Kategori arşivi: Seçtiklerimiz

İkinci Avrupa Kan Kusuyor! (Oslo Katliamı)

Benden 76 kişinin katili Norveç’li Breivik’le ilgili bir yazı kaleme almamı istediler. Bu talep, benim 2006’da Sevgi Yayınları arasında çıkan “İSLÂM’I AVRUPALI’YA NASIL ANLATMALI?” isimli kitabımı aklıma getirdi. İlgili bölümleri okudum. Aman Allahım yazı o kadar taze ve aktüel idi ki bir kelime bile değiştirmeye ihtiyaç duymadım. Şimdi ilgili bölümü arz ediyorum:

Avrupa’yı, mânevî ve felsefî anlamda Avrupa, coğrafî anlamda Avrupa olarak iki kategoride tanımlamaya çalışmışlar.

Mânevî ve felsefî anlamda Avrupa’yı:

1- Grek-Latin dünyasına ve medeniyetine mensup,

2- Katolik Hıristiyan olan,

3-Ronesan’sı, Reform’u ve karşı- reformu yaşamış bulunan Avrupa şeklinde tanıtırlarken;

Coğrafî anlamda Avrupa’yı ise:

“Garp âlemi” de (Abendland) denilen ve bugünkü Avrupa Topluluğu devletlerini içine alan Batı Avrupa; bir de Yunanistan, Balkanlar, Rusya dolayısıyla bütün Ortodoks dünyasını içine alan Doğu Avrupa şeklinde de tarif etmişlerdir.(1)

Bize göre Avrupa, gördüğüm, okuduğum ve tanıdığım kadarıyla ne hepten alınabilir, ne de hepten atılabilir bir şeydir. Çünkü o hepten iyi olmadığı gibi hepten de kötü değildir. Bu tanım herkes için geçerlidir. Müslüman kimliğine sahip olan bizler için de geçerlidir. İnsafla söylenmiş güzel bir söz hatırlıyorum: “Her Müslüman’ın her işi, her sıfatı Müslüman olmadığı gibi; her kâfirin her sıfatı ve her sanatı da kâfir olmaz.” (2)

Bu sebepten dolayıdır ki, orijinal fikirleriyle tanınan çağımızın önemli düşünürü Bediüzzaman ise Avrupa’yı:

Birinci Avrupa

İkinci Avrupa

diye iki kategoride ele almış, birinci Avrupa’yı müsbet ve olumlu görmüş, ikinci Avrupa’yı da menfi ve olumsuz olarak tanımlamıştır. Şimdi biz, adil bir tahlil olduğuna inandığımız bu taksim ve tanımlamayı biraz açalım ve içinde ne olduğunu görelim:

BİRİNCİ AVRUPA:

Hz. İsa’nın(a.s) hakiki dininden aldığı feyz ile insanlık âlemine faydalı fen ve sanatları sunan, adalet ve hakkaniyetle hizmet eden Avrupa.. (3) Bu Avrupa ile bizim bir kavgamız yok. Yani Hz. İsa’nın (a.s) hakiki dinini benimseyen Avrupa’yı kendimizden sayıyor ve kendi ürünümüz biliyoruz. Hz. İsa’ya (a.s), Kur’an’da ki bir ayete binaen (4) peygamberimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v) inandığımız gibi inanıyor, seviyor ve hürmet ediyoruz. Onun annesi Hz. Meryem’in de temiz ve bir peygamber anası olduğuna, hatta âlemlerin kadınları içinden faziletiyle seçilmiş dört büyük kadından biri (5) bulunduğuna iman ediyoruz.

Bu inanç kuru bir iddia değil, imanımızın esaslarındandır. Hz.İsa’ın peygamberliğine inanmayan bir Müslüman’ın Hz.Muhammed’e (s.a.v) hatta Allah’a ve imanın diğer esaslarına imanı da makbul değildir. Bu birinci, olumlu, medeni, bilim ve teknikte ilerleyen Avrupa’nın Müslüman’ların ürünü ve Müslümanların öğrencisi olduğu gerçeği de sadece bizim düşüncemiz değildir. Bunu Batının insaflı ilim ve fikir adamları da itiraf etmektedir. Mesela Batılı müsteşriklerden Prof. Dr. Montgomary Watt, İslamiyet hakkında verdiği konferansların birinde şöyle demektedir: “Ortaçağ Hıristiyan yazarlarının zihinlerinde tablosunu çizdikleri İslâm’ın, tamamen iftira mahsûlü olduğu çoktandır bilinmektedir. Yalnız şimdi, geçen asır boyunca, araştırmacıların yaptıkları tedkikler sayesinde, Batılıların gözleri önünde daha objektif bir şekil belirmektedir. Fakat biz Avrupalıların kör gözü, İslâm kültürüne olan borcumuzu görmeye manidir. Geçmişten gelen mirasımıza İslâm’ın yaptığı tes’irin kıymet ve kadrini bazen küçümsüyor, bazen de tamamen görmezlikten geliyoruz. Müslüman ve Araplarla daha iyi münasebetler kurabilmek için, borçlarımızın hepsini itirafa mecbûruz. Onu saklamak ve inkâr etmek, sahte bir gurur alametidir.” (6) Watt, i’tirafını sürdürüyor ve konferansında şöyle diyor: “Mevzûmuzu üç noktada özetleyebiliriz:

1- Müslümanların Avrupa’ya yardımları, daha çok, hayatın zarâfeti ve onun maddî temellerinin terakkîsi hakkında oldu.

2- Bir çok Avrupalı neyi benimsemiş ve neyi kabul etmişse, bunların Müslümanlara ait ve İslâmî olduğunun pek az farkına varmıştır.

3- Müslümanların “ihtişamlı hayat tarzı” ve buna refakat eden edebiyatları, hem Avrupa’nın hayal gücünü, hem de Latin menşeli milletlerin şiir kabiliyetlerini harekete geçirmiştir. (7)

Cl.Sanchez Albornoz da diyor ki: “Tabiatiyle artık bu gün orta çağın karanlığından bahsetmek yersizdir. Fakat gittikçe düşmüş, bahtsız Avrupa’dan bahsetmek yerinde olur. Bunun karşısına Müslüman İspanya’nın o harikulade medeniyetini koymak lazımdır….Ronesans hareketinin doğmasından asırlarca önce, Kurtuba’da coşup akacak büyük bir medeniyet nehrinin ilk kaynakları kendini gösteriyor. Bu medeniyet yeni dünyaya antik düşüncenin temellerini aktaracaktır. (8)

Gustav Diercks de bu gerçekleri görmeyen ve itiraf etmeyenlere soruyor: “Müslümanlar hakkında insaf ve hakkaniyet dairesinde hareket etmek ve faaliyetlerini takdir etmek için bu kadar uzun bir zaman geçmesinin sebebi ne olabilir? Bu sualin cevabını Hıristiyanların hasımlarına karşı besledikleri sönmek bilmez düşmanlıkta aramak lazım. Bundan başka Endülüs Müslümanlarının medenî etkisini unutturmak ve insanlığa karşı başardıkları büyük hizmetleri inkâr etmek için sarf olunan gayretleri de hesaba katmak icab eder…” (9) Bu görüşleri özetleyecek olursak, objektiflik ve bilimselliği esas alan bu Avrupa, İslâm dinini tabiat, tıp ve felsefe ilimlerinin beşiği (10) ve büyük bir medeniyet nehrinin kaynağı olduğunu söylemekten kendilerini alamamışlardır.

İKİNCİ AVRUPA:

Materyalist felsefenin karanlığında medeniyetin günahlarını ve kötülüklerini, sevap ve güzellikler zannederek insanlığı ahlaksızlığa ve sapıklığa sürükleyen,(11) objektiflik ve bilimselliği esas almayan, Hz.İsa’nın (a.s) getirdiği hak dini bırakan, uydurduğu dinin arkasına düşen “efsane ve hurafelerden oluşturduğu kalın bir sis tabakasının ardından İslamiyet’e bakan, taraflı ve sübjektif bir mücadele yolu izleyen” (12) Avrupa.

Bu Avrupa, materyalizmi esas aldığından dolayı insanlığa iki şey armağan etmiştir: İnkar ve nankörlük!..İnkârıyla Mevlâ’nın yerine maddeyi, doğayı koymuş, nankörlüğü ile de iyiliklerin, güzelliklerin ve nimetlerin Allah’dan geldiğini görmemiş, tabiattan, doğadan geldiğini söylemiş, dolayısıyla şükür ve teşekkürlerini Allah’a takdim edememiştir. Böylece ne kendi huzurlu ve mutlu olmuş, ne de etkisi alanına giren dünya.

Hakiki Mâbud’unu kaybeden bu ikinci Avrupa’yı da iki kategoride ele almamız gerekiyor. Bunlardan biri, kendi ilahını kendisi oluşturmuş, ona materyalist ve naturalist felsefenin etkisiyle “doğa” demiş; diğeri de son ve hak dini kabul etmemenin sapıklığı ile ilahına “İsa” demiş, “Ruhu’l- Kudüs” demiş, “Meryem” demiştir. Bu gün dünya maalesef bu ikinci Avrupa’nın iki sapık kolunun aleme armağan ettiği inkâr ve nankörlük hastalıklarının pençesinde kıvranmaktadır. Kanlı terörün, ahlaksızlık terörünün, uyuşturucu terörünün, çıkarcılık, hırs ve bencillik terörünün, ırkçılık terörünün, fuhuş terörünün, taciz ve tecavüz terörünün, sömürü terörünün temelinde bu ikinci Avrupa zihniyeti vardır.

-Neden?

-Çünkü bu Avrupa, Hz. İsa’nın (a.s) getirdiği hakiki dinden ve tek Allah inancından inhiraf etmiş, Hz. İsa’nın mesajını, ahlakını, ahkâmını en mütekâmil manada içinde toplayan İslâmiyet’le de bütünleşememiştir. Dine uymak yerine dini kendine uydurmuş, uydurduğunu kendine din edinmiştir. Onun için imanı makbul değildir. Çünkü O, Hz. İsa’ya, Allah’ın bir kulu ve peygamberi olarak değil, bir ilah ve bir Rab olarak inanmaktadır. (13) Böylece gerçek uluhiyyet inancından, yani Hz.İsa (a.s) da dahil bütün peygamberlerin getirdiği tevhid akidesinden, Allah’ın birliği inancından sapmış, “baba, oğul, ruhu’l-kudus” den ibaret olan “teslis yani Allah’ı üçleme” yanlışına ve şirkine düşmüştür. (14) Allah’ın egemenliğini başkalarına taksim etmiştir. (15) Bu da şirktir. Şirk ise Kur’an’a göre büyük bir zulüm (16) ve büyük bir cinayettir. Allah birdir, iki olmaz, üç olmaz. Bir köyde iki muhtar, bir vilayette iki vali, bir ülkede iki başbakan olmayacağı gibi.

Bu ikinci Avrupa’nın sinsi ve gizli şirkini, en büyük ayıp ve günahını Roger Garaudy (1913) şu şekilde ortaya koymuştur: “Batı kültürü, fiilî bir Allahsızlığı sinesinde barındırır. Doğu ülkelerinde Allahsızlık resmen ilan edilmişken, Batı ülkelerinde ise adı verilmeden uygulanan bir Allahsızlık vardır. Şahsi hayatını Hz.İsa’nın sevgi kanununa göre yaşayan bir azınlığın derûnî hayatı dışında Batı dünyası Allah’dan yoksun bir dünyadır.” (17)

Düşünüyorum… Allah’dan yoksun bu dünya bilmem ki insanlığın derdine nasıl derman olacak ve onu nasıl mutlu edecektir?. “Acaba bedeni yalancı bir cennette olup kalp ve ruhu cehennemde azap çeken bir insan mutlu olabilir mi?” (18) başkalarını mutlu edebilir mi? Medeniyetler de böyledir. Dıştan cennet görünen ama içi cehennem olan bir medeniyet insanlığa nasıl mutluluk verecektir? İşte ikinci Avrupa bu.

Bu makaleden sonra şimdi çok rahat diyebiliriz: 76 kişinin katili Norveç’li, ırkçı Breivik ve benzeri katiller bu ikinci Avrupa’nın ürünüdür. Irkçılık her yerde dünyanın başının belasıdır. Anarşi ve terörün tâ kendisidir. Bu zehirin panzehiri de İslamiyet ve Kur’an’dır. Bu hakikati, Cenab- Hakk’ın lutfu inayetiyle her platformda isbata hazırım.

Not: Ramazan’ın başından 15’ine kadar, Hollanda ve Almanya’da çeşitli merkezlerde vaaz, sohbet ve konferanslar vermek için davet almış bulunuyorum. Bu vesile ile siz saygıdeğer okurlarıma Allah’a ısmarladık diyor, Ramazan-ı şeriflerinizi tebrik ediyorum. Allah, hepimize, nerde olursak olalım, rızasına uygun hizmetler yapmayı nasip eylesin.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-bkz.Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, I, s.136, İst-1991

2-Nursî, Said, Münazarat,26-27, Sözler Yayınevi, İst-1977

3-bkz.Nursî, Said, Lem’alar, 106, Sinan Matbaası, İst. 1959

4-bkz.Bakara, 2/285

5-Tirmizi’de geçen hadis-i şeriflerin birinde: “Huveylid’in kızı Hatice kendi alemindeki hanımların en hayırlısı, İmran’ın kızı Meryem de kendi alemindeki hanımların en hayırlısıdır.” buyurulurken onu takip eden Hadis’de ise: “Alemlerdeki hanımlar içinden seçilmiş dört büyük hanım olduğu, bunlardan birincisi İmran kızı Meryem, ikincisi Huveylid kızı Hatice, üçüncüsü Muhammed kızı Fatıma, dördüncüsü de Firavun’un hanımı asiye olduğu vurgulanmaktadır. (bkz. Tirmizî, Kitabü’l- Menakıp, 63)

6-Watt, Montgomary, İslâm Avrupa’da, terc. Hulusi Yavuz, s. 15-16 M.Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yayınları, İst.

2000

7-A.e, s.65

8-Daha geniş bilgi için bkz. Gürkan, Ahmet, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, s.256-257, 246-305,

Akçağ Yayınları, İst.1969

9-Gürkan, Ahmet, İslâm Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, s.445, Akçağ Yayınları, İst-1969

10-Zakzuk, M.Hamdi, Oryantalizm veya Mdeniyet Hesaplaşmasının Arka Planı, terc. Abdulaziz Hatip, s.15-16

Işık Yayınları, İzmir-1993

11-bkz. Nursî, a.e, s.106

12-Zakzûk, a.g.e, s.15

13-bkz. İncil, Petrus’un ikinci Mektubu, Çağdaş Türkçe Çevirisi, s.522, Yeni Yaşam Yayınları, İst. 1994; ayrıca bkz. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XVII, s.367

14-Yeni Ansiklopedi, IV, s. 1769, Timaş Yayınları, İst. 1991

15-bkz. İncil, A.e, s.522

16-Lokman, 13/13

17-Garaudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, terc. Cemal Aydın, s.126-127. Pınar Yayınları, İst.1990

18-Nursî, Lem’alar, (17. Lem’a, 5. Nota)

Peygamberimiz’ in (a.s.m) Ramazan Hutbesi

Resûlullah, (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) bize bir Şaban ayının son günü bir hutbe irad buyurdu ve şöyle dedi:
“Ey Müslümanlar!
Büyük ve mübarek bir ayın gölgesi üzerinize düştü. Bu, içinde ‘bin aydan daha hayırlı’ olan Kadir Gecesi’nin bulunduğu bir aydır.
Bu ay, Allahû Teâlâ’nın, gündüzlerinde orucu farz; gecelerinde teravih namazını nafile olarak meşru kıldığı (mübarek) bir aydır.
Bu ayda kim bir hayır işlerse başka zamanlarda bir farzı yerine getiren kimse gibi sevap kazanır. Bir farzı eda eden de, başka aylarda yetmiş farzı yerine getiren gibi sevap kazanır.
Bu ay, sabır ayıdır. Sabrın karşılığı da Cennettir. Bu ay, ihsan, yardım ve eşitlik ayıdır. Bu ay, mü’minin rızkının arttığı bir aydır.
Kim bir oruçluyu iftar ettirirse bu, onun günahlarının bağışlanmasına ve cehennemden kurtulmasına sebeb olur. İftar ettirdiği Müslümanın aldığı sevaptan bir şey eksilmeksizin onun kazandığı kadar da sevap kazanır.”
 
“- Bizim hepimiz bir oruçluyu iftar ettirecek imkâna sahip değildir…” dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem);
 

“Allahû Teâlâ bu sevabı bir oruçluya bir hurma veya bir yudum su ya da bir içim süt ile iftar ettirene de verir” buyurduktan sonra hutbesine şöyle devam etti:
 
“Bu ay evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluş olan bir aydır. Kim (bu ayda) emri altındakilerin yükünü hafiletirse, Allah onu bağışlar ve cehennemden azâd eder.
Bu ayda dört şeyi çok yapınız. Bunların ikisi ile Rabbinizi hoşnud edersiniz; ikisinden de zaten uzak kalamazsınız. Rabbinizi hoşnud edecek iki işiniz; Lâ ilâhe illallah diyerek Allah’ın birliğine şehadet etmeniz ve bağışlanma dilemenizdir. Uzak kalamayacağınız öteki iki şeye gelince, onlar da Allah’tan Cenneti isteyip Cehennemden uzak kalmayı dilemenizdir.
Kim bir oruçluyu doyuracak olursa, Allah onu benim havuzumdan sulayacak, o da cennete girinceye kadar bir daha susuzluk çekmeyecektir.”

(İbn Huzeyme, Sahih III, 191-192, Thk. M.M. A’zamî, Beyrut 1975)

Ramazan’ın Ve Orucun Faydaları

Ramazan ayında oruç tutmak, farz kılınmış bir ibadettir. Bu ibadeti yerine getirmemizdeki tek maksat ise, elbette ki Rabbimizin rızasını kazanmaktır. Her ne kadar Allah emrettiği için oruç tutuyor olsak da, unutmamalıyız ki, her ibadette olduğu gibi oruç tutmanın da sağladığı dünyevi, uhrevi faydaları vardır.

Bu konuyu ‘Mektubat’ isimli eserinin 29.’uncu mektubunda ele alan Bediüzzaman Said Nursi, bir çok neticelerden ve faydalardan bahseder. Bu eserden yola çıkarak çalışmamızın neticesinde elde ettiğimiz faydaları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

-Yeryüzünü bir sofra olarak yaratan Rabbimize, oruç tutarak kulluk vazifemizi yerine getiririz. Böylelikle yeryüzünün bizler için bir sofra olarak yaratıldığını daha iyi idrak ederiz.

-Verilen nimetlere şüphesiz bir şükür gerekir. İşte,tutulan oruçlar da bir şükür vesilesidir.

-Oruç, rızkımızı bize vereni hatırlatır.

-Aç ve susuz kalarak aslında ne kadar aciz olduğumuzun bilincine varırız.

-Allah’ı tanımak istemeyip adeta rububiyet taslayan nefsimize oruçla büyük bir darbe indirmiş oluruz.

-İnsan elinde bulundurduğu nimetlerin onun olmadığını, bunları kullanmakta hür olmadığını yemekten men edilince daha iyi anlar.

-Allah, zenginleri fakirlere yardım etmeye davet eder. Fakat zengin insanlar, fakir insanların hallerini yeterince idrak edemedikleri için oruç, onları anlamakta bir ‘köprü’ vazifesini görür ve sosyal dayanışmayı sağlamış olur.

-Oruç sebebiyle nefis terbiye edilmiş olur. Kendisinin hür olmadığını ve bir emir dahilinde idare edildiğini anlar.

-Kişi, güzel ahlak ile süslenir.

-Nefsin gururu ve kibri oruç tutarak kırılmış olur.

-Oruç tutmak sadece mideyi aç bırakarak yapılan bir ibadet değidir. Mide ile beraber göz, dil gibi diğer azalarımız da günahlardan uzak durmak suretiyle oruç tutar. Müslümanlar günahlara karşı daha dikkatli ve hassas bir hale gelirler.

-Bazı nefsani arzulardan uzak durarak kişi, sabretemeyi öğrenir.

-Oruç tutmak adeta manevi bir perhiz gibidir. Sağlık açısından tıbbi bir yardımdır.

-Ramazan ayında kişi, kendisini söz dinlemeye, emir altında yaşamaya alıştırır. Böylelikle dini yaşantısında bunun bir çok faydasını görür.

-Ramazan ayında işlenen sevaplar bire bin yazılır. Ramazan’ın Cuma günlerinde, özellikle de Kadir gecesinde bu sayı daha da yükselmektedir. Bu sebepten dolayı Ramazan, kârlı bir ticaret ayıdır. Bizlere kısa ömrümüzde, ebedi hayatı kazanma fırsatı verir.

Elbette ki Ramazan’ın ve bu ay içerisinde tutulması farz kılınmış olan orucun fayda ve neticelerini bir yazıya sığdırmak imkansızdır. Zaten saydığımız her madde başlıbaşına bir makale konusu niteliğindedir.

Bizim hedefimiz, içerisinde bulunduğumuz bu mübarek ayı ve inşaallah gelecek olan Ramazan aylarını olabildiğince bilinçli geçirebilmemizi sağlamaktı.

Bir nebze dahi olsa bunu başarabilmişsek ne mutlu bize…

Hüseyin Tuğrul
h.tugrul92@gmail.com
İ.D.T.T

www.NurNet.org

Hoşgeldin Ey Şehr-i Ramazan!

Ramazan Ayındaki Oruç Umumi Bir Şükrün Anahtarıdır

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmaktadır:“Recep Allah’ın ayıdır. Şaban benim ayımdır. Ramazan ümmetimin ayıdır.

Recep ayı istiğfar ve tövbe ayıdır: Bu ayda mü’minler istiğfar ve tövbe ile kalp ve ruh temizliği yapar, şaban ayında Peygamber ve al-i beytine çokça salât getirilir. Ramazan ayı ise artık üç ayların sonu rahmet, mağfiret ve kurtuluş ayı olduğu için mümkün mertebede nefsin şerrinden uzak kalmak, elden geldiği kadar Kur’an’la ve istiğfarla ve salâvatla meşgul olmak, bu kıymettar zamanı ibadetle geçirmek en büyük kardır.

Ramazan-i şerif Kur’an ve oruç ayı olup, içerisinde Kadir gecesinin de olmasıyla izzet ve şerefi bir kat daha artan, Peygamberimiz (s.a.v.)’in “Ümmetimin ayıdır” diye buyurduğu, iyilik, tövbe ve sabır ayıdır.

“Ramazan-ı Şerifte her bir harfin on değil, bin; ve Âyetü’l-Kürsî gibi ayetlerin her bir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.

Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü’minlere kazandırır.”(29.mek.7.nükte)

Bu aya Ramazan denmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir. (İ.Mansur)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadırlar: “Ramazan geldiğinde Cennet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar da bağlanır. Allahü teâlânın, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin hayaline bile gelmeyen nimet dolu sofrası, ancak oruçlular içindir.” Buyurmuştur. (Taberani)

Ramazan-ı şerifte iftarı erken yapmak, sahuru geç yapmak sünnettir. Resulüllah bu iki sünneti yapmaya çok önem verirdi.

Ramazan-ı şerifte, oruç tutmak çok sevaptır. Özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur, “Özürsüz, ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz” (Tirmizi)

Hastalık, yolculuk vs. gibi meşru bir mazeret varsa fıkıh kitaplarımızdan yararlanmak en doğrusudur.

Cenab-ı Allah (c.c.) Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “O ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile batılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir.” (Bakara, 2:185.)

Ayet-i Kerimenin mealinde anlaşıldığı üzere Kur’an’ı Kerim ramazan ayı içerisinde indirilmiştir. İşte bu ve daha birçok hikmetlere binaen Cenab-ı Allah bu mübarek ramazan ayını rahmet ayı olarak hediye etmiştir.

Ramazan-i şerifin hikmeti Bediüzzaman şöyle açıklamaktadır:

Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.

Cenâb-ı Hakkın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Cenâb-ı Hak, zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde hâlk ettiği ve bütün envâ-ı nimeti o sofrada “umulmadık yerlerden” bir tarzda  o sofraya dizdiği cihetle, kemâl-i Rububiyetini ve Rahmâniyet ve Rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazen unutuyor.

Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelinin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar? (29. Mek,1.nükte)

Ramazan ayındaki oruç İslamiyet’in beş şartından birincisi hem de en büyüğüdür. “Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek”tir.

Cenab-ı Allah’ın rububiyet cihetiyle yani bütün varlıkları eksik bir hâlden mükemmel bir hâle doğru götürmesi, bu esnada her nevi ihtiyaçlarını vermesi ve onları emrine itaat ettirmesidir. Örneğin, oruçlunun gündüzün yemekten kendini menedilmesi, o nimet benim değildir. Bir emir altında olduğunu anlaması, Diğer cihette ise verilen nimetlerin şükrünü kulun ubudiyetle yani ibadetle mukabele etmesidir.

Cenab-ı Hak, hadsiz nimet çeşitlerini insanlar için yaratmış, o nimetlerin fiyatı olarak bizden de şükür istiyor, ona teşekkür etmek, nimetlerin doğrudan doğruya rahmetinden geldiğini bilmek ve o nimetlere kendi ihtiyacımızın olduğunu bilmektir. İşte oruç birçok cihetle şükrün anahtarı hükmünde olduğu bize gösterilmektedir.

Bediüzzaman, Ramazan ayındaki orucun umumi bir şükrün anahtarı olduğunu şöyle açıklar:

”İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Hâlbuki iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye olduğuna kuvve-i zâikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye mazhar olur.

Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle dua ederlerdi; “Ya Rabbi! Recep ve şaban aylarını bize mübarek kıl ve bizi ramazan ayına kavuştur.” Ramazanın başı Rahmet, ortası Mağfiret, sonu ise, Cehennem’den kurtuluştur. (İ.Ebiddünya)

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

www.NurNet.org

Ramazan’ı Anlamak

Kur’ân, gufran, şükran ayına, ayların sultanına can atan gönüllerin kavuşmasına az kaldı.

Yani “Ramazan’ın gölgesi üzerimize düştü.” Rahmet iklimine girmiş olduk.

“Kur’ân’ın indirildiği”, “bin aydan daha hayırlı” bir geceyi bağrında saklayan sayılı günlerin hülyası sardı âfâkımızı…

Kirlenen bedenlerimizin, bunalan ruhumuzun, tıkanan damarlarımızın, körelen sevgimizin, zayıflayan yardım duygularımızın yeniden canlanacağı bereketli günlerin üzerimize sükûnet ve sekînet bahşedeceği günler Ramazan günleri…

“Tervîha/Terâvîh” lerle ruhî seyirlerin, kalbî muhabbetlerin, ubudiyet moduna yükseldiği gecelerin, esrarlı yükselişlerinde mânevî hazlarla dolup taşan bir mevsimin adı Ramazan…

Muhabbetin, sohbetin, paylaşmanın, insanca anlaşmanın, itmi’nanın, idrakın, iz’ânın, sürûrun, sükûnun, dayanışmanın, huzurun taçlandığı, sulh ve barışın, rızaya varışın amaçlandığı, gönüllerin ılık meltemlerle ferahladığı müstesna günler Ramazan…

Ne mutlu Ramazan ve oruç bereketiyle arınanlara!

Ne mutlu seksen üç yıllık ömr-ü bâkîyi kazananlara!

Sahurlarda, iftarlarda, teravihlerde, bakışlarda, duruşlarda, okuyuşlarda, çıkılan sarp yokuşlarda yakalayabilmektir aslolan Ramazan ruhunu…

Mü’min ve muvahhit bir cemaât-ı İslâmiyenin yer küreden yükselen dua ve tazarrû âvazlarıyla semâdaki mele-i a’lâ sakinleriyle buluşmasıdır Ramazan…

Ahkâm-ı şer’iyyeye inkıyâdın aksiyona dönüşmesi, ef’âl-i sâliha ve a’mâl-i uhreviye ile bütünleşmesidir Ramazan…

Acz, fakr, tefekkür ve şefkat odaklı bir mevsimin, bir panayırın, bir serginin, bir fuarın mahsûlatının derlendiği demdir Ramazan…

Oruç şuurunun sevince dönüştüğünün kâinata îlânıdır…Tüm mevcûdat ve mahlûkatla tebrikleşmenin, helalleşmenin ve halleşmenin adresidir Ramazanlar…

Arz ve semânın Rabbine hamd, şükür ve senâsını kulun yüksek ciro ile arz etmesidir Ramazanın Rabbine…

Fıtratın, yaratılışın, cismânî sıhhatin, nefes alıp-vermenin, varlık âlemine çıkmanın, İslâm uhuvvetiyle beslenmenin, yoksulu gözetmenin gereği olarak eda edilen fıtır sadakasıyla, zekât ibadetiyle kalplerin yumuşadığı, gönüllerin alındığı, muhtaçların sevindirildiği mevsimdir Ramazan…

Aczini, açlığını, fakrını, fakirliğini bir bardak suda görmenin derinliği, İlâhî nimetin enginliğidir Ramazan…Oruçla günahlara set çeken sonsuz rahmetin deryasında katre olmak, cüziyyetiyle beraber kül olmaktır Ramazan…

İnsanlığın karamsarlıktan, inançsızlıktan, maddeci felsefeden, ataletten, miskinlikten, tenperverlikten, maddî/mânevî marazlardan silkinişinin, yeniden dirilişinin ve ihyasının sembolüdür Ramazan…

Hoş geldin, ey Nebevî nefesin ruhlarda izi, özü ve sözünün yankılandığı mü’mince duruşun, nurlu bakışın, takvaca akışın feyizli ve münbit ânı…

Selâm sana Rahmet ve gufrân ayı…

Selâm sana Kur’ân ve şükran ayı…

Selâm sâim ve kaim olanlara…

Selâm kullukta dâim olanlara…

Selâm gönül levhasında Ramazan’ı yaşatanlara…

Ramazanınız mübarek olsun.

İsmail Aksoy – Araştırmacı Yazar

www.NurNet.org