Kategori arşivi: Aile Sağlık

İnsanın doğru tanımı

Modern hayatın oluşturduğu değerler dünyasında insan ve tanımı aslından çok uzaklara sürüklenmişliğin sıkıntısını yaşamaktadır. Maddî alanın çok sığ ve her unsurun bağlantılarından uzaklaştığı yapı içerisinde varlıklar sadece sınırladıkları maddî alan ile tanımlanmış bu da ferdin hem maddî alana hem de kendine yabancılaşma sonucunu doğurmuştur. Bu yabancılaşma beraberinde bir şaşkınlık ve varlığı doğru tanımlamada gerçekten çok uzaklaşmışlık sonucunu doğurmuş olmalıdır.

Bir yönüyle belirgin özellikler arzeden ve diğer yönüyle bir sonraki anın net olmadığı ve her an beklenenin dışında bir durumla karşılaşma ihtimali olan bir dünyada gelecek çoğunlukla karanlık olarak yer almış bir kavramdır. Genel işleyişe ve sebep ve sonucun büyük çoğunlukla birbirini takip ettiği ve bu halin sürekli olduğu dünyada insanların bilinç altında hep bir belirlilik ve netlik beklentisi oluşmuş gibidir. Belirsizliklerin önemli bir endişe ve huzursuzluk kaynağı olduğuna dair meşhur Çin işkencesi önemli bir örnek olmalıdır: İşkence uygulanan şahsın saçı sıfır numara traş edildikten sonra tavandan belirli aralıklarla soğuk su damlası başına damlatılır. Bunun ardından damlaların aralığı düzensiz hale getirilir. Bir sonraki damlanın geleceği anı kestirememek kişi için tarifi imkânsız bir kaygı, endişe ve huzursuzluk yani ‘anksiyete’ halidir.

Anksiyete genel olarak ferdin psikolojisindeki korku ve endişe halinin karşılığıdır. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin tüm dünyada kabul edilen tanımı ile; “Anksiyete, otonomik sinir sisteminin hiperaktivitesine bağlı somatik belirtilere eşlik eden, korku hissi ile belirli patolojik bir durumdur. Belli bir nedene yanıt olan korkudan ayrılır.”

Yani kişi sinir sisteminde kendi kontrolü dışında işleyen bir sürecin etkisi ile bedeninde korku halinde ortaya çıkan hali korku oluşturacak bir sebep olmaksızın yaşar. Aşırı adrenalin deşarjı ile kalp atımları hızlanır, rengi beyazlaşır, soğuk soğuk terlemeye başlar ve bazan ölüm korkusu yaşar. Aynen köpekten çok korkan birinin yalnız başına köpekle karşı karşıya geldiği andaki beden reaksiyonları ortada hiç bir sebep yokken yaşanır. Bu gruptaki psikiyatrik problemler anksiyete bozuklukları şeklinde adlandırılır ve toplumda oldukça yaygındır.

Bunun arka planındaki temel sebep varlığın işleyişindeki genel belirsizlik hali olmalıdır. Bu belirsizliklerin en başında ve en net şekilde yaşananı hayatın son noktası, yani ölüm anıdır. Ölüm ferdin günlük hayatına aynen Çin işkencesindekine benzer bir belirsizlik getirmekte, çevresinde gözlediği her ölüm vak’ası, işkencede başa düşen damla misali ferdi irrite etmektedir. Yine yakınları ile ilgili endişeler ve insanlığın tamamını içine alan ilgi ve kaygı alanı sosyal bir varlık olan insanı endişeler gerginlikler ve huzursuzluklarla yüzyüze getirmektedir. Bunun alt yapısını oluşturan temel faktör geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan bir endişe olmalıdır. Bu hal ferdin hayata bağlılığı ve yaşama sevinci ibresi anlamına gelen duygu durumunda bir dengesizlik hali oluşturur ve yeni sınıflama ile afektif spektrum bozuklukları adı altında incelenen yeme bozuklukları, alkol bağımlılığı, obsesif kompulsif bozukluk, panik bozukluğu, fibromiyalji, migren, kronik ağrı gibi durumlara yol açar. Yani ferdin başağrıları, kas ağrıları, eklem ağrıları, korkulu rüyaları, panik halleri ve endişeleri gibi pek çok durum aslında geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan endişelerin bedene yansımasından kaynaklanıyor olabilir.

Her an ortaya çıkma ihtimali bulunan depremler, felâketler ve önemli hastalıklar gelecekle ilgili belirsizliğin ve şuur altında var olan endişenin farklı bir boyutunu oluşturmaktadır.

Diğer taraftan insan, emelleri çok ileri uzanan bir varlıktır. Konuşmaya, yürümeye başlamak şeklinde başlayan gelecek hedefleri sınıfı geçmek, üniversiteyi kazanmak, kariyer sahibi olmak, işini büyütmek, dünya ile rekabet etmek gibi noktalara kadar uzanır. Bu hedeflerle ilgilli beklentiler, kayıplar ve riskler de ferdin hayatında önemli endişe ve kaygı sebepleridir. Bu alanlarda da beklentileri ile önüne çıkanların uyuşmamasından kaynaklanan duygu durumu çöküşleri ile de karşılaşabilir. Büyük beklentilerin ardından yaşanan kayıplar ferdi, hayat yolculuğunda ciddî tökezlemelerle karşı karşıya getirebilir.

Sanki insan beklentileri, hedefleri, endişeleri ile varlığın çarkları arasında yuvarlanmakta ve bu dalgalanmalar içinde geleceğini aydınlatmaya çalışmaktadır. Gerçek anlamda bir aydınlık ise hayatın hiçbir döneminde tam anlamıyla sağlanamayacak gibidir. Çünkü, varlığın genel yapısı ve özü buna uygun değildir. İnsan gurbet paradigması şeklinde adlandırılan bir durumun da objesidir. Ruhlar âleminde Âlemlerin Rabbi ile akitleşmiş ve O’nun Rabbi olduğunu kabul etmiş bir ruh bu âlemin çok uzağında ve sahibinden uzakta bir gurbet hali yaşamaktadır. Bu durum evden kaçmış bir genç ya da sahibinden uzaklaşmış bir köle misali gibidir. Şuur altında ve özünde bu suçluluk duygusunun ve kaçmış olma halinin verdiği sıkıntı her insan tarafından bir şekilde hissedilir. Yaşanan endişe, anksiyete ve huzursuzluk hallerinin önemli bir sebebi de bu olmalıdır. Beden için doyduğu yer vatan olan olarak algılanabilirken, ruh kendini hep asıl vatanından uzakta algılamanın sıkıntıları ile yüzyüzedir. Belki de beden maddî âlemin gerekleri ile yüzleşirken ruhun çoğunlukla kendi âlemine gönderilmesi yani kalbin maddî âlemin ve dünyanın dışında tutulması ferdin en ideal ve dengeli konumudur.

Gelecek ve insan konusu ele alınırken yapılması gereken en önemli şeylerden biri zaman ve mekânın şekillendirdiği varlık âleminde insanın konumunu netleştirmek olmalıdır. Her an yeniden şekillenen, gözlemcinin olaylar üzerinde etkili olduğu ve belirsizlik prensiplerinin bir kural şeklinde yer aldığı zerreler denizinin ortasında bir mikro âlem ve sonsuz gibi algılanan bir uzay boşluğunda dev gibi kürelerin ve ateş toplarının ortasında belki bir mikroskobik varlık durumuna indirgenen dünya manzarası oluşturan makro âlem.

Bu konumlardan ele alındığında olayların önemi ve belirginliği çok farklı bir yere oturacaktır. Uzay boşluğundan küçücük bir mavi top şeklinde gözlenen dünyada hayatımızı ve geleceğimizi karartan olaylar muhtemelen çok küçülecektir. Bulunduğumuz konumdan gözlenen netlikler ve belirlilikler varlığın alt katmanlarında ve üst katmanlarında kaybolmakta ve en küçük zerre ile uzay boşluğunu donatan küreler bize karışık gelen ve netlik olmayan haller içinde buluşmaktadır. Böyle bir konumda bulunan insanın geleceğinden emin olabileceği ve bir sonraki anı emniyet hissi ile karşılayabileceği tek durum zerreyi ve dev küreleri kontrol altında tutan ve kendi bedeninin zerreleri de O’nun kontrolünde olan adaletli, merhametli ve sevgisinin sıcaklığı ile varlığın tümünü kuşatan bir İdareci ve Terbiye Edici Zat’a dayanmak olabilir. Bu ve benzeri özellikleri tarif edilmiş Zat varlığın dışında ve özellikleri maddî varlıkların üstünde onlardan farklı bir konumda, zaman ve mekânın dışında bulunmalıdır. O Zat Kur’ân’ın ve bütün semavî kitapların tarif ettiği Âlemlerin Rabbi’dir. O sema ve yeryüzünün nurudur. En ince ayrıntısından uzayın en uç noktasına, zerelerden yıldızlara kadar her şey O’nun nuru ile gerçek anlamda aydınlanır. İnsanın bu kadar belirsizlikler içinde yaşadığı ve her tarafın belirsizlikler, kaoslar, muğlaklıklar ve insanı yutacak ölçüde büyüklükler ile çevrili olduğu bir maddî âlemde geleceğini aydınlatacak olan da ancak O’nun nurudur.

Varlığın karanlık ve yabancılaşmış görüntüsünü aydınlatıp dost haline dönüştürecek olan yerlerin ve göklerin nuru olan Allah mânâsının kişinin ruh dünyasında hakkı ile yerleşmesidir. Bu yansıma, en doğru ve sağlıklı şekli ile nur-u Muhammedî (a.s.m.) ile olacaktır. Ferdin sağlıklı tanımı kâinata nur-u Muhammedî ile muhatap olup habibullahtan muhabbettullaha uzanan bir çizgide ancak olabilir. Çünkü varlığın ve insanın ana hamuru şefkat mânâsında varlığa yansıyan kuşatıcı bir muhabbettir.

06.11.2006

Dr.  Hakan Yalman

Eşler Arası Terapi

Evlilik kuşatılan bir şehre benzer. İçindekiler dışarı çıkmaya, dışarıdakilerde içeri girmeye çalışırlar.

Aile terapisi için bana gelen eşler genellikle ya boşanmanın eşiğinde oluyorlar ya da ilişkilerinden tamamen umudu kesmiş olup birde şu televizyon programındaki doktora bir gidelim, nasıl olsa kaybedecek bir şeyimiz yok diyerek kendilerince son şanslarını denemek istiyorlar. Hal böyle olunca işimiz biraz daha zorlaşıyor. Birbirlerine tahammülleri bitmiş, “gözünün üstünde kaşın var” mantığı ile birbirlerini değerlendiren insanlara yaklaşmak ve bozulan ilişkilerini yeniden rayına sokmak haliyle daha da çetrefilli hale geliyor. Genellikle bu tip eşlerle ayrı ayrı görüşmeden önce eşler arası iletişimle ilgili genel bilgiler vermeden önce çocukları varsa rikkatlerine dokunacak bilgiler vererek başlıyorum seansa. Batıdan devşirilen Aile terapisinin mantığında böyle bir yöntem yok ama bizim coğrafyamızda ve bizim insanımızda bu teknik genelde işe yarıyor.

Boşanmanın eşiğine gelmiş anne ve babayı, düşünmeye sevk etmek için şu soruları soruyorum, öncelikle babaya:

Siz, boşanma isteği sizden geldiği zaman, çocuğunuzun hayat düzeyinin %73 oranında düşeceğini ve gelecek yıl onu hiç göremeyeceğinizi bilseydiniz, yine de boşanır mıydınız? Yoksa evliliğinizi kurtarmak için her yolu dener miydiniz?

Şeyyyyyy!!!

Anneye dönerek sorumu farklı bir üslupla soruyorum:

Boşanma isteği sizden gelmişse, çocuğunuzun ve kendinizin zihnen ve ekonomik olarak büyük ölçüde zorlanacağınızı ve gelecekte mutluluk şansınızın çok küçük olduğunu bilseydiniz, yine boşanır mıydınız, yoksa evliliğinizi kurtarmak için her yolu dener miydiniz?” Boşanmış aile çocukları, genel olarak, annesinden başka, babasından başka ve toplumdan başka terbiye almak zorunda kaldıkları için çelişki yaşarlar.

Unutmamak gerekir: Çocuklar, acıdan çok sevinçle, telkinden çok tecrübeyle, emirden çok tekliflerle öğrenir ve eğitilirler. Konuşma bu minval üzere devam ediyor. Sonra kendileri ile ilgili genel bilgiler vererek devam ediyorum.

Aile terapisi yaptığım sorunlu ailelere öncelikle yapılan bir araştırmanın sonucunu hatırlatmaya çalışıyorum. Bu araştırmaya göre evlilikteki en önemli problemlerden biri eşlerin birbirlerini “tapulu malları” gibi görmeleriymiş. Evlenmeden önce her biri kendi başına bir birey olan bu yetişkin insanlar, evlendikten sonra birbirlerini sahiplenmeye ve birbirleri adına karar verme yetkisini kendilerinde görmeye başlıyorlar. 1+1= 2, hatta sinerjik etki ile 11 olması gereken evlilik kurumuna müntesip eşler, evlendikten sonra 1+1=0.5 ve hatta daha az bir sonuç çıkararak kendi kendilerini bloke ederek zenginleşerek çoğalma yerine tükenerek yok olma yolunu seçiyorlar. “Bireysel cennetten, toplumsal cehenneme” giden yolda emin adımlarla ilerliyorlar. Hâlbuki her iki taraf da birbirleri üzerinde hakları olduğunu bilerek hareket etse, aile kurumuna zarar vermeyecek olan bireysel özgürlüklerini yok etmeden birlik de olmanın avantajlarını kullansa hayat her iki taraf içinde daha da güzelleşecektir.

Ben kadın erkek ilişkisini hidrojen ve oksijen’in birleşmesine(H2O-su) benzetiyorum. “Hidrojen ve oksijen, atmosferde ayrı ayrı dolaşıyorlar, birleşince suyu oluşturuyor. Eğer ilişkinizde sevdiğinizle uyum içindeyseniz ve ‘biz’ olmanın güzelliğini yaşıyorsanız H2O formülünü uygulamışsınız demektir’ Aksi takdirde biriniz yanıcı biriniz de yakıcı olarak felakete neden olabilirsiniz.” Oysa biz biliyoruz ki, biri yanıcı diğeri yakıcı olan bu iki elementin birleşmesi sonucu sadece dünyamıza değil kâinata hayat veren su gibi mükemmel bir varlık ortaya çıkıyor.

Aile terapisi için gelen eşlere ayrıca, ilişkilerinin devamı ve selameti açısından kendileri için önemli olan şeyleri yapmak yerine eşleri için önemli olan şeyleri yapmalarını öneriyorum. Onlara fil ve timsah örneğinde ki gibi bir birimize ve isteklerimize ne kadar yabancı olduğumuzu hatırlatmakla işe başlıyorum. Timsahla filin dillere destan evliliğini duymuşsunuzdur. İki sevgili evlendikten sonra, birbirlerine kendileri için “en değerli” olanı verme yarışına girerler. Timsah gölden en güzel balıkları çıkarıp sevgilisi file ikram eder. Filde pek sevdiği yeşil yapraklarının en tazelerinden çırpıp sevgilisinin önüne atar. Fakat sonuç hüsrandır. Otçul olan fil için balıklar ve etçil olan timsah için de taze yapraklar hiç de değerli değildir. Çift sonunda anlar ki herkesin kendisi için en değerli olanı vermesi iyi niyetli ancak teknik olarak yanlış bir davranıştır; hem iyi niyetli hem de teknik olarak doğru davranış eşi için “en değerli” olanı vermektir. Sonuç olarak, fil timsaha hortumuyla tuttuğu ve zaten yemeyeceği balıkları, timsah da gölün dibinden kopardığı ve zaten sevmediği tazecik yosunları vermeye başlar. Mutlu olurlar, çünkü birbirlerini anlamaya vakit ayırmışlardır. İkisi de “Ben elimden geleni yapıyorum ya!” savunmasına girmemiştir.

Evlilik terapisinde eşlere hatırlattığım en önemli unsurlardan bir diğeri de; “Kötü olan siz değilsiniz; kötü olan ilişkiniz.” Yani, iyi insanlar da olsanız kötü bir ilişki kurabilirsiniz. Kötü bir ilişki içinde de olsanız, hala iyi birer insan olmanız mümkündür.

İyi bir ilişkinin iyi bir insan olmaktan fazla şartları vardır. Evlendiğimiz gün, ilk çocuğumuz doğmuştur aslında; ilişkimiz. İlk günler heyecan ve mutlulukla karşılarız onu; ondan sonra ne yapacağımızı düşünmeyiz bile. Sonra bakarız ki ilişkimiz konuşmayı bilmiyormuş. Aylar sonra emeklemeye başladığını, paytak yürüdüğünü fark ederiz. Sonra biz onu çocuğumuz bilip besledikçe ayağa kalkar, yürümeye başlar. Tabi eğer emek sarf edersek. İlişkiler bozulmaya başlayınca yapılan en büyük hata da, eşlerden her biri kendisi bu ilişkiyi kurtarmak ve yeniden canlandırmak için tüm gücünü sarf etmeden diğerinin bu ilişkiyi kurtarması için çaba sarf etmesini beklemesidir. Evliliği bir bebeğe benzetmiştik. Düşünün ki bebeğiniz bir uçurumun kenarında emekliyor ve aşağı düşmek üzere. Ama iki taraf da birbirine kızgın, bu yüzden, bebeği diğeri kurtarsın diye bekliyorlar. Ya da biri bir adım atıyor sonra bekliyor diğeri de bir adım atsın diye. Bu bebek böyle kurtulur mu? Aynen günümüzde ki evlilikler gibi. Evlilik müessesesinin kurtulması ve çocuklarımızın anne ve babalarının yaşamalarına rağmen öksüz ve yetim kalmamaları adına gururu ve kibir’i bir tarafa bırakıp mücadele etmeliyiz. İslam dininde yapılması helal olmasına rağmen Allah azze ve celle’nin en sevmediği helal boşanmadır çünkü. Boşanmaya ruhsat vardır ama en son çare olarak. Günümüz insanı sıkıntıya gelemiyor. En ufak bir tartışmanın sonunda bile aklına gelen seçenekler içerisinde boşanma var. Adı zikredilmeyen ama seçenekler içersinde geçen “boşanma” kavramı belli bir süre sonra en sondaki yerini en üst sıraya alıyor.

Günümüzün en önemli handikaplarından biri de; çevremizde örnek ailelerin yokluğu veya çok az oluşu. İnsanoğlu yapısı gereği çevresinde kendine modelleyeceği, örnek alacağı kişiler, aileler olmasını ister. Bu aynı zamanda bir ihtiyaçtır da. Ne zaman eşimizle ilişkilerimizde sorunlar yaşasak, aynı sorunları yaşamış ve suhuletle bu sorunu aşmış ailelerle konuşma ihtiyacı hissederiz.

Oysa günümüzde eşimizle yaşadığımız sorunu anlattığımız eşimizin, dostumuzun, komşumuzun bizden daha dertli oluşu, çözülmeyi bekleyen yığınlarca problemlerinin oluşu:

Yahu senin ki de dert mi? Sen benim sıkıntılarımı bir bilsen”… ile başlayan cümlelerin çokluğu, günümüz insanını çaresizliğe ve yalnızlığa itiyor.

Tabi bu anlattığım işin bir boyutu. Evlilik müessesesi kesin kuralları, kaideleri ve şablonlaşmış ilkeleri olmayan bir kurum olmakla birlikte, yapılması tavsiye edilen ve kesinlikle yapılmaması gereken bazı kuralları da yok değil. Örneğin bir erkeğin eşini mutlu etmesinin bin bir kuralı olmakla birlikte, hala en geçerli kurallardan biri eşinin duymak istediği o iki kelimelik tılsımlı cümledir. Enteresandır ki bu iki kelimeyi söyleyen bir erkeğin eşi ile arasındaki buzları eritmemesi pek olası değildir. Kadın milleti bu iki kelimeye karşı adeta dirençsizleşir. Ama daha da enteresanı bunu tüm erkeklerin bilmelerine rağmen eşlerine içtenlikle ve hayranlıkla bu iki kelimeyi söyleyen erkek sayısının neredeyse yok denecek kadar az olmasıdır.

Evet, kadınların en çok istediği şey sözdür. Her erkeğin iki dudağı arasında olan sözü ister. Konuşulsun isterler kendileriyle. Konuşmaları dinlensin isterler. Buna göre ilk yapacağınız iş televizyonu kapatmak olsun. Koltuklarınızı bir birinize çevirin. Yüz yüze bakın, göz göze gelin. Sık sık eşinize onunla birlikte olmaktan memnun olduğunuzu, onu takdir ettiğinizi ve yaptıklarına hayran olduğunuzu söyleyin. Bu tavsiyelerin basmakalıp olduğunu düşünenlerdenseniz yirmi dört saatinizi kucaktan inmeyen, bir bebekle geçirmeyi deneyin. Kadınların ne kadar hayran olunası, takdir edilesi, memnun olunası işler yaptığını hayret ve dehşetle fark edeceksiniz…

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Evliliğinizin Kaçıncı Kilometresindesiniz Kitabından Alıntıdır…

Komşuluk Ateşini Yakmak

Toplum içinde hiçbir fert, diğerlerinden ayrı ve uzakta kalarak hayatını sürdüremez. Yüce Allah, insan fıtratına böyle bir özellik bahşetmiştir. Çünkü toplum fertleri arasında belirli maslahatların bir araya getirildiği köklü ilişkiler bulunmaktadır. Bu ilişkilerin en önde gelenlerinden biri de Müslümanın komşusu ile olan ilişkisidir.

Sosyal yardımlaşma ve dayanışma açısından insana aileden sonra en yakın sosyal çevreyi komşular oluşturduğu içindir ki, gerek Kur’an’da ve gerekse hadislerde komşuluk ilişkileri üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Nisa suresinin 36. ayetinde iyilik yapılması gerekenler arasında komşular da sayılmaktadır: “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.

Büyük müfessir İmam Kurtubi (r.ah) bu ayetin tefsirinde, “Görmüyor musunuz? Allah anne babaya ve akrabaya iyilikten sonra komşuları zikretmiş ve haklarına riayet edilmesini emretmiştir” diyerek konunun önemine dikkat çekmiştir.

Efendimiz (s.a.v) bir hadislerinde de komşuların birbirleri üzerindeki haklarını şöyle sıralamaktadırlar: “Hastalandığında geçmiş olsun ziyaretine gitmek. Öldüğünde cenazesinde bulunmak. Borç istediğinde borç vermek. Darda kaldığında yardımına koşmak. Bir nimete kavuştuğunda tebrik etmek. Başına bir musibet geldiğinde teselli etmek. Evini, komşusunun rüzgarını (güneşini, manzarasını) engelleyecek şekilde yapmamak. Ne pişirdiğini ona belli etmemek, belli ederse pişirdiğinden ona da vermek.

Şüphesiz Peygamber Efendimiz’in bu tavsiyeleri, komşuluk ilişkilerine oldukça kuşatıcı bir çerçeve çizmekle birlikte, komşunun komşu üzerindeki bütün haklarını saymayı değil, belki önemli olanlarından bazılarını vurgulamayı amaçlamaktadır.

Hz. Aişe’nin (r.anha) rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Cebrail bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.” Ebu Hureyre’den (r.a) rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v), “Vallahi iman etmiş olmaz. Vallahi iman etmiş olmaz. Vallahi iman etmiş olmaz” buyurdu. Sahabiler, “Kim iman etmiş olmaz, ya Rasulallah?” diye sordular. Rasulullah; “Yapacağı fenalıklardan komşusu güven içinde olmayan kimse” buyurdu. Yine Ebu Hureyre’den (r.a) rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse komşusunu rahatsız etmesin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!

KOMŞULUK HAYATIMIZIN ÖNEMLİ BİR PARÇASIDIR

Kültürümüzdeki süzülmüş bir anlayışın ifadesi olan, “Ev alma komşu al” özdeyişi, komşuluk ilişkilerinin her iki yönü açısından da son derece isabetli bir tespiti dile getirmektedir. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır”, “Komşuda pişer bize de düşer” gibi özdeyişler ve benzeri deyimler de komşuluk ilişkilerinin anlamını ve boyutlarını göstermek bakımından önemlidir.

Dini ve milli hasletlerimizden kaynaklanan komşuluk münasebetlerimiz devam etmekle beraber; modernleşme ve şehirleşme süreciyle birlikte büyük ölçüde zayıfladığı da bir gerçektir. Hızlı kentleşmenin ve değişen iş hayatının bir sonucu olarak, komşuluk ilişkilerinin olumsuz yönde etkilendiğini artık herkes görmekte ve yaşamaktadır. Aynı apartmanda yaşadıkları halde yardımlaşma ve dayanışma bir yana, birbirlerini tanımayan ve birbirleri ile selamlaşmayan insanların sayısı hiç de az değildir. Birbirimizle ilişkilerimizin zayıflayıp kaybolma noktasına geldiği çağımızda, kalabalıklar içinde gün geçtikçe yalnızlaşıyoruz. Ebeveynin evladından, komşuların komşulardan kaçtıkça kaçmaya çalıştığını üzüntüyle müşahede ediyoruz. Oysa “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” buyurmamış mıydı Yüce Nebi?

Evet, eskiden komşu açken tok yatılmazdı… Evlerden evlere yemekler taşınır, ikram edilirdi. Eskiden komşu, yandaki dairede oturan değil, aileden biri sayılırdı. Hep demez miyiz, “Nerde o eski komşular, komşuluklar?” diye… Büyüklerimiz eski komşularını yad ederler. Peki, neden bu hale geldik, neden bitti komşuluk? Bunun nedeni çok açık, besbelli… Çünkü komşuluk, eskiden inancımızın kazandırdığı bir kültürdü. Oysa şimdilerde bu inancı da kültürü de yitirmeye başladık. Batı kültürünü ithal ettik hayatımıza.

ESKİDEN KOMŞULARIMIZ AKRABADAN BİLE YAKIN OLURDU

Gelin, hayatımıza anlam, ömrümüze bereket katan; tatlı dil ve güler yüzü, sevgi, dostluk ve paylaşmayı bu bayramda komşularımızla doyasıya yaşayalım. Önce içten bir “komşu selamı” ile başlayalım. Birbirimizle karşılaştığımızda selam verip vermemekte tereddüt etmeyelim. Ziyaretine gidelim komşumuzun. Zekatlarımızla, fıtır sadakalarımızla, infaklarımızla güç durumda olan komşularımıza yardımcı olalım.

Bakın Efendimiz (s.a.v) ne buyuruyor güzide sahabesi Ebu Zerr’e: “Ey Ebu Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy ve komşularını gözet!

Belki içimizdeki o komşuluk ateşini yakmak için olsa gerek ama ne olursa olsun “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.

Hüseyin Okur / Semerkand Aile Dergisi

Başarı Karşılığı Sevgi

Son dönem gözlemlerimde dindar anne-babaların dahi çocuklarına sevgilerini başarı karşılığında sunduklarını fark ettim. Çocuklarının ahlaklı, dini vazifelerini yerine getiren, hayatta başarılı olmalarını isteyen anne-babaların bu masum isteklerinde çocuğun “okul başarısını” en önemli mihenk kabul etmeleri herhalde ahir zamandaki manevi havanın bozulmasıyla nazarların tamamen dünyevi hayatın kazanılmasına hasredilmesinden kaynaklanan bir durum. Düşünce ve uygulama olarak sadece dünyaya hizmet eden bir hayat yaşamasa da anne-babalar, etraftan etkilenme veya kendi gençliklerinde başarılı olamadıkları alanlarda çocuklarına yol gösterme, başarılı yapma meyliyle, farkında olmadan, okul başarısını çocuklarını değerlendirmede çok belirleyici bir faktör zannediyorlar.

Halbuki İslami anlayışın esasında anne-babanın asıl vazifesi “Allah’ın rahmetine ayine olmak yani çocuğuna karşılıksız sevgi sunmak”tır, böylece çocuk anne-babasında gördüğü o “karşılıksız sevgi” kavramıyla tanışır, büyüdükçe bu sevginin asıl kaynağının Rabbi olduğunu anlar ve hayatı O’na bağlılık ile pek çok endişe ve korkulardan salim olarak yaşar. Maalesef günümüzde bu  anlayış epey perdelenmiş, kaybolmaya başlamış. Kapitalizmden gelen “her şey karşılıklı” felsefesine  mağlup olunup, karşılıksız rahmetini sunan rabbimizin rahmetini gösteren ayna olmak kavramı unutulmaya başlamış. Arkadaşlık dostluk kavramları kaybolduğu gibi karşılık beklentisi anne-evlad ilişkilerine kadar girebilmiş.

Hepimiz evladlarımızın maddi ve manevi sahada başarılı olmasını arzu ederiz ve bu neticeye götürecek donanımları kazanmasını isteriz. Bu sahalarda başarılı olmanın ölçüsü çocuğun sadece okul derslerindeki başarı durumu yada arkadaşları arasında ne kadar söz sahibi olduğu gibi iki zahiri kriter olmamalıdır. Bunlar kendi alanlarında birer belirleyicidir ve bize çocuğumuzun o alanda yapabilecekleri hakkında bir fikir verebilirler ama çocuğumuzu yani bir insanı, hele imanla ruhu 18 bin aleme açılabilen bir insanı, bütünüyle değerlendirmeye yetmezler.

Öncelikle bir adım geriye gidip resme bütünüyle bakmalıyız. Yani evladlarımıza “benim çocuğum” anlayışıyla değil de, “Allah’ın benim terbiyeme emanet ettiği bu ademoğlu, bu müstakil birey” nasıl hem dünya hem ahret hayatında başarılı olacak şekilde eğitilmelidir? Bunu ona kazandıracak hangi bilgiler ve nasıl bir uygulama olmalıdır? Gibi çocuğun bu hayatın başından en nihayetine yani ölümüne kadar ve ölümünden Rabbinin huzuruna çıkarılıncaya kadar seyredeceği bu “hayat yolculuğunda” nasıl başarılı olabileceğine dair modeller bulmalıyız. ( Bu modellerin tamamı Fahr-i Kainat Efendimiz(ASM)’ın çocuk ve gençlere olan muamelelerinde derc edilmiştir. Sünnet-i Seniyye kaynağından bizim durumumuza uygun olanı seçip uygulamalıyız. )

Cenab-ı Allah Ehadiyetinin tecellisiyle her kulunu ayrı bir fıtrat, ayrı hassasiyet ve ayrı istidadlarla yaratmıştır. Bu yüzden her çocuk da farklı bir fıtrat sahibidir, farklı meyilleri vardır ve bu meyilleri besleyecek ve kabiliyet haline dönüştürecek farklı faaliyet alanlarına ihtiyaç duyar. Örneğin bir çocukta insanlara yardım etme eğilimi fazladır, o tür faaliyetlerden, arkadaşlarıyla bir arada olmaktan lezzet alır. Diğer bir çocukta okumak, araştırmak meyli fazladır, arkadaşları yerine kitapları tercih edebilir. Bu iki çocuğu kıyaslayıp “Bizimki sabahtan akşama park bahçe şişe kapağı topluyor, tekerlekli sandalye alacakmış, eve girmiyor; komşunun çocuğu da almış kitabı evden dışarı bile çıkmıyor. Bizimki yaramaz, komşununki akıllı..” gibi bir değerlendirme fıtratı bilmeme cehaletinin bir ifadesidir. Bu iki çocuk kendi ölçüleri içinde müstakil değerlendirilmelidir.

 İslami terbiye içerisinde en önemli mesele çocuğun “kişilik sahibi” olmasıdır. Yani müstakil ama vazifesi bulunduğu her topluluğa karşı sorumluluklarını bilen ve kendini ifade edebilen bir insan olmasıdır. Çocuğun kişilik sahibi olması için belli eğri ve doğrularını tesbit edebilmesi ve bunlara göre yaşadıklarını değerlendirebilmesi gerekir. Öyle ise öncelikle çocuğumuza eğri-doğruyu hakiki bulabileceği bir kaynağı takdim etmemiz lazımdır. Çocuk bu sabit kaynağı öğrendikten sonra değer yargılarını ona göre oturtarak sağlam bir karaktere sahip olacaktır. Bu kaynak da 1400 yıldır hakkaniyeti isbatlanmış, toplumların teveccüh ve itimadını giderek artırdığı Kur’an-ı Kerim ve onun hayata uygulanmış hali olan Sünnet-i Seniyyedir. Çocuk kaynak olarak Kur’an’ı, rehber olarak Peygamberini(ASM) aldıktan sonra her yeni deneyimini bu eksenlerde iç alemine yerleştirecektir.

Çocuklarımızı kişilik sahibi bireyler olarak yetiştirirken önemli bir mihenk de “yanlışların içinden doğruyu ayırdedebiliyor mu, doğruyu bulunca bunu uygulayabiliyor mu, yanlış yaptığını fark edince hatasını nasıl düzeltiyor” gibi doğruları hayatına yerleştirmeye çalışan bir yaklaşımı kazanıp kazanmadığını ölçmektir. Yani çocuk “doğruyu öğrenmeyi öğrendikten” sonra bilmedikleri için fazla endişe etmeye gerek kalmaz; çünkü ihtiyacı oldukça öğrenecektir. İnsandaki akıl, kalp, vicdan mekanizmaları ve bunları eğiten Kur’an-Sünnet yolu bireyin her durum için doğruyu bulup uygulamasına zemin hazırlar. İşte çocuğumuzun bu dış kaynakları(Kur’an-Sünnetten gelen bilgileri) iç dinamikleriyle birleştirmeyi öğrenmesi ona bir ömür kılavuzluk edecek en mühim rehberdir.

Anne-babanın çocuğun eğitiminde yapacağı en mühim katkı çocuğun kendi fıtratına uygun bir kişiliği bulmasına yardım etmektir. Çocuğumuz sünnet-i seniyyeye göre uymamız gereken umumi ve şahsi hakları çiğnemiyorsa, yani kendi had ve sınırlarını ihlal etmiyor, başkalarına zarar vermiyorsa, diğer farklılıklar için çocuğa değişimi telkin etmemelidir. Aklına kapı açmalı, “şöyle yapsan daha iyi olabilir”  demeli ama iradesini elinden almamalıdır. Yukarıdaki örnekte kapak toplayan çocuk okul derslerini 3 ile geçiyorsa, “kapak toplama da otur çalış sınıfı 4 ile geç” gibi bir yaklaşım çocuğun üstünde baskı oluşturur, çocuk kendi başına verdiği kararlardan şüphe etmeye başlar, kişiliği örselenir, kendine güveni azalır. Çocuğa derslerini daha iyi öğrenmek istiyorsa, daha çok vaktini çalışmaya ayırması gerektiği anlatılmalı ama  buna kendisi karar vermesine çalışılmalıdır. Karar çocuğa mal olursa eğitici olur yoksa dökme su ile değirmen dönmeyeceğini bilmeliyiz. Anne-baba sevgisini notlara göre ayar ediyorsa yani 5 alınca sevgi ve iftihar dolu bir sesle “aferin benim aslan evladıma”; 2 alınca sevgisiz, ilgisiz bir tepki veriyor, çocuğu dışlıyorsa bu çocuğa: “Seni notun ve başarın kadar seviyorum!” mesajı vermek demektir. Bu mesajı alan çocuk da bir ömür anne babasını notla, ilerde kariyerle mutlu etmeye çalışır durur. Peki mutlu olabilir mi?  Elbette hayır.. Anne-babası kendisine gerekli değer yargıları ve eğri-doğruları öğretmediği için bir ömür kişilik problemi yaşar, her durumda eğri-doğrusu değişir, iş ve kariyerin dışında ne yapacağını bilmeyen, sürekli kendini birilerine isbatlamaya çalışan, başarılı olmazsa sevilmeyeceğine inanan, okul başarısının hayatın gayesi olduğunu sanan ve hayata karşı bir sürü sui zanlarla dolu bir birey olur, neticede MUTSUZ olur. 15-20 yıllık okul hayatında çok başarılı olmuş ama hayatın okuldan ibaret olduğu zannıyla yetiştirildiği için kişiliği, sosyal yapısı gelişmemiş ve ömrünün kalan 30-40 senesinde hayatın dışında kalmış  arkadaşlarımız mevcuddur. Bu arkadaşlarımız okulda başarılı ama hayatta başarısız birer insan olur! Elbette bu neticeyi hiçbir anne-baba istemez.

Öyleyse evladlarımıza yapacağımız yönlendirme ve ikazlar hangi eksende olmalı?

Bu çok önemli sorunun cevabını uzman pedagoglara bırakmakla beraber elzem birkaç noktaya değinelim.

Çocuk doğru ve yanlışı algılayabilecek yaşa geldiğinde(her yaşta bu seviye farklıdır, her yaşa göre çocuk sorumluluklarının artmasıyla bu doğru ve yanlışlara muhatap edilmelidir), çocuğun karar vermesine izin vermelidir, bu esnada çocuk yanlışlar yapacaktır, ama yanlış yapmasına bir kez izin verirsek ona kararlarını uygulama becerisi kazandırır hem de kendi kararını kendisi değerlendirmesine fırsat vermiş oluruz. Hiç hata yapmadan doğruyu bulması ise mümkün değildir. Çocuğa kendi karar ve davranışlarını değerlendirme anlayışını yerleştirmeliyiz, yani kendi kendini eleştirebilen, sorgulayabilen bir insan olmalı. İçimizdeki vicdan mekanizması zaten sürekli bizi mihenge vurur, bazen ikaz eder, bazen ferahlığıyla doğru yaptığımızı söyler. İşte vicdanın bu sesini açığa çıkarmak, yani kendini eleştirmek bizi hayatta dengeli tutan önemli bir ikaz mekanizmasıdır.

Çocuğumuz hata yaptığında ise kızmak yerine beraber kararını değerlendirmek ve bu kararı almasına sebep olan his ve fikrini konuşarak kendi kendisini düzeltmesine zemin hazırlamak en kalıcı eğitim metodudur. Örneğin çocuğumuz ödevini akşam hazırlamadı ve sabah erken kalkarım düşüncesiyle sabaha bıraktı. Ve neticede sabahleyin ödevini yetiştiremeden okula gitti. Bu çocuğa “Ben sana demiştim, şimdi öğretmenine rezil olacaksın, notun da düşecek, tembel çocuk” gibi negatif telkinler yerine hiçbir şey söylemeden ve kararının neticesini kendisi görmesini bekleyerek okula yollamak, okuldan gelince de “Okul nasıl geçti” gibi ilgilenip çocuğun kendisi anlatmasına fırsat vermek gerekir. Çocuklar kendilerine sıkıntı veren şeyi paylaşmak isterler, çocuk fıtri bir şekilde gelip “Anne/baba şöyle oldu, öğretmen kızdı” der ve üzüldüğünü ifade ederse , “Evet evladım, hakkaten üzücü bir şey yaşamışsın, galiba sabahları okul ödevi yetişmiyor, değil mi?” gibi çocuğun problemin kaynağını bulmasına yardımcı olabiliriz. Muhtemelen çocuktan da “Evet anne” gibi bir cevap gelecektir, “Bir daha sabaha bırakmayalım o zaman” gibi bir kararı beraber almış oluruz. Bu senaryoda çocuk hem karar verme yeteniğini korumuş hem de kendini değerlendirme ve sonuçlarıyla yüzleşme fırsatı bulmuş oldu, hem de anne-babasına güveni, yakınlığı sarsılmadı. Ama çocuk ödevini aksatmasın diye baskılama olsaydı, negatif telkinlerle çocuk uzaklaşacak, bu kazanımlar olmayacaktı.

Bunlar gibi binlerce örnek verilebilir. Mühim olan okul başarısı veya kariyer gibi zahiri mihenklerin çocuğumuzu değerlendirme tek kriter olmadığını bilerek, onlardan çok daha fazla insanı mutlu eden erdem, şahsiyet, fazilet gibi kavramlarla çocuğumuzu tanıştırarak iç alemi dengeli bir birey olmasını sağlamaktır. Çocuğumuza iki alemdeki mutluluğu, ancak oturmuş bir kişilik sahibi olması ve hakiki doğrulara göre yaptığı tercihleri kazandırır. Gayemiz yapıcı, onarıcı metodlarla evladlarımızı hayat yolculuğuna hazırlamaktır.

Rabbimizin emanetlerini en güzel şekilde muhafaza etmek duasıyla..

Nabi

Nurnet.org

Evlatkolik Anne Ve Babalar

Dünyada bir tek güzel çocuk vardır. Bütün anneler ona sahiptir.

Anneler şefkat ve merhametten dolayı aşırı koruyuculukla “annelik” özelliklerini suistimal edebilmektedirler. Dizlerinin dibinde yetişen çocuk belki bazı risklerden korunur ve kurtulur, fakat diğer taraftan başka büyük risklerle karşı karşıya bırakılır aslında.

Dünyada annesinin dizinin dibinden çıkmayarak gelişip üstün başarılar elde etmiş, insanlığa büyük hizmetler vermiş kişi neredeyse yoktur. Çünkü böyle çocuklar devamlı üzerlerinde bir koruyucu şemsiye hissettiklerinden kendilerini adeta kilitler; her şeyi bir dönem anne babalarından sonra başkalarından beklerler. Belki fiziksel olarak çok bakımlı, maddeten iyi besili olurlar ama ideal bir şahsiyet özelliği geliştiremezler.

Aslında her anne- baba, potansiyel bir “çocuk bağımlısı”dır. Eğer vaktinde çözüm üretilmez, tedbirler alınmaz ise bu “potansiyel bağımlılık riski” harekete geçer; hem çocuğun hem de anne-babanın hayatını kâbusa çevirebilir.

Çocukların, aile içindeki halleri, koza içindeki kelebeğe benzer. Bir kelebek için “koza yaşantısı”nın her saniyesi çok önemlidir. Hatta kelebeklerin kozadan çıkışı bile çok özeldir.

Koza içindeki hayatını tamamlayan kelebek, yumuşacık başı ile önce kozayı deler. O narin ve hassas vücudu ile kozaya açtığı küçücük delikten dışarı çıkmaya çalışır. Ama bu çok da kolay olmaz. Çünkü delik küçük, kelebeğin vücudu ise büyüktür. Yavru kelebek, önce kafasını, sonra vücudunu o incecik delikten dışarı çıkartmak için mücadele eder. Rengârenk ve hassas kanatları “ha yırtıldı, ha yırtılacak” korkusu ile bir sağa bir sola yalpa yaparak dışarı çıkmaya başlar.

Eğer anne kelebek, yavru kelebeğin bu kıvranışlarına üzülür ve “yavrum dışarı daha kolay çıksın” diye, deliği genişletirse kelebek bir ömür boyu uçamaz. Çünkü yavru kelebek, o daracık delikten dışarı çıkmaya çalışırken koza içinde, vücuduna bulaşmış olan bir sıvıyı da kanatlarından sıyırmaya çalışmaktadır.

Annenin kozadan zorlanarak çıktığını zannettiği yavru kelebek, aslında, kanatlarındaki sıvıdan kendini kurtararak uçuşa hazırlanmaktadır. Yavru kelebek, kozadan çıkarken kanatlarındaki sıvıyı, kozadaki o dar delik vasıtası ile sıyırmamış ise hiçbir zaman uçamayacaktır. Her kanat çırpışında, ıslak kanatları ya birbirine yapışır ya da kanatlarını ağırlıktan taşıyamaz.

Kelebek koza örneğinde olduğu gibi, anne kelebeğin yaptığı tarzda, “aşırı koruma hissi” ile çocuklarına sahip çıkan anne babalar, çocuklarına iyilik yaptıklarını zannettikleri halde, zarar vermektedirler. Onların hayata hazırlanmasına izin vermeyerek sosyal hayatlarını başkalarına bağımlı hale getirmektedirler. Aşırı koruyucu aile içinde yetişen çocuklar, kozadan suni müdahale ile çıkartılan kelebek gibi, sosyal hayata atılmak için gerekli donanımı hazırlayamamaktadırlar.

Çocuklar genel ahlak kurallarını çiğnemedikçe hata yapmalarına göz yummak gerekir. Çünkü çocuklar hata yaptıkça tecrübe kazanırlar. Tecrübe, başarıya yürüyen bir insanın en güçlü hafızasıdır. Çocuk pratikte bir şeyler yaptıkça yapabileceği şeyleri keşfeder. Eğer anne-baba “aman evladım sen yapma, ben hallederim” diyorsa çocuğun geri kalan hayatında onu bağımlı hale getiriyordur. Aşırı korumacı ve “evlatkolik” bir aile içindeki çocuk, kendini ve kendi kabiliyetlerini tanıyamaz.

Tabağındaki iki köfteyi yedikten sonra “ben doydum” diyen çocuğa: “hayır olmaz, tabağındaki diğer köfteleri de bitireceksin” dediğimizde çocuğun bilinçaltına verilen mesaj: “Ben doyduğuma karar verecek güçte değilim, doyup doymadığıma annem veya babam karar verir” şeklinde olur.

Ama aileler çocuğun yiyeceği fazladan birkaç köfteden alacağı proteinden çok çocuğun öz güveninin gelişmesinden sorumlu olduklarını unutmamalıdırlar. Şefkatlerinden (evlatkolik olduklarından) doğan bu ısrarcı tutum ileride tamiri imkansız kişilik tahribatlarına neden olabilir. Bu akıldan çıkarılmamalıdır.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.