Hatice’nin yanında sermaye-iş ortaklığı üzerinden çalışmaktadır. Hz. Ebû Bekir okuma-yazma bilmektedir; ama Efendimiz (a.s.m.) kâğıdı-kalemi hiç eline almamıştır, almayacaktır da… Hz. Ebû Bekir Mekke’nin sosyal yapısı içerisinde söz sahibi biridir. Daru’n-Nedve’ye girme yaşı 40’tır; ancak üç insandan bu zorunluluğu Mekke kaldırmıştır; Bu üç insan Ebû Cehil, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir’dir. Hz. Ebû Bekir’in Daru’n-Nedve’de Eşnak diye bir görevi vardır. Eşnak, diyetleri belirlemedir.

Nübüvvet öncesi böyle bir durum ortada varken, yani Hz. Ebû Bekir hep bir adım öndeyken, Miladi 610’da bir pazartesi gecesi vahye muhatap olan Efendimiz (a.s.m.) salı günü Hz. Hatice’yi kadınlardan, Hz. Ali’yi çocuklardan, Hz. Zeyd b. Harise’yi kölelerden kazandıktan sonra o zamana kadar 20 yıllık dostu olan Ebu Bekir’e bu dini arz ettiğinde, Hz. Ebu Bekir hiç tereddüt etmeden, düşünmeden, şüphe duymadan, iman etmiş ve 20 yıldır bir adım öndeyken bir anda bir adım arkaya geçmiş ve 23 yıl boyunca da Efendimiz’in (a.s.m.) hep sağında ama arkasından yürümüştür. Bu bir mucize değil de nedir? Bu İslam’ın, imanın ve tabii ki Kur’an’ın bir mucizesidir. Kur’an’ın insan kazanma ve yetiştirme potansiyelinin ne kadar büyük olduğunun bir göstergesidir.

Yaşanılması zor bir hayat

Hz. Ebû Bekir’in hayatı başından sonuna kadar; bu manada hep mucizelerle doludur. Mucize; şahit olanları aciz bırakan, görenleri kendine hayran eden hadiseler demektir. Gerçekten Hz. Ebû Bekir’in hayatı böyle bir hayattır. Bundan dolayıdır ki Hz. Ömer, onun vefatının ardından şöyle demiştir: “Ey Ebû Bekir! Arkanda kalanlara yaşanamaz, yapılması çok güç bir hayat bıraktın.”

Hicri olarak 63 yıl süren bu hayatın her karesi çok farklı hadiseler ve mesajlarla doludur. Öyle bir bereketli hayat ki, hayat defterinin hiçbir sayfasında boşluk yok, boşa geçmiş bir zaman yok, atlayıp dikkate almayacağınız bir vakit yok; bereket var, anlamlı yaşama var, hedef var, büyük bir emel var, gayret var, mücadele var; var da var…

Hz. Ebû Bekir’i birkaç sayfa içerisinde anlatmak nasıl mümkün olabilir ki? Bu çok kolay bir iş değildir. Dolayısı ile biz yazımızın çerçevesini biraz daraltarak Hz. Ebû Bekir’in hayatında çok önemli gördüğümüz ve bizlerin hayatında da ne yazık ki istenilen düzeyde şahit olamadığımız, beş temel kavram üzerinden onu anlamaya çalışacağız. Bu kavramlar: Muhabbet, Sadakat, Teslimiyet, Celadet ve Evveliyet’tir.

Muhabbet

Muhabbet, bu zorlu işin olmazsa olmazıdır. Sevgi deyip geçmeyin, hakkı ile seven, sevdiğinin yolunda olur. Feda eder, feda olur, neyi varsa vazgeçer, gözü sevdiğinden başkasını görmez, hayatını sevgilisinin yoluna kurban eder. Biz bunların hepsini Hz. Ebû Bekir’in hayatında görüyoruz.

Hz. Ali Kufe’de halife iken, bir gün İslam’ın destan yazdığı o ilk günlere şahit olmayan genç nesle: “Söyleyin bakalım insanların en cesuru kimdir?” diye sormuştu. Soruya muhatap olan o günün Müslümanları, cesaret deyince akıllarına hep Ali geldiği için: “Ente Ya Emir’el-Mü’minin/ Sensin Ey Müminlerin Emiri!” demişlerdi. Hz. Ali: “Hayır, ben değilim. İnsanların en cesuru Hz. Ebû Bekir’dir” demişti. Neden Hz. Ebû Bekir olduğunu merak eden o bakışları görünce, Hz. Ali anlatmaya başlamıştı: “Bizler bir avuç iman eden kardeşlerimizle beraber nübüvvetin ilk günlerinde Kâbe’de namaz kılıyorduk. O anda Mekke’nin kara yüzlü adamları bize ve Efendimiz’e (a.s.m.) saldırdılar. Kimi Allah Resulü’nü (a.s.m.) itekliyor, kimi cübbesini çekiyor, kimi üzerine çöreklenmiş O’na (a.s.m.) vuruyordu. Biz ise elimiz kolumuz bağlı hiçbir şey yapamadan sadece olanları seyrediyorduk. Bir anda baktık ki ötelerden cübbesi rüzgârda savrulan, ama gelişi ile etrafa izzet saçan biri bize doğru yaklaşıyor. Gelenin kim olduğunu merak etmiştik. O yiğitçe gelen, naif bedeni ile o gün bir aslan kesilen Hz. Ebû Bekir’den başkası değildi. Koşa koşa bize doğru geliyor, kendisine engel olanları bir bir deviriyor ve Kâbe’nin duvarlarında yankılanan şu sözü haykırıyordu: “Rabbim Allah’tır dediği için birini mi öldüreceksiniz?” Bu sözleri en gür sedası ile haykıran Hz. Ebû Bekir, gelip kendini o anda Mekkelilerin saldırılarına muhatap olan Efendimiz’in (a.s.m.) üzerine atıyordu. Bu sefer o kara yüzlü adamlar Efendimiz’i (a.s.m.) bırakıyor; Hz. Ebû Bekir’i ortalarına alıyorlardı ve başlıyorlardı onu dövmeye… Yumruklar, tekmeler, hakaretler havada üşüşüyordu… Ağzı, gözü, burnu dağılan Hz. Ebû Bekir daha fazla acılara dayanamıyor; oracıkta bayılıyordu. O anda kabilesi Benî Teym, olaydan haberdar oluyor, gelip Hz. Ebû Bekir’i onların elinden kurtarıyorlardı. Her tarafı kan-revan içerisinde ve baygın bir halde evine taşıyorlardı. Nice sonraları Hz. Ebû Bekir gözlerini açıyor, biraz kendine gelir gibi oluyordu.  Uyanır uyanmaz ağzından çıkan ilk söz “Allah Resulüne ne oldu?” sözü oluyordu. Söyler misiniz böyle bir cesareti ortaya koyarak insanların en cesuru olmayı hak eden Hz. Ebû Bekir değil de kimdir?”

Hz. Ali’nin nübüvvetin ilk yıllarında yaşadığı ve yıllardır unutmadığı bu tablo, Hz. Ebû Bekir’in, Efendimiz’e (a.s.m.) nasıl bir sevgi ile muhabbet ile bağlandığının bir örneğidir. O günden sonrada Hz. Ebû Bekir, hayatının birçok sayfasında muhabbetin ne kadar önemli olduğunu hep gösterip durmuştur.

Sadakat

Sadakat, sözünde ve özünde sadık olma, doğru olmadır. Sadakatin iki önemli vechesi/yüzü var. Biri; doğruluktan asla ayrılmama, başına ne gelirse gelsin, ne kaybederse kaybetsin; doğruluğu hayatın en temel şiarı kılma. İkincisi ise; doğruları tasdikleme, söylenen doğruyu tereddütsüz bir şekilde kabul etme… Biz sadakatin bu iki halini de Hz. Ebû Bekir’in hayatında zirve noktalarda görüyoruz. Zaten zirve olduğu için o Sıddık’tır; sadakat onunla âleme öğretilmiş ve o sıdkın en zirve hali olarak bu işin abidesi olmuştur. Sadece İsra ve Miraç hadisesinde onun tavrı hatırlandığında bu sözlerin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılacaktır.

Teslimiyet

Teslimiyet, Müslümanın olmazsa olmaz vasfıdır. Zaten Müslüman demek, hiçbir tereddüde, şüpheye kapı aralamadan teslim olan demektir. Hz. Ebû Bekir’in teslimiyeti söz konusu olduğunda kesinlikle Rûm Süresi’nin nazilindeki tutumunu hatırlamamız gerekir.

Bi’setin beşinci yılı, Milâdi olarak 614 senelerinde iki komşu ve rakip devlet, birbirleriyle kanlı bir muharebeye girişmişlerdi. İran devleti tahtında 2. Hüsrev, Rûm İmparatorluğunda ise Heraklius bulunuyordu. O yıl yapılan son savaşta İranlılar galip gelmişti. Romalıların bu mağlubiyet haberi Mekke’ye ulaşınca müşrikler sevinmişler, Müslümanlar ise üzülmüşlerdi. Müşrikler bu hâdiseyi vesile yaparak Müslümanları rahatsız etmeye ve: “Siz ve Hıristiyanlar Ehl-i kitapsınız; biz ve İranlılar ise ümmiyiz. İranlı kardeşlerimiz, sizin Rûm kardeşlerinize galebe çaldı. Biz de, sizinle muharebeye girişirsek, sizi mağlup ederiz” diyerek şamataya başlamışlardı. Bu hadise üzerine Rûm Süresi nazil oldu ve yakın bir gelecekte Rûmların galip geleceğinin haberini verdi. İlgili ayetler nazil olduğu zaman, Rûm İmparatorluğu öylesine perişan olmuştu ki, Romalıların bir kaç sene zarfında canlanıp yeniden galip geleceklerine katiyetle hükmetmek şöyle dursun, ihtimal vermek bile akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.  İşte böyle bir zeminde inen ayetler Rûmların kısa bir zaman sonra galip geleceklerini haber veriyordu.

Hz. Ebû Bekir, bu ayetleri Efendimiz’den (a.sm.) dinler dinlemez onları, Mekke’nin bir tarafında yüksek sesle okudu. Sonra da o sevinen müşriklere, “Rûmlar, birkaç sene sonra İranlılara muhakkak galebe çalacaklardır” dedi. Müşrik liderlerden Übey b. Halef bu sözleri duyunca hemen Hz. Ebû Bekir’in yanına geldi ve onunla bahse girmek istediğini söyledi. Allah’ın ayetlerine karşı büyük bir teslimiyet içerisinde olan Hz. Ebû Bekir onun bu teklifini kabul ederek, bahse girdi ve elbette netice Allah’ın dediği gibi oldu. Sadece bu olay bile Hz. Ebû Bekir’in teslimiyet noktasında nasıl bir duruşu olduğunu anlamamız açısından yeterlidir.

Celadet

Celadet, yiğitliktir, kahramanlıktır. Tabir caiz ise Ömerce davranmaktır. Yeri gelince aslan gibi kükremek, yeri gelince masaya yumruk vurabilmek, yeri gelince bakışları ile ödler koparmak, yeri gelince zalimin yüzüne hakkı haykırabilmektir. Bu vasıflar Hz. Ömer’de çok var da sanki Hz. Ebû Bekir’de yok gibidir. Ancak işin aslı böyle değildir. Gerçekten celadet Hz. Ebû Bekir’in de şahsiyetinin en önemli kavramlarından biridir. Onun Efendimiz’in (a.sm.) vefatındaki tavrı, Üsame ordusunu belirlenen hedefe göndermesi, peygamberlik iddiasında bulunanlara karşı ortaya koyduğu mücadelesi, dinden çıkanlara, iman ile zekât arasını ayıranlara karşı başlattığı cihadı nasıl bir celadet sahibi olduğunu bize göstermektedir.

Evveliyet

Evveliyet, ilk olmanın ayrıcalığını ilk günden son güne kadar devam ettirmek, başta heyecan ile başlayıp sonunda yorulmamak, hayırlarda hep yarışmak, her şeyin ilki olmasına rağmen , “hel min mezid” şuuru ile yani; “daha ötesi yok mu?” anlayışı ile yaşamaktır. Hz. Ebû Bekir, hayatı boyunca hep ilklerden, öncülerden oldu. Buna rağmen hiçbir zaman yaptıklarını yeterli görmedi. Her ne yapmışsa hep bir adım ötesine geçmek için gayret gösterdi.

Hz. Ömer Tebûk Gazvesi öncesini anlatıyor: “O günler Hz. Peygamber (a.s.m.) sadaka vermemizi emir buyurdu. O sırada benim malım çoktu. Kalbimden ‘Eğer Ebû Bekir’i geçeceğim bir gün varsa o, bu gündür‘ dedim ve malımın hepsini hesaplayarak, tam yarısını getirip, Efendimiz’in (a.sm.) önüne bıraktım. Peygamber Efendimiz bana ‘Ey Ömer! Çocuklarına ne bıraktın?’ diye sordu. ‘Getirdiğim kadar da onlara bıraktım’ dedim. Sonra Ebû Bekir geldi. Meğer o nesi varsa hepsini getirmişti. Peygamber Efendimiz ona da ‘Ey Ebû Bekir! Çocuklarına ne bıraktın?’ diye sordu. Ebû Bekir ‘Ben onlara Allah ve Resulünü bıraktım’ dedi. O zaman kalbimden ‘İmkânı yok, ben Ebû Bekir’i hiçbir zaman geçemeyeceğim’ dedim.”

İşte Hz. Ebû Bekir bu… Salih amellere doymayan biri o…

Muhammed Emin Yıldırım

Moral Dünyası Dergisi

Başarılı Olmanın İki Sırrı: “Sabır ve Sebat”

O kadar çok “kişisel gelişim” ve “başarı” kitabı pompalandı ki, herkes ister istemez etkilendi… Tabii gençler daha fazla etkilendiler. Sadece Amerikan menşeli “gelişim” kitapları değil, devlet de gençlerini başarıya zorluyor, sınavdan sınava koşturuyor.

Sanki hayat “başarı”dan ibaret! Sanki hayatta başarıdan daha önemli şeyler yok: İman gibi, ebediyet gibi, mutluluk gibi, sevgi gibi, aşk gibi, huzur gibi, aile gibi, duygu gibi…

Ve daha pek-çok şey…

Başarı “makam”, “para” ve “güç” getirebilir, ama bunlar “mutlu” ve “huzurlu” bir hayat için yeterli değil.

Bir sürü ortaokulda, lisede, üniversitede konferanslar verdim. Gelen sorular arasında “Nasıl başarılı olunur?” sorusu başı çekiyor.

Kimse huzur ve mutluluğun yolunu keşfetmeye meraklı değil. Sanırım yetişme tarzından kaynaklanıyor.

Biz çocuklarımızı “adam” olmaya değil, “başarılı” olmaya yönlendiriyoruz. Ancak nasıl başarılı olunacağını söyleyemiyoruz.

Oysa bunun da bir mantığı var ve biz bu mantığı “başarılı” olmuş insanların hayatlarında bulabiliriz…

Öncelikle peygamberlere bakın: “Artık bitti” denilen yerde, sadece imanlarına dayanarak yeniden dirilişi gerçekleştirdiler.

Osman Gazi’ye bakın: “Yapılamaz” denileni yaptı ve hiç yoktan bir devlet kurdu…

Fatih Sultan Mehmed, “alınamaz” denileni (İstanbul) aldı ve devletini imparatorluk burcuna yükseltti…

Selçuklu ve Osmanlı hükümdarlarını bu açıdan bir daha inceleyin: Göreceksiniz ki, başarıya ulaşmanın yolu “sabır” ve “sebat”ı içselleştirmekten geçiyor.

Bunun dünya tarihinde de pek çok örneği var: Meselâ dünyayı değiştirenlerden biri olarak kabul edilen Thomas Alva Edison’un (1847-17 Aralık 1931) hayatına bakın: “Yağ ve fitil olmadan ışık olmaz” diyenlere karşı, “olacak” dedi, “ben dünyayı ampulle aydınlatacağım!”

Herkes onunla alay ederken, o laboratuarına kapanmış, gecesini gündüzüne katıp çalışıyordu. Fakat aksilikler de peşini bırakmıyordu. Bir ara laboratuarında yangın çıktı ve tüm notları yanıp kül oldu.

Herkes Edison’un, “Artık her şey bitti, bu iş olmuyor, zaten ben de yaşlandım” demesini beklerken, o yapacağı yeni başlangıçların heyecanını yaşıyordu.

Edison’un kararlılığını (sebat) okuyamayan genç bir gazeteci yanına yaklaştı ve haline acıyarak, “Çok geçmiş olsun üstat” dedi, “maalesef tüm emekleriniz yandı.”

Çok şükür tüm hatalarım ve yanlışlarım yandı” diye karşılık verdi Edison, “artık sıfırdan başlayabilirim!”

“Yeni başlangıç”ların heyecanını yaşayan Edison, 67 yaşındaydı. Ne yakınıp dövündü, ne de matem tuttu. “Yandım-yıkıldım” nutukları da atmadı. Hiç vakit kaybetmeden yeni bir laboratuar tuttu ve büyük bir heyecanla yeniden çalışmaya başladı.

Öyle bir “yeni başlangıç” yaptı ki, her şeyini kül eden yangının üzerinden henüz bir ay geçmeden, ilk fonograf cihazını yapmayı başardı.

Özetle söylemek gerekirse: Başarının iki ayağından biri “sabır”, ikincisi “sebat”tır!

Yavuz Bahadıroğlu / moralhaber.net

Ulvi Davalara Çıkamayan İnsan!

Sadakat; içten bağlılık, sağlam inanç, samimiyet, güçlü dostluk, vefa anlamlarını içerir.

Peygamber Efendimiz’in bir gecede Mekke’den Kudüs’e, oradan Sidretü’l-Münteha’ya gittiği İsrâ ve Mirâc hadisesinde, müşrikler her zamanki gibi Peygamberimiz’e inanmadılar. Doğruca Hz. Ebubekir’in yanına gittiler. Onun Peygamberimiz’e olan bağlılığını biliyorlardı; ancak Rasûlullah öyle bir haber getirmişti ki, inanılması güçtü. Hz. Ebubekir’in bu kez inanmayacağını düşünüyorlardı.

Müşrikler olayı anlatınca, Hz. Ebubekir, “Bunları o mu söyledi?” dedi. Onlar da “Evet!” dediler. Hz. Ebubekir’in cevabı son derece şaşırtıcıydı: “O dediyse doğrudur!

Bu hadise üzerine Ebubekir’e “Sıddîk” lâkabı verildi.

İnsan evvela kendisine sadık olmalıdır. Okuldan kaçan çocuk, sanat öğrenmeyen çırak kendisine sadık değildir. Sadık olmak isteyen bir insanın vücut şehrine haramlar girmemelidir. Allah’ın emirlerini tutmalı, ibadetleri yapmalıdır. İyi, daha iyi, daha iyi hallere nasıl ulaşırım diyerek çalışmalıdır. Çünkü kendisine emanet edilen ömre sahip çıkmayan bir insanın dostlarına, sevdiklerine, ailesine, ulvi davalara sahip çıkması, sadık olması mümkün değildir.

Büyük davalar, büyük insanların omuzunda yürür. Bu büyük insanların da en önemli vasıflarından biri, sadık olmaktır. Kıymetli insanlara gösterilen sadakat, insanı güzel sonuçlara götürür. Ashab-ı Kehf’in köpeği dahi sadakati dolayısıyla, mağara arkadaşlarıyla birlikte üç yüz küsur yıl uyuyup, yine onlarla birlikte yeniden uyanma şerefine ermiştir.

Mesela bazı mektupların başında Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Aziz, sıddık, kahraman kardeşlerim” diye başlar…

Bu hitap, “Ben sizi aziz, sıddık, kahraman biliyorum; böyle değilseniz de böyle olun” manasına gelebilir.

İkincisi, bir duadır bu… “Böyle olmanızı dilerim.” demektir.

Üçüncüsü, bir temennidir. Mesela ben böyle bir mektubu okuduğumda “Üstad bana ne kadar önem veriyor” der, sevinirim. Aziz ne demektir, sıddık ne demektir, kahraman ne demektir? Bu kelimelerin manalarını lügatlerden ve ansiklopedilerden öğrenmeye, o manalara uymaya çalışırım. Üstadımızın bu mektupları gönderdiği ağabeylerimiz gerçekten öyleydi… Azizdi, sıddıktı, kahramandı…

Ben yirmi yıl askerlik yaptım. Dindar olduğum için her an askerlikten atılabilirdim. Bir gün kumandan sordu: “Seni askerlikten atarlarsa ne yapacaksın?”Sirkeci’de hamallık yapacağım.” dedim.

Gerçekten hamallığa razı olup, dinî bir hayat yaşamaya karar vermiştim. Bir komünist batıl davası için ölürken, ben de hak davam için mümkün olsa ölürdüm. Bir tek gayem vardı: Her şartta İslam’ı öğrenmek, anlamak ve yaşamak.

O zamanlar Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’nin Zeyrek’teki sohbetlerine giderdik. Onun huzurunda oturmak bize şevk verirdi. “Tövbe edin. ‘Allah’ deyin.” derdi. Bir gün kendisine dedim ki: “Hocam, ben zikrimi artırdıkça günahlara meylim de artıyor!” Buyurdu ki: “Bir cisim havada ne kadar çok hızla giderse, atmosfer de ona o hızla karşı koyar. Sen zikrine ibadetine devam ettikçe, elbette şeytan seninle uğraşacak. İbadetine devam edersen, bu hâl senden kalkacak. Daha güzel şeylere ulaşacaksın.”

Allah’a asker olanlara ne mutlu! Onlar verilen emirleri yapar ve düzeltemedikleri şu dünyanın çilesini çekmezler. Bilirler ki bu dünyanın bir sahibi var.

Dünyayı sahibine bırak, sen kendi kendine sahip olmaya çalış…

Hekimoğlu İsmail