Kategori arşivi: Seçtiklerimiz

Bediüzzaman’ın Fener Patriği ile Görüşmesi

“Hazret-i Üstâd Bediüzzaman’ın 1953 yaz aylarında, hususi şekilde gidip İstanbul Fener Patriği Athenagoras ile görüşmesini burada kaydetmek lâzım geldi. Üstâd’ın bu görüşmesi manidardı. İslâm ve hakikî Hıristiyanlık dinlerinin barışmasının veya hiç olmazsa esas mes’elelerde ittifakın tebliği gibi idi.

O günlerde Üstâd’la beraber bulunmuş halen hayatta Nur talebelerinden bir çoğu rivayet ederler ki: Bir gün Hazret-i Üstâd, yanında Üniversiteli Ziya Arun olduğu halde, Fener’deki Patriğe gitmiş, görüşmüş ve ona:

“Hıristiyanlığın din-i hakikisi olan tevhid ve nübüvveti kabul ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammedi de (A.S.M) peygamber ve Kur’ân-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul ederseniz, ehl-i necat olacaksınız.” dedi.

Patrik Althenagoras cevabında: “Ben kabul ediyorum…” deyince

Bediüzzaman:“O halde siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?”

Patrik: “Söylüyorum, amma onlar kabul etmiyorlar.” diye cevab vermiş.

Bu hadiseyi nakleden, Üstâd’ın o sıra beraberinde bulunmuş bir çok talebesi hâlâ hayattadır.

Ezcümle: Ahmet Aytimur, şimdi Almanya’da bulunan Abdulmuhsin, Mehmet Fırıncı vesaire…

Nitekim aynı ma’nada olarak 22 Şubat 1951’de, Üstâd’ın izni ve müsaadesiyle Vatikan’daki Hıristiyan Âleminin bir nevi ruhani reisi olan Papa’ya bir Zülfikâr kitabı gönderilmiş.. Papa da buna karşı teşekkür cevabını yazmıştı.

Bu eserin Hıristiyan Âleminin bir nevi dini ve ruhani reisi olan Papaya gönderilmesiyle, vahdaniyet-i ilâhiyye, Risalet-i Muhammediye Aleyhisselâtü Vesselâm ve Kur’ânın kelamullah olduğunu ispat eden bu eser, mezkûr tebliği de yapmış oluyordu.

Bu bahis ayrıca ilerde tafsilen kaydedilecektir.”[1]

Bediüzzaman Said Nursi, hayatı boyunca İslamiyet’i hâl ve kâl diliyle ilan etmiştir. Daha önce Vatikan’a, Zülfikar Mecmuasını gönderdiğini beyan etmiştik. Sanki islamiyetin ruhundan, sofrasından nasibiniz olmazsa ilerde çok zulümlerin yuvası olacaksınız demiş.

1953 senesinde Fener-Rum Patrikhanesine de aynı tebliğ metodunu izlemiştir. Yukarıda kaynağıyla yayınladığım mektup bu görüşmenin muhteviyatını anlatmaktadır.

Üstadımızın mahiyetini ve Risale-i Nur’un muhteviyatını bilen, bildiği için de anti ideolojisi sebebiyle taarruz edip muhalefete geçen isminin önü kalabalık olan bazı kimseler, insanları Risale-i Nur ve müellifi Bediüzzaman Said Nursi’den uzaklaştırmak için, hezeyanlarını savurmaktadır.

Bediüzzaman için, yok Vatikan’a mektup yazdı diyalogculuğun temelini hazırladı, yok Fener Patrikiyle görüştü elini öptü falan filan gibi şeyler söylemek, aslında Bediüzzaman’ın temsilcisi olduğu İslamiyet’e saldırmaktır. Şöyle düşünün isminin önünde akademisyen gibi unvan bulunan birisini ele alalım. Biz bu şahsın akademik kariyerine hücum etsek. Bu fiil ön planda akademisyene, arka planda ise çalıştığı üniversiteyi/kurumu karalamak manasına gelir. Bir din alimine yapılan hücum da aynı formülle ele alacak olursak ön planda şahsa, arka planda ise mümessili olduğu İslamiyet’e hakaret ve hücumdur.

Akademisyen olduğunu iddia eden birisi konuşurken kahvane oturuşu ve ağzıyla/jargonuyla bazı şeyler söylediğinde kendisini mahcup edecek çok şeyler çıktığında akamedisyenliğine leke getireceğini de düşünmelidir.

Hem iftira atıp hem de ben tartışmanın tarafı olmak istemiyorum diyen birisi, delilsiz belgesiz şeyler savurarak konuşmasının neticesi istemediği şeyleri de işitmek zorunda kalacaktır. Her istediğini rahatça konuşan kimse, istemediği şeyleri de “El cezau min cinsi amel” kaidesince işitecektir.

Fethullah Gülen üzerinden Risale-i Nur ve müellifine ilişenler iki kesimdir. Birisi, Bediüzzaman ve telifatının mahiyetini bilenler. Bunlar mahiyetini bildikleri ve kendi çürük ideolojilerinin bir numaralı düşmanı olarak gördükleri için ilişmeye yeltenenler.

İkincisi ise, bunlar da birincisinin taassuplu mukallitlerinden öte bir şey değildir.

Fethullah Gülen’den yola çıkıp “neden onun kaynaklarına ilişmiyorsunuz diyen aydınlar(!)” İslamiyete olan kinlerini de bu şekilde kusmaktalar.

“Bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim kendini fesad ve fenalıktan men’etmiş iken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücuda gelen fesad ve fenalığın zikri vaktinde, onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ilme husumet ve adaveti îma eder.”[2]

Her insanın, karakteri, kulluğu ve temsilcisi olduğu iş olmak üzere üç karakteri var. Fethullah Gülen’den bahsederken din ve dini değerleri itibardan düşürüp, bu milletin din ile olan bağının kopması ve neticesinde serserilik ve anarşinin çıkmaması için din ve dini değerleri nazara vermemek gerekli. Yani Gülen’den bahsederken onun hocalık kisvesinin kullanılmaması gereklidir.

Laikliği hayatının temeline koymuş birisi bakan, başbakan olsa onlar ülke ekonomisini çökertse, beş – on bankanın kasasını boşaltsalar, biz de bunları tekid ederken laik işte ne bekliyorsun, laikliğin verdiği budur desek doğru mu yapmış oluruz? Yoksa bu hatayı o bakanlara mı verirsek doğru etmiş oluruz şimdi sizden soruyorum?

“Evet, kim ki evinin tavanı altındaki zaif direği çekmek istiyorsa, evvelen onun yerine kuvvetli bir direkle muhafaza altına aldıktan sonra kaldırsın. Yoksa bilmeden evi harab etmiş olacaktır. Hem bir fâsid delili iptal edip çürütmek isteyen adam, sahih bir delil ile hak olan neticeyi tesbit ettikten sonra etsin. Aksi halde düşünmeden ifsad etmiş olur.” [3]

Ulema-is sû olan insanları tenkid edenler bu yazdıklarımı unutmasın.

Bu sebeple Bediüzzaman Said Nursi ve emsali olan Ehl-i Sünnet Ulemasına ilişenler bunu düşünsün. Çürük ve kurtlu olan ideolojileri sebebiyle ilişmeye yeltenmesinler.

[1] Badıllı, Mufassal Tarihçe (1837)
[2]Divan-ı Harb-i Örfi (35)

[3] Asar-ı Bediyye ( 406 )

Kaynak: RisaleHaber

 

www.NurNet.Org

Bediüzzaman’ın Fener Patriki ile Görüşmesi

Bediüzzaman’ın Fener Patriki ile Görüşmesi

“Üstteki hadise ve mesele münasebetiyle; Hazret-i Üstâd Bediüzzaman’ın 1953 yaz aylarında, hususi şekilde gidip İstanbul Fener Patriği ALT HENAGORAS ile görüşmesini burada kaydetmek lâzım geldi. Üstâd’ın bu görüşmesi manidardı. İslâm ve hakikî Hıristiyanlık dinlerinin barışmasının veya hiç olmazsa esas mes’elelerde ittifakın tebliği gibi idi.

O günlerde Üstâd’la beraber bulunmuş halen hayatta Nur talebelerinden bir çoğu rivayet ederler ki: Bir gün Hazret-i Üstâd, yanında Üniversiteli Ziya Arun olduğu halde, Fener’deki Patriğe gitmiş, görüşmüş ve ona:

“Hıristiyanlığın din-i hakikisi olan tevhid ve nübüvveti kabul ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammedi de (A.S.M) peygamber ve Kur’ân-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul ederseniz, ehl-i necat olacaksınız.” dedi.

Patrik Althenagoras cevabında: “Ben kabul ediyorum…” deyince Bediüzzaman:

“O halde siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?”

Patrik: “Söylüyorum, amma onlar kabul etmiyorlar.” diye cevab vermiş.

Bu hadiseyi nakleden, Üstâd’ın o sıra beraberinde bulunmuş bir çok talebesi hâlâ hayattadır.

Ezcümle: Ahmet Aytimur, şimdi Almanya’da bulunan Abdulmuhsin, Mehmet Fırıncı vesaire…

Nitekim aynı ma’nada olarak 22 şubat 1951’de, Üstâd’ın izni ve müsaadesiyle Vatikan’daki Hıristiyan Âleminin bir nevi ruhani reisi olan Papa’ya bir Zülfikâr kitabı gönderilmiş.. Papa da buna karşı teşekkür cevabını yazmıştı.

Bu eserin Hıristiyan Âleminin bir nevi dini ve ruhani reisi olan Papaya gönderilmesiyle, vahdaniyet-i ilâhiyye, Risalet-i Muhammediye Aleyhisselâtü Vesselâm ve Kur’ânın kelamullah olduğunu ispat eden bu eser, mezkûr tebliği de yapmış oluyordu.

Bu bahis ayrıca ilerde tafsilen kaydedilecektir.”[1]

Bediüzzaman Said Nursi, hayatı boyunca islamiyet’i hâl ve kâl diliyle ilan etmiştir. Daha önce Vatikan’a, Zülfikar Mecmuasını gönderdiğini beyan etmiştik. Sanki islamiyetin ruhundan, sofrasından nasibiniz olmazsa ilerde çok zulümlerin yuvası olacaksınız demiş.

1953 senesinde Fener-Rum Patrikhanesine de aynı tebliğ metodunu izlemiştir. Yukarıda kaynağıyla yayınladığım mektup bu görüşmenin muhteviyatını anlatmaktadır.

Üstadımızın mahiyetini ve Risale-i Nur’un muhteviyatını bilen, bildiği için de anti ideolojisi sebebiyle taarruz edip muhalefete geçen isminin önü kalabalık olan bazı kimseler, insanları Risale-i Nur ve Müellifi Bediüzzaman Said Nursi’den uzaklaştırmak için, hezeyanlarını savurmaktadır.

   Bediüzzaman için, Yok Vatikan’a mektup yazdı diyalogculuğun temelini hazırladı, yok Fener Patrikiyle görüştü elini öptü falan filan gibi şeyler söylemek, aslında Bediüzzaman’ın temsilcisi olduğu İslamiyet’e saldırmaktır. Şöyle düşünün isminin önünde akademisyen gibi unvan bulunan birisini ele alalım. Biz bu şahsın akademik kariyerine hücum etsek. Bu fiil ön planda akademisyene, arka planda ise çalıştayı olan üniversiteyi/kurumu karalamak manasına gelir. Bir din alimine yapılan hücum da aynı formülle ele alacak olursak ön planda şahsa, arka planda ise mümessili olduğu İslamiyet’e hakaret ve hücumdur.

Akademisyen olduğunu iddia eden birisi konuşurken kahvane oturuşu ve ağzıyla/jargonuyla bazı şeyler söylediğinde kendisini mahcup edecek çok şeyler çıktığında akamedisyenliğine leke getireceğini de düşünmelidir.

Hem iftira atıp hem de ben tartışmanın tarafı olmak istemiyorum diyen birisi, delilsiz belgesiz şeyler savurarak konuşmasının neticesi istemediği şeyleri de işitmek zorunda kalacaktır. Her istediğini rahatça konuşan kimse, istemediği şeyleri de “El cezau min cinsi amel” kaidesince işitecektir.

Fethullah Gülen üzerinden Risale-i Nur ve müellifine ilişenler iki kesimdir. Birisi, Bediüzzaman ve telifatının mahiyetini bilenler. Bunlar mahiyetini bildikleri ve kendi çürük ideolojilerinin bir numaralı düşmanı olarak gördükleri için ilişmeye yeltenenler.

İkincisi ise, bunlar da birincisinin taassuplu mukallitlerinden öte bir şey değildir.

Fethullah Gülen’den yola çıkıp “neden onun kaynaklarına ilişmiyorsunuz diyen aydınlar(!)” İslamiyete olan kinlerini de bu şekilde kusmaktalar.

“Bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim kendini fesad ve fenalıktan men’etmiş iken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücuda gelen fesad ve fenalığın zikri vaktinde, onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ilme husumet ve adaveti îma eder.”[2]

Her insanın, karakteri, kulluğu ve temsilcisi olduğu iş olmak üzere üç karakteri var. Fethullah Gülen’den bahsederken din ve dini değerleri itibardan düşürüp, bu milletin din ile olan bağının kopması ve neticesinde serserilik ve anarşinin çıkmaması için Din ve dini değerleri nazara vermemek gerekli. Yani Gülen’den bahsederken onun hocalık kisvesinin kullanılmaması gereklidir.

Laikliği hayatının temeline koymuş birisi bakan, başbakan olsa onlar ülke ekonomisini çökertse, beş – on bankanın kasasını boşaltsalar, bizde bunları tekid ederken laik işte ne bekliyorsun, laikliğin verdiği budur desek doğru mu yapmış oluruz? Yoksa bu hatayı o bakanlara mı verirsek doğru etmiş oluruz şimdi sizden soruyorum?

Gülen’i tenkid edenler, onun üzerinden islami değerlere ve simge ve sembollere ilişmesi de hatadır. Bu hata ile ister kasıt olsun ister olmasın ilme ve dine bir ilişmektir.

         “Din âlimleri İslâmiyetin direkleridirler.”[3]

“Evet, kim ki evinin tavanı altındaki zaif direği çekmek istiyorsa, evvelen onun yerine kuvvetli bir direkle muhafaza altına aldıktan sonra kaldırsın. Yoksa bilmeden evi harab etmiş olacaktır.

         Hem bir fâsid delili iptal edip çürütmek isteyen adam, sahih bir delil ile hak olan neticeyi tesbit ettikten sonra etsin. Aksi halde düşünmeden ifsad etmiş olur.”

Ulema-is sû olan insanları tenkid edenler bu yazdıklarımı unutmasın.

Bu sebeple Bediüzzaman Said Nursi ve emsali olan Ehl-i Sünnet Ulemasına ilişenler bunu düşünsün. Çürük ve kurtlu olan ideolojileri sebebiyle ilişmeye yeltenmesinler.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 


[1] Badıllı, Mufassal Tarihçe (1837)

[2]Divan-ı Harb-i Örfi ( 35 )

[3] Asar-ı Bediyye ( 406 )

Kaynak: RisaleHaber
www.NurNet.org

KUR’ÂN MÜSLÜMANLIĞI

KUR’ÂN MÜSLÜMANLIĞI

Tarih boyunca hak ve batıl mücadelesinde üç ehemmiyetli unsur göze çarpar: Mü’min; kâfir ve münafık.

Mü’min; iman ve itikadı, hal ve vaziyetini Allah’ın emir ve nehiylerine göre tanzim eden kişidir.

Kâfir; Allah’ın indirdiği kitablarda zikredilen iman esaslarını kabul etmeyen, emir ve nehiylerini aldırmadan fısk u fücura devam eden şahıstır.

Münafık; indirilen dinin usul ve esaslarına inanmadığı halde kendisini ehl-i imana mümin olarak takdim eder lakin kâfir arkadaşlarına dönünce hakiki hüviyetini izhar eder.

Âyet-i kerimenin sarahatiyle “Ehl-i imanla karşılaştıkları vakit bizler, sizler gibi iman edenleriz, derler. Büyük şeytanları olan kâfir dostlarına vardığında ise biz itikad ve inançta sizlerle beraberiz, derler. Müslüman olarak kendimizi tanıtarak müminleri kandırıp alay ediyoruz, derler.” Bin dört yüz sene boyunca Müslümanlar kâfirlerden çok zarar gördü. Lakin münafıklardan daha dehşetli ve şiddetli zarar gördü. İslam tarihinde bilinen ilk münafık hareketi Medineli Yahudi İbn-i Ubey İbn-i Selul hareketidir. Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin etrafında halka kurarak mü’min görünmüş; ehl-i imanı hak yoldan saptırmak için Kuba Mescidi’nin hemen yanı başında Mescid-i Dirar denilen camiyi inşa etmişti. İslam’a sokulan hurafe, küfür ve nifakın ilk tohumları bu mel’un mekânla başlamıştı.

Aba ve ecdadından ilham alan asrımız münafıkları da dedelerini aratmayacak derecede tehlikeli zehirlerini Müslüman cemiyete akıtmaya devam ediyor.

Bu münafık cereyanların başında “Meal Müslümanlığı” gelir.

Var mı Allah’ın kitabında davalarına dair herhangi bir delil, hayır, kesinlikle yok. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’in sahih sünnetinde var mı, o da hayır. Sahabe, tabiîn, tebeü’t-tabiîn, eimme-i müçtehidin ve cümle selef-i salihînden böyle bir hurafeyi kabul edip de inanan tek bir Müslüman var mı, o da hayır.

Şu ilhâdî mezhebin hulasa iddiaları nelerdir?

Efendim Buhari, Müslim ve bunun gibi hadis kaynaklarında bulunan hadisler aklımıza uymuyor, sonradan yazıldığından çoğu uydurma ve yalandır. Hadislere tabi olmak gibi bir mecburiyet yok. Sahabe-i kiram da ilm u irfan bakımından bizden faklı değil. Müctehid imamlar da dini esasları anlayamamış. Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm apaçık bir kitabdır ve bize kâfîdir başka kaynak kabul etmiyoruz.”  Mülhidlerin efkâr-ı habîsesi bundan ibaret…

Kimdir bu taife-i beşer?

İlahiyat veya muhtelif fakültelerde eğitim görmüş, efkâr-ı bâtılayı kabul derecesine göre doktor veya profesörlüğe terfi etmiş lakin tamamını bir araya toplasanız A-4 kâğıdının ön tarafına eli ayağı düzgün tek bir Arabî makale yazamayacak derece ulum-u Arabiyyenin cahili; tefsir, hadîs, fıkıh, belâğât, ulum-u’l-Kur’an, ulumu’l-hadis, âyatu’l-ahkâm, ehadîsu’l-ahkâm gibi İslamî ilimlerin de Fransızı olan neferler.

Efendim Kur’ân apaçık bir kitaptır dolayısıyla her kes onu gayet iyi anlar o yüzden herhangi bir aracıya lüzum yok.” Beyler, hadise anlattığınız gibi değil. Âyetin sarahatiyle Kur’ân بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُّبِينٍ  “Arabî açık bir lisanla” indirilmiş, Türkçe olarak değil.   Basit bir Arapça makaleyi okuyup anlayacak herhangi ilmî bir seviyeniz yok. Arap gençlerle konuşurken el kol hareketleriyle vaziyeti idare etmeye çalışıyorsunuz. Arş’tan indirilen ve bin dört yüz seneden beri belâgâtıyla mu’cize olan ve kıyamete kadar mu’cizeliğini sürdürecek olan Arabî bir Kur’ân’ı nasıl anlayıp hüküm çıkaracaksınız?

Peki nedir şu tayfanın kaynakları?

1- İsmet İnönü devrinde Fransızcadan Türkçeye çevrilen “Kur’ân tercümeleri” ve o Fransız kaynaklardan intihal yapılarak ve de yeni safsatalar ilave edilerek piyasaya sürülen MEALLER.

2- İslam’ı tahrif etmek maksadıyla Yahudi veya Hristiyan din adamları tarafından yazılan ancak halktan tepki almamak için kişiye adres teslimi yapılan İLHADÎ TEFSİRLER.

F.Gülen ve ilahiyatçı kardeşlerinin Kur’ân tefsiri unvanı altında Müslüman ahaliye takdim ettiği eserlerin tamamı ilhadî tefsirlerden iktibas edilmiştir.  

3- Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin sünnetini izale etmek maksadıyla Yahudi veya Hıristiyan müsteşrikler tarafından hazırlanan, fakat üzerine “İslamoğlu, Müslümanoğlu” gibi şatafatlı İslamî isimler yazılarak neşredilen MÜSVEDDELER. Mısır’da Ebu Reyye ve Türkiye’de maruf ilahiyatçılar.

4- Kur’ân-ı Kerim’in açık beyanına binaen tamamı Cennetlik olan Sahabeye küfreden, onları itibarsızlaştırmaya çalışan ŞİÎ DİN ADAMLARININ yazdığı uyduruk eserler, vs…

5- İngiliz iblislerin Müslüman beldelerde özellikle Şii taife arasında bulunan münafıkları eğitip İslam aleyhinde piyasaya sürdüğü UŞAKLAR. Cemaleddin-i Afganî ve ona tabi olan mahalli casuslar.

İddia ediyorum; şu ehl-i zındıkanın aramıza sokmak istediği “Kur’ân Müslümanlığı” namındaki keyfi ve küfrî safsatanın dayandığı muteber hiçbir İslamî kaynak yoktur.

Mezkur tabaka-i beşerin esas maksadı nedir?

وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ âyetinin sarîh mânâsına binâen Resûl-ü Ekrem sallallahu aleyhi vesellem’in esâs vazifesi: Kur’ân âyetlerini şerh ve îzâh etmek sûretiyle evâmir-i Rabbâniyye’yi ins ve cinne tâlîm ve teblîğ etmektir.

Kur’ân’ı şerh ve îzâh etme vazifesi verilen Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin sahih sünnetini bertaraf etmek ve ondan ders alan sahabe-i kirâm’ı devre dışı bırakarak Allah’ın kitabını; din düşmanlarının emir ve tavsiyeleri muvacehesinde yeniden tanzim ve tahrîf etmektir.

Elemanların yaptığı iş de budur zaten. Herifler Kur’ân’dan başka kitap kabul etmeyiz derler fakat her berisinin affedersiniz eşek yükü kadar yazdığı kitap var. Hani Kur’ân’dan başka kitap kabul etmiyordunuz? Madem Kur’ân kâfi ve vafîdir, niçin ehl-i İslâm’ı hak yoldan saptırmak için Yahudilerden ilham alarak onlarca kitab yazıyorsunuz biraderler?

Fethullah Terör Örgütü liderinin “Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar” isminde iki ciltlik kitabı “Kur’ân Müslümanlığının” isim konulmammış şeklidir. Her iki cildini başından sonuna kadar ilmi bir edayla okuduk. Tefsir yaptığını iddia ettiği âyetlerin tamamında Allah’ın kelamı üzerinde felsefe yaparak inkâr ettiğine, İslam’ı tahrîf maksadıyla Yehud ve Nasaranın efkâr-ı küfrisini İslam olarak neşrettiğine, Âdem aleyhisselamdan Muhammed sallallahu aleyhi veselleme kadar Kur’ân’da ismi geçen cümle enbiya aleyhimusselâmı itibarsızlaştırarak inkâr ettiğine şahit olduk.

FETO, tefsir yaptığını iddia ettiği ayet-i kerimelerle alakalı hadis-i şerifleri asla nazara vermez. Hadis diye zikrettiği metinler ya eski zaman münafıkları tarafından uydurulan metindir veya bizzat kendisi var olan sahih metin üzerinde Yahudinin efkâr-ı batılasına muvafık bir hale getirerek ilaveler yaptıktan sonra kitabına alır.  Bu mevzuyu İFSADIN İÇ YÜZÜ isimli kitabımda uzun uzun bahsetmiştim.

Sahih sünneti inkâr eden kâfir olur mu?

Sadece Kur’an-ı Kerîm’i kabul edip de Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini kabul etmemek muasır tabirle “Meal Müslümanlığı” yüzde yüz küfürdür, ilhaddır, Allah’ın kitabında zikredilen yüzlerce âyet-i kerimenin inkârıdır, şöyle ki: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُولِي الأَمْرِ مِنْكُمْ فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً “Ey îmân edenler! Allah-u zu’l-Celâl’a itaat ediniz. O’nun Resûlü Muhammed sallallaha aleyhi veselleme itaat ediniz. Ulu’l-emirlere de. Herhangi bir şeyde ihtilâfa düştüğünüz vakit; Allah-u zu’l-Celâl ve O’nun Resûl’ü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i hakem kabul edip mürâcaat ediniz, şâyet Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız…” İnanmıyorsanız Cehennem’e kadar yolunuz var!..

Âyet-i kerimenin nassında beyan edildiği gibi Allah-u Teâlâ ve O’nun Resûlü aleyhissalâtu vesselâma itaat etmek şarttır. Allah’tan murad; O’nun kitabında beyan edilen emir ve nehiyleridir. Resulünden murad; Muhammed sallallahu aleyhi vesellem ve O’nun sünnetidir.

Yehud ve Nasaranın efkâr-ı küfrisinden neş’et eden “Kur’ân Müslümanlığı” şayet makbul bir dava olsaydı Allah: “Ey îmân edenler sadece bana itaat ediniz” buyurur, biz de hiç düşünmeden emrine itaat ederdik. Halbuki âyet-i kerîme hem Allah’a mutlak itaati emreder hem de Resûlü aleyhissalatu vesselama mutlak itaati emreder.

Aynı âyetin devamında “herhangi bir şeyde ihtilâfa düştüğünüz vakit; Allah-u zu’l-Celâl ve O’nun Resûl’ü Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’i hakem kabul edip mürâcaat ediniz, şâyet Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız…” şeklinde beyânla Kur’ân’ı kabul edip de hadîs-i şerifi kabul etmemenin küfür olduğunu beyan eder.

Ehl-i zındıkadan sadır olan ve hadîs-i şerifi izâleyle meydana getirilmek istenilen “Kur’ân Müslümanlığının” kesin küfür olacağına dair Allah-u zu’l-Celâl şöyle buyurur: إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ وَيُرِيدُونَ أَنْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اللَّهِ وَرُسُلِهِ وَيَقُولُونَ نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍ وَيُرِيدُونَ أَنْ يَتَّخِذُوا بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلاً * أُوْلَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ حَقًّا وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُهِينًا “Muhakkak ki, Allah-u zu’l-Celâl ve O’nun Resûlleri aleyhimusselâm’ı inkâr eden yahudiler; Allah’a îmân ile Resûlleri arasındaki îmânı ayırmak isterler: Kur’ân’ın bir kısmını îmân ve tasdîk eder diğer kısmını ise inkâr ederiz derler. Yahudilikle İslâmiyet arasında yeni bir dîn meydana getirmek isterler. İşte böyle şeytânî bir yola tevessül eden neferler, kâfirlerin tâ kendileridirler…

Şeriat ulemasının bu husustaki görüşleri

İshak İbn-i Rahaveyh: “İlmi esaslar çerçevesinde sıhhati kesin olan Nebi sallallahu aleyhi vesellem’in sahih hadisini inkâr eden adam kâfir olur.”

Muhaddis Celaleddin-i Suyutî, Miftahu’l-Cenne fi’l-İhticaci bi’s-Sunne isimli eserinde “Usul-u hadisin kaide ve esasları muvacehesinde sabit olan Resulü Ekrem aleyhissalatu vesselamın kavli veya fiili sahih sünnetini inkâr eden kâfir olur, İslam dairesinden tamamıyla çıkar, kıyamet gününde Yahudi ve Hıristiyanlarla beraber haşr olur.”

Allame İbn-u’l-Vezir, El-Avasım ve’l-Kavasım isimli kitabında: “Sahih olduğu bilindiği halde Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin hadisini tekzib etmek küfürdür.”

Bediüzzaman Said-i Nursi: “O zatın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel numunelerdir ve takib edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır… Sünnete ittiba etmeyen, tembellik eder ise hasaret-i azime; ehemmiyetsiz görür ise cinayet-i azime; tekzibini işmam eden tenkid ise dalalet-i azimedir.” Türkçe ifadeyle  küfürdür.

Hulasa: Kur’ân, mutlak bir surette Muhammed sallallahu aleyhi vesellem ve onun sünnetine ittibaı emreder, lakin “biz sadece Kur’ân’ın hükümlerini kabul ederiz” diyen herifler, Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısmını kabul edip diğer kısmını inkâr ediyorlar. O hâlde Allah’ın kitabına tam tamına muhalif olan bir cereyana “Kur’ân Müslümanlığı” değil de İngiliz Müslümanlığı denilse daha uygun olacağı inancındayız. Amerikan Müslümanlığını da bir sonraki yazıda ele alacağız inşallah…

Muhammed Kahtavî

Kaynak: NurdanHaber.com

 

www.NurNet.Org

Fedakârlıklar Armut Pişirmiyorsa…

Bir tercih danışmanlığını daha geride bıraktık. Tercih danışmanlığı sürecinde yaşadıklarımız, anne-baba çocuk ilişkilerinde; “Taşıma su ile değirmen döndürülmeye” çalışıldığını gördük.

Anne babalar, ellerinden gelen bütün fedakârlıkları yapmışlar ve semeresini almak istiyorlar. Çocuklarda sorumluluk bilinci içinde bunun semerelerini vermeleri gerekirken bu konuda en küçük kaygıları da yok. Çünkü çocuklar;“Armut piş, ağzıma düş!” alışmışlar.

Anne babaların ifadesiyle; yemeyip yedirilen, giymeyip giydirilen, el bebek gül bebek büyütülen bu çocuklar için okul adına da fedakârlıklar fazlasıyla yapıldı. Anne babalar,imkânlar ölçüsünde daha iyi okul ve daha iyi üniversite kazanmaları için çocuklarınıözel öğretim kurslarına gönderdiler. Durumu iyi olanlar ise özel okullara gönderdiler.Ancak TEOG ve LYSsonuçlarını ellerine aldıklarında durumun hiçte içi açıcı olmadığını gördüler. Başka bir ifadeyle değirmene su taşımaya devam edeceklerini gördüler.

Anne babalar sınav sonuçlarına göre en iyi tercih nasıl yaptırırım kaygısı içinde iken aynı kaygının çocuklarda olamadığın gördük. Sanki anne babası okuyacak. Evladım şu okul olur mu? Olmaz! Şu üniversite olur mu? Yok! Şu ildeki üniversiteye giden mi? Uzak! Bir yıl daha hazırlansan olur mu? Bir yıl daha bu stresi çekemem cevabını verirler. Yani anlayacağınız ne okul, ne üniversite, ne de meslek beğenirler. Burun kıvırmaları görünce sende zannedersin ki iyi bir puan çıkardılar. Nerde…

TEOG içinde durum aynı. Tercih yapmaya tek gelen anne babalara çocukların nerde olduğunu sorduğumuzda evde hocam diyorlar. Neden gelmediğini sorduğumuzda anne babalar çocuklar adına değişik mazeretler öne sürmektedirler. Çocukların her şeylerini düşünen anne babalar çocukların tercihlerini dahi çocuklara adına düşünmeleri garip değil mi dediğimizde; “Hocam o daha çocuk.”Evet onun bir çocuk olduğu gerçek. Peki bu çocuk ne zaman büyüyecek dediğimizde mantıklı bir cevapları da olmadığını gördük. Tercih için anne babasıyla gelen çocuklar yok mu var fakat gelenlerin birçoğu da anne babalarının yanında süs perisi gibi durmaktadırlar.

Nerde Hatalar Yaptık?

Biz görmedik onlar görsün, biz çektik onlar çekmesinler, okusunlar adam olsunlar diye daha doğmadan kullanacağı tüm eşyalarını aldık. Daha iyi beslensin diye özel mamalarla besledik. Daha rahat etsin diye konforlu beşik ve yataklara yatırdık. Yürümesini düşe kalka öğrenmek yerine örümceklerle öğrettik. Kendi yerse karnını doyuramaz diye kocaman olmalarına rağmen ellerimizle yedirdik. Dışarda oynarsa bir yerini incitir diye teknolojinin getirdiği oyuncakları önüne yığdık. Eğer anne olarak çalışıyorsak bakıcının en iyisi tuttuk. Kreşinde en iyisine verdik.Her şeylerin en iyisi çocuklar adına düşündük ve yaptık. Bunu da en iyi anne baba olduğumuzu ve çocuğumuzun iyiliğini düşünerek yaptık.

Çocukların okul çağı gelince en iyi okul en iyi öğretmen derdine düştük. Okula gidip gelirken yorulmasın diye servise verdik.Çocuğun ödevlerini derslerini biz düşündük. Gerekirse çocuk adına ödevlerini biz yaptık. Sabahları evin prens ve prensesini kaldırmak için ayağına en az dört beş kez gittik. Gerekirse kahvaltısı ayağına götürdük. Çantasını, beslenmesini, harçlığı okula gitmeden hazırladık. Eğer servisle gidip gelinmiyorsa okul çantasını da biz taşıdık.

Okusunlar büyük adam olsunlar diye yapılan bütün fedakârlıklar, çocukları hazırcılığa alıştırıp sorumluluk duygularını geliştirmeyeceğini unuttuk. Buna rağmen bugün okula giderken üst başını giyemeyen, yatağını, odasının toplayamayan, çantasını taşımaktan aciz olan çocuklardan sorumluluk duygusunu geliştirip büyük adam olması bekledik.

Yine kimse rahatsız etmesin ve daha rahat ders çalışsın diye çocuk odalarını özel donattık. Ellerine bizim dahi kullanamadığımız son teknolojik özelliklere sahip telefon alınıp verdik. Dahası telefonuna da bilmem kaç dakika, kaç bin mesaj ve interneti de her ay düzenli olarak yükledik.

Listeyi uzatıp gidebiliriz fakat buna ne benim yazmak için ne de sizin okumak için zamanınız vardır. Sonuçta bu çocukların sorumluluk sahibi olup adam olsunlar diye ödevlerini düşündük, derslerini düşündük,TEOG’unu düşündük, LYS’sinidüşündük. Düşünmekle kalmadık elimizden geleni de fazlasıyla yaptık. Yapmasına yaptık da çocukların sorumluluk duygusunu geliştirmek için en küçük bir çabamız da olmadı.

Bugün yatağını toplamasını öğretemediğimiz çocuktan sorumluluk adına TEOG sonuçlarına iyi bir okul kazanmasını bekliyoruz. Bugün markete ekmek almaya gönderemediğimiz çocuktan sorumluluk bilinci içinde LYS sonuçlarına göre iyi bir üniversite kazanmasını bekliyoruz.

Yemeyip yedirilen, giymeyip giydirilen, el bebek gül bebek büyütülen çocuklar, üniversiteyi de okusalar aynı fedakârlığı anne babalarından beklemeye devam edeceklerdir. Anne babaları tarafından okumaları için fedakârlık yapılan çocuklar, okuyup adam olmak yerine sorumsuz oldular. Her hizmetleri ayaklarına götürülen bu çocuklar, kendi ayakları üzerinde duran, bağımsız bir kişi olmaları beklenirken bağımlı birer kişi oldular.

Neler Yapılmalı?

Günümüz anne babaların çocukların her şeylerini düşünerek ve arkalarını toplayarak sorumluluk sahibi olacaklarını düşünmektedirler. Oysa sorumluluk ailede ve anne babadan öğrenilmektedir. Anne babanın öğretemediği sorumluluğu hiç kimse ne üstüne alıp öğretir ne de çocuk bunu öğrenir.  Onun için el bebek gül bebek büyütülerek ve arkaları toparlanarak büyütülen çocuklardan sorumluluk öğrenmeleri beklenilmemelidir.

  • Çocukları eğitirken ve yetiştirirken onlara ne kadar müdahale edilirse büyüdükleri zamanda kendi ayakları üzerinde durmakta o kadar zorluk çekeceklerdir.Büyüdüklerinde kendi kararlarını veremeyen, sorumluluk almaktan korkan, kendine güvenemeyen bağımlı bir kişilik geliştirmemeleri için yaşından küçükmüş gibi davranılıp el bebek gül bebek davranılmamalıdır.
  • Çocukların yaşına uygun sorumluluklar verilmelidir. Çocukların yapacaklarını, onlar adına ne düşünülmeli ne de yapmalıdır. Özellikle de ödevleri ve derslerini.Çocukların kendi ayakları üzerinde durup kendi kararlarını verebilmeleri içinde yaş ve seviyelerine uygun görevler, küçük yaştan itibaren verilerek benlik saygısı yükseltilmelidir. Çünkü sorumluluk aileden öğrenilir.Eğer bugün çocuk ders çalışmayı sevmiyor ve ders çalışmıyorsa sorumluluk bilinci gelişmediğindedir. Onun içinde çocuklara verilecek ilk sorumlulukta yatağını ve odasını toplama görevi olmalıdır.
  • Çocukların yaşlarına uygun görevler verilerek cesaretlendirilmeli, çocuğun çabası ve yaptıkları takdir edilerek bazen ödüllendirilmelidir. Çocukları başkaları ile kıyaslamak yerine dünü ile bugünü kıyaslanmalıdır. Çocuğun olumsuz davranışları yerine olumlu davranışları görülüp benlik saygısı yükseltilmelidir.
  • Bağımsız kişilik konusunda çocuğa uygun model olunmalı.
  • Çocukların arkasını toplama yerine, kendisinin toplaması öğretilmeli.
  • Çocuklara yardım adı altında sorumluluk alanlarına girilmemeli.
  • Çocukların kendi kararlarını kendilerinin almaları teşvik edilmeli.
  • Çocukların bağımlı kişilik olmalarına sebep olacak, hal ve davranışları pekiştirilmemeli.
  • Çocukların okulla ilgili görev ve sorumluluklarına rehberlik dışında yardım edilmemeli.
  • Mehmet Emin Karabacak

Kaynak: cocukaile.net

www.NurNet.Org

Eşine Yüz Çevirme

“İnsanları küçümseyip yanağını bükme / yüz çevirme ve yeryüzünde şımarık yürüme! Çünkü Allah, böbürlenen ve kendisini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.” (Lokman suresi 18)

Kur’an-Kerîm de aile ile ilgili âyet-i kerime’ler ailenin temel esaslarını yani çerçevesini belirler. Bu çerçevenin içini ise müminin mümine karşı davranışları nasıl olmalı ise onunla öylece doldurmamız gerekir. Eş de Allah’ın bir mümin kulu.

Rabbimiz sevdiği ve sevmediği şeyleri, yapmamızdan hoşlandığı ve hoşlanmadığı şeyleri pek çok âyet-i kerîme ile bize bildirmiş. Tabii Rabbimizin sevdiği şeyler, dünya ve ahiret saadetimiz için güzel olan davranışlardır. Sevmedikleri ise dünya ve ahirette bize sıkıntı verecek kötü davranışlardır.

Yukarıdaki âyet-i kerime’de Rabbimiz Lokman suresinde Lokman aleyhisselamın oğluna nasihatlerini bize bildirerek sevmediği davranışları bize bildirmiş. Bu âyet-i kerimeyi aile üzerinden okuyalım.

Karına / Kocana küçümseyerek tavırlı davranma. Evin içinde çok bilmiş şımarık şımarık yürüme. Allah eşine ve çocuklarına karşı kibirlenen, kendini övüp böbürlenen hiç kimseyi sevmez.

Kadın olmak, erkek olmak, zengin olmak, mevki makam sahibi olmak, zeki olmak, beş dil bilmek, kariyer sahibi olmak, filanca aileye mensup olmak… Kimseye kibirlenme hakkı vermez. Zira kibir şeytanı Allah’ın rahmetinden mahrum bırakan huydur. Allah böbürlenen kendini bir şey zannedenleri sevmiyor, Allah sevmedikten sonra dünya bizim olsa ne çıkar. Zaten bütün nimetler emanet.

Âyet-i kerîme’den yanağını bükmenin, yüz çevirmek kibirden olduğunu öğreniyoruz. İnsan kırılınca, kızınca gözlerini kaçırır, etrafa bakar o kişinin yüzüne bakmak istemez. Uzun sürdürmemek kaydıyla bu doğal bir şey.  Fakat o kişiyi görünce gözümüzü değil de yüzümüzü çeviriyorsak demek ki kibirdenmiş. Dikkat edelim bakalım insanlarla ilişkimizde hangisini yapıyoruz.  Karı-kocalar da dikkat etsinler . Bir birlerine kızdıklarında gözlerini mi yüzlerini mi çeviriyorlar? Rabbimiz kibirlenip karşındakini küçümsemeyi ve ondan yüzünü çevirmeyi yasaklamış.

Erkek evinde kavvamlık görevini yaparken asla kibirlenmemeli. Tevazu sahibi olmalı. Evin reisi olması onu kadın ve çocuklardan daha değerli yapmaz. Reislik sorumluluktur, övünç sebebi değil. Erkek kibre kapılmamalı. Zira kibir rahmetin ve aklın önünde en büyük perdedir. İnsan kibre kapıldığında doğru davranamaz.

Erkek reis olacağım diye sert ve kibirli davranırsa aile fertleri ondan korkup usulen saygı gösterebilirler; fakat onu ne Allah sever ne de karısı ve çocukları.

Erkek ailesinde tatlı bir otorite kurmalı ki hem sevilsin hem sayılsın. Kaynaşıp birbirlerinde sukûnete erebilsinler.

Kadın da kocasına karşı sahip olduğu meziyetlerden dolayı övünüp böbürlenmemeli. Kocasına çalım atmamalı, şımarık ve saygısız davranışlarda bulunmamalı ki Allah’ın sevgisini kaybetmesin. Güler yüzlü, yumuşak huylu saliha bir eş olmaya gayret etmek gerekiyor.

Bir sonraki âyet-i kerîme de şöyle:

 “Yürüyüşünde ölçülü ol. Konuşurken sesini de alçak tut. Çünkü seslerin en çirkini elbette eşeklerin sesidir.” (Lokman suresi 19)

“Yürüyüşünde ölçülü ol.”

Peş peşe iki âyette de yürüyüşten bahsediliyor. Önceki âyette “Şımarık yürüme” buyurulurken bu âyette “Ölçülü ol” buyruluyor.

Dinimiz her konuda ifrat ve tefriti yani aşırı gitmeyi yasaklamış. Yürüyüşünde tabii ol, orta yolu tut ne çok hızlı ne çok yavaş ol.

Zira aşırı yavaşlık da kibirden olabilir. Çünkü fazla tevazuda da kibir tehlikesi var. “Bakın ben nelere sahibim; fakat hiç kibirli değilim” mesajı vermek için boynu bükük bir duruş, yürüyüşünde aşırı yavaş hareket ederek beden dili ile tevazu sahibi gibi görünmeye çalışmak da ayrı bir kibirdir.

Ayrıca sadece kibir tehlikesinden değil, müminin kibar bir duruşu olması lazım. Şımarık yürümekten korkup bu kez ezik bir görüntü çizmesi hem kendi ruh hali için iyi değildir hem de insanların ona muamelesini de olumsuz etkiler.

“Konuşurken sesini de alçak tut.”

Rabbimiz yüksek sesle bağıra çağıra konuşmayı hoş karşılamamış ve sesimizi kontrol etmemizi emretmiş.

Ses müthiş bir şeydir; öldürücü ve diriltici etkisi vardır. İletişime en çok zarar veren şeylerden biri ses tonudur. Ses tonu pek çok duyguyu aktarır. Taraflardan biri sesini yükselttiği anda diğer taraf ya kendini iletişime kapatır ya da daha yüksek tonla karşılık verir.

Ayrıca ses tonu yükseldiğinde kişinin kendi öfkesi de artar. Öfkeyi kontrol edebilmenin en iyi yolu sesi kontrol edebilmektir.

Alimler bu âyetin tefsirinde; hitap ederken, konuşurken, özellikle iyiliği emredip kötülükten sakındırırken ve dua sırasında sesin kısılmasının gerektiğini söylemişlerdir.

Yüksek ses düşmanı korkutmak gibi özel durumlar için uygun bulunmuş.

Sadece bağıra çağıra konuşmak değil, karşıdakinin duyacağından daha yüksek bir ses tonu ile konuşmak da hoş görülmemiş. Sesi gereğinden fazla yükseltmek kınanmış.

“Çünkü seslerin en çirkini elbette eşeklerin sesidir.”

Âyette yüksek sesin eşek sesine benzetilmesini alimlerin yaptığı yorumlara bakarsak:

Ebu’l Leys: Eşeğin sesi çirkindir; fakat ondan sesi daha çirkin hayvanlar da vardır. Fakat eşeğin sesi insanlara misal verilmiştir. Zira eşeğin sesi cehennem ehlinin sesine benzer. Sesin başı tiz, sonu pestir. (Tiz ses: ince, keskin ve yüksek ton. Pes ses ise göğüsten gelen yavaş, kısa, kalın ton) Onu işiten ondan nefret eder.

Hz. Mevlana şöyle anlatmış: “Eşek ekseriyetle saman ve arpa için veya şehvet ve kavga için yüksek sesle anırır. Hayvani sıfatların ağır basması ile ortaya çıkan ses, seslerin en çirkini kabul edilmiş.”

Süfyân-ı Sevri hazretleri: “Her varlığın sesi tesbihtir ancak merkep sesi hariç. Çünkü merkep şeytanı gördüğünde anırır.  Bu sebeple çirkin sayılmıştır.”

Peygamber efendimiz: “Merkep anırması işittiğiniz zaman şeytandan Allah’a sığının. Çünkü o şeytanı görmüştür.” Buyurmuştur.

Ses genellikle öfkeliyken yüksek çıkar. Öfkede şeytandan olduğuna göre bağıran birini görünce euzu besmele çekip şeytandan Allah’a sığınmamız gerekiyor demek ki onun öfkesine kapılıp kendi şeytanlarımızı harekete geçirmeyelim.

Bir de her daim yüksek tonda konuşan insanlar var. Anlaşılamadığını düşünen insanlar yüksek tonda konuşuyorlarmış genellikle. Bunun geri planında da anlamayanlara karşı öfke olabilir. Beni anlamıyorsun yoksa duymuyor musun psikolojisi ile kendini daha iyi duyurmak için hep yüksek tonda konuşanların da bu duyguları ile yüzleşmeleri gerekir.

Bu âyetlerin Hz. Lokman’ın oğluna nasihatları olarak bize aktarılmasında da ayrı hikmetler var. Demek ki çocuklarımızı bu düsturlarla büyütmemiz gerekiyor. Anne-Baba çocuklarına yumuşaklığı tevazuyu “Oğulcuğum, Yavrucuğum” diye örnek olarak öğretecek. Aile içinde karı-kocanın da hem Allah’ın rızası için hem birbirleri ile muhabbet etmek için hem çocuklarına örnek olmak için yumuşak bir ses tonu ile konuşması lazım.

Çocuk bağırarak bir şey istediğinde sakinleşip kibarca isteyene kadar isteği yapılmamalı ki istediği olmadığında bağırmayı alışkanlık edinmesin. Küçük yaştan itibaren anne-babaya bağırması, saygısızlık etmesi hoş karşılanmamalı, kibarca müdahale edilmeli.

Eş ya da çocuk bağırınca karşısında bağırarak onu susturmaya çalışmak bu âyet mucibince uygun değildir.  Öfkelenmemek için la havle çekilir genellikle. La havle çekmek, euzu besmele çekmek gibi zikir cümleleri ile Allah’a sığınıp sabırlı davranmak gerekiyor. Söylediklerim tabii ki önce kendi nefsime. Rabbim bildiklerimizle amel etmeyi nasip etsin.

Mü’min kullarıma söyle: En güzel olan sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesat sokar. Şeytan şüphesiz, insana apaçık bir düşmandır.” (İsra suresi 53)

Rasulullah efendimizin güzel bir duası ile bitirelim. “Allahım bana öğrettiğin ile beni faydalandır. Bana faydalı olanı öğret. İlmimi artır.”

Not 1: Âyet-i kerîmelerin açıklamasında Feyzü’l-Furkan meali (Server Yayınları)  ve Rûhu’l Beyan tefsirinden faydalandım. (Erkam Yayınları)

Not 2: Bu âyetleri evin en çok görünen yerlerine yazıp asarsanız hem sizin hem ev halkının unutmayıp hayata geçirmesi için faydalı olabilir.

Sema MARAŞLI

Kaynak: CocukveAile.Net

www.NurNet.Org