Kategori arşivi: Aile Sağlık

Eyvah! Çocuğum Yalan Söylüyor

Çocukları eğitmek, onları kendimize benzetmek değil, olmaları gerektiği gibi yetiştirmektir. (M. Selahaddin Şimşek)

Bir insanın bilinçli ve kasıtlı olarak başkalarını aldatmak, küçük düşmekten kurtulmak ve çıkar sağlamak için gerçek dışı sözler söylemesine veya akla uygun bahaneler bulmasına “yalan” diyoruz. Tanımdan da anlaşılacağı üzere çocuklar 5 yaşına kadar bilinçli olarak başkalarını aldatmak ve bundan çıkar sağlamak için yalana başvurmazlar. Bu yüzden çocukların söylediği gerçek dışı sözleri ve uydurma hikâyeleri yalan olarak değerlendirmek doğru değildir.

Bazen çocuklar, gençler yalan söyler. Anne babalar da bu yalanı yakalar. İşte bu an kimi ana baba, adeta balık yakalamış gibi sevinir. Anne babanın gözünde çocuk yüzde yüz haksızdır, sığınacak hiçbir mazereti yoktur. Bir anlamda bitmiştir. Anne baba bu kesin galibiyetin tadını çıkararak parmağını çocuğa uzatır ve mağrur bir eda ile “Sus, ayıbınla otur, bana yalan söyledin” der. Anne baba burada muhtemelen “Ben yüzde yüz haklıyım sen sıfırsın” demektedir.

Olabilir, çocuğun yalan söylemesinde kendi payı yüksektir. Fakat bu yalanda ana babanın hiç mi payı yoktur? Çocuklarımızın söyledikleri her yalanda, biraz olsun bizim de tuzumuz vardır. Bakınız niçin:

1. Çocuğunuz yalan söylemiş ise yalan söylemeyecek yapıda güçlü bir çocuk yetiştirememişsiniz demektir.

Yalan başvurmayacak kadar güçlü bir yapısı yoksa bu durum biraz onun sorumluluğu, biraz da bizim.

2. Çocuklarımız, bazı hatalarını yalana başvurmadan açıkça ifade ettiklerinde, bu durumu her zaman olgunlukla karşılar mıyız? Galiba hayır. En azından bazılarımız samimi itiraflar karşısında bazen bağırır, bazen de cezalandırma yoluna gideriz. Bu tavrımızla da çocukları istemeden yalana iteriz.

3. Biz büyükler kendimizce haklı nedenlerle- bazen çocukların yanında başkalarına yalan söyleriz. Bazen de “onlara küçük beyaz yalanlar söylenir” diye çocuklara yalan söyleriz. Gün gelir bizim, belli durumlarda yalan söylediğimizi anlarlar. Onlar da belli durumlarda kendilerince haklı gerekçelerle yalan söylerler. Bu nedenle çocuklara küçük beyaz yalanlar söylenebilir düşüncesi tamamen yanlıştır.

Yukarıda ifade edilenler, yalan söyleyen çocuklara aldırmayalım, hoş görelim anlamına gelmiyor. Yalan söylediklerini fark ettiğimiz zaman, üzüldüğümüzü rahatsız olduğumuzu belirtelim. Ancak kendimizi yüzde yüz haklı görüp önlenemez bir öfke içine girmeyelim.

Çocuklar Neden Yalan Söyler

1. Aile içinde veya çevrede çok sık yalan söyleniyor olması çocuğu yalana alıştırır. Çocuklar ana-babayı model ve örnek alır. Anne-babalar “yalan söyleme” konusunda da model oluştururlar. Anne-babanın yalana başvurduğuna tanık olan çocuk, yalan söylemeyi öğrenir. Örneğin; eve gelmek isteyen misafire anne ve babanın gerçeği söyleme yerine “akşam başka bir yere davetliyiz” şeklinde yalan söylemesi birde bu söylemin çocuğun yanında yapılması ebeveynin çocuğunun yalan söylemesine zemin hazırlamış olur.

2. Anne babanın ve çevrenin çocuğa yeterince sevgi, ilgi göstermemesi. Anne babası ve çevresi tarafından sevilmediği ve ilgi görmediği hissiyle kendini değersiz hisseden çocuk, çevresindekiler tarafından değerli algılanma ve onaylanma ihtiyacıyla, sahip olmadığı bir şeye sahip olduğunu veya yapmadığı bir şeyi yaptığını ifade edebilir. Örneğin; başının ağrımadığı halde kendini acındıracak bir şekilde baş ağrısı çektiğini söylemesi, okul başarısı düşük olduğu halde anne ve babasına deneme sınavında soruların hepsini yaptığını söylemesi gibi.

3. Çocuk cezadan kaçmak içinde yalan söyleyebilir. Çocukları yalana iten diğer bir neden de ailesi tarafından aşağılanmamak ve cezalandırılmamak için yapmadığı davranışları yapmış gibi ya da yaptığı davranışları yapmamış gibi ailesine aktarabilir.

Örneğin; harçlığını ailesinin istemediği yerde harcayan çocuk, anne ve babası parasını ne yaptığını sorduğunda, çocuğun parası çalınmadığı halde parasının çalındığını söyleyebilir.

4. Çocuklar özlem duydukları, olmasını istedikleri şeyler içinde yalan söylerler.

Örneğin; babasından ayrı yaşayan bir çocuğun her gün babasının kendisini aradığını söylemesi veya annesiz büyüyen bir çocuğun arkadaşlarına annesiyle yaptıklarından söz etmesi gibi.

Bazen de bunun tam tersi bir tutumla çocuk annesi yaşamasına rağmen öğretmenlerine veya arkadaşlarına, annesinin öldüğünü söyleyebilir.

5. Çocuk çevresinin hayranlığını kazanmak için yalan söyleyebilir.

Örneğin; arkadaşlarına fakir olduğu halde çok zengin olduğunu, arabası olmadığı halde son model bir arabası olduğunu söyleyebilir.

6. Anne ve babasının sevgi ve ilgisini paylaşmamak için yalan söyleyebilir.

Örneğin; anne ve babasına ablasının onu dövmediği halde kendisini dövdüğünü söyleyebilir.

7. Arkadaşlarının sevgi ve ilgisini paylaşmamak için yalan söyleyebilir.

Özellikle ilköğretim çağındaki çocuklarda arkadaşlarının ilgisini kendine çekmek için “Ali senle dolaşmak istemiyormuş” bana öyle söyledi diyerek yalana başvurması buna örnek gösterilebilinir.

8. Erken çocukluk döneminde aşırı ödüllendirilen çocuklarda yalan söyler. Aşırı ödüllendirilen çocuk, sosyal hayatla tanışmaya başladığında sosyal hayatın içindeki arkadaş, öğretmen vb kişilerden de aynı ödüllendirmeyi bekler. Bunu da elde etmek için yalan söyleme tutumu içine girer. Ya da hiçbir davranışı ödüllendirilmeyen çocuk yalan söyleme gereksinimi duyabilir.

Yalan Söyleyen Çocuğa Nasıl Davranmalı?

1. Yalan söyleme davranışını iyileştirmek, önlemekten daha zordur. Önemli olan, çocuğu yalana itecek durumlara meydan vermemektir.

2. Çocuklar anne babayı taklit ederek büyürler. Çocuğunun yalan söylemesini istemeyen anne ve babalar kendileri iyi model olmalı, yalan söylememelidir.

3. Anne ve baba’nın söyledikleri ile davranışları arasında tutarlılık olmalıdır.

4. Anne ve babalar çocuklarını çok iyi tanımalı ve yeteneğinin üzerinde beklentilere girmemeli, önüne ulaşamayacağı hedefler koymamalıdır.

5. Anne ve babalar çocuklarını, kardeşi ve çevresindeki diğer insanlar ile kıyaslamamalıdır.

6. Anne ve babaların koydukları kurallar çocuğun hürriyet ve bağımsızlık alanını daraltmamalıdır.

7. Anne ve baba, çocuğu tehdit etmemelidir.

8. Anne ve baba yalanlan söylemlerine çocuğunu ortak etmemeli “bu yaptığımızı annene söylemeyeceksin tamam mı oğlum” tarzından söylemlerde bulunmamalıdır.

9. Anne babalar çocuğa karşı iyi bir dinleyici olmalı; isteklerini, sıkıntılarını, kaygılarını ve endişelerini dile getirmesine fırsat vermelidir.

10. Yalan söylemekte ısrar eden çocuğa ulaşmanın yolu, kendisini yalan söylemeye iten sorunların çözülmesine yardım etmek ve yalan söylemeyi gereksiz kılacak bir ortam hazırlamaktır.

11. Çocuğun söylediği yalanın içeriğinden ziyade yalan söylemesine neden olan şeye odaklanmalıdır.

12. Çocuğunuz yalan söylediğinde ona bu söylediğinin yalan olduğunu anladığınızı hissettirmeniz önemlidir. Anne ve baba bir avcı gibi çocuğun yalanını yakalamaya çalışmamalıdır. Bu çocuğa güvenmediğinizi gösterir ve çocuk nasıl olsa güvenmiyorlar diye yalan söylemeye devam edebilir.

13. Çocuğa yeterli ilgi ve sevgi gösterilmelidir.

14. Çocuğun yalan söylediğini tespit edilirse, onu bu durumla hemen yüzleştirip yorum yapmamalıdır.

15. Çocuğunuzun hangi durumlarda yalana başvurduğunu irdeleyin. Mesela; Okul başarısında problemi mi var? Baskıcı otoriter tepkinizden mi çekiniyor? Bunun nedeni nedir? Tespit edin.

16. Yalanın her türlüsüne karşı olduğunuzu sadece çocuğunuzu uyararak değil, yaşayarak, örnek olarak da gösterin.

17. Çocuk yalana başvurmadığında, dürüst davrandığında onun bu davranışının ailesi tarafından fark edilmesi ve bu davranışı pekiştirilmesine yardımcı olunmalıdır.

18. Yalan, bazen bir patoloji (hastalık) belirtisi de olabilir. Ağır psikolojik dengesizliklerde ya da kişilik bozukluklarında yalana rastlanabilir. Bu durumlarda konunun uzmanından yardım alınmalıdır.

19. İnsanın her yaşta takdir edilmeye ve onaylanma ihtiyacı vardır. Çünkü çoğu kez onaylanma ihtiyacı nedeniyle yalan söylüyor olabilir.

Çocuklar, bazı doğruları ancak deneme ve yanılmadan sonra öğrenebilir. Çocuk, yanlış bir şey yaptığında veya yalan söylediğinde çocuğun kişiliği üzerinde değil, davranışı üzerinde durmalıyız. Ödevini yapmayan bir çocuğa, “Sen tembel bir çocuksun” deyip onu aşağılamak yerine tembelliğin iyi sonuçlar vermediğini, tembel insanların iyi bir iş sahibi olamayacağını, fakir düşüp başkalarına muhtaç olacağını anlatmalıyız. Aynı şekilde çocuk yalan söylediğinde, kendisine güveni ve saygısı olan bir insanın yalan söylememesi gerektiğini, yalan söyleyen insanlara toplumda saygı duyulmadığını anlatmalıyız.

Çocuğumuzun yalanını yakaladığımızda kendimizi yüzde yüz haklı görürsek, öfkemiz de yüzde yüz olur. Eğer çocuğunuz size yalan söylemişse bu yalanda sizin de payınız vardır. Bu gerçekten yola çıkarak olaya baktığımızda, daha ılımlı olabiliriz. Ilımlı olduğumuz zaman ise çocuğumuzu arzu ettiğimiz yönde değiştirme, geliştirme şansımız artar. Onların bir yalanlarına bugün aşırı öfkelenirsek, yarın daha dürüst olmalarına değil, daha iyi kamufle edilmiş, daha organize yalanlar söylemelerine yol açarız.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.

Kurban, çocuklar için ne ifade eder?

Sizinle geçireceğim ikinci bayram da geldi, hoş geldi. Ama bu bayram öteki gibi şeker şerbet değil. İnekler, koçlar, koyunlar dört bir yanda. Bizim de koçumuz var. Hem de kınalı.

Benim okul yolunda koşturan yaramaz arkadaşlarım, geçen hafta bizim kızlar futbol takımı ‘Kelebekler‘ yenildi! Yani havalara uçamadık. Merakta kalmayın diye söyleyip hemen geçiyorum. Çünkü anlatacağım çok daha güzel olaylar var.

Pazar günü Kurban Bayramı ya, babamla koç almaya gittik. Kurban pazarı öyle değişik bir yer ki sormayın. Amcalar kalkmış Sivas’tan, Kastamonu’dan gelmiş. Sadece kendileri gelse iyi. Kocaman hayvanları kamyona yüklemişler, onlarla birlikte İstanbul’un yoluna düşmüşler. Üstelik onlarla aynı çadırda yaşıyorlar. Çünkü hayvanlar çalınıyormuş. Sivas’tan gelen Selami Amca’nın geçen yıl koyunları çalınmış mesela. Nasıl çalındığını öyle merak ettim ve sordum. Hırsızlar çadırın arka tarafını kesmiş, bir tane koyunu çekmiş. E bir koyun gidince diğerleri de sürü halinde ona eşlik etmiş. Selami Amca epey zarara uğramış tabii. Bu yıl oğlunu da getirmiş yanında. Birlikte çadırda yaşıyorlar, gece dönüşümlü nöbet tutuyorlar. Neyse, babam Selami Amca’dan koç aldı bir tane. Öyle sevimli ki. Boynuzlarına kurdele bağladı annem. Yumuk yumuk tüyleri kınalı. Annem ‘Kınalı Yapıncak‘ ismini verdi ona. Pazar günü ondan ayrılacağımız için üzgünüm ama olsun. Cennette karşılar bizi Kınalı Yapıncak.

Kurban hadisesini bilmeyen varsa hemen anlatayım. Hz. İbrahim bir rüya görmüş. Rüyasında ona 12 yaşındaki oğlu İsmail’i kurban etmesi söylenmiş. Hz. İbrahim emri yerine getirmek istemiş. Hz. İsmail, Allah’a teslim olup kurban edilmeyi kabul etmiş. Ama Allah, Hz. İbrahim’e kesmesi için bir koç göndermiş. Rabb’imiz ikisinin de sabrını ve teslimiyetini imtihan etmiş. Baba-oğul bu sınavı geçmiş. Zaten kurban, ‘Allah’a yaklaşmak‘ anlamına geliyormuş.

Yeni Bahar

ÖZGÜVENLİ OLSUN DERKEN, BENCİL Mİ OLDULAR?

Zaman değiştikçe her gelen neslin ihtiyaçları, kişilik yapısı, hatta ruhsal problemleri ve öncelikleri de beraberinde farklılaştı. Eskiden dert olan birçok şey, artık sorun olmaktan çıkıp, bambaşka bir hal aldı. Aile içi ilişkiler, anne, baba ve çocukların rolleri bile zamanın geçişiyle birlikte ciddi değişimler geçirdi. Eskiden anne babanın özellikle de babanın baskın olduğu aile modeli, son yıllarda çocuk merkezli hatta çocuğun hâkimiyetinin ve isteklerinin sınırsızca karşılandığı ortamlar haline geldi.

Şu anda orta yaşlarını yaşayan bizim nesil için özgüven problemleri her zaman için önümüze engeller çıkardı. Kendimizi ve duygularımızı ortaya koymakta, ifade etmekte hep zorluk çektik. Otuzlu yaşlarda bile kendine güven duygusunun sonuçlarıyla baş etmeye çalıştık. Hayır diyebilmek bile öyle zordu ki… İstemediğimiz bir sürü işin ve yükün ortasında bulduk kendimizi… İçimizden söylene söylene yaptığımız ne çok şey oldu, sırf güzelce bir hayır diyememek yüzünden… Ya da ilişkilerin kolay yıkılabilirliğine olan inancımız duygularımızı ifade etmemizi engelledi. Ettiğimiz zaman da, kötü bir dille ifade ettik. Zamanında yaşanmamış ve söylenmemiş her duygunun bedelini çok ağır ödedik… İfade edilmeyen her duygu, hırçınlık ve öfkeyle söylenen yaş dönümü krizlerine dönüştü. Bizim nesil, büyürken çok yoruldu, önce kendisiyle tanışmayı öğrendi. Kendini gördüğünü zannettiği aynalar bir bir kırıldı. Geride kalanları da kendisi kırdı. Yıkıntılarından doğan öfkesini affetmeden yol alamayacağını, o da biliyordu. Önce geçmişini, orada hayatına hükmü geçmiş herkesi affetti, yüreğindeki yüklerini atınca hafifledi. Ancak o zaman büyüyebildiğini fark etti…

Bizim nesil kendini, adeta arkeolojik bir kazı yapar gibi keşfetmeye çalıştı. Her bulduğunu yerine koymak ise yıllarını aldı. Tüm korkularının ve zaaflarının takıldığı yerleri teker teker keşfettikçe büyümek denen şeyin ne kadar da zor olduğunu fark etti.

Çocuklarımız bizim yaşadıklarımızı yaşamasın dedik, iyi niyetle düşündük belki ama, öyle çok verdik ki, hatta istemelerine bile fırsat vermeden verdik… Hiçbir sıkıntıları olmasın, hiç beklemesinler, hiç ertelenmesinler istedik… Hasta olmasınlar diye soğuktan aşırı koruduğumuz gibi, tüm hayat tecrübelerinden de koruduk onları… Dizleri kanamadan öğrensinler istedik hayatı… Hiç yoksunluk yaşamasınlar, her şeyleri tamam olsun dedik… Bizim yaşadıklarımızı ve beklediklerimizi yaşamasınlar, beklemeden sahip olsunlar diye düşündük… Özgüvenli olsunlar diye her istediklerini hiç bekletmeden verdik, hiç sorumluluk almadan da, beklemeden ve emek vermeden de dünyadaki en güzel, en harika insanlar olacaklarını düşündürdük onlara… Her işlerini kendimiz yaparak, hayata elleriyle katılmanın zevkini aldık ellerinden… Düşmesin diye kolladık, terler diye koşmasına izin vermedik… Bir cam fanusun içinde temiz ve özenli, dikkatli ve aşırı düzenli bir hayat sunduk onlara… Koruyalım derken, öyle şefkate boğduk ki, büyüdüklerinde hayatı yalnız yaşayacaklarını unuttuk… Kendi özgüven problemlerimizi tamir edelim derken, ertelemeyi ve beklemeyi sevmeyen, her istediği ânında olsun isteyen nesiller mi yetiştirdik acaba!..

İnsan ne kadar da kolay alışıyor her şeyin hazırına ve kolayına… Sanki hep olacakmış, sanki hep gelmesi gerekiyormuş gibi inanıyoruz. Azıcık bir gecikme olsa ya da isteklerimiz bizim arzu ettiğimiz gibi olmasa hemen şikâyete başlıyoruz. ‘Niye ben, niye bana!..’ diye söyleniyoruz. Sanki kaderin hükmü bizim lehimize değil de aksine işliyormuş gibi sürekli şikâyet ediyoruz.

Kendimizi sonsuz bir emniyette hissetmeyeli ne kadar oldu acaba?.. Ne kadar zamandır, sadece Onun tarafından sürekli korunduğumuzu hissedebiliyoruz?.. Sanırım dikey ilişki zayıflayınca, yataydaki ilişkilerimiz de yolunu ve yönünü şaşırıyor. İyi olsun, iyi yapalım derken fıtratın gidişini ve akışını bozuyoruz. Görünürde nice şefkatli davranış ve tutum vardır ki, aslında karşımızdakine zarar verir. Onun gerçekten büyümesine, hayata tutunmasına ve acıyla baş etmesine engel olur. Şefkatle kabuğunu zamansız açtığımız her tohum, rüzgâra ve yağmura dayanıksız olur… Çabuk yıpranır, açmadan çürür gider…

Çocuklarımızı büyütürken, daha doğrusu onların büyüme serüvenine eşlik ederken, acele etmeyelim, aceleye getirmeyelim… Öğrenmeleri ve görmeleri için zaman tanıyalım, biraz bekleyelim, hemen koşmayalım, kendi kalkabilecekse, bu zaferi elinden almayalım… Bekleyen, gönderilenin kıymetini daha iyi bilir, onu daha iyi korur…

Onların terbiyecisi değil, yol arkadaşı olalım… Birbirimizin imtihanı olmak yerine birlikte imtihan olmanın, birlikte büyümenin tadını keşfedelim… Küçük yaşlarından itibaren küçük sorumluluklar verip takdir ederek, bundan lezzet almalarına imkân sağlayalım. Deneyerek, yaşayarak öğrenmelerine izin verelim… Tabi ki rehberlik yapalım onlara, ama biz bile bu yaşımızda nasihat edilmesinden hiç hoşlanmadık ki…

Öncelikle onaylamasak da, onun ne yaşadığını ve ne düşündüğünü anladığımızı hissettirmeliyiz… Sonra da onu çok sevdiğimizi, her zaman yanında olduğumuzu söylemeliyiz…

Onları yaşadıkları sürece her acıdan ve her düşüşten koruyamayız, yaşadıkları her ânın içinde, tüm hayatları boyunca onlara eşlik edemeyiz. Dürüst ve samimi, seven ve kabul eden bir yol arkadaşı olmak daha destekleyici olacaktır. Bu tutumumuz, modern zamanın bencillik ve narsizm gibi hastalıklarına karşı, onları daha çok koruyacaktır…

Anne baba olmak gerçekten zor… Ama zor olduğu kadar da eşsiz bir deneyim. Belki de hiçbir şey, hiçbir yaşanmışlık bu kadar büyütücü olamazdı…

Psikolog & Psikoterapist

Banu Yaşar

Anneye Bağımlı Çocuklarda Öğretilmiş Çaresizlik

Bir çocuk nasıl anneye bağımlı hale gelir? Anneye bağımlı hale gelen çocukların kişilik özellikleri nedir? Bu soruların cevabını verebilmemiz için doğumdan okul çağına kadar çocuğun zihinsel gelişimini izlememiz gerekir. Bilindiği gibi, çocuğun doğuma kadar olan zihinsel potansiyeli genetik mirasa, yani anneden babadan ve atalarından genler vasıtasıyla intikal eden kodlara bağlıdır. Buna doğuştan gelen zihinsel yetenek diyebiliriz. Yeni doğan bir bebeğin genetik kodlar vasıtasıyla sahip olduğu zihinsel yeteneklerin açığa çıkması ve işlerlik kazanması aileden alacağı eğitime bağlıdır.

Yeni doğan bir bebek, annenin koruması ve bakımı olmadan hayatını devam ettiremez. Annenin şefkatli kollarında ve sıcak kucağında süt emen, altı kirlendiğinde temizlenen, koruyup kollanan bir bebek, geldiği bu yeni dünyada yalnız ve korumasız olmadığını hissetmeye ve anneye güven duymaya başlar. Güven duygusu sadece beslenme ve bakıma bağlı olmayıp, anneden aldığı sevgi ve şefkatle yakından ilişkilidir. Bu sebepledir ki, en az iki yaşına kadar anne çocuk beraberliği güven duygusunun gelişiminde çok önemlidir. Bu süreyi anne sevgisinden ve şefkatinden ayrı geçiren bir bebek, resmi kurumlarda çok iyi bakılıp beslense dahi, zihinsel ve duygusal yönden geri kalmakta; güven duygusu gelişmemektedir.

Çocuk kendi ayakları üzerinde dikilene kadar gerekli olan besleme, temizlik, yardım ve koruma gibi annelik hizmetleri, yürümeye ve konuşmaya başladıktan sonra yavaşlatılmalı; elini yüzünü yıkama, dişlerini fırçalama, yemeğini kaşıkla yeme, giyinip soyunma, oyuncaklarını toplama, tuvalet ihtiyacını giderme gibi becerileri annesinin yardımı olmadan kendi başına yapabilmesi için teşvik edilmeli ve eğitilmelidir.

Bir çocuk üç-dört yaşına geldiğinde yukarıda saydığımız becerileri kazanmış olmalıdır. Eğer anne yardım etmeye devam eder, “sen yiyemezsin ben yedireyim, sen giyemezsin ben giydireyim, atlama düşersin, koşma terlersin,” diyerek sıkıntı yaşamadan her ihtiyacı karşılanır, her istediği yerine getirilirse; anneye bağımlı hale gelir, yapabileceği işleri yapamaz olur. Buna psikolojide “öğretilmiş beceriksizlik” diyoruz. Öğretilmiş beceriksizliğe maruz kalan çocuklar, karşılaştıkları problemleri anne ve babalarının yardımı olmadan çözemez, kendi başlarına karar veremez, sorumluluk almak istemezler.

Anneye bağımlı çocuklar, ihtiyaçlarının karşılanmasını, her isteğinin yerine getirilmesini anne ve babanın görevi bilir; çaba sarf etmeye gerek duymazlar. Hazıra alıştıkları için zihinsel ve fiziksel olarak tembel bir kişilik kazanmışlardır. Özgüvenleri çok zayıftır. Arkadaş edinmede ve oyun kurmada güçlük yaşarlar.

ANNEYE BAĞIMLI ÇOCUKLARDA OKUL KORKUSU

Eğer okulların açıldığı gün bir ana okulunun veya ilköğretim okulunun önünde bulunma ve çocukları gözlemleme fırsatı bulmuşsanız; sanırım bulmuşsunuzdur. İçinizde anne baba olanlar çocuğunu okula götürdüğü ilk günü hatırlayacaklardır. Bazı çocuklar annelerinin elinden ve eteğinden tutmuş, korku ve panik içinde etrafa bakmaktadır. Bu çocuklar anneleriyle birlikte sınıfa girmek, aynı sıraya birlikte oturmak isterler. Öğretmenler, okulun ilk birkaç günü bu çocukların okula alışmaları için anneleriyle birlikte oturmalarına izin verir. Ancak bir hafta sonra bile anneleriyle birlikte oturmakta ısrar eden; anneleri ayrılmak istediğinde ağlayarak peşinden giden çocuklar vardır. “Okul korkusu” veya diğer adıyla “okul fobisi” yaşayan bu çocuklar aşırı koruyup kollanan, her ihtiyacı anne baba tarafından karşılanan, hazıra alışmış, aileye bağımlı hale getirilmiş çocuklardır.

Aileye bağımlı çocuklarda “öğretilmiş âcizlik” dediğimiz özürlü bir kişilik gelişmektedir. Dev ağaçların gölgesinde kalan taze fidanlar, nasıl büyümeleri için gereken ışığı alamadıkları için bodur kalır, gelişemezlerse; bu çocuklar da anne babalarının gölgesinde kalmış, gelişememiş fidanlardır. Aileye bağımlı çocuklar, anne ve babalarının yardımı olmadan yemeğini yeme, dişini fırçalama, tuvalet ihtiyacını giderme, oyuncaklarını toplama, bakkaldan ekmek alma gibi akranlarının rahatlıkla yapabildikleri işleri yapamazlar. Anne ve babalarından ayrı kalmaktan korkar, kendi başlarına okula gidip gelemez, yatılı okulda kalmak istemez, kalabalıkların içinde kendilerini yalnız hissederler.

Anne baba okula başlayan çocuklarına yardım etmeye devam eder, okula götürüp getirir, çantasını taşır, derslerine ve ödevlerine yardım eder; hatta çocuk ödevini yapmadan uyuduğunda öğretmenine mahcup olmasın diye ödevini yaparsa; çocuk “demek bunları yapmak da annemin ve babamın görevi” diye düşünecektir.

İlköğretim üçüncü sınıfa giden bir erkek öğrenci sınıfta kitapsız oturuyordu. Öğretmen neden kitabı olmadığını sordu. Çocuğun verdiği cevap çok ilgi çekiciydi: “Annem kitabımı çantama koymayı unutmuş.” İlköğretim üçüncü sınıfa giden bir çocuk, çantasını hazırlama görevinin annede olduğunu zannediyorsa; bu çocuk kesinlikle aileye bağımlı, öğretilmiş bir beceriksizdir.

“Neden Ağlıyorsun Anne, Bak Düşmedim”

Anne baba okulunda “öğretilmiş beceriksizlik” konusunu işlerken bir annenin gözlerinden yaşlar aktığını gördüm. Aramızda şöyle bir diyalog geçti:

“Neden ağlıyorsunuz, sizi üzecek bir şey mi söyledim?”

“Hayır, beni üzecek bir şey söylemediniz; aksine beni büyük bir yanlıştan döndürdünüz…”

“Nasıl bir yanlışlık bu; bizimle paylaşmak ister misiniz?”

“Şimdi paylaşmak istemiyorum; birkaç gün sonra belki…”

Aradan bir hafta geçmiş; ben olayı neredeyse unutmuştum. Anne aramızda geçen diyalogu hatırlattı ve yaşadıklarını paylaşmak istediğini söyledi. Bunu duyduğuma çok sevinmiştim. Anne anlatmaya başlamış, bütün sınıf dikkatle dinliyordu.

İşte annenin anlattıkları: “Siz öğretilmiş acizlik konusunu işlerken içim cız etmişti. Göz yaşlarımı tutamadım. Biri kız biri erkek iki çocuğum var. Kızım on yaşında ilköğretim dördüncü sınıfa gidiyor. Oğlum henüz üç yaşında. İkisini de çok seviyorum. Ancak, sizi dinlerken, bu sevgimi hatalı yönde kullandığımı fark ettim. Başlarına bir kaza gelmesinden, yanlış yapmalarından, mutsuz olmalarından korktuğum için bütün ihtiyaçlarını karşılıyor, en basit işlerde bile yardım ediyor, neyi nasıl yapacaklarını ben söylüyordum. Kızımı okula ben götürüp getiriyor, ders programını ve ödevlerini ben takip ediyor, yanına oturup ödevlerini ben yaptırıyordum. Onu kendime bağımlı hale getirdiğimi ancak şimdi anlayabiliyorum…”

Anne derin bir nefes aldıktan sonra anlatmaya devam etti: “Sizi dinledikten sonra, çocuklarıma karşı annelik tutumumu değiştirmeye karar verdim. Kızım kendi başına okula gidip gelebilsin diye onu cesaretlendirecektim. Odasının dağınıklığını artık ben toplamayacaktım. Yardım istemedikçe derslerine ve ödevlerine karışmayacaktım. Ancak uygulamaya kalkınca bunun o kadar da kolay olmadığını anladım. Kızımı karşıma aldım. “İlişkilerimizde bazı değişiklikler yapmaya karar verdim…” dedim. “Bazı şeyleri benim yardımım olmadan yapabilecek kadar büyüdüğünü düşünüyorum. Okula kendi başına gidip gelebilirsin. Artık odanın dağınıklığını ben toplamayacağım, kendin toplayabilirsin. Benden yardım istemedikçe derslerine ve ödevlerine karışmayacağım; çalışma programını kendin yapacaksın…”

Daha söyleyeceklerimi tamamlamadan kızım ağlamaya başladı. “Ama bu nasıl olur?” dedi. “Artık beni sevmiyor musun? Bu söylediklerini, sen olmadan, nasıl yapabilirim?..” Kendimi kızımın yerine koyunca ona hak verdim. Onu hazıra ben alıştırmıştım. Kendi ayakları üzerinde durmayı da yine ben öğretecektim. Eğer senin yaşındaki kızlar yapabiliyorsa, sen de yapabilirsin; bence denemeye değer, hemen pes etme, dedim. Deniyoruz, başaracağımızı ümit ediyorum.”

“Gelelim üç yaşındaki oğluma. Onu da kendime bağımlı hale getirmiştim. Ancak, birkaç gün önce yaşadıklarımız bana ümit verdi. Sanırım onunla işimiz daha kolay. Oğlumla sokakta yürürken veya merdiven inip çıkarken elinden tutuyor; başına bir kaza gelmesin diye elini bırakmıyordum. Çocuğum elini kurtarmaya ve kendi başına yürümeye çalıştıkça, ben “hayır” diyordum.

Tutum değiştirmeye karar verdiğim gün, oğlumla bakkaldan ekmek almış eve geliyorduk. Bir deneme yapmak istedim. Oğluma döndüm:

“Ahmet, dedim, neden sokakta değil de yaya kaldırımında yürüyoruz?’

“Çünkü, dedi, sokakta yürürsek arabalar bize çarpar.”

“Elini bıraksam, sokakta mı yürürsün, kaldırımda mı?”

“Kaldırımda.”

“Evet, sen akıllı bir çocuksun, nerede yürüyeceğini biliyorsun. Artık elinden tutmama gerek yok” dedim ve elini bıraktım. Söylediklerime ve elini bırakmama inanamadı. Tek başına yürümenin zevkine varmak istercesine adımlarını hızlandırdı. Düşecek diye korktum. Alışkanlık işte… “Ahmet, biraz yavaşla lütfen, sana yetişemiyorum…” dedim.

Apartmanımızın dış kapısından girdik. İkinci kata, dairemize, çıkan merdivenin başında durduk. “Ahmet, dedim, artık yeterince büyüdün. Elimden tutmadan bu merdiveni kendi başına çıkabilirsin.” Aslında o benim elimden tutmuyordu; ben onun elinden tutuyor, bırakmıyordum… O anki şaşkınlığını anlatamam. Sanki uzaydan gelmişim gibi yüzüme baktı.

“Gerçek mi? Gerçekten büyüdüm mü?”

“Evet oğlum, gerçekten büyüdün…”

Merdiven basamaklarından bir çıkışı vardı ki, anlatamam. Ha düştü, ha düşecek. Yüreğim ağzıma geliyor, “dikkat et, düşeceksin!” dememek için kedimi zor tutuyordum. Merdivenin son basamağını da çıkınca geriye döndü, zafer kazanmış komutan edasıyla ellerini havaya kaldırdı. “Yaşasın, çıkabildim!” dedi. Yüzündeki sevinci görmeliydiniz. Göz yaşlarımı tutamadım. Ağladığımı görünce: “Neden ağlıyorsun anne, bak çıkabildim, düşmedim…” dedi.

Gerçek sevginin ne olduğunu şimdi anlıyorum. Aşırı sevgi ve koruma içgüdüsüyle çocuklarımızın yeteneklerini köreltiyor, onlara beceriksizliği öğretiyormuşuz.”

 PEDAGOG ALİ ÇANKIRILI

Haydi, Kardeş Olalım

İçinde bulunduğumuz şu misafirhanede başkalarıyla az veya çok hemhal olan insanlardan isek, yola çıktığımızla yol arkadaşı, aynı apartmanda veya mahallede oturduğumuzla komşu oluruz. Birkaç ortak noktada halleştiğimize arkadaş der, daha fazla kaynaştığımızı dostluğa layık görürüz. Hemcinsimizle ilişkimiz bu kadar da değildir; ailemiz içinde tek çocuk değilsek, aynı kanı taşıdığımız, aynı çatı altında uyuduğumuz, yediğimiz, birlikte yetiştiğimiz kardeşlerimiz veya emzirilen süt ile sütkardeşlerimiz olur.

Daha niceleri vardır böyle gönlümüzde yer eden. Bu sebeple başlıktaki çağrı “Benim arkadaşım, dostum, kardeşim var, niye kardeş olalım?” diyebileceklere garip gelebilir. Özellikle kardeş kelimesine en çok verilen manaya göre haklıdırlar. Lakin tüm bu kişilerin yanı sıra belki de hiç görmediğimiz, bizzat tanımadığımız ama ruhen ve kalben kendimize çok yakın hissettiğimiz insanlar vardır. Bir gözümüzü kapatsak diğer gözümüzün önüne gelirler, zira önemlidirler. Çünkü “Mü’minler ancak kardeştir” (Hucurat, 10) buyuran Allah Teala’nın aramızda kurduğu özel bir bağımız vardır.

“MÜ’MİNLER ANCAK KARDEŞTİR”

Gelip göçücü olduğumuzu bildiğimiz dünyayı imar ederken kimliklerimiz gibi mensubiyetlerimiz de farklı olabilir. Hepsi bir zenginliktir; üstünlük vesilesi yahut aşağılanmaya sebep değildir. Her birinin hukuku ayrıdır; akrabalık, komşuluk, arkadaşlık… Hak ve sorumluluklarımız gözden düşürülemez, güzel geçim esaslı insani değerlere sahip olmakla mesulüz. Hepsi can olsalar, canan da olsalar, aynı inanç ve idealleri paylaştığımız kişilerle ilişkilerimizin temeli ve tamamlayıcısı ise en sağlam bağımız olan din kardeşliğimizdir. Allah için kardeşlik, niyetimizle başlayıp amele yansıtmamızla en yakınımızdan en uzağımıza her şeyimizi anlamlandıran, toparlayan, diri tutandır. Başka bir ifadeyle kalplerin yakınında, bedenlerin yanında durmakla bir olmak, birlikte bulunmaktır. Bu anlamda “…Parçalanıp bölünmeyin…” (Al-i İmran, 103) buyurarak emreden iman ettiğimiz, teslim olduğumuz Allah Teala’dır.

Onca kurduğumuz ilişkinin, diyaloğun arasında “Neden din kardeşliği daha önemli?” diye sorabileceklere yahut düşünebileceklere cevabı Ebu Kılabe (r.a) şöyle veriyor: “Din kardeşlerimiz, bizim için ailemizden ve kendi çocuklarımızdan daha sevimlidir. Çünkü ailemiz bize dünyayı hatırlatırken, din kardeşlerimiz ahireti hatırlatmaktadırlar.

İnsan şaşırmaya görsün; mensup olduğu dünya ile sınırlı kimlik ve bağlarla “Benim ailem, soyum, ırkım, dilim, partim, ideolojim… vs. üstündür” diyerek araya bir menfaat, uyuşmazlık, çatışma sızdırdığı anda ya terk edilen ya da din kardeşini terk eden olur. Nitekim sahip olduğumuz malla, makamla, kullandığımız dille, tenlerimizin rengiyle, farklı düşünce yöntemlerimizle bizi bize musallat etmek için didinen şeytan ve nefsimiz varken; ucundan, köşesinden bu tür dünyevi kimliklerle kurulan ilişkilere dünya kaygısının bulaşmaması zor, çok zor… Oysa Allah için kurulan din kardeşliğinde dünya kaygısı yerini ahiret kaygısına, gönül verdiğimiz fani olanın rızası ise yerini Allah Teala’nın rızasına bırakır. İşte imanla, takva ile karılan din kardeşliğinin özü gibi hedefi de budur.

Hemen aklımıza Medine’deki Evs ve Hazrec kabileleri geliyor. Aynı kandan, aileden oldukları halde yıllarca savaştılar. Ta ki Allah Teala’ya iman edip Allah Rasulü’ne (s.a.v) biat edene dek. Allah Teala bu kardeşliği bir “nimet” olarak belirtip bizlere şöyle hatırlatıyor; “Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.” (Al-i İmran, 103)
İslamiyet’e sadık kalan Evs ve Hazrec kardeş olduktan sonra dağılmadılar, parçalanmadılar. Allah için hicret eden Muhacir’e yine Allah için sahip çıkan “Ensar”lar oldular. İman merkezli dayanışmanın, yardımlaşmanın, başkasını kendi nefsine tercih etmenin yüceliğini yaşadılar ve Peygamberimiz’in (s.a.v) “Kim bir mü’mini Yüce Allah için kardeş edinirse; Allah Teala o kulunu cennette herhangi ameli ile ulaşamayacağı bir dereceye yükseltir” müjdesine nail oldular inşallah.

KARDEŞİZ AMA…

Sözünü ettiğimiz güzide insanlar Müslümanların kuvvetlenmesi ve dinin hakkıyla bilinmesi için birbirlerine sımsıkı sarılmışlardı. Fakat şimdilerde dayanışma, yardımlaşma, sevinçte ve üzüntüde ortak olmak yerini, yeni yetme gençlerin diline düşürdüğü içi boş “kanka” kelimesine bırakacak kadar zayıfladı. Şu halde “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır” (Al-i İmran, 105) ikazının muhatabı olmamak için gayret göstermeliyiz. Lakin kendimize toz kondurmuyor, niye bu kadar zaafa düştüğümüzün cevabını hazırda bekletiyoruz; “Zaman böyle” veya “Ah modernizm” deyip geçiştiriyoruz. Oysa şikayet ettiğimiz zamanı yaşayanlar gibi sitem ettiğimiz modernizme kapılanlar da bizler değil miyiz? O halde, aksaklığı başka adreslere göndermeden evvel kendimizde aramak daha faziletlidir.

NİYET ETTİM KARDEŞ OLMAYA

Bizim her amelimizin kıymeti niyetimize göre anlam kazanmıyor muydu? Öyleyse önce niyet edelim veya niyetlerimizi tazeleyelim. Sözgelimi şöyle diyebiliriz; “Niyet ettim Allah için sevmeye, O’nun rızası için kardeş olmaya.” Şimdi sıra amel etmeye geldi ama nasıl? Efendimiz’in (s.a.v) mübarek sözleri yetişiyor imdadımıza ve buyuruyor ki; “Müslümanlar birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve merhamette tek bir vücut gibidir. Vücudun bir uzvu rahatsız olunca bütün vücut rahatsız olur.” Tek vücut olup, bu kardeşlik ipine sıkı tutunun, düşmeyin diyerek kulağımızı çeken, aynı zamanda düşürmeyin demiyor mu? Farz edelim ki, “kardeşim” deyip bağrımıza bastığımız biri kardeşlik hukukuna riayet etmedi. “Sen bu ipi tutmayı hak etmiyorsun” deyip yüz çevirmek yerine hatasını bağışlasak, hayır duada bulunsak, günaha düşmüşse tövbeye davet etsek ne kaybederiz? Hiçbir şey. Aksine nefsimizin üstüne bastığımız gibi kardeşlik zincirini de kuvvetlendiririz. Demek ki böbürlenerek, suizan ederek, aldatarak, aşağılayarak, düşene bir tekme de ben vurayım diyerek, verilen sözden cayarak, kem gözle bakarak, öfkemize yenik düşerek, alay ederek… vs değil, sevgi ve merhametle yardımlaşarak, iyi niyetle, güzel sözle, sıkıntıda olanın sıkıntısını sahiplenerek tek vücut olabileceğiz.

Din kardeşliğinin neyi gerektirdiği hakkında Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde daha pek çok nasihat bulunmakta fakat mesele nasihat dinleyenlerden olabilmekte. Bir an hayal edin; Rasulullah (s.a.v) yanımıza gelip, “Mümin, kendisiyle rahat geçinilen ve hemen kaynaşılan kimsedir. Kimseyle kaynaşmayan ve kendisine de yanaşılmayan kimsede hayır yoktur” hadis-i şerifini tek tek hepimize söylemiş olsa irkilmez miyiz?

Ne çaresiz ne de ümitsiziz; etrafımıza iyi niyetle bir bakınabilsek sevilmeye, kardeş edinilmeye layık o kadar çok insan göreceğiz ki “Bizi birbirimize kardeş edene şükürler olsun” diyeceğiz.

Huriye Karnap / Semerkand Aile Dergisi