Kategori arşivi: Soru – Cevap

Hz. Hüseyin, Sıffin Savaşı’nda küstüğü Abdullah ile nasıl barıştı?

Sıffin Savaşı’ndan sonra Hz. Hüseyin, meşhur kumandan Amr bin As’ın oğlu hadis alimi Abdullah ile konuşmuyordu. Yani küstü. Niçin küsmüştü, sonra nasıl barıştılar? Barışa en çok muhtaç olduğumuz günümüze de mesaj veren bu fevkalade değerli hatırayı gelin birlikte okuyalım Kütüb-ü Sitte’den özetleyerek:

Mescid-i Saadet’e gelen Hz. Hüseyin, selam verip bir köşeye çekilerek oturdu. Selamı alan Amr bin As’ın oğlu hadis alimi Abdullah ise yanındakilere eğilerek dedi ki:

– Şu zatı görüyorsunuz ya, melekler şu an yeryüzündeki insanların en hayırlısının bu olduğuna kânidirler. Ne yazık ki böyle en hayırlı insan benimle küs duruyor, konuşmuyor.. Abdullah sözünü şöyle bağladı:

– Sahralar dolusu koyunum olsa benimle konuşması için müjde olarak verirdim doğrusu..

Bu değerlendirmeyi dinleyen büyük sahabi Ebu Said el Hudri:

– Madem Hüseyin’in şu anki yeryüzü halkının en hayırlısı olduğuna inanıyorsun, öyle ise ben sizi barıştırırım.. diyerek araya girmeye karar verdi. Ertesi günü Abdullah’ı da yanına alıp Hz. Hüseyin’in evine gittiler. Kendisi önce girdi, Abdullah’ı da ısrardan sonra kabul ettirdi. Büyük bir saygı ile içeri girip kapıya yakın yere diz çökerek oturan Abdullah’a ilk soru şöyle geldi:

– Benim şu anki yeryüzü halkının en hayırlısı olduğumu söylemişsin, bu doğru mu?

– Evet, onda şüphem yoktur.

– Madem öyledir, Sıffin’de neden Muaviye tarafında yer alıp babama karşı savaştın? Halbuki babam benden de hayırlıydı?…

Böyle bir sorunun geleceğini düşünen Abdullah, iki dizi üzerine gelerek:

– Resulullah’ın aziz evladı, lütfen beni bir dinle, sonra kararını ver.. dedikten sonra Sıffin’de karşı tarafta yer alışına ait olayı ayrıntılarıyla anlatmaya başladı.

– Babam Amr bin As, dedi, vaktiyle benim elimden tutarak senin şanı yüce deden Resulullah’ın (sas) huzuruna götürüp şikâyet ederek şöyle demişti:

– Ya Resulallah, bu oğlum Abdullah, ibadette aşırıya gidiyor, bütün gece namaz kılıyor, bütün günlerde de oruç tutuyor. Bu kadar ileri gitme, diyorum bana itaat etmiyor, dinlemiyor.

Senin şanı yüce deden bana o gün buyurdu ki:

– Abdullah! Ben de gece namaz kılarım, ama uyurum da, ben de gündüz oruç tutarım ama yerim de. Sen de öyle yap, bu kadar aşırıya gitme!..

Bundan sonra da hiç unutamadığım şu ikazını yaptı bana:

– Abdullah, dedi, sakın babana itaatsizlik edip de sözünden çıkma!

İşte beni Sıffin’de size karşı getiren, aziz dedenin bu tembihidir. Ben babamla birçok savaşlarda birlikte oldum. Şam’ın, Filistin’in, Mısır’ın fethinde yanından ayrılmadım. Ama Sıffin’e gelince durdum, yanında yer almaktan kaçındım. Çünkü buradaki cephe, bundan öncekiler gibi yabancılardan oluşmuyordu. Karşımızda kardeşlerimiz vardı. Bunun üzerine babam bana ısrar etti, babaya itaat etmem gerektiğini Resulullah’ın söylediğini hatırlattı. Ben de o tembihe karşı gelmiş olmamak için Sıffin’de babamın yanında yer almak zorunda kaldım, dolayısıyla size karşı görünmüş oldum. Ancak şunu kesinlikle söyleyebilirim ki; asla ok atmadım, asla kırıcı bir söz söylemedim, yani savaşa iştirak etmedim.. Sadece babama itaatsizlik etmiş olmamak için orada bulundum.. Abdullah, sözlerine şunu da ekler:

– Buna rağmen keşke ben katıldığım önceki savaşlardan birinde ölseydim de bu olayda sizin karşınızda yer almış gibi görünmeseydim. Gece gündüz bunun pişmanlığını duymakta, tövbe istiğfarını yapmaktayım..

Bu sözlerden sonra Hz. Hüseyin’in yüzünde tebessüm işaretleri görülür.

– Allah herkesin niyetini ve kalbini bizden iyi bilir.. der. Bu sırada bir sessizlik olur. Ebu Said el Hudri’nin teklifi duyulur:

– Kucaklaşma zamanı gelmedi mi?

Abdullah oturduğu yerden saygı ile kalkarak Hz. Hüseyin’e doğru yürür, muhabbetle kucaklaşırlar, küs duran Müslümanlara böyle barış örneği vermiş olurlar.

Bilmem bu tarihî konuşma ve kucaklaşma bize de bir şeyler fısıldamış oluyor mu? Artık bizim de aynı şekilde birbirimizi dinleyip kucaklaşma günlerinde olduğumuzu hatırlatmış sayılıyor mu?


Ahmed Şahin  / Zaman

Sahabeler Arasındaki İhtilaflara Nasıl Bakıyoruz?

Kerbela’yı anma günlerinde çokça sorulan bir soru bu: Hazreti Resulullah’ın (sas) aziz torunu Hz. Hüseyin’in başında bulunduğu 72 Ehl-i Beyt’in, Kerbela’da gönülleri yakan şehadetlerini neden uzun müddet gündemde tutmuyorsunuz? Cemel ve Sıffin savaşlarını ayrıntılarıyla yazarak zalimlere karşı bedduanızı neden ısrarla sürdürmüyorsunuz? Sahabeler arasında geçmiş olan ihtilaf ve zulümleri tekrar etmekten alıkoyan gerekçeniz mi var yoksa sizin?..

Sıkça sorulan bu gibi sorulara verdiğimiz cevaplarımız hep aynı olmaktadır:

– Sahabeler arasında cereyan etmiş olan kimi içtihada dayanan, kimi de zalim siyasetin haksız gerekçesi gibi görünen gönül yakıcı, vicdan sızlatıcı ihtilafları, bugün yeni yaşanmış gibi tekrarlayarak kabuk bağlamış yaraları kaşıyıp kin ve nefretleri körüklemeyi, Ehl-i Sünnet alimleri faydalı bulmamış, zararlı görmüşlerdir.

Nitekim Müslümanların hep birlik beraberliğini savunan Bediüzzaman Hazretleri gibi maneviyat büyükleri, bu gibi hassas konularda uyarılarda bulunarak diyorlar ki:

– Ehl-i Sünnet imamları, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı yasaklamışlardır!

– Çünkü Cemel vak’asında Aşere-i Mübeşşere’den Zübeyir ve Talha ve Aişe-i Sıddika (ra) da bulunmasıyla Ehl-i Sünnet vel cemaat, o savaşı, içtihat neticesi deyip “Hazreti Ali (ra) haklı, ötekiler haksız; fakat içtihat neticesi olduğundan affedilmiştir.” diyerek konuyu kapatmışlar, kabuk bağlamış yarayı yeniden kaşıyarak cepheler oluşturmayı mahzurlu görmüşlerdir!

– Hatta, Haccac-ı zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere! ilm-i kelamın büyük allamesi Sadeddin-i Teftazani, “Yezid’e lanet caizdir.” demiş, fakat “Lanet vaciptir!” dememiş, “Hayır vardır, sevaplıdır.” diye bir teşvikte bulunmamıştır!. Çünkü hem Kur’an’ı, hem Peygamber’i, hem bütün sahabelerin kudsi sohbetlerini inkar eden bugün çok kimseler vardır! Onlardan söz etmeyip de geçmişin yaralarını yeniden deşeleyip kanatmakta, cepheleri harekete geçirmekte fayda yoktur!

– Kaldı ki, şer’an, bir adam lanetlikleri hiç hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yoktur!. Çünkü zem ve lanet, medih ve muhabbet gibi (sevap getiren faziletlerden) değildir. Onlar salih amele dahil de olamazlar.

– İşte bu gibi gerekçelerden dolayı başta dört imam ve Ehl-i Beyt’in on iki imamı olarak Ehl-i Sünnet, Müslümanlar içinde o eski zaman fitnelerinden söz açıp münakaşa etmeyi caiz görmemişler, faydasız, zararı var, demişlerdir.

– Hem o savaşlarda her nasılsa çok ehemmiyetli sahabeler iki tarafta da bulunmuşlar. O fitneleri bahsetmekte o hakiki sahabelere, Talha ve Zübeyir (ra) gibi Aşere-i Mübeşşere’ye dahi tarafgirane bir inkâr, bir itiraz kalbe gelir. Halbuki, hata varsa tövbe ihtimali kuvvetlidir. Bunları düşünmeden o büyük sahabelere karşı itiraz duygusuna girmek bir şey kazandırmaz, ama çok şey kaybettirebilir!.

– Bu gibi sebeplerle, geçmiş zamana gidip lüzumsuz, zararlı, din emretmeden o üzücü olayları yeniden kurcalamaktansa, şimdi bu zamanda bilfiil İslamiyet’e dehşetli darbeleri vuran, binler lanete, nefrete müstahak olanların verdikleri zararları önlemeye çalışmak görevimiz olmalıdır!. Mevcutların devam eden zararlarını düşünmeyip, geçmiştekilerin tarihin derinliklerinde kalan zararlarını tekrar gündeme taşımak, hep kucaklaşmayı savunan müdakkik müminlerin birlik beraberliğe hizmet anlayışlarına da muvafık düşmese gerektir.

Ömer bin Abdülaziz gibi birinci hicret asrının ilk müceddidi, bu konudaki uyarısında demiş ki:

“Allah bizim elimizi o hadiselerden temiz tuttu, biz de dilimizi temiz tutar, Müslümanlar arasında kin ve nefreti körükleyecek söz ve davranışlardan uzak durmaya gayret ederiz!.”

İşte bu gibi gerekçelerden dolayı Kerbela şehitlerimizi, camilerimizde hatimler indirip mevlitler okuyarak şanlarına layık şekilde anmayı görev biliriz.

Yarın: Hz. Hüseyin, savaşta küstüğü Abdullah ile nasıl barıştı?

Ahmed Şahin / Zaman

El kol işaretiyle selam, sözlü selam yerine geçer mi ?

Bilindiği üzere, selam verme ve alma bizim karşılıklı sevgi saygımızı pekiştiren ihmal edilmez sosyal görevlerimizden birini teşkil etmektedir.

Hem ayet hem de hadislerle selamın verilip alınması ısrarla istenmiş, ihmal ve terkine ise hoşgörü ile bakılmamıştır. Aleyhissalat-ü ves’selam Efendimiz:

“Aranızda sevginizi çoğaltacak bir söz haber vereyim mi size?” diye sorduğunda, “Ver ya Resulallah” denilince: “Öyle ise” demiş, “Selamı aranızda yayın; karşılıklı sevginizin arttığını anlayacak, kardeşlik duygularınızın kuvvetlendiğini göreceksiniz.” buyurmuştur.

Nitekim Müslümanlar, devam ettikleri bu selam sünneti ile aralarında sevgi köprüleri kurmuş, herkesle kolayca konuşup yakınlık tesis etme kolaylığı sağlamışlardır. Hatta cennet halkının dahi karşılaştıkları cennetliklere söyleyecekleri ilk sözleri “Esselam-ü aleyküm!” cümlesi olduğuna da dikkat çekilmiştir.

Çünkü bu cümlenin içerdiği külli dua manası, başka türlü söz ve davranışlarda bulunmamaktadır. Ne el kol işareti ne de günaydın gibi başka saygı ifadeleri Allah’ın ismiyle yapılan selam duasının yerine geçmemektedir.

Bundan dolayı büyüklerden birinin huzuruna selamsız giren bir adam, ‘nasılsınız efendim’ diyerek söze başlayınca şöyle karşılık almıştır:

– Söze Allah’ın ismiyle selam vererek başlasaydın sen 10 sevap kazanırdın, ben de o selamı almakla 10 sevap elde etmiş olurdum. Böylece 20 sevaplı bir sözle sohbetimizi başlatmış, ikimiz de kazanmış olurduk.

Şimdi ise böyle bir sevaptan mahrum olarak konuşmamızı başlatmış bulunmaktayız.

Selam konusunda bazı ayrıntılar:

– Peygamberimiz bir hadislerinde Müslüman’ın Müslüman üzerinde 6 hakkı olduğunu hatırlatırken birinin de selamlaşma hakkı olduğuna dikkatimizi çekmiştir.

Bundan dolayı selamlaşan Müslümanlar, karşılıklı haklarını ödediklerini düşünerek mutluluk duyarlar.

– Uzaktan verdiği selamı duyuramayacak durumda olanlar ise el kol işaretiyle selam verdiğini anlatmaya gayret edebilirler. Bu caizdir. Hatta mekruh bile değildir. İmam-ı Birgivi Hazretleri’nin hadisi erbain şerhinde bu türlü selamın caiz olduğu yolunda görüşü mevcuttur. Yeter ki el kol işaretiyle selam veren, bu işaretlerle yetinmeyip ağzıyla da selam sözlerini söylemeyi unutmasın. Zira Allah’ın ismini içeren selam cümlesini söylemeden el kol, kaş göz işaretleriyle yetinmek, selam yerine geçmez, ayet ve hadislerin işaret ettiği sevap getiren selam da böyle işaretlerle gerçekleşmez.

– Yolda karşılaşanlardan selamı ilk veren kim ise sevabı en çok alan da odur, diye düşünülür.

– Çocuklara ve yaşlı hanımlara -yanlış yorumlanmayacaksa- selam verilir.

– Eve giren kimsenin ilk sözü, ev halkına selam vermek olmalıdır.

– Yanında hanımıyla birlikte yürüyen beyle selamlaşma isteği, beyden gelmelidir. Şayet istemediği anlaşılırsa ille de selamlaşmaya zorlamamalıdır. Selam verilip hal hatır sorulacak kadar konuşulacak olursa, hanımın birkaç adım geriye çekilip sohbetin bitmesini beklemesinde saygıya aykırı düşen bir durum söz konusu olmaz.

– Bir Müslüman’a günahkâr diye selam verilmezlik edilmez. Aksine onlara daha çok ilgi gösterip kazanma ve bağımlılığından kurtarma niyeti ile muhatap olunabilir.

– Gayrimüslime: (Esselamü ala menittebeal hüda!) diyerek selam vermekte mahzur olmaz. Çünkü “Selam doğruya tabi olanların üzerine olsun” diye dua edilmiş olunur ki, böylesine güzel duadan rahatsızlık değil, aksine memnuniyet duyulması gerekir.

Ahmet Şahin / Zaman

Evlenilecek eşlerde aranan vasıflar nelerdir?

Erkeğin, evleneceği kızı seçmesi, kız velisinin de damat adayını seçmek için dikkatli davranması, kurulacak yuvanın selâmeti ve doğacak çocukların sıhhati ve terbiyesi açısından çok mühimdir. Gelin ve damat namzetlerinin tayininde dikkatli olunmasını tavsiye eden Sevgili Peygamberimiz, “İnsanlar iyilik ve kötülükte madenler gibidir“(1) buyurarak bizleri ihtiyata davet etmektedir. Hz. Ömer, kendisine çocuğun babası üzerindeki hakkını soran bir oğluna şu üç şeyi sayar: “Temiz ve iyi ahlâklı bir anne seç, güzel bir isim koy ve ona Kur’ân öğret.” (2)

Her şeyden önce, evlilikte esas maksat hayırlı bir neslin vücuda gelmesidir, insanın bazı muhtemel günahlara girmesine mani olması ve düzenli bir hayata kavuşması için de ayrıca ehemmiyeti vardır. Yoksa sırf nefsin arzusundan kaynaklanan ve sadece geçici bazı zevklerin tatmini düşüncesine dayanan bir teşebbüsün ilerisi için devamlı bir rahatsızlık unsuru olacağı şüphesizdir.

İmam-ı Gazali dinimizin bu husustaki prensiplerini sayarken ilk iki maddeye, “dindarlık ve güzel ahlâkı” koymuştur.(3)

Aile yuvasının ileride bozulmaması için eşler arasındaki denklik büyük ehemmiyet arz etmektedir. Dindar bir kız ile hevaî bir erkeğin denk olmayacağı muhakkaktır. Böyle bir evliliğin ileride bozulma ihtimali kuvvetlidir. Çünkü dünyaları ayrı iki insan arasında uyumun sağlanması çok defa mümkün olmamaktadır. Aynı şekilde, dindar bir erkeğin, dindar olmayan, davranış ve hareketlerini İlâhî emirlere göre tanzim etmeyen bir kadınla evlenmesi ve hayat arkadaşlığı kurması beraberinde pekçok problem getirdiği gibi, böyle bir yuvanın da devamı zor olur. İşte İslâmiyet, sonradan olabilecek hadiseleri önceden tedbir olarak engellemektedir. Böylece cemiyet nizamını sağlam esaslar üzerinde devam ettirmektedir.

Bu hususa dikkatimizi çeken Peygamberimiz (a.s.m.) mü’minlere şu tavsiyede bulunur:

Kadınlarla dört hasletleri için evlenilir: Malı için, asaleti için, güzelliği için ve dini için. Sen dindar olanı tercih et, mesut olursun.” (4)

Kadının diğer vasıfları yanında, bilhassa dinî cihetine ağırlık verilmesi bir Peygamber tavsiyesidir. Dolayısıyla, Müslümanın da göz önüne alması gereken en hayatî noktadır.

Peygamberimiz, Hz. Ömer’in “İhtiyacımızı gidermek için ne gibi mal elde edelim?” diye sorması üzerine şu tavsiyede bulunurlar: “Malın en faziletlisi zikreden bir dil, şükreden bir kalb ve âhireti ile ilgili [İslâmî] hizmetlerde ona yardım eden imanlı bir hanım.” (5)

Kocasına İslâmî hizmetlerde destek olan hanımı, Peygamberimiz, dünya servetinin en mühimlerinden birisi saymıştır.

Bu noktadan sık sık ikazlarda bulunan Peygamberimiz şu sözlerinde daha da dikkatli davranılmasını istemektedir: “Kadınları [sırf] güzellikleri için nikahlamayınız, Çünkü onların güzellikleri onları tehlikeye atabilir. [Sadece] malları için de nikahlamayınız. Çünkü mallan onları azdırabilir. Dindar olanını nikahlayın. Şüphesiz, burnunun bir kısmı kesik, kulağı delik ve teni siyah dindar bir cariye, dindar olmayan bir kadından efdaldir.

Evlenecek kadında dindar olma şartı arandığı gibi, kız velîsinin de erkekte öncelikle dinî tarafını araması bir vazifedir. Kızlarını verecekleri adamda sadece güzellik, zenginlik ve makam gibi üstünlükler arayıp, dinî cihetine itibar etmeyen kimseler bozgunculuğa ve fitneye meydan vermiş olurlar.

Kızının talipleri olan bir adam Hasan-ı Basrî’ye gelerek “Kızımı nasıl bir kimseye vereyim?“diye fikrini sorar. Hasan-ı Basrî de, “Allah’tan korkan bir adama ver. Çünkü böyle bir kimse kızını severse ona iyilikte bulunur, şayet ondan nefret duyacak olsa zulmetmez” buyururlar.(6)

Şer’an, koca karıya küfüv olmalı, yani birbirine münasip olmalı” diyen Bediüzzaman Hazretleri de devamında, “Bu küfüv ve denk olmak, en mühimmi diyanet noktasındadır. Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder, refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp ‘Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim’ diye takvaya girer” demektedir.(7)

Her iki taraf dindarlık cihetini nazara aldıktan sonra,tabiî olarak, diğer yönlere de ehemmiyetine göre yer verir. Kadında aranan başka bir vasıf da iyi huylu ve temiz ahlâklı olmasıdır. Zaten dinî hayatına dikkat eden kadınların ekserisi, İslâm ahlâkını yaşamaya çalışacaktır.

Kadının erkek hakkında fikir ve tercihi de unutulmamalı, ihmal edilmemelidir. Çünkü ömür boyu sürecek ve sonsuz hayatta da devam edecek bir beraberlik olacaktır.

Dikkate alınması gereken diğer bir husus da kadının mehrinin az olmasıdır. Yani fazla masrafa yol açmayan bir çevreden alınmasıdır. Bugün hâlâ bazı bölgelerimizde bir cahiliye âdeti olan başlık parası nikâh yolunun kapanmasına sebep olmaktadır.

İslâm âlimleri, hayırlı ve faziletli bir namzetin fakirliğinin karı-koca arasındaki denklige mâni ve nikâha zarar veren bir durum olmadığını açıklamaktadırlar.” O halde, eşler arasında karşılıklı rıza olduktan sonra zenginlik ve fakirlik noktasındaki bir dengesizlik evliliğe ciddî bir engel teşkil etmez.

Bunun yanında, dindarlığı ve ahlâkı istenen vasıfta olduktan sonra, kadının zengin bir aileden olması, malî cihetten yeterli bulunması da ayrı bir tercih sebebi olabilir. Hadiste de bu şık ayrı bir hususiyet olarak zikredilmiştir.

1. Müsned, 2: 539.
2. Terbiyetü’l-Evlâd, 1: 38.
3. ihya, 2: 38.
4. İbni Mâce, Nikâh: 6.
5. Tirmizî, Tefsirü’l-Kur’ân.- 48, IbnİMâce, Nikâh: 5.
6. İhya, 2: 43.
7. Lem’alar, s. 186.

Kaynak : Mehmet Paksu, Kadın, Aile, Hayat, Nesil Yayınları

Aileden saklı nikâh yapabilir miyiz?

Ben ve arkadaşım flört ediyoruz ama bilindiği gibi İslâmiyet’te flört yoktur.

Bundan dolayı nikâh kıymaya karar verdik. Ancak öğrenimimiz devam ettiği için ailelerimiz buna kesinlikle karşı çıkacaktır. Ailelerimizden saklı nikâh kıymak ikimiz için de ürkütücü geliyor. Ancak yine de İslâm’a uygun bir birlikteliğimiz olacak ve içimiz rahat edecek diye düşünüyoruz. Bu durum caiz midir? Şayet caizse, ailelerimize “Daha önce nikâhlandık” diyemeyeceğiz. Çünkü bu “saklı durumu” öğrendiklerinde onlar bir hayli üzülecektir. İkinci bir dini nikâh olsa, ancak ailelerimiz ilk defa nikâhlanıyormuşuz gibi bilse, bu durum uygun mudur?

Nikâh bir defa yapılır ve biter. İkinci, üçüncü nikâh gibi bir şey yapılmaz. Yapılsa da bir anlam taşımaz.

Nikâh kıyıldıktan sonra aranızda bir engel kalmaz, karı koca olarak yaşayabilirsiniz.

Nikâh gizli, kapaklı da olmaz. Şahitler hazır olmalı, hadislerde açıkça yer aldığına ve birçok İslam hukukçusunun da içtihadına göre ailenizin, yanı kızın babasının bilgisi/rızası alınmalı, belli bir mehir tespit edilmeli, çevreniz duymalı, bilmeli, resmi işlemler tamamlanmalı.

Yarın bir anlaşmazlık olduğunda pişmanlıklar yaşamamak için “Serbest hareket edelim” diyerek duygusal bir karar verirseniz telafisi mümkün olmayan hallere düşersiniz.

Resmi işlemleri yapmadan sadece dini nikâh kıyılarak yaşanan beraberliklerde, özellikle kız tarafı ayrılmak istediğinde, erkek boşamaya yanaşmayınca kızın bir başkasıyla evlenmesi imkânsız hale geliyor.

Bu açıdan evlilik sadece kızla erkeğin birbirlerinin kabul etmesi ve aralarında bir nikâh akdinin yapılması anlamına gelmiyor.

***

Diğer yandan anne babadan habersiz, rızaları alınmadan, tek başına karar verip yola çıkmanız bir kere evlat-ebeveyn hukuku açısından kabul edilecek bir olay değildir.

Yerin, göğün kulağı var” derler, anne babanız nikâhlandığınızı bir şekilde öğrenecek olsalar, olayı nasıl karşılayacaklarını zaten tahmin ediyorsunuz.

Bu durumda onlara nasıl cevap vereceksiniz, nasıl bir gerekçe gösterecek, nasıl bir bahane ileri süreceksiniz?

Ayrıca aileleriniz razı değilse işin içinden nasıl çıkacaksınız, ne gibi bir çözüm üreteceksiniz?

Böyle yapacağınıza, ne kadar başarılı olursunuz, nasıl bir sonuca varırsınız, konu biraz meçhul ama bir yolunu bularak durumunuzu ailenize açın, onlara söyleyemeseniz bile ikinci derecede yakınlarınıza konuyu açarak bir çözüm bulmaya çalışın.

Şu anda biraz zor anlarsınız ama kendinizi anne babanızın yerine koysanız, meseleye onların gözüyle baksanız neler düşünürdünüz? Empatiden söz ediyorum. Herhalde şimdiki gibi rahat hareket edemeyecektiniz?

Yıllardan beri bu yolu deneyen birçok genç oldu, eğitimlerini bitirdikten sonra beraberliklerini sürdüremediler, okulları bitince, herkes kendi yoluna gitti.

Burada en çok kız ve kız tarafı mağdur oldu. Genç bir kızı bu halde bırakmaya razı olabilir misiniz?

Mehmet Paksu / Bugün Gazetesi