Kategori arşivi: Seçtiklerimiz

ABDÜLAZİZ ÇAVİŞ KİMDİR ?

ABDÜLAZİZ ÇAVİŞ

ABDULAZİZ ÇAVİŞ ile ilgili görsel sonucu

El-Ehram’da Bediüzzaman Hakkında Yazı Yazdı

İskenderiye’de doğan Abdülaziz ÇAVİŞ’in babası Faslıydı. Camiü’l-Ezher’de okudu. Mısır hükûmeti onu İngiltere’ye tahsile gönderdi. Oxford Üniversitesi Arapça hocalığı yaptı.

Mısır’a dönünce İngilizlere karşı olan Mustafa Kâmil’in partisine girdi. l9l0’da El-Hidâye dergisini çıkarmaya başladı.

l9l2 yılında Türkiye’ye geldi. El-Hidâye’yi ve Hilâl-i Osmanî dergilerini çıkarttı. Camilerde dersler okuttu.

Trablusgarb harbi başlayınca elinden gelen yardımı yaptı. l9l3’te Mısır hükûmeti mahkeme için onu geri çağırdı. Çünkü İngilizlerin aleyhinde Mısır’da beyannameler dağıtmıştı. Türkiye onu Mısır’a gönderdi. Mahkeme de beraat edince, yine Türkiye’ye geldi.

l9l5’de İngilizleri Mısır’dan çıkarmak için yapılan Kanal Seferinin hazırlanmasında gayret gösterdi.

Birinci Cihan Harbi sırasında Almanya, Türkiye ve Suriye’de bulundu. İngiliz, Fransız ve Rus ordularının bozgunu için her çareye baş vurdu. Tunuslu Salih Şerif ile bütün İslâm dünyasına beyannameler dağıttı. Âlem-i İslâmın esaretten kurtulması için büyük gayretler gösterdi.

Davet üzerine yine Türkiye’ye geldi. Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye Telif ve Tedkikat-ı Şer’iyye Encümeni âzası idi. Bu esnada Bediüzzaman Said Nursî’yi tanıdı. Cumhuriyet devrinde de Şer’iyye Vekâleti Tedkikat ve Telifat-ı İslâmiye Heyeti âzası ve reisi oldu.

l924’te Mısır’a döndü. Maarif vekâletinde vazife aldı. Genç Müslümanlar Cemiyetinde bulundu. l928’lerde, Mısır’ın El-Ahram gazetesinde çıkan bir yazısıyla alâkalı  olarak, ilk devre Erzurum milletvekili Salih Yeşil, Dahiliye Vekili Hilmi Uran’a hitaben l948’de yazdığı bir yazıda şunları ifade ediyordu:

“Şair-i meşhur Âkif Bey merhumun rivayetine nazaran, Mısır’ın en maruf ulemâsından olan ve garbın müteaddit lisan ve felsefesine âşina bulunan üstad-ı âzam Abdülaziz ÇAVİŞ’in yirmi küsur sene evvelisi El-Ehram ceridesindeki Said hakkında yazdığı ‘Fatînü’l-Asır’ başlıklı makalesini okuyan ve kendisiyle bizzat görüşen ilim adamları, bu zatın fıtraten ilmî kudretini ve ilâhî mesleğini takdir edebilirler.”

İngiliz Anglikan Kilisesinin İslâm hakkında sorduğu suallere cevaplar vermiş, bu cevapları “Anglikan Kilisesine Cevap” ismiyle neşredilmiştir. 

Kakynak: Necmeddin Şahiner-1

www.NurNet.Org

Şiddetin Kaynağı Erkeklik Değildir!

Şiddetin Kaynağı Erkeklik Değildir

Dünya iki yüzlülükte altın çağını yaşıyor. Hemen her alanda bir ikiyüzlülük almış başını gidiyor. Araştırmaların, bilimin bunca ilerlemesine, üniversite mezunlarının, akademisyenlerin bunca çoğalmasına karşın en önemli sosyal konular içerik olarak köydeki Dilber teyzenin seviyesini aşmıyor çoğunlukla.

Mesela şiddet mevzu. Tüm dünyada yükselen bir şiddet var fakat bu görmezden gelinerek, bilimsel çalışmalar hasır altı edilerek, sanki sadece kadına şiddet varmış gibi bir algı oluşturuluyor.

Ülkemiz üzerinden bakarsak,  2017 yılı içinde toplam 409 kadın öldürülmüş bunun yanında 1778 de erkek öldürülmüş. Toplam cinayet sayısında 2018 verilerini bulamadım. Yazdığınızda sadece kadın sayıları çıkıyor. Çünkü öldürülen erkekler çocuklar hiç gündemimizde değil. Sanki çocuk ve erkekler insan değil, öldürülmeleri hiç problem değilmiş gibi hareket ediliyor. Kadına şiddetten başka şiddet yokmuş gibi bir algı oluşturuluyor. Oysa şiddet genel olarak her yıl hızla artıyor fakat sadece kadına şiddete odaklanıldığı için işe yarayacak çözümler de üretilmiyor.

Kadına şiddet konusununda da bilimsel çalışmalar yapılsa o da yok. Şiddetin sebebi nedir sonuçları nedir, nasıl azaltılır, pek kimsenin umurunda değil.

“Erkek saldırgan- Kadın kurban” Suçlu bulunmuş ne de olsa.

Her ne kadar bilimsel olmasa da çözümü de bulmuşlar kendilerine göre. Çözüm: Cinsiyet eşitliği. “Kadına şiddeti bitirmek için erkekliği bitirmemiz lazım” dediler ve erkekliğe savaş açıldı.

En basitinden bir örnek vereceğim. Önceki yıl İstanbul’da Ayşegül isminde bir öğretmeni boşanma safhasındaki eşi önce kayınvalidesini sonra Ayşegül öğretmeni öldürdü.

Bunun üzerine Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk twitter hesabından okul geçidinde karşıdan karşıya geçerken erkeğin önde  göründüğü bir trafik görsel ile beraber mesaj yayınlamıştı. Mesaj şöyleydi:

“Bu levhalar gibi daha pek çok şey cinsiyet eşitsizliğinde toplumsal bir bilinçaltı oluşturuyor. Bu algının önüne geçebildiğimiz, kız çocuklarına verilmesi gereken önemi önce eve, sonra okul sıralarına, devamında da hayatın tamamına taşıyabildiğimiz, bütün bir toplum yek avaz ‘Şiddete son’ diyebildiğimiz zaman, o zaman Ayşegül öğretmenin hatırasına daha güçlü sahip çıkacağız. Bunları cesurca yapabilmemiz için bize gayret, Ayşegül öğretmene Allah’tan sonsuz rahmet diliyorum.”

Bakan Selçuk, bir erkek bir kadın figürünün olduğu levhayı “erkek önde kadın arkada bu değer vermemek” diye yorumlamış. Oysa bu görsel çocuğunu karşıya geçiren bir baba kız olarak algılanmaya daha müsait, sonuçta okul geçidi ve erkek büyük görünüyor. Bakan Selçuk bunu kendince yorumlamış ve böyle söylemiş. Velev ki biri mecbur olarak önde görünecekse o zaman kadın önde olduğunda şiddet mi bitecek? Bunun da çaresini bulmuşlar. Değişen görselde kız önde arkasında kadın mı erkek mi belli olmayan bir figür var.

Ayşegül öğretmenin öldürülme sebebi ülkemizde cinsiyet eşitsizliği olmamasından kaynaklanıyormuş. Bakan Selçuk erkeğin ayrılma aşamasındaki kadını öldürmesini kadına değer vermemeye bağlamış. Cinsiyet eşitliği olsaymış bu cinayetler olmayacakmış. Ne kadar yüzeysel bir yorum. Hem de Milli Eğitim bakanından. “Suçlu erkeklik” Çözüm erkekliği azaltıp erkekleri kadınlaştırmak.

ETCEP projesi ile okullardan uygulanan cinsiyet eşitliği çalışmalarını bir hatırlayalım. Cinsiyeti yok sayan, kadın erkek rollerini ortadan kaldıran, cinsiyetini kendin seç, eğitimleri ile mi yoksa “Erkekler de pembe giyer” “Kız işi erkek işi yoktur” gibi pankartlar ile mi, yoksa küçük kızların eline “Çocuk da yaparım kariyer de” pankartı, erkek çocuklarının eline “Aslan parçası değilim” yazıları ve erkek çocuklarına “Herkes rahmi kadar konuşsun” gibi kızların içinde utandıracak, edep dışı pankartlar taşıtarak ve rahmi olmadığı için erkekleri aşağılayarak mı erkeklere kadına değer vermeyi öğreteceklermiş. Buna kargalar bile güler.

Bu çalışmalarla ancak kız çocuklarını erkeklere karşı düşman edersiniz, erkek çocuklarını da aşağılayarak cinsiyetinden utandırıp psikolojisini bozarsınız. LGBT nin de önünü açarsınız.

Ayşegül öğretmenlerin öldürülmemeleri cinsiyet eşitliği eğitimine kaldıysa işimiz yaş demektir. İnsana değer vermek böyle öğretilemez. Önce bu sığlıktan kurtulmak lazım.

Ortada bir sonuç varsa o sonucu oluşturan sebepler de vardır. Sebepleri değiştirmeden sonucu değiştiremezsiniz. Sebep ne olursa olsun hiç kimsenin birbirini öldürme hakkı yoktur. Bu ayrı bir konu. Cinayetin sebebini görmek, katile hak vermek değildir. Başka cinayetler olmasın diye alınabilecek tedbirler açısından gereklidir.

Mesela bu olayda ortada iki yıldan beni boşanamayan ayrı yaşayan bir karı-koca var. Bir büyük, bir de iki yıl önce ayrılık aşamasında doğmuş bir çocuk var ve baba tam da kadını çocuğun doğum gününden önce öldürmüş. Bu baba iki yıl boyunca çocuklarını görebilmiş mi? Neden önce kayınvalidesini öldürdü? Neden boşanamamışlar. Kadın istediğinde hakimler çok çabuk boşuyor. Nafaka davaları mı oldu şiddetli.

Bunları hiçbiri öldürmesini haklı çıkaramaz. Fakat bunları yok da sayamayız. Belki de bunların hiç biri değildi kocası psikopattı. Sebep her şey olabilir fakat erkekliği sebep göstererek cinsiyetçilik yapamazsınız. Bu bütün erkeklere hakaret olur, erkekleri aşağılamak olur.

Biz sebepleri görelim, çözüm üretilsin. Kanunların adaletsizliği yüzünden beş yıl, on yıl boşanamayan yeni bir hayat kuramayan insanlar var. Yıllarca çocuğunun hasreti ile yanan babalar var. Nafakasını ödediği evladının yüzünü unutmuş. Üzüntüden psikolojisi bozulmuş. Neredeyse bütün cinayetler boşanma aşamasında oluyor fakat çoğu kişi “erkekler boşanmayı kabullenemiyorlar” sığlığından öte geçemiyor.

Sen kanunlar vasıtası ile erkeği evden at, nafakaya mecbur kıl, çocuğunu görmek için haczetmek zorunda kalsın, bazıları hacizle bile göremiyor, malının mülkünün yarısını cebren al, erkeğe her türlü sosyal, psikolojik şiddeti uygula, sonra erkek de cinnet geçirip boşanamadığı kadına şiddet uygularsa “şiddetin sebebi erkeklikten” deyip çık.

Ayrıca şiddet konusunda uzmanlar yüzde seksen alkol ya da uyuşturucu etkisi var diyorlar fakat nedense alkol dile getirilmiyor, erkekliği suçlamak daha çok işine geliyor birilerinin.

Şiddeti azaltmak için cinsiyet eşitliği uygulaması şiddeti gerçekten azaltıyor mu? Araştırma yapsınlar, verileri açıklasınlar, sonuçlarını görelim. Var mı ülkemizde bu konuda bir araştırma, yok. Herhalde kendi kafalarında şöyle bir mantık kuruyorlar. Erkekleri “Ay şekerim manikürüm geldi…” diyecek kıvama getirirsek şiddet biter. Oysa öyle bir durumda şiddet azalmaz sadece yön değiştirir. Cinsiyet eşitliği neticesi eşcinsellik artacağı için şiddet kadın-kadına ve erkek erkeği şeklinde yön değiştirecektir.

Şiddet erkekliğin sonucu değildir. Sadece erkekte fiziki güç, kadından daha fazla olduğu için erkeğin uyguladığı şiddet göze görünüyor. Kadınlar da erkekler kadar şiddet uygularlar fakat farklı yöntemlerle. Kadın gücü yetmeyeceği kişiyi öldürmeye çalışmaz, öldürtür, gücü yettiğini öldürür. Kaza süsü vermek, zehirlemek gibi yöntemlerle hiç açığa çıkmayan ya da yıllar sonra açığa çıkan cinayetler var.

Kadın gücü yettiğine de kendi gücünü gösterir. Mesela çocuk cinayetlerinde annelerin sayısı babalardan üç kat daha fazla resmi verilere göre. Bakıcı dehşetleri, gelin kayınvalide şiddeti, üvey çocuğa uygulanan şiddet…

Erkeği aşağılayarak, kadınlaştırarak gücünü elinden alarak, şiddeti bitiremezsiniz. Şiddet erkekliğin de kadınlığın da neticesi değildir.

Şiddetin cinsiyeti, kadını-erkeği yoktur. Erkeğin fiziki güce sahip olması, koruma ve kollama güdüleri ile cesaretli olması, vatanı korumak için savaşması, onu şiddet yanlısı yapmaz tam aksi korumacı yapar. Babalar, kocalar, oğullar, kardeşler, ağabeyler şiddet yanlısı ilan edildi.

Güç, şiddetin sebebi değildir, şiddetin sebebi gücü yanlış kullanmaktır. Şiddetin, başta  ahlak, maneviyat ve merhamet eğitimi eksikliği olmak üzere pek çok iç sebepleri ve ekonomik sıkıntılar, alkol ve şiddetin özendirilmesi gibi dış etkenleri vardır.

Şiddet uygulayan erkekler, erkek olduğu için ya da kadına değer vermediği için şiddet uyguluyor değil. Şiddet yükselmişse bunun araştırılması ve çözüm üretilmesi gerekir.

Şiddet erkekliğin neticesidir demek, Yaratıcı’ya iftira olur. O halde Allah (c.c) erkeği kadına zulmetsin diye şiddet yanlısı mı yaratmış? Hayır.

Âyet-i kerimede bildirildiği gibi:  “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır, velileridir.” birbirlerini korurlar.

“Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diyen bir Peygamberin ümmeti olarak dinimizi çocuklarımıza ahlaki yapıları ile doğru öğretsek, şiddet diye bir problemimiz olmaz.

Şiddeti yaygınlaştıran medya, dizi ve filmler denetim altında olsa tam aksi sevgiyi, merhameti çocuklara gençlere aşılayabilsek şiddet ciddi şekilde azalır.

Adaletsiz kanunlar, diziler, filmler, alkol gibi şiddeti artıracak her yol açık, toplumda şiddet yükselmiş bizim bulduğumuz yol ise erkekleri günah keçisi ilan edip psikolojik şiddet uygulayarak erkekliği bitirmek. Hadi dini göz ardı ediyorsunuz bari biraz bilimsel çalışın. Tuttuğunuz yolun bir dayanağı olsun. Araştırma sonuçlarını ve neticelerini görelim.

Mesela şiddetin kaynağının erkeklik olduğu üzerine kurgulanıp yazılan İstanbul Sözleşmesi ve 6284 ile kadına şiddet bitecek dendi; fakat şiddet hiç olmadığı kadar arttı. Öldürülen kadın sayısı senede 120 lerden 500 lere çıktı.

Şiddetin arttığı açık şekilde görüldüğü halde, şiddet üzerinden kesesini fonlayanlar İstanbul Sözleşmesini savunuyorlar utanmadan. Bir kanun sonrası şiddet artmışsa ve birileri bunu savunuyorsa o kişiler şiddetten besleniyorlardır. Cinayetleri artırdığı halde İstanbul Sözleşmesini savunanlar kadın kanından beslenen sülüklerdir.

AB ye girmek için ya da feministlerin ve yardakçılarının keyfi olacak diye kadını erkeği birbirine düşman eden İstanbul Sözleşmesi ve 6284 devam edemez, acilen iptal edilmeli, daha fazla kadın öldürülmeden.

Milli Eğitimin ETCEP projesi ile ilgili yazım ve görsellerin linki

http://www.cocukaile.net/etcp-projesi-ve-milli-egitim/

Aşağıda da Milli Eğitim Bakanının yayınladığı mesaj, öncesi ve sonrası değişen trafik görseli.

Kaynak: http://www.cocukaile.net

www.NurNet.org

Risaleler nasıl okunmalı? Üstad’ın “…Gazete gibi okumayınız.” tavsiyesini nasıl anlamalıyız?

Risaleler nasıl okunmalı? Üstad’ın “…Gazete gibi okumayınız.” tavsiyesini nasıl anlamalıyız?

Bilindiği gibi Nur Risaleleri ne sadece akla, ne de yalnız kalbe hitap etmeyip her ikisinin de hissesini verir. Bazı risaleler, Üstad’ın da ifadesiyle “akıldan ziyade kalbe nazırdır.” Bazıları da bunun aksi mahiyettedir.

“Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a’saba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır.”(1)

Okumada esas olan ihlastır, ihlasla okunan bir dersten kalp mutlaka hissesini alır. Aklın hissesi ise o dersin anlaşılması nispetinde ziyadeleşir.

Nurlarda ele alınan konular büyük ekseriyetle marifetullahla ilgilidir; ibadetle ilgilidir; diğer iman hakikatleriyle ilgilidir. Marifetullahın sonu yoktur. Allah Resulünün (asv) mi’raçta rüyet ile taltif edildiği anda söylediği,

“Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni hakkıyla, tam bir marifet ile tanıyamadım.”

cümlesi, bu sahanın sonsuzluğunun en güzel ifadesidir. Bu hakikatin ışığında, Nur Risalelerini şevk ile, ihlasla, tefekkürle ve dakik bir nazarla okumak, üstünkörü geçmemek gerekir.

Üstad’ın önemli bir tavsiyesini de bu vesileyle hatırlayalım: “Gazete gibi okumamak.”

Bilindiği gibi, gazete okuyan kişi önce haber başlıklarına şöyle bir bakıp geçer, daha sonra önemli gördüğü haberlerin ayrıntılarına iner. Gazetenin tamamını okusa bile ertesi gün, aynı şeyleri değil farklı haberleri izler.

Gazeteyi okuduğumuzda ondaki her şeye vakıf oluruz. Onu tekrar okumamız gerekmez.

Nurlar ise öyle değildir. Her okudukça marifetimizde inkişaf olacak, ama biz Allah Resulünün (asv) o mübarek kelamını hatırlayarak, elde ettiğiniz marifetin yeterli olmadığını bilecek ve okumaya devam edeceğiz.

Üstadımız bir risalesinde, “her yerde bir küçük bir medrese-i Nuriye açılmasını” tavsiye ederken şu gerekçeyi de ekler:

“Çünkü herkes her meselesini anlamaz, fakat hissesiz de kalmaz.”(2)

Bundan da anlaşılacağı gibi, Nurları birlikte ve mütalaa ederek okuduğumuzda aklımızın hissesi daha da artacaktır.

Nurların okunmasında belli bir metot olmamakla birlikte, genelde kabul gören tarz, “sıra ile birkaç kez külliyatı devretmek, daha sonra her gün yine belli bir miktar sıra ile okumaya devam ederken, öte yandan konularda derinleşmeye çalışmaktır.”

Allah Resulünün (asv) şu hadis-i şerifi Nurların okunmasında da temel kaidedir:

“Amelin hayırlısı, az da olsa, devamlı olanıdır.”

Genel bir kaide olarak şunu söyleyebiliriz: Her kelime üzerinde fazlaca durmadan Külliyatı, “kendini kaptırarak ve hafif bir sesle” okumakta kalbin hissesi daha fazla olur. Kelimeler, cümleler üzerinde müzakereli olarak okunduğunda ise aklın hissesi daha fazla olur. Bize her ikisi de gerekli olduğundan “her iki tarzı da birlikte yürütmek en faydalısıdır.” kanaatindeyim.

Bir Nur talebesi, hem binlerce günahın insana hücum ettiği bu fitne asrında, bu marifetullah dersleriyle kendini korumak, hem bütün dünyada nurları okuyanlarla bir manevî rabıta kurmak, hem de neşrini bir dava olarak benimsediği bu hakikatlerin ulviyetini yeniden hatırlamak ve onları muhtaçlara ulaştırmak için, yeni bir şevk kazanmak üzere bu eserleri her fırsatta okur. Özellikle namazlardan sonra okunması bir âdet haline gelmiştir. İbadet ortamında, Rabbine ibadet ve dua ettikten sonra bu hakikatlerin birkaç dakika olsun okunması, sözünü ettiğimiz manaları daha da kuvvetlendirir.

Bu konuda az da olsa muhatap olduğumuz bir soru var: Nurları okumak mı daha önemlidir, yazmak mı?

Bir Nur talebesi için en önemli mesele nurlardaki hakikatlere güzel, parlak ve berrak bir ayna olmaktır. Tâ ki, bu hakikatlerin başka kişilere de ulaşmasında örnek ve rehber olabilsin. Üstadımızın,

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki Küre-i Arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.”(3)

ifadeleri çok önemlidir. Bu gayeye okuyarak da erilse, yazarak da kavuşulsa sonuç değişmez. Ancak şu var ki, nurları okumanın yasak olduğu, Üstatla temas edenlerin bile hapislere, sürgünlere sevk edildikleri o müthiş zamanda, en büyük hizmet nurları yazmak ve neşrine öylece çalışmak idi. Teksir makinesiyle çoğaltma dönemini, Üstadımız Risale-i Nur’un bayramı olarak ilan etmiş ve teksir makinesini binler kâlem ile neşir yapmaya benzetmişti. Bugün, Rabbimize hadsiz şükürler olsun, Nur Risaleleri her dilde rahatlıkla basılmakta ve muhtaçlara ulaştırılmaktadır. Artık yazma, o zulüm dönemindeki tarihî önemini kaybetmiştir. Ancak, Osmanlıca eserleri okuyabilenlerin, eserleri Osmanlıcasından okumaları, yazıya özel bir merakı olanların da yazmaları nurlardan istifadelerinin artmasına sebep olabilir. Bu özel bir durumdur, genel tarz, Nurları okumak, yaşamak ve neşrine çalışmaktır.

Şunu da önemle ifade etmek isterim: Hizmetimizin her sahasında meşveret ve şura esastır. Nurları okunma tarzının da yetkili kişilerden teşekkül edecek bir şurada enine boyuna tartışılmasının en verimli şekli ortaya koyacağına inanıyorum.

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas.

(2) bk. Şualar, Yedinci Şua (Ayetü’l-Kübra)

(3) bk. Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı.

Selam ve dua ile…
Sorularla Risale Editör

 

www.NurNet.org

Bediüzzaman’ın Fener Patriği ile Görüşmesi

“Hazret-i Üstâd Bediüzzaman’ın 1953 yaz aylarında, hususi şekilde gidip İstanbul Fener Patriği Athenagoras ile görüşmesini burada kaydetmek lâzım geldi. Üstâd’ın bu görüşmesi manidardı. İslâm ve hakikî Hıristiyanlık dinlerinin barışmasının veya hiç olmazsa esas mes’elelerde ittifakın tebliği gibi idi.

O günlerde Üstâd’la beraber bulunmuş halen hayatta Nur talebelerinden bir çoğu rivayet ederler ki: Bir gün Hazret-i Üstâd, yanında Üniversiteli Ziya Arun olduğu halde, Fener’deki Patriğe gitmiş, görüşmüş ve ona:

“Hıristiyanlığın din-i hakikisi olan tevhid ve nübüvveti kabul ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammedi de (A.S.M) peygamber ve Kur’ân-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul ederseniz, ehl-i necat olacaksınız.” dedi.

Patrik Althenagoras cevabında: “Ben kabul ediyorum…” deyince

Bediüzzaman:“O halde siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?”

Patrik: “Söylüyorum, amma onlar kabul etmiyorlar.” diye cevab vermiş.

Bu hadiseyi nakleden, Üstâd’ın o sıra beraberinde bulunmuş bir çok talebesi hâlâ hayattadır.

Ezcümle: Ahmet Aytimur, şimdi Almanya’da bulunan Abdulmuhsin, Mehmet Fırıncı vesaire…

Nitekim aynı ma’nada olarak 22 Şubat 1951’de, Üstâd’ın izni ve müsaadesiyle Vatikan’daki Hıristiyan Âleminin bir nevi ruhani reisi olan Papa’ya bir Zülfikâr kitabı gönderilmiş.. Papa da buna karşı teşekkür cevabını yazmıştı.

Bu eserin Hıristiyan Âleminin bir nevi dini ve ruhani reisi olan Papaya gönderilmesiyle, vahdaniyet-i ilâhiyye, Risalet-i Muhammediye Aleyhisselâtü Vesselâm ve Kur’ânın kelamullah olduğunu ispat eden bu eser, mezkûr tebliği de yapmış oluyordu.

Bu bahis ayrıca ilerde tafsilen kaydedilecektir.”[1]

Bediüzzaman Said Nursi, hayatı boyunca İslamiyet’i hâl ve kâl diliyle ilan etmiştir. Daha önce Vatikan’a, Zülfikar Mecmuasını gönderdiğini beyan etmiştik. Sanki islamiyetin ruhundan, sofrasından nasibiniz olmazsa ilerde çok zulümlerin yuvası olacaksınız demiş.

1953 senesinde Fener-Rum Patrikhanesine de aynı tebliğ metodunu izlemiştir. Yukarıda kaynağıyla yayınladığım mektup bu görüşmenin muhteviyatını anlatmaktadır.

Üstadımızın mahiyetini ve Risale-i Nur’un muhteviyatını bilen, bildiği için de anti ideolojisi sebebiyle taarruz edip muhalefete geçen isminin önü kalabalık olan bazı kimseler, insanları Risale-i Nur ve müellifi Bediüzzaman Said Nursi’den uzaklaştırmak için, hezeyanlarını savurmaktadır.

Bediüzzaman için, yok Vatikan’a mektup yazdı diyalogculuğun temelini hazırladı, yok Fener Patrikiyle görüştü elini öptü falan filan gibi şeyler söylemek, aslında Bediüzzaman’ın temsilcisi olduğu İslamiyet’e saldırmaktır. Şöyle düşünün isminin önünde akademisyen gibi unvan bulunan birisini ele alalım. Biz bu şahsın akademik kariyerine hücum etsek. Bu fiil ön planda akademisyene, arka planda ise çalıştığı üniversiteyi/kurumu karalamak manasına gelir. Bir din alimine yapılan hücum da aynı formülle ele alacak olursak ön planda şahsa, arka planda ise mümessili olduğu İslamiyet’e hakaret ve hücumdur.

Akademisyen olduğunu iddia eden birisi konuşurken kahvane oturuşu ve ağzıyla/jargonuyla bazı şeyler söylediğinde kendisini mahcup edecek çok şeyler çıktığında akamedisyenliğine leke getireceğini de düşünmelidir.

Hem iftira atıp hem de ben tartışmanın tarafı olmak istemiyorum diyen birisi, delilsiz belgesiz şeyler savurarak konuşmasının neticesi istemediği şeyleri de işitmek zorunda kalacaktır. Her istediğini rahatça konuşan kimse, istemediği şeyleri de “El cezau min cinsi amel” kaidesince işitecektir.

Fethullah Gülen üzerinden Risale-i Nur ve müellifine ilişenler iki kesimdir. Birisi, Bediüzzaman ve telifatının mahiyetini bilenler. Bunlar mahiyetini bildikleri ve kendi çürük ideolojilerinin bir numaralı düşmanı olarak gördükleri için ilişmeye yeltenenler.

İkincisi ise, bunlar da birincisinin taassuplu mukallitlerinden öte bir şey değildir.

Fethullah Gülen’den yola çıkıp “neden onun kaynaklarına ilişmiyorsunuz diyen aydınlar(!)” İslamiyete olan kinlerini de bu şekilde kusmaktalar.

“Bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim kendini fesad ve fenalıktan men’etmiş iken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücuda gelen fesad ve fenalığın zikri vaktinde, onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ilme husumet ve adaveti îma eder.”[2]

Her insanın, karakteri, kulluğu ve temsilcisi olduğu iş olmak üzere üç karakteri var. Fethullah Gülen’den bahsederken din ve dini değerleri itibardan düşürüp, bu milletin din ile olan bağının kopması ve neticesinde serserilik ve anarşinin çıkmaması için din ve dini değerleri nazara vermemek gerekli. Yani Gülen’den bahsederken onun hocalık kisvesinin kullanılmaması gereklidir.

Laikliği hayatının temeline koymuş birisi bakan, başbakan olsa onlar ülke ekonomisini çökertse, beş – on bankanın kasasını boşaltsalar, biz de bunları tekid ederken laik işte ne bekliyorsun, laikliğin verdiği budur desek doğru mu yapmış oluruz? Yoksa bu hatayı o bakanlara mı verirsek doğru etmiş oluruz şimdi sizden soruyorum?

“Evet, kim ki evinin tavanı altındaki zaif direği çekmek istiyorsa, evvelen onun yerine kuvvetli bir direkle muhafaza altına aldıktan sonra kaldırsın. Yoksa bilmeden evi harab etmiş olacaktır. Hem bir fâsid delili iptal edip çürütmek isteyen adam, sahih bir delil ile hak olan neticeyi tesbit ettikten sonra etsin. Aksi halde düşünmeden ifsad etmiş olur.” [3]

Ulema-is sû olan insanları tenkid edenler bu yazdıklarımı unutmasın.

Bu sebeple Bediüzzaman Said Nursi ve emsali olan Ehl-i Sünnet Ulemasına ilişenler bunu düşünsün. Çürük ve kurtlu olan ideolojileri sebebiyle ilişmeye yeltenmesinler.

[1] Badıllı, Mufassal Tarihçe (1837)
[2]Divan-ı Harb-i Örfi (35)

[3] Asar-ı Bediyye ( 406 )

Kaynak: RisaleHaber

 

www.NurNet.Org

Bediüzzaman’ın Fener Patriki ile Görüşmesi

Bediüzzaman’ın Fener Patriki ile Görüşmesi

“Üstteki hadise ve mesele münasebetiyle; Hazret-i Üstâd Bediüzzaman’ın 1953 yaz aylarında, hususi şekilde gidip İstanbul Fener Patriği ALT HENAGORAS ile görüşmesini burada kaydetmek lâzım geldi. Üstâd’ın bu görüşmesi manidardı. İslâm ve hakikî Hıristiyanlık dinlerinin barışmasının veya hiç olmazsa esas mes’elelerde ittifakın tebliği gibi idi.

O günlerde Üstâd’la beraber bulunmuş halen hayatta Nur talebelerinden bir çoğu rivayet ederler ki: Bir gün Hazret-i Üstâd, yanında Üniversiteli Ziya Arun olduğu halde, Fener’deki Patriğe gitmiş, görüşmüş ve ona:

“Hıristiyanlığın din-i hakikisi olan tevhid ve nübüvveti kabul ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammedi de (A.S.M) peygamber ve Kur’ân-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul ederseniz, ehl-i necat olacaksınız.” dedi.

Patrik Althenagoras cevabında: “Ben kabul ediyorum…” deyince Bediüzzaman:

“O halde siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?”

Patrik: “Söylüyorum, amma onlar kabul etmiyorlar.” diye cevab vermiş.

Bu hadiseyi nakleden, Üstâd’ın o sıra beraberinde bulunmuş bir çok talebesi hâlâ hayattadır.

Ezcümle: Ahmet Aytimur, şimdi Almanya’da bulunan Abdulmuhsin, Mehmet Fırıncı vesaire…

Nitekim aynı ma’nada olarak 22 şubat 1951’de, Üstâd’ın izni ve müsaadesiyle Vatikan’daki Hıristiyan Âleminin bir nevi ruhani reisi olan Papa’ya bir Zülfikâr kitabı gönderilmiş.. Papa da buna karşı teşekkür cevabını yazmıştı.

Bu eserin Hıristiyan Âleminin bir nevi dini ve ruhani reisi olan Papaya gönderilmesiyle, vahdaniyet-i ilâhiyye, Risalet-i Muhammediye Aleyhisselâtü Vesselâm ve Kur’ânın kelamullah olduğunu ispat eden bu eser, mezkûr tebliği de yapmış oluyordu.

Bu bahis ayrıca ilerde tafsilen kaydedilecektir.”[1]

Bediüzzaman Said Nursi, hayatı boyunca islamiyet’i hâl ve kâl diliyle ilan etmiştir. Daha önce Vatikan’a, Zülfikar Mecmuasını gönderdiğini beyan etmiştik. Sanki islamiyetin ruhundan, sofrasından nasibiniz olmazsa ilerde çok zulümlerin yuvası olacaksınız demiş.

1953 senesinde Fener-Rum Patrikhanesine de aynı tebliğ metodunu izlemiştir. Yukarıda kaynağıyla yayınladığım mektup bu görüşmenin muhteviyatını anlatmaktadır.

Üstadımızın mahiyetini ve Risale-i Nur’un muhteviyatını bilen, bildiği için de anti ideolojisi sebebiyle taarruz edip muhalefete geçen isminin önü kalabalık olan bazı kimseler, insanları Risale-i Nur ve Müellifi Bediüzzaman Said Nursi’den uzaklaştırmak için, hezeyanlarını savurmaktadır.

   Bediüzzaman için, Yok Vatikan’a mektup yazdı diyalogculuğun temelini hazırladı, yok Fener Patrikiyle görüştü elini öptü falan filan gibi şeyler söylemek, aslında Bediüzzaman’ın temsilcisi olduğu İslamiyet’e saldırmaktır. Şöyle düşünün isminin önünde akademisyen gibi unvan bulunan birisini ele alalım. Biz bu şahsın akademik kariyerine hücum etsek. Bu fiil ön planda akademisyene, arka planda ise çalıştayı olan üniversiteyi/kurumu karalamak manasına gelir. Bir din alimine yapılan hücum da aynı formülle ele alacak olursak ön planda şahsa, arka planda ise mümessili olduğu İslamiyet’e hakaret ve hücumdur.

Akademisyen olduğunu iddia eden birisi konuşurken kahvane oturuşu ve ağzıyla/jargonuyla bazı şeyler söylediğinde kendisini mahcup edecek çok şeyler çıktığında akamedisyenliğine leke getireceğini de düşünmelidir.

Hem iftira atıp hem de ben tartışmanın tarafı olmak istemiyorum diyen birisi, delilsiz belgesiz şeyler savurarak konuşmasının neticesi istemediği şeyleri de işitmek zorunda kalacaktır. Her istediğini rahatça konuşan kimse, istemediği şeyleri de “El cezau min cinsi amel” kaidesince işitecektir.

Fethullah Gülen üzerinden Risale-i Nur ve müellifine ilişenler iki kesimdir. Birisi, Bediüzzaman ve telifatının mahiyetini bilenler. Bunlar mahiyetini bildikleri ve kendi çürük ideolojilerinin bir numaralı düşmanı olarak gördükleri için ilişmeye yeltenenler.

İkincisi ise, bunlar da birincisinin taassuplu mukallitlerinden öte bir şey değildir.

Fethullah Gülen’den yola çıkıp “neden onun kaynaklarına ilişmiyorsunuz diyen aydınlar(!)” İslamiyete olan kinlerini de bu şekilde kusmaktalar.

“Bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim kendini fesad ve fenalıktan men’etmiş iken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücuda gelen fesad ve fenalığın zikri vaktinde, onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ilme husumet ve adaveti îma eder.”[2]

Her insanın, karakteri, kulluğu ve temsilcisi olduğu iş olmak üzere üç karakteri var. Fethullah Gülen’den bahsederken din ve dini değerleri itibardan düşürüp, bu milletin din ile olan bağının kopması ve neticesinde serserilik ve anarşinin çıkmaması için Din ve dini değerleri nazara vermemek gerekli. Yani Gülen’den bahsederken onun hocalık kisvesinin kullanılmaması gereklidir.

Laikliği hayatının temeline koymuş birisi bakan, başbakan olsa onlar ülke ekonomisini çökertse, beş – on bankanın kasasını boşaltsalar, bizde bunları tekid ederken laik işte ne bekliyorsun, laikliğin verdiği budur desek doğru mu yapmış oluruz? Yoksa bu hatayı o bakanlara mı verirsek doğru etmiş oluruz şimdi sizden soruyorum?

Gülen’i tenkid edenler, onun üzerinden islami değerlere ve simge ve sembollere ilişmesi de hatadır. Bu hata ile ister kasıt olsun ister olmasın ilme ve dine bir ilişmektir.

         “Din âlimleri İslâmiyetin direkleridirler.”[3]

“Evet, kim ki evinin tavanı altındaki zaif direği çekmek istiyorsa, evvelen onun yerine kuvvetli bir direkle muhafaza altına aldıktan sonra kaldırsın. Yoksa bilmeden evi harab etmiş olacaktır.

         Hem bir fâsid delili iptal edip çürütmek isteyen adam, sahih bir delil ile hak olan neticeyi tesbit ettikten sonra etsin. Aksi halde düşünmeden ifsad etmiş olur.”

Ulema-is sû olan insanları tenkid edenler bu yazdıklarımı unutmasın.

Bu sebeple Bediüzzaman Said Nursi ve emsali olan Ehl-i Sünnet Ulemasına ilişenler bunu düşünsün. Çürük ve kurtlu olan ideolojileri sebebiyle ilişmeye yeltenmesinler.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 


[1] Badıllı, Mufassal Tarihçe (1837)

[2]Divan-ı Harb-i Örfi ( 35 )

[3] Asar-ı Bediyye ( 406 )

Kaynak: RisaleHaber
www.NurNet.org