Etiket arşivi: senai demirci

Dere Yatağı..

Bizim bir deremiz vardı. Duru akardı. İnce bir sancı gibi kıvranırdı vadilerin koynunda.

Dokunulmamıştı. Kaynağından geldiği gibiydi. Sevmiştik. Sevindirirdi bizi her uğradığımızda. Kâğıttan gemilerimizi yüzdürürdük gölcüklerinde. Balıkları vardı. Ve küçük yengeçleri ve körpecik yosunları. Serinlik kokardı. Denize koşardı. Minnetsizdi. Almaz; verirdi. Gücünü duruluğundan alırdı. Güç ve iktidar tutkusuyla bulanıklaşmış değildi. Berraktı. Neyse oydu. İçi dışı birdi. Çakıl taşları ve kumları görünürdü dibinde. Evrensel bir mesajı taşımanın istiğnası vardı yüzünde. Sağa sola yalvar yakar olmazdı. Çoğaltma tutkusu yoktu. İnce ama kopmazdı. Çağıltısıyla hayat sunardı. Çağlayanlardan dökülürken celallenirdi. Ovalarda duru bir ayna güzelliğine bürünür, munisleşirdi. Taşları bile eriten bir yumuşak bakıştı.

Bir ara kurur gibi oldu dere. Öyle sandılar. Suları görünmez oldu; yer altına çekilmiş olmalıydı. Sesi kısılmıştı sadece. Debisinden bir şey kaybetmiş olamazdı. Kaynağı sağlamdı. Kur’ân’dı. Vahye ses olmak için akmaya başlamıştı. Dolu doluydu. Akışı kararlı.

Tam o sıra biri geldi. Dere yatağına gecekondu inşa etti. O sessizliği fırsat bildi. Yok saydı suları. Derenin güzelleştirdiği yamaçları kendi manzarasına kattı. Derken büyüdü gecekondu. Dere sakinlerini de büyüler gibi oldu. Betonlar ağırlaştıkça dere yatağında dereyi de unutturdu. Katlar çoğaldı. Apartmanlar kuruldu. Sonrası malûm. Site kuruldu. Devlet olundu. Dere “geçmiş”e gömüldü. Suyun ince sesini hoyrat gürültüler boğdu. Elden düştü nezaket. Şehirli istilası genişledi de genişledi.

Oysa su dupduruydu. Bir; kimseye dilenci değildi su. İstiğna ile akıyordu. Alan değil veren olmak üzere yürüyordu. Bir güce yaslanmayı çirkin bilirdi; bu da iki. Sözün gücüne iman ederek yola çıkmıştı. Gücün sözüne iman etmek Muhammedî değildi. Çirkindi dar vakitlerin pratiğine gönül vermek. İlkeydi önemli olan. Çünkü herkes bu dereden içmeye muhtaçtı. Kimse uzağında duramazdı. Kimseler tekeline alamazdı. Kimseler markalayamazdı. Su, herkesin dudağı içindi.

Bir gün bir şey oldu. Beklenen gün o gün olmalıydı. Kulağını derenin sesine dayamışlar tebessüm etti. Duru b/akışları özleyenler bayram etti. Birden oldu olanlar. Sağanak bastırdı. Dere, yatağını geri aldı. Kendi itibarı üzerine kurulan karton kuleleri yıktı. İtibarını yatağına kurulu evlerden alan dere nerede görülmüştü ki! Devirdi duvarları, silip süpürdü molozları. Kıyıya attı fazlalıkları. Dere dediğin böyle kararlı akardı. Hep böyle. Haklıydı dereler ve vazgeçmezlerdi akışlarından. Her dere yatağı işgalcisinin akıbeti böyle olacaktı.

Şimdi, bir deremiz var. Akar hâlâ. Duru, dupduru. İnce bir sancı gibi kıvranır aklın kıvrımlarında. Kaynağından geldiği gibi duru. El değmemiş. Severiz hâlâ. Kâğıttan gemilerimizi yüzdürürüz yine. Ümitlerimizin nabzını besler dere. Serinlik kokar. Vahyin denizine akar ince ince. Kaynağı göklü Söz. Minnetsiz. Güç ve iktidar hesabıyla bulanmış değil asla. Berrak ve köpüklü. Kendi halinde, sessiz. Çağıltısıyla hayat sunuyor hâlâ. Herkesin ayağını rahatlıkla uzatabileceği kadar şeffaf. Hesapsız. Engelsiz.

Gecekondu saltanatı bitti, bitiyor. Üzülerek izliyoruz. İçten içe seviniyoruz. Eğiliyoruz şimdi bu mahcup sevinçle. Susamışız şunca yıl. Susmuşuz bir o kadar. Suda aksimizi seyrediyoruz. Yüzlerimizi yıkamaya niyetleniyoruz. Temizliyoruz Sözlerimizi bulanık işgallerden.

Diyeceğim o ki, Hak’lıdır dereler. Geri alır yatağını hoyrat ellerden. İçimizde bir dere çağıldayışıdır dava. Müstağni. Sivil. İktidar bulaşığı yok ellerinde. Cebinden gizli ajanda düştüğü vaki değil.

Senai Demirci

Maklubeye Bekle Beni…

Kardeşim Ömer,

Olabilir, insanlık hali…

Sen de öfkelendin belki…

O bedduaya âmin dedirtmişler; belli.

“Yok öyle değildi” derdindesin.

Mülaane miymiş ahidleşme miymiş ne…

Her neyse…

Öyle “ateş düşsün ocaklarına…” gibi dehşete ‘âmin’ dememi bekleme.

Benim ‘amin’lerim Fatiha’nın hemen dibinde; o da rahmetle başlar, bilirsin…

Bu duaya ‘âmin’ demeyi kardeşlik şartı sayanlar da oldu; buna da eyvallah…

‘Âmin’ diyemeyen hırsızlara arka çıkar sayıldı…

Beni de öyle saydılar; belki sen de öyle sayıyorsun.

Ben kardeşlerimi muhterem büyüğümüzü hatalı da olsa seveceğim; sen toz kondurmak istemiyorsun.

Belli ki sevmelerimiz farklı farklı; sevmeyi tozsuzluk şartına bağlayanlar da var. Oysa ben değil toz, çamurlar içinde kalsan da seni ve senin sevdiğini severim, seviyorum.

Üstadımız, baş tacımız Said Nursi’nin daha gençliğinde ağabeyine verdiği insaflı ayarı iyi bilirsin.

Geçiyorum.

Sen ve senin tarafındaki kardeşlerimin kırıcı üslubuna dair çekincelerimi her söylediğimde beni yolsuzluğa arka çıkmakla etiketleyenleri bir sustur da dinle beni…

Kusura bakma, “senin tarafındaki” derken bile içim acıyor, lafın gelişi işte.

Biz ne zaman taraf olduk ki, olabilir miyiz sonra…

Beraber yediğimiz maklubenin tadı damağımda…

Gel, sakince konuşalım.

Oldu bir kere…

Geldi, geçecek inşaAllah.

Buraya kadar yolunuzu Ali İmran 61. ayet çizmiş diyorlar.

Ne diyeyim; Allah kabul eylesin, içtihat sevabı nasip eylesin.

Gel, bundan sonraki yolu Yusuf Suresi 91 ile 92 ayetleri arasında geçirelim.

Bir ömrü Yusuf 91-92 arasında geçirsek değer kanaatimce.

Bak ki, bir ömür beklemiş Yusuf.

Sırf kardeşlerinden şu sözü duymayı hak etmek için: “Doğruya doğru, Allah seni bize üstün kılmış; biz ise hataya batıp gitmişiz…”

Bu sözü duymayı hak etmek her yiğide kâr değil…

Çünkü bu sözü duymayı hak eden kardeşine şu sözü demeyi de hak eder: “Bugün sana kınama yok…”

Sen haklı olsan bile, bir gün mesela bana “bugün sana kınama yok…” demek istemez misin?

Bu sözü demeyi hak etmek, o sözü duymayı hak etmekle mümkün.

Galiba bunun yolu da susmaktan geçiyor…

…du.

Büyüğümüz susmadı.

Sustuğu çok yerler vardı oysa; başkalarının değirmenine su akıtmak gibi olacağından saymıyorum onları.

Ne edelim ki oldu bir kere…

Ataullah İskenderi‘nin ve Said Nursi‘nin Kur’ân’dan cesaretle söyledikleri şu yatıştırıcı söz ne güzeldir öyle…

Diyesi değil yiyesi geliyor insanın.

“Bir hatanın ardından gelen mahcubiyet bir sevabın ardından gelen gururdan hayırlıdır.”

Sana mahcubiyet yakışır.

Bana mahcubiyet yakışır.

Mahcubiyet âlim adama lazımdır.

Mahcubiyet talebenin tavrıdır.

Mahcubiyet dervişin şanıdır.

Mahcubiyet kulun kârıdır.

Şimdi dönüş vakti…

Beraber dönsek olmaz mı?

Ben yetimlerin başını okşayan, öksüzlerin sofrasına çorba taşıyan, hastaların acılarıyla sancılanan senin gibi kardeşlerimin şevkinin ve aşkının kıl kadar eksilmesine razı değilim.

Onların öyle elleri böğründe gezmelerini istemem; gönlüm razı değil.

Kan dondurucu soğukta kermes sevdasına düşen feragat kahramanlarına “öf”ümün zerresini değdirmeye hakkım yok; haddimi bilirim.

Üstüne vazife değilken kapı kapı gezip tereddütlü kız çocuklarının gönüllerine sular serpen, yolunu şaşırmış delikanlıların kalbinden tutup yol gösteren şefkat erlerini yolundan etmekten ateşten korkar gibi korkarım.

Bırakalım, yürüsün onlar…

Yürüyedursunlar her daim oldukları gibi.

Utanmadan, alınları ak, yüzleri mütebessim, gözleri ışıl ışıl koştursunlar.

Sen de ben de Tacikistan’ın umutsuz fukaraları için, Sudan’ın aç susuz çocukları için, Yakutistan’ın soğuğunda titreyen insanların hidayeti için uykusuz geceler geçirmekten kaçmayız, kaçmadık.

İyi bilirsin.

Diyarbakır’ın varoşlarında Kürt gençlerine gelecek ümidi aşılayan öğretmen kardeşlerimin, İstanbul’un her köşesinde genç kızların elinden şefkatle tutup güzelliğe çağıran ablaların yüzünün yerde gezmesini hiç istemem.

Beraber yürüdük biz bu yollarda…

Beraber yürüyeceğiz.

Olan bitenlerden sonra, bana söven, kitaplarımı yakmaya kalkan, makalelerimi yasaklayacağını söyleyen bazı kardeşlerimi bir yana koyup kalbimi yokladım.

Az önce yokladım kalbimi.

Şükrettim.

Eskisi gibi, hiç tereddütsüz, seve seve hizmetin her erinin yanında koşmaya istekli olduğumu gördüm. Şükrettim halime. Garaz ve tarafgirliğin kardeşliğimizi öldüremeyeceğine dair ümidim arttı.

Kalbim şahittir ki, senin tanımadığını söylemek zorunda olduğun kahraman IHH’ya da can parçamız Kimse Yok mu’ya da aynı şevkle aynı teslimiyetle canı gönülden sadakalar verdim, sadakalar istedim.

Hem IHH hem Kimse Yok mu yeleklerim duruyor evde. İkisini de hemen giymeye hazırım.

Bir de itiraf… Birkaç hafta önce, çift abonesi olduğum Zaman’ı aramıza fitne girmesin diye sınırlı okumaya başladım. Ekleriyle yetiniyorum. Benim de severek yazdığım gazetemiz, gerçekten gazeteydi. Zoraki değil ihtiyaçla okunan, vicdanlı, çoğulcu, kucaklayıcı, çok kültürlü bir gazete. Bilmezsin için için dua etmişimdir Ekrem Bey’e şu gazeteyi gerçekten ihtiyaç duyulan gazete ettiği için. Ederim hâlâ… Sanıyorum bugünlerde gazete onun da kontrolünden çıktı. Beni Cuma günleri uyandıran, Cumartesileri neşelendiren, Pazar günleri teselli eden bir gazetem olsa ne iyi olurdu. Gazetesizim; yazık değil mi bana?

Ülkemin her köşesini gezdim, Avustralya’ya kadar nice dünya köşesi gördüm; Allah şahittir ki, senin gibi şevkle canla başla çalışan kardeşlerimi her gördüğümde dudağımla değil kalbimle sımsıcak tebessümler ettim, bundan böyle de edeceğim.

O gurbet kucaklaşmalarının sıcağını, beraber içtiğimiz çorbaları, birlikte yorulduğumuz yokuşları nasıl unuturum.

Ne yani bundan böyle selam vermeyecek miyiz birbirimize?

Yok öyle şey!

Kaç nefesim kaldıysa, hepsi hizmetin erlerine, cemaatlerin selametine aittir.

Bir de şu…

Beni ve benim gibi nicesini ülkemizin ve Müslümanların medar-ı iftiharı, gözü pek lideri muhterem Tayyip Erdoğan’ı sevmek ile iz’an ve insaf sahibi, merhamet sofralarının mimarı muhterem Fethullah Gülen’i sevmek arasında bir tercihe zorlamaya kimsenin hakkı yok.

N’olmuş yani ikisini de seviyorsam…

Kalplere kim pranga vurabilir ki…

Vicdanımı mı böleyim orta yerinden…

Haydi dönelim.

Dönelim ve…

Yusuf sabrıyla bekleyelim.

Bekleyelim ki…

“Tallahi lekad asarekellahu aleynâ…” diyeceklerin yolunu gözleyelim.

Yusuf Kıssası’nın finalisti olmayı ümit edelim.

Unutmadan; Halep’i yine varil varil bombalamışlar…

Yeni yetimlerimiz oldu Ömerciğim; haberin vardır mutlaka.

Çayı hâlâ demli içiyorum ama şekersiz…

Yaşlandık; mâlum.

Kermes hazırlıyormuş ablalar; geleceğiz…

Hatırlarsın, iyi aşçıyımdır; maklubeyi bu defa ben pişireyim…

Senai Demirci – Haber 7

Kıssalardan Pratik Dersler!

Hz. İbrahim’in (a.s.) Nemrud karşısındaki duruşu, Allah’la bir olmanın, Allah’ı yanında bilmenin ete kemiğe bürünmüş halidir. Hz. Musa’nın (a.s.) Firavun’un tüm çabalarına rağmen yine Firavun’un sarayında ve kucağında büyümesi, hakikatin serpilmek için kimseye muhtaç olmadığını resmeder. İblis’in Hz. Âdem (a.s.) için “topraktan” diye secde etmeyi reddetmesi, yeryüzünü kana bulayan ırkçılığın işaret fişeğidir.

Hz. İbrahim’in (a.s.) Nemrud karşısındaki duruşu, Allah’la bir olmanın, Allah’ı yanında bilmenin ete kemiğe bürünmüş halidir. Nemrud’un İbrahim’e (a.s.) ateşten bir cephe açması, “ben ateştenim, o ise topraktan” diye kibirlenen İblis geleneğinin devamıdır.

Hz. İbrahim’in (a.s.) ateşte gül buluşu, Âdem’in (a.s.) toprağını değil de üflenen ruhunu görerek secde eden meleklerin secdesinin “serinlik ve selamet”le sonlanışıdır.

Nemrud’un İbrahim’e (a.s.) “Ben de hayat verir ve öldürürüm” iddiasıyla iki mahkûmdan birini bağışlayıp diğerini öldürmesi, insanın Allah’ın fiilini kendi fiili sanma yanılgısının klasik fotoğrafını tamamlıyor. İbrahim’in (a.s.) “Benim Rabbim güneşi doğudan doğdurur, sen de batıdan doğdur” diye meydan okuması ise, Nemrud’u kendinde var sandığı kudret ve güç yanılsamasından uyandırmayı amaçlıyor: “Gerçekten bir şey yapabiliyorsan, sana verilenle değil sana verilmeyenlerle (güneşi batıdan doğdurmak) yap!

Hz. Musa’nın (a.s.) Firavun’un tüm çabalarına rağmen yine Firavun’un sarayında ve kucağında büyümesi, hakikatin serpilmek için kimseye muhtaç olmadığını resmeder.

Evet, hakikat insanı aşar, insana ait değildir, insan hakikate aittir; görünenin yanında duran kalabalıklardan ve kabalıklardan korkmamalıdır. Allah’la beraber olan kendini az sanmamalıdır. Musa (a.s.) bir ümit çağrısıdır. Firavun ve ordusunu yutan Kızıldeniz, ahiretsiz dünyanın sembolüdür. “Ne kadar çok olursan ol, ne kadar çok biriktirirsen biriktir, karşı kıyıya geçemeyeceksin. Dünya tarlasından sonsuzluk hasadı biçemeyeceksin.”

İşin aslını Hızır anlatır

Hz. Musa’nın (a.s.) Hızır’la (a.s.) yürüyüşü, insanın hayat karşısındaki hazırlıksızlığının nezaketli anlatımıdır. “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir” sırrını fısıldar. “Aklınızı gözünüze indirmeyin!” diye uyarır. Önce gemisi hasarlanır insanın. Hatalar olur, günahlara düşer, isyanda kalır. Böylece delikler açılır özgüveninde. Sonra masumiyeti ölür insanın. Oysa hep masum kalsın isterdi. Ve ömrünün sonunda sayısız pişmanlıkla baş başa kalır.

İşin aslını anlatır Hızır: “Hiç hatan olmasaydı, hepten kusursuz olsaydın, bütün varlığına el koyacak kibir/büyüklenme korsanının elinde kalırdın. Kusurlarınla mahcup olman, hata edebilir olduğunu görmen, senin için daha hayırlıdır. Masumiyetinin ölmesi senin hakkında daha hayırlıdır; çünkü böyle olunca hatalarıyla, kusurlarıyla, günahlarıyla, isyanlarıyla tövbe edip Rabbine samimiyetle dönen, kurtuluşu Rabbinin affında gören bir güzel kul oldun. Masum çocuk gitti, daha hayırlısı geldi. Hem sonra merak etme, senin o kötülükleri ‘henüz cahilken’ yaptığını bilen/gören Rabbin, o kötülükleri Senin için örtecek, Senin ebedî hayatını doğrultacaktır. Seni değerli ve hayırlı yapan o pişmanlık hazinesini eline asıl ihtiyaç duyduğun anda verecektir.”

Âdem’in evladına üflenen

İblis’in Hz. Âdem (a.s.) için “topraktan” diye secde etmeyi reddetmesi, yeryüzünü kana bulayan ırkçılığın işaret fişeğidir. “Ben ateştenim, o ise topraktan” sözü, bütün zamanlara “Ben beyazım, o zenci”, “Ben Türküm, o Rum/Ermeni/Kürt”, “Ben Sünnîyim, o Alevî”, “Ben erkeğim, o kadın” şeklinde yankılanmaktadır. O sahnede melekler Âdem’e üflenen ruhu gördü, İblis ise Âdem’in toprağına takıldı.

Hâlâ daha o sahnedeyiz; kimimiz meleklerin safında olurken, kimilerimiz İblis’in kollarında yürüyoruz: İnsanı, üzerindeki “Allah” markasıyla değil de eti kemiğine, parasına ve mevkiine, elbisesine ve rengine göre değerlendirmeye devam ediyoruz.

Said Nursî’nin Yirmi Üçüncü Söz’de tarif ettiği, “iman intisabı”nı görenler ve görmeyenler olarak ikiye ayrılıyoruz. Birinciler “bakır para”yı üzerindeki mühre göre değerlendiren “antikacı”lar, ikinciler ise üzerindeki mührü dikkate almaksızın bakırı etiyle buduyla tartmaya kalkan “bakırcı”lar. Tüm ayırımlar, ırkçılıklar, aşağılamalar, dışlamalar, cemaatçilikler, garazlar, taraftarlıklar, gıybetler, iftiralar tam da o “intisab”a kör olmaktan, Âdem’in evladına üfleneni görememekten kaynaklanıyor. Örneğin, Veda Hutbesi’nde Peygamberimizin (a.s.m.) “Arabın Aceme üstünlüğü yoktur” diye ifade ettiğin gerçeği, “Türkün Kürde üstünlüğü yoktur” diye asıl anlamıyla tercüme etmekten ödümüz kopuyor. “Ne mutlu Türküm diyene” sloganıyla Âdem (a.s.) karşısındaki yerimizi belli ediyoruz. Acaba neresi?

Bir de şu var: İblis, “o topraktan olduğu için secde etmedim” derken, “o ateşten olsaydı, secde ederdim” diye ima eder. Tam da burası bizim kederimiz ve kaderimizdir. Bu ima, hakikate “şartlı” tâbi olmayı ifade eder. Gerçek karşısında “siyasî” duruşu açığa vurur. Zira hakka hakkın hatırına tâbi olunur. Hakka tâbi olmak için haktan başka bir şeyi şart koşmak, başka bir konumun hesabını yapmak, “hasbî” değil “hesabî” duruştur. Hakka bir hesapla tâbi olanlar, hakka değil hesabına tâbidir; İblis gibi. Gerçeği kendi yanında olduğu, kendisine yararlı olduğu için benimseyenler, gerçeğe değil kendi heveslerine tâbi olurlar. Bu duruş, “şeytanî” duruşla, “siyasî” duruşu yan yana getirir, eşitler.

İşte Said Nursî’nin “euzubillahimineşşeytânivessiyase” ifadesi, bu evrensel duruşu taşır(ır) hayata. Sanıldığının aksine, Said Nursî, burada “siyasette olup bitenler beni ilgilendirmez” safdilliğinden yana olmuş değildir.

Senai Demirci / Moraldunyasi.com

Said Nursi (R.A.) “Peygamber Soylu” Olmasa Ne Olur Ki?

Muhterem Ahmet Akgündüz’ün çalışması ince bir emek ürünü ve uzunca bir sabrın göz aydınlığı meyvesidir. Emeğe hürmet ediyorum. Sabrı tebrik ediyorum. Yeni bir şey öğrendik; bu güzel…

Risale-i Nur KülliyatıBir: “İnanıyorum ama kalbim mutmain olsun, keyfim gele gele inanayım” diyen İbrahimî ihtiyacın farkındayız elbette. [Bakınız, Bakara, 260] Said Nursi’nin onca eseri ortada iken, henüz kalbi mutmain olmamış olanlar olabilir. Bu belge onlara itminan verir, inanışlarına keyif katar inşaallah. Diğer taraftan, “perde-yi gayb açılsa yakinim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam Ali’nin [ra] yolunun da hakkını vermemiz gerekiyor. Said Nursi’nin kimliğine dair bir perde açıldı: Ben hiç şaşırmadım. Kanca peygamber soyundan geldiğini öğrendiğim gün kalbimi yokladım; Said Nursi’ye muhabbetim kıl kadar artmamış! Aksi olsaydı, kıl kadar azalmayacaktı muhabbetim. Bu böyle biline…

İki: Elimizde bir senet var; doğru. Bulup getirenlere teşekkür borçluyuz. Çabaları mübarek olsun. Ama ben kalbimdeki senede dayanıyorum. Bağlılığımı geçmişe dair bir detaya değil, şimdi ve burada olan aktif ve aktüel senetlere dayandırıyorum: Söz’e, yani vahye. Böylesi Said Nursi’nin kişiler üzerinden değil, hakikat üzerinden kurduğu intisap yöntemine daha uygun. Ve bana yetiyor.

Üç: Said Nursi’nin Sözleri peygamber soyludur; aslolan da budur. Başka türlü bir soyluluk senedine ne ben ne Said Nursi ihtiyaç duyar.

Dört: Said Nursi bizi Söz üzerinden, yani Kur’ân üzerinden bağlar Peygamber’e… Başka türlü bir bağ arayışı içinde olmak vahiy üzerinden kurulan bağı göz ardı etme anlamı taşıyabilir. Niyet böyle olmasa da, aktüel ve aktif olan Söz bağını başka gözlerde zaafa uğratır. Said Nursi’nin kendisini bir şeyh gibi görüp şahsına hürmet ederek ziyaret edenlere Kur’an’a elçilik eden Risale’yi işaret ettiği sayısız belgeyle ortadadır.

Beş: Said Nursi’yi kan bağı üzerinden tanımlamak, eserlerine karşı sorumluluğumuzu geri plana itebilir. Kur’ân, İbrahim’in [as] babasını anlatırken, Nuh’un [as] oğlunu hatırlatırken, soyun kan üzerinden değil, iman üzerinden kurulması gerektiğini ima eder. İman üzerinden kurulan Said Nursi-Peygamber [asm] bağını bir de kanla desteklemek iyidir, güzeldir; amma velakin diğer türlü bağlanma cehdinden uzaklaştırabilir bizi. Kan bağı kimseye bağlanma sorumluluğu yüklemez ama iman bağı, bağlanmayı aktif bir çaba olarak omuzlara yükler. Ter dökülmeden kazanılan bir itibar sahih değildir. Uğrunda ter dökülmemiş bir itibarı bağlılık gerekçesi yapmak da sahih değildir.

Altı: İman bağı geniştir; herkesi içine alır; her türlü ırka davet sunar ve her geleni kucaklar. Ancak kan bağı dardır; kimilerini uzaklaştırır, çoğunluğu dışarıda bırakır. İnsanları baştan kaybedilmiş bir mağlubiyete uğratır. Said Nursi’ye talebe olmak, Said Nursi yüceltmesi yapmayı değil, Said Nursi’ce var olmaktır. Said Nursi’nin hikmetli ve şefkatli söylemi soya dayalı “ya hep ya hiç” hesabını bozar.

Yedi: Said Nursi, kendi soyuna sevgi isteyen Peygamber’in bu isteğini de imana endeksler. Demek ister ki “ehl-i beyt soyca dedelerinin doğal taraftarı olduğu için iman davasından yana durarak bu sevgiyi hak eder.” Bir diğer deyişle, kimse kan bağından ötürü hazır muhabbet kazanamaz, kimse de kan bağını baştan kaybettiği için muhabbetten olamaz.

Sekiz: Said Nursi ne kendi şahsına itibar arar, ne bedenine mezar talep eder. İster ki, diri ve diriltici olan Kur’an’ın mesajı dillerde ve dimağlarda dolaşımda olsun. Risale’nin Kur’an kelimeleri ve esma-i hüsna üzerinden yürüyen özel dili okuyucusunu “yürüyen Kur’ân” yapmayı amaçlar. Çok iyi bilindiği gibi, şahsı türbeleştirilen şahsiyetler, çok geçmeden nesneleşir ve tüketilmeye başlar. Çokları onların ne dediği ile ilgilenmez hale gelir, eserleri gözden ve gönülden düşer. Said Nursi’nin Sözleri halen aktif ve aktüel bir iman çabasının kayıtlarıdır. Hayat doludur; hayata çağırır. Anladığım kadarıyla, Said Nursi’nin şahsı etrafındaki her türlü yüceltmeyi engellemesi, eserlerin elçilik ettiği Söz’e emek vermeye teşvik etmek içindir. Bu da onun benzersiz şefkatinin ürünüdür.

Dokuz: Hadi ben insaflıyım diyelim. Bir de insafsızların ağzıyla konuşayım, izninizle. Said Nursi’nin Arap olduğunu ispatlama çabası, Said Nursi’yi “Kürt olma” şaibesinden(!) “temizleme” niyeti olmasın sakın! Elbette ki değil! Her hücresiyle ırkçılığa karşı imanı ortaya koyan Said Nursi’nin talebelerinin Kürt olmayı bilinçaltında “aşağı” sayması, olacak iş değil! Said Nursi’nin Kürt olmasını ya da Kürt diye bilinmesini itibar kaybı sanmak Nur talebelerinin işi değil elbette.

On: Bir başka muhtemel ve hatta vâki insafsız söz de şöyle: Soyca ehl-i beyte bağlamak, iyice kızışmış olan “mehdi pazarı”na Said Nursi’yi de sürme çalışması mı yoksa! Yine asla! Bin kere asla! Said Nursi mektebinde nezaket dersi almış bir talebe, mehdinin kim olduğuyla değil, kendisinin kim olduğuyla ilgilenir. “Mehdiye gelmişse, gelecekse, her kimse; mehdiye talebe olacak donanım var mı bende?” diye sorar.

Onbir: Said Nursi, hatırasına hürmet bekleyen biri değil, eserlerine gayret bekleyen biridir. Said Nursi’nin geçmişine yönelik belgelerden daha ziyade öngördüğü geleceğe dair değerler üretmek gerekiyor. Acil olan budur. Said Nursi üzerinden kendimize değer atfetmeye çabalamaktansa, Said Nursi’nin ürettiği değerleri insanlığa “peygamber soylu” bir duruş olarak takdim etmemiz gerekiyor.

Oniki: Değer üreten her güzel insan, kendisine gölge olunmasını değil, gövde olunmasını hak eder. Gölge geçmişe dairdir. Gölge hatıralar üzerinden uzar. Ancak gövde olmak, şimdiye dairdir. Gövde olmak sorumluluk almayı gerektirir. Said Nursi’ye gövde olmak, onun durduğu yerde, onun gibi durmayı, nihai tahlilde Peygamberce var olmayı kanıyla canıyla yine, yeni, yeniden gerçekleştirmek demektir vesselâm.

Senai Demirci

Kaynak: Haber7

 

Başroldeyim! Bu Benim Cenazem.. Cenazeme Gelir misiniz Dostlarım?

Cenazeme gelir misiniz dostlarım? Biliyorum, hiç beklemiyordunuz bu daveti. Ansızın geliverdi değil mi? Ansızın vurdu şakağınıza; saçaktan düşen buzdan kılıçlar gibi. Şaşırdınız!

Huzurunun göbeğine irice bir taş savruldu; halka halka titremede gönlünün düştüğü göl şimdi. Neşesi kaçtı vaktin; sevinçlerini pervane ettiğin mumlar titredi, bitti. Akrep ve yelkovanın ayakları dolandı; beklediğin “az sonra”lar havada asılı kaldı. Hüznün ölü kelebekleri kıpırdadı, sızılandı. Aşinâlığın tadı bozuldu; acının ketum, kekre sütunları devrildi göğsüne.

Başını yasladığın uzun saatler, uzanıp uyuduğun bitmez günler vaadlerini yerine getiremeyeceklerini söylediler; yüzleri yerde, mahçup. Oyala(n)dığın ağaç gölgeleri çekildi üzerinden. Avunduğun/avuttuğun haz perdeleri parelendi.

Gözlerini ıslatamadan giden yağmurlar elindeki şemsiyeyi uçurdu. Konforunu bozmamak için parmak uçlarına basa basa odana gören, kalbini kanatmadan usulca gidiveren uzak acılar yakana dolandı şimdi. “Daha dün konuşmuştuk ama…” diyorsun. “Ama nasıl olur!”lar çekip çekiştiriyor iki yakanı. “Hiç beklenmedik bir ölüm!” “Vakitsiz” “Erken!” “Sürpriz!” İşine ara vereceksin bugün…

Kocaman bir pürüz olup çıkıverdim karşına. Hızını kestim hayatının. Üzerine saldım kaygılarını. Köşe bucak kaçtığın korkulara sobelettim seni. Ölümle arana koyduğun duvarı yıktım.

Ölüm bize de yaklaşırmış/yakışırmış” dedin. “Ölmesi kanıksanmış, ölünesi bir yaştayız artık.” “Rahmetli…” sıfatını ismimin üzerine yumuşak bir şal gibi atıvereceksin. İki yakasında da eksiğim İstanbul’un. Vapurların hiçbiri beklemiyor beni iskelede. Ben öldüm diye şeritleri eksilmedi otoyolların. Şimdiye kadar hep başkalarıydı ölen.

Hayret! Ben öldüm bu defa…

Şimdilerimin hiçbirine dokundurmadığım, yarından sonrasına bile yaklaştırmadığım ölüm şimdi/m oluverdi.

Oysa, oysa…Gitsen de bir gitmesen de bir; bir cenaze olurdu camilerden birinin avlusunda. Belki bir kalabalık çıkagelirdi önüne… Bir sokağın başında. Yol kenarında, gözünü sakındığın mezarlığın giriş kapısında. “Nasılsa, ölen biri çıkar bu şehirde her gün!” diye kanıksadığın. Adını bile sormaya zahmet etmediğin. Eksilenin kim olduğuna aldırış etmediğin. Gitti diye üzülmediğin birinin cenazesi işte.

Aynı manzara, aynı tabut, aynı üzgün yüzler. Aynı güneş gözlükleri. Ağladığı mı, yoksa ağlayamadığı mı anlaşılmasın diye saklanan gözler. Sanki hayatın ortasında duran ölümü inkâr etmek için göz göze gelmemeler. Sıradan bir cenaze yani. Seni bilmem ama ben bu cenazeye mutlaka gitmeliyim. Ayıp olur, çok ayıp… Davetlilerin yüzüne bakamam sonra. Dediği gibi şairin, bir musallâlık saltanatım bu benim.

Başroldeyim.

Toprağa konulacak adam rolü benim. Ardından ağlanılacak adamı ben oynayacağım. Hiç itirazsız karanlığa uzanmak bana düştü bu defa.

Üzerine toprak atılan adamı…

Unutulmuşluklar altında yüzü erimeye bırakılan adamı…

Hüzünlerin münasebetsiz müsebbibi olacak adamı…

Ayakkabısı kendisini beklerken bağları çözülecek adamı….

Elbiseleri evden çıkarılacak adamı…Ben oynayacağım.

Yatağı soğuk kalacak adamı…

Akşam eve dönmeyecek adamı…

Kapıyı çalması beklenmeyecek adamı…

Sofrada yeri olmayacak adamı…

Adı telefon rehberinden silinecek adamı…

Şehrin dudaklarından yarım ağız çıkmış bir hece gibi önemsizleşecek adamı…. Ben oynayacağım.

Sevinçlerin ortasına en fazla bir hıçkırık gibi sokulsa bile hatıraların eşiğinden yüz geri edilecek adamı…

Resmine bakıp bakıp da ağlanacak (yoksa ağlanılmayacak mı?) adamı… .

“Adı neydi…. Hani….!” diye yokluğu kanıksanacak adamı….

Soluk bir resimde mahzun bir tebessümün ardında aşklarını saklayan, susturan adamı…

Ben oynuyorum bugün…

Sahnedeyim. Beklerim.

En öndeki olmalısın ayakta duranların. En dik duranı.

İşte davetiyen: Canını çok seven, her günün sabahında burada sonsuzca yaşayacağına yeniden kanan, her lezzetin tükenişinde ölümün yanına uğradığını unutan, her hazzın zirvesinde yakasındaki ölümlü etiketini isteyerek düşüren, her yaz sıcağında içi dünyaya iyiden iyiye ısınan, doğduğu yılın rakamının büyüklüğünün kendisini kabirden uzak tuttuğunu sanarak avunan, kalbinin her atışında ölümlerden döndüğünün farkında olmayan, damarlarının bir köşesinde ansızın geliverecek pıhtılardan yapılmış veda haberleri saklayan, ayrılıkların çatlaklarından giren hüzünleri ölümün nefesi gibi yudumlayan, sevenlerinin gözlerinin ışığına sığınarak ısınan, unutulmayı, yok sayılmayı en ürkütücü uçurum bilen, güzelliğini aynaların kırıklarında arayan, toprağa girmeye üşenen, uzun süredir aramızda yaşayan dostumuz, arkadaşımız, sırdaşımız, kardeşimiz, babamız, evladımız, şimdilik unutmayacağımızı umduğumuz, bir süre unutmaktan utanacağımız, sonra unutacağımız, en sonunda unuttuğumuzu da unutacağımız Senai Demirci doğduğu gün yakalandığı fanilik hastalığından, uzun süredir yatalak olmasına yol açan “her nefis ölümü tadacaktır!” yarasından, ömür boyu sancısını çektiği amansız yaşama rahatsızlığından kurtulup aramızdan ayrıl[maya ayarlan]mıştır.

Cenazesi -umulur ki- en uzak zamanda, sızılarının köşe başlarında kılınan cenaze namazını takiben kaldırılacak, gözünden (belki gönlünden) uzak bir yerde unutuluş toprağına gömülecektir.

Dr. Senai DEMİRCİ