mubarekkul tarafından yazılmış tüm yazılar

Hz. Hüseyin, Sıffin Savaşı’nda küstüğü Abdullah ile nasıl barıştı?

Sıffin Savaşı’ndan sonra Hz. Hüseyin, meşhur kumandan Amr bin As’ın oğlu hadis alimi Abdullah ile konuşmuyordu. Yani küstü. Niçin küsmüştü, sonra nasıl barıştılar? Barışa en çok muhtaç olduğumuz günümüze de mesaj veren bu fevkalade değerli hatırayı gelin birlikte okuyalım Kütüb-ü Sitte’den özetleyerek:

Mescid-i Saadet’e gelen Hz. Hüseyin, selam verip bir köşeye çekilerek oturdu. Selamı alan Amr bin As’ın oğlu hadis alimi Abdullah ise yanındakilere eğilerek dedi ki:

– Şu zatı görüyorsunuz ya, melekler şu an yeryüzündeki insanların en hayırlısının bu olduğuna kânidirler. Ne yazık ki böyle en hayırlı insan benimle küs duruyor, konuşmuyor.. Abdullah sözünü şöyle bağladı:

– Sahralar dolusu koyunum olsa benimle konuşması için müjde olarak verirdim doğrusu..

Bu değerlendirmeyi dinleyen büyük sahabi Ebu Said el Hudri:

– Madem Hüseyin’in şu anki yeryüzü halkının en hayırlısı olduğuna inanıyorsun, öyle ise ben sizi barıştırırım.. diyerek araya girmeye karar verdi. Ertesi günü Abdullah’ı da yanına alıp Hz. Hüseyin’in evine gittiler. Kendisi önce girdi, Abdullah’ı da ısrardan sonra kabul ettirdi. Büyük bir saygı ile içeri girip kapıya yakın yere diz çökerek oturan Abdullah’a ilk soru şöyle geldi:

– Benim şu anki yeryüzü halkının en hayırlısı olduğumu söylemişsin, bu doğru mu?

– Evet, onda şüphem yoktur.

– Madem öyledir, Sıffin’de neden Muaviye tarafında yer alıp babama karşı savaştın? Halbuki babam benden de hayırlıydı?…

Böyle bir sorunun geleceğini düşünen Abdullah, iki dizi üzerine gelerek:

– Resulullah’ın aziz evladı, lütfen beni bir dinle, sonra kararını ver.. dedikten sonra Sıffin’de karşı tarafta yer alışına ait olayı ayrıntılarıyla anlatmaya başladı.

– Babam Amr bin As, dedi, vaktiyle benim elimden tutarak senin şanı yüce deden Resulullah’ın (sas) huzuruna götürüp şikâyet ederek şöyle demişti:

– Ya Resulallah, bu oğlum Abdullah, ibadette aşırıya gidiyor, bütün gece namaz kılıyor, bütün günlerde de oruç tutuyor. Bu kadar ileri gitme, diyorum bana itaat etmiyor, dinlemiyor.

Senin şanı yüce deden bana o gün buyurdu ki:

– Abdullah! Ben de gece namaz kılarım, ama uyurum da, ben de gündüz oruç tutarım ama yerim de. Sen de öyle yap, bu kadar aşırıya gitme!..

Bundan sonra da hiç unutamadığım şu ikazını yaptı bana:

– Abdullah, dedi, sakın babana itaatsizlik edip de sözünden çıkma!

İşte beni Sıffin’de size karşı getiren, aziz dedenin bu tembihidir. Ben babamla birçok savaşlarda birlikte oldum. Şam’ın, Filistin’in, Mısır’ın fethinde yanından ayrılmadım. Ama Sıffin’e gelince durdum, yanında yer almaktan kaçındım. Çünkü buradaki cephe, bundan öncekiler gibi yabancılardan oluşmuyordu. Karşımızda kardeşlerimiz vardı. Bunun üzerine babam bana ısrar etti, babaya itaat etmem gerektiğini Resulullah’ın söylediğini hatırlattı. Ben de o tembihe karşı gelmiş olmamak için Sıffin’de babamın yanında yer almak zorunda kaldım, dolayısıyla size karşı görünmüş oldum. Ancak şunu kesinlikle söyleyebilirim ki; asla ok atmadım, asla kırıcı bir söz söylemedim, yani savaşa iştirak etmedim.. Sadece babama itaatsizlik etmiş olmamak için orada bulundum.. Abdullah, sözlerine şunu da ekler:

– Buna rağmen keşke ben katıldığım önceki savaşlardan birinde ölseydim de bu olayda sizin karşınızda yer almış gibi görünmeseydim. Gece gündüz bunun pişmanlığını duymakta, tövbe istiğfarını yapmaktayım..

Bu sözlerden sonra Hz. Hüseyin’in yüzünde tebessüm işaretleri görülür.

– Allah herkesin niyetini ve kalbini bizden iyi bilir.. der. Bu sırada bir sessizlik olur. Ebu Said el Hudri’nin teklifi duyulur:

– Kucaklaşma zamanı gelmedi mi?

Abdullah oturduğu yerden saygı ile kalkarak Hz. Hüseyin’e doğru yürür, muhabbetle kucaklaşırlar, küs duran Müslümanlara böyle barış örneği vermiş olurlar.

Bilmem bu tarihî konuşma ve kucaklaşma bize de bir şeyler fısıldamış oluyor mu? Artık bizim de aynı şekilde birbirimizi dinleyip kucaklaşma günlerinde olduğumuzu hatırlatmış sayılıyor mu?


Ahmed Şahin  / Zaman

Sahabeler Arasındaki İhtilaflara Nasıl Bakıyoruz?

Kerbela’yı anma günlerinde çokça sorulan bir soru bu: Hazreti Resulullah’ın (sas) aziz torunu Hz. Hüseyin’in başında bulunduğu 72 Ehl-i Beyt’in, Kerbela’da gönülleri yakan şehadetlerini neden uzun müddet gündemde tutmuyorsunuz? Cemel ve Sıffin savaşlarını ayrıntılarıyla yazarak zalimlere karşı bedduanızı neden ısrarla sürdürmüyorsunuz? Sahabeler arasında geçmiş olan ihtilaf ve zulümleri tekrar etmekten alıkoyan gerekçeniz mi var yoksa sizin?..

Sıkça sorulan bu gibi sorulara verdiğimiz cevaplarımız hep aynı olmaktadır:

– Sahabeler arasında cereyan etmiş olan kimi içtihada dayanan, kimi de zalim siyasetin haksız gerekçesi gibi görünen gönül yakıcı, vicdan sızlatıcı ihtilafları, bugün yeni yaşanmış gibi tekrarlayarak kabuk bağlamış yaraları kaşıyıp kin ve nefretleri körüklemeyi, Ehl-i Sünnet alimleri faydalı bulmamış, zararlı görmüşlerdir.

Nitekim Müslümanların hep birlik beraberliğini savunan Bediüzzaman Hazretleri gibi maneviyat büyükleri, bu gibi hassas konularda uyarılarda bulunarak diyorlar ki:

– Ehl-i Sünnet imamları, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı yasaklamışlardır!

– Çünkü Cemel vak’asında Aşere-i Mübeşşere’den Zübeyir ve Talha ve Aişe-i Sıddika (ra) da bulunmasıyla Ehl-i Sünnet vel cemaat, o savaşı, içtihat neticesi deyip “Hazreti Ali (ra) haklı, ötekiler haksız; fakat içtihat neticesi olduğundan affedilmiştir.” diyerek konuyu kapatmışlar, kabuk bağlamış yarayı yeniden kaşıyarak cepheler oluşturmayı mahzurlu görmüşlerdir!

– Hatta, Haccac-ı zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere! ilm-i kelamın büyük allamesi Sadeddin-i Teftazani, “Yezid’e lanet caizdir.” demiş, fakat “Lanet vaciptir!” dememiş, “Hayır vardır, sevaplıdır.” diye bir teşvikte bulunmamıştır!. Çünkü hem Kur’an’ı, hem Peygamber’i, hem bütün sahabelerin kudsi sohbetlerini inkar eden bugün çok kimseler vardır! Onlardan söz etmeyip de geçmişin yaralarını yeniden deşeleyip kanatmakta, cepheleri harekete geçirmekte fayda yoktur!

– Kaldı ki, şer’an, bir adam lanetlikleri hiç hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yoktur!. Çünkü zem ve lanet, medih ve muhabbet gibi (sevap getiren faziletlerden) değildir. Onlar salih amele dahil de olamazlar.

– İşte bu gibi gerekçelerden dolayı başta dört imam ve Ehl-i Beyt’in on iki imamı olarak Ehl-i Sünnet, Müslümanlar içinde o eski zaman fitnelerinden söz açıp münakaşa etmeyi caiz görmemişler, faydasız, zararı var, demişlerdir.

– Hem o savaşlarda her nasılsa çok ehemmiyetli sahabeler iki tarafta da bulunmuşlar. O fitneleri bahsetmekte o hakiki sahabelere, Talha ve Zübeyir (ra) gibi Aşere-i Mübeşşere’ye dahi tarafgirane bir inkâr, bir itiraz kalbe gelir. Halbuki, hata varsa tövbe ihtimali kuvvetlidir. Bunları düşünmeden o büyük sahabelere karşı itiraz duygusuna girmek bir şey kazandırmaz, ama çok şey kaybettirebilir!.

– Bu gibi sebeplerle, geçmiş zamana gidip lüzumsuz, zararlı, din emretmeden o üzücü olayları yeniden kurcalamaktansa, şimdi bu zamanda bilfiil İslamiyet’e dehşetli darbeleri vuran, binler lanete, nefrete müstahak olanların verdikleri zararları önlemeye çalışmak görevimiz olmalıdır!. Mevcutların devam eden zararlarını düşünmeyip, geçmiştekilerin tarihin derinliklerinde kalan zararlarını tekrar gündeme taşımak, hep kucaklaşmayı savunan müdakkik müminlerin birlik beraberliğe hizmet anlayışlarına da muvafık düşmese gerektir.

Ömer bin Abdülaziz gibi birinci hicret asrının ilk müceddidi, bu konudaki uyarısında demiş ki:

“Allah bizim elimizi o hadiselerden temiz tuttu, biz de dilimizi temiz tutar, Müslümanlar arasında kin ve nefreti körükleyecek söz ve davranışlardan uzak durmaya gayret ederiz!.”

İşte bu gibi gerekçelerden dolayı Kerbela şehitlerimizi, camilerimizde hatimler indirip mevlitler okuyarak şanlarına layık şekilde anmayı görev biliriz.

Yarın: Hz. Hüseyin, savaşta küstüğü Abdullah ile nasıl barıştı?

Ahmed Şahin / Zaman

El kol işaretiyle selam, sözlü selam yerine geçer mi ?

Bilindiği üzere, selam verme ve alma bizim karşılıklı sevgi saygımızı pekiştiren ihmal edilmez sosyal görevlerimizden birini teşkil etmektedir.

Hem ayet hem de hadislerle selamın verilip alınması ısrarla istenmiş, ihmal ve terkine ise hoşgörü ile bakılmamıştır. Aleyhissalat-ü ves’selam Efendimiz:

“Aranızda sevginizi çoğaltacak bir söz haber vereyim mi size?” diye sorduğunda, “Ver ya Resulallah” denilince: “Öyle ise” demiş, “Selamı aranızda yayın; karşılıklı sevginizin arttığını anlayacak, kardeşlik duygularınızın kuvvetlendiğini göreceksiniz.” buyurmuştur.

Nitekim Müslümanlar, devam ettikleri bu selam sünneti ile aralarında sevgi köprüleri kurmuş, herkesle kolayca konuşup yakınlık tesis etme kolaylığı sağlamışlardır. Hatta cennet halkının dahi karşılaştıkları cennetliklere söyleyecekleri ilk sözleri “Esselam-ü aleyküm!” cümlesi olduğuna da dikkat çekilmiştir.

Çünkü bu cümlenin içerdiği külli dua manası, başka türlü söz ve davranışlarda bulunmamaktadır. Ne el kol işareti ne de günaydın gibi başka saygı ifadeleri Allah’ın ismiyle yapılan selam duasının yerine geçmemektedir.

Bundan dolayı büyüklerden birinin huzuruna selamsız giren bir adam, ‘nasılsınız efendim’ diyerek söze başlayınca şöyle karşılık almıştır:

– Söze Allah’ın ismiyle selam vererek başlasaydın sen 10 sevap kazanırdın, ben de o selamı almakla 10 sevap elde etmiş olurdum. Böylece 20 sevaplı bir sözle sohbetimizi başlatmış, ikimiz de kazanmış olurduk.

Şimdi ise böyle bir sevaptan mahrum olarak konuşmamızı başlatmış bulunmaktayız.

Selam konusunda bazı ayrıntılar:

– Peygamberimiz bir hadislerinde Müslüman’ın Müslüman üzerinde 6 hakkı olduğunu hatırlatırken birinin de selamlaşma hakkı olduğuna dikkatimizi çekmiştir.

Bundan dolayı selamlaşan Müslümanlar, karşılıklı haklarını ödediklerini düşünerek mutluluk duyarlar.

– Uzaktan verdiği selamı duyuramayacak durumda olanlar ise el kol işaretiyle selam verdiğini anlatmaya gayret edebilirler. Bu caizdir. Hatta mekruh bile değildir. İmam-ı Birgivi Hazretleri’nin hadisi erbain şerhinde bu türlü selamın caiz olduğu yolunda görüşü mevcuttur. Yeter ki el kol işaretiyle selam veren, bu işaretlerle yetinmeyip ağzıyla da selam sözlerini söylemeyi unutmasın. Zira Allah’ın ismini içeren selam cümlesini söylemeden el kol, kaş göz işaretleriyle yetinmek, selam yerine geçmez, ayet ve hadislerin işaret ettiği sevap getiren selam da böyle işaretlerle gerçekleşmez.

– Yolda karşılaşanlardan selamı ilk veren kim ise sevabı en çok alan da odur, diye düşünülür.

– Çocuklara ve yaşlı hanımlara -yanlış yorumlanmayacaksa- selam verilir.

– Eve giren kimsenin ilk sözü, ev halkına selam vermek olmalıdır.

– Yanında hanımıyla birlikte yürüyen beyle selamlaşma isteği, beyden gelmelidir. Şayet istemediği anlaşılırsa ille de selamlaşmaya zorlamamalıdır. Selam verilip hal hatır sorulacak kadar konuşulacak olursa, hanımın birkaç adım geriye çekilip sohbetin bitmesini beklemesinde saygıya aykırı düşen bir durum söz konusu olmaz.

– Bir Müslüman’a günahkâr diye selam verilmezlik edilmez. Aksine onlara daha çok ilgi gösterip kazanma ve bağımlılığından kurtarma niyeti ile muhatap olunabilir.

– Gayrimüslime: (Esselamü ala menittebeal hüda!) diyerek selam vermekte mahzur olmaz. Çünkü “Selam doğruya tabi olanların üzerine olsun” diye dua edilmiş olunur ki, böylesine güzel duadan rahatsızlık değil, aksine memnuniyet duyulması gerekir.

Ahmet Şahin / Zaman

1433. hicri yılımızın hayırlara vesile olması dileğiyle…

Başında bulunduğumuz muharrem ayı ile başladığımız 1433. hicri yılımızın İslam alemine ve tüm insanlık dünyasına hayırlar getirmesini diliyor, tarihin en aziz hadisesi hicret ile hicretin tarih olarak tespitine ait olayları kısaca bir daha okuyarak hatırlama mutluluğu yaşamak istiyoruz.

Miladi tarih: 622

Efendimiz (sas) Hazretleri 53 yaşında, peygamberliğinin de 13. senesindedir. Mekke’de 13 senedir Müslümanlara yapılan zulüm ve baskı, sabır sınırlarını aşan boyutlara ulaştığından dolayı büyük bir heyecanla beklenen hicret izni nihayet gelmiştir..

Bu sebeple, muharrem ayının başında başlayan gizli hicretler, peşinden gelen safer ayında da devam eder, iki ay boyunca Mekke’yi gizli ve açık terk edenlerin sayısı 150 aileyi geçer.

İman etmiş mazlumları yola çıkarıp hayatlarını emniyet altına aldıktan sonra hicret sırasının kendisine geldiğini düşünen Efendimiz (sas) Hazretleri de artık hazırlığa başlar.

Muharrem ayını takip eden safer ayının 27’sinde Efendimiz (sas) Hazretleri de, evinde Hz. Ali’yi bırakarak gece karanlığında etrafı sarmış bulunan silahlı müşriklerin aralarından çıkıp yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir’le birlikte bir saatlik uzaklıktaki Sevr mağarasına ulaşıp saklanmaya muvaffak olurlar. Üç gün boyunca mağarada yol hazırlıklarını tamamladıktan sonra giren rebiul’evvel’in başında Medine’ye doğru dört kişilik bir kafile halinde yola çıkarlar. Yol boyunca kendilerine kılavuzluk yapacak olan Abdullah bin Ureykıt bir müşriktir! Ancak Hazret-i Resulullah onu, kılavuzluğundaki maharetine ve sözündeki sadakatine bakarak tercih etmiştir. Nitekim 15 günde ancak gidilecek 450 km’lik yolu en kısa yerlerden giderek 8 günde Medine’nin kenarındaki Guba köyüne ulaştırmayı başaran bu kılavuzuna, Efendimiz ücretini konuştuklarından da fazlasıyla ödeyerek memnuniyetini ayrıca ifade eder.

15 gün kaldığı Guba’da hemen bir mescit inşa eden Efendimiz (sas), bir cuma günü buradan Medine’ye doğru yola çıkar, gelen ayetle farz olan cuma namazını yolda kıldırdıktan sonra, büyük bir kafile ile nihayet hicret yolunun sonu olan Medine’ye ulaşır, bugünkü mescidin bulunduğu yerde çöken devesinin misafir olacağı evi de işaret ettiğini ifade ile en yakınındaki Halid bin Zeyd’in evine yönelerek yedi ay sürecek olan misafirliğini de burada başlatmış olur.

Böylece 53 yaşında, peygamberliğinin 13. senesinde rebiul-evvel’in başında günde 56 km yol alarak başladığı 450 km’lik hicret yolculuğunu, rebiul’evvel’in sonlarında Medine’de tamamlamış olur.

Medine’deki on senelik hayatı boyunca İslam’ın temelini atıp inanç binasını tam olarak inşa eden Efendimiz (sas) Hazretleri’nin vefatından sonra yerine halife seçilen Hz. Ebu Bekir’in iki senelik görevini takiben yerine Hz. Ömer seçilir. Devlet işlerinde hep yeniliklere imza atan Hz. Ömer, Medine’de meşveret meclisini toplar, Müslümanlara ait resmi bir tarih tespitine ihtiyaç olduğunu, hangi olayı tarih başlangıcı olmaya layık gördüklerini sorar.

Efendimiz’in doğumu, vefatı, gibi büyük olayları tarih başlangıcı olmaya layık görenler olursa da en ilgi çekici teklif Hazret-i Ali’den gelir:

-Müslümanların İslam’ı yaşamak ve yaymak için dünyalık adına her şeylerini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicretlerini tarih başlangıcı olmaya layık en büyük hadise olarak görmekteyim, der. Bu teklife meşveret meclisinden tasvip sesleri yükselerek karar kesinleşir.

Meşveret meclisinin, hicretin 16. yılında (M.638 ) aldığı bu takvim tespiti kararını kapıda bekleyen Hz. Abdullah, Medine sokaklarında halka şöyle ilan eder:

-Ey Müslümanlar! Müjdeler olsun sizlere, artık sizin de bir tarihiniz vardır. İlk hicret kafilesinin yola çıktığı muharrem ayı birinci ay, bu ayla başlayan sene de birinci hicri sene olarak tespit edilmiştir. Muharrem ayı ile başlayan 16. hicret yılınız hayırlı, uğurlu olsun!

Hz. Abdullah’ın o günkü duasını bugün biz de tekrar ederek tüm Müslümanların 1433. hicri yılını tebrik ediyor, hayırlı uğurlu gelişmelere vesile olmasını Rabb’imizden niyaz ediyoruz.

Ahmed Şahin / Zaman

Namazı Hakkıyla Kılma Çabamız Ne Durumda?

Hayat Kaynağımız Namaz’ kitabı ile ‘Namaz Risalesi’ndeki iki önemli görevimize dikkatinizi çekmek istiyorum bugün.

Malum olduğu üzere hemen hepimizin bir numaralı meselemiz, namazlarımızı derin bir huzur içinde kılmak, kıldığımız her namazımızla bir adım daha ilerleyerek manen inkişaf etmek… Ne var ki isteğimiz bu olduğu halde halimiz bu değildir. Namaza başladığımızda kafamıza gönlümüze üşüşen dünyevi konular, namaz boyunca bizi istila ve işgale devam etmekte, bir türlü zihnimizi gereksiz konulardan kurtarıp da kalp ve kafa birliği ile ibadetimizi sürdürür hale gelememekte, bundan da muzdarip bulunmaktayız.

Bu sebeple namazda çok arzu ettiğimiz huşu ve huzura ulaşmanın çaresi yok mu, nasıl bir gayret ve azimle namazımızı layık olduğu bir huzur içinde kılmaya muvaffak olabiliriz diye düşünürken, Işık Yayınları’nın istifademize sunduğu “Hayat Kaynağımız Namaz” kitabında, Hocaefendi’nin namazı layık olduğu derinlikte kılabilmek için gerekli görüp sıraladığı çareler dikkatimizi çekiyor. Bakalım namazımızı huzur içinde kılmaya muvaffak olmak için nasıl bir gayret ve sebatla çalışmamız icap ediyor görelim:

-“Namaz aşk ve sevdası, sahibinin gönlüne hemen düşmeyebilir; insan birkaç günde, birkaç ayda, hatta birkaç yılda dahi namazın hakikatini duymayabilir!. Dolayısıyla neticeye götürecek sebepleri yerine getirmede ısrarlı ve azimli olmak pek mühimdir. Namaz kahramanlığına talip Kur’an talebeleri, Hazret-i Gazali, Hazret-i Mevlânâ ve Hazret-i Bediüzzaman gibi Hak dostlarının namazla alakalı tespitlerini ve günümüzde kaleme alınmış namaza dair kitapları, makaleleri mutlaka okumalı ve konuyla ilgili müzakerelerde bulunmalılar.

Hangi ses, hangi soluk sizi şahlandırıyor ve kalbinizi coşturuyorsa bir kere değil, belki yüz kere aynı vesileye başvurmalılar. Belki bir kitabı onlarca kez okumalı, bir kaseti birkaç kere dinlemeli, bir büyüğün sözlerine defalarca kulak vermeli, oturup kalkıp hep gözünüzü diktiğiniz namazı huzurla kılma hedefinizi düşünmelisiniz. Olmuyor diyerek yoldan dönmeyi asla aklınıza getirmemeli, kat’iyyen aceleci de davranmamalısınız. Unutmamalısınız ki, bu yolda senelerce sular gibi çağlayacak, pek çok kayaya çarpacak, ama her defasında biraz daha arınacak ve sonunda ummana ulaşacaksınız!..”

Demek namazda huzurumuzu kazanmak için göstermemiz gereken azim ve gayret böylesine uzun müddetli ve geniş çerçeveli olarak aralıksız devam edecektir.

Ancak, biz namazlarımızı böylesine bir azim ve sebatla huzur içinde kılmaya gayret ederken zihnimize namazlarımıza ait vesveseli sorular da gelmekte, ‘Bizim kafa karışıklığı içinde kıldığımız namazlarımız nerede gerçek namaz nerede?’ diye endişeye de kapıldığımız olmaktadır.

İşte zaman zaman duyduğumuz böyle endişeler için de imdadımıza yeni bir ‘Namaz Risalesi’ yetişmektedir. Bu risalenin yazarı kim mi? Sıkı durun: Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri. Nesil Yayınları, Risale-i Nur külliyatı içindeki namazla ilgili önemli bölümleri bir ciltte toplayarak ‘Namaz Risalesi’ kitabını istifademize sunmuş, endişe ile baktığımız namazlarımızın durumu hakkında da müjdeli bir misalle konu aydınlatılmıştır. Bediüzzaman Hazretleri endişe ile baktığımız namazlarımız hakkında diyor ki:

– Sakın deme, ‘Benim kıldığım bu namazım nerede, şu hakikatı namaz nerede?’ Zira, bir hurma çekirdeği hurma ağacı gibi, kendi ağacını -içinde taşır ve- tavsif eder. Fark, yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi, senin ve benim gibi avamdan birinin -velev hissetmese de- namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şuurun taalluk etmese de. Fakat kılanların derecelerine göre inkişaf ve tenevvürü ayrıdır. Bir hurma, çekirdeğinden ta mükemmel bir hurma ağacına kadar dereceler bulunduğu gibi, namazın derecelerinde de daha fazla mertebeler bulunur.”

Demek ki, ümitsizliğe düşmeye gerek yoktur. Endişe ile baktığımız namazlarımızın da hakiki namazdan bir hissesi vardır. Ancak o hisseyi hurma çekirdeği derecesinde bırakmayıp hurma ağacı haline getirme gibi ihmal edilmez görevimizin bulunduğu da unutulmamalıdır….

Ahmed Şahin / Zaman