Kategori arşivi: Soru – Cevap

Helal düğün töreni nasıl olur?

Düğün merasimleri, insanın hayatındaki köşe taşlarından biridir. O gün, sevinç, esenlik ve mutluluk günüdür. Düğünler bazen birtakım eğlence ve oyunlarla süslenerek kutlanır, bazen de sade bir merasimle geçirilir. Düğünlerdeki oyun ve eğlencelerde ölçü nasıl olmalı, nasıl bir yol izlenmeli, nelere dikkat etmeli? Hayatımızın köşe taşlarından biri olan düğünlerimiz acaba nasıl olmalı?

Düğünler birer sevinç ve sürur günüdür. O gün herkes sevinçlidir, neşelidir. Bu sevinç, bazen birtakım eğlence ve oyunlarla süslenerek dile getirilir, bazen de sade bir merasimle geçirilir. Fakat düğünlerdeki oyun ve eğlencelerde ölçü nasıl olmalı, nasıl bir yol izlenmeli, nelere dikkat edilmeli? Bunun bir ölçüsü ve sınırı var mıdır? Varsa kim belirler, kim öğretir, kim tespit ve tayin eder? Düğün esnasında söylenecek türkü ve şarkılarda, oynanan oyun ve eğlencelerde mubahlık ve haramlık nelerdir?

Bu konuda bizim için şaşmaz ölçü ve değişmez prensipler Asr-ı Saadet uygulamasında mevcuttur. Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) kendisi annelerimizle evlenirken velime adında düğün yemekleri verdikleri ve evliliklerini herkese açık ve herkesi davet ederek yaptığı gibi, kendi kızlarının ve yakınlarının düğünlerinde de bizzat bulunmuş, nezaret etmiş, örneklik göstermiştir.

Mesela Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) gerek kendi nikâhlarında, gerekse Hz. Fatıma ile Hz. Ali’nin evliliklerinde mutlak surette bir ikramda bulunurdu, fakir zengin herkesi bu merasime davet eder, zenginlerin çağrılıp da fakirlerin ihmal edildiği düğünleri hoş karşılamazdı.

Müzik, oyun ve eğlence gibi, düğünlerde icra edilen bu merasimlerde nelerin yer alıp almadığını, kendisinin de bulunduğu sahabe düğünlerinde görüyoruz.

Meselâ, Hz. Âişe’nin (r.a.) anlattığına göre Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Medineli bir sahabinin düğününün olduğunu haber aldı ve şarkı söyleyebilen cariyelerin kendi aralarında şu beyitleri söyleyerek eğlenebileceklerine cevaz verdi ve “Ensar eğlenceyi sever” buyurdular.

Size geldik, size geldik,
Allah bize de size de ömür.
Esmer çiğit tanesi olmasaydı,
Vadinize inmezdik. (1)

Düğünlerde eğlenme

Sahabi hanımlardan Rubeyye binti Muavviz, Halid adındaki bir sahabiye kendi düğününü anlatırken diyor ki:

“Ben evlendiğim zaman Resulullah (a.s.m.) geldi ve senin şu oturduğun gibi, yatağımın üzerine oturdu. Bizim cariyelerimiz def çalıp Bedir günü şehit olan atalarımız hakkında mersiyeler okumaya başladılar. O anda cariyelerden birisi:
‘Bizim aramızda yarın olacakları bilen Peygamber var’ mealinde bir mısra okudu.

Bunun üzerine Resulullah (a.s.m.):

Hayır, bunu söylemeyiniz. Yarın olacakları bilen Allah’tır, deyiniz’ buyurdu.” (2)

Yine Medine’nin ileri gelenlerinden ve meşhur bir sahabi olan Es’ad bin Zürâre kızını evlendirirken Peygamberimiz (a.s.m.), Ensar’ın eğlenceyi sevdiğini düşünerek def çalan ve şarkı söyleyen muganniyelerin (kadın şarkıcıların) gönderilip gönderilmediğini sormuştu.

Düğünlerde eğlenme konusunda Efendimizin (a.s.m.) verdiği izni ve hoşgörüyü kullanmada tereddüt göstermeyen bazı sahabilerin, özellikle Bedir ashabından iki zatın uygulaması bu meselenin —söz yerindeyse— son sınırını çiziyor.
Âmir bin Sa’d anlatıyor:

“Bir düğün sırasında Karaza bin Ka’b ve Ebu Mes’ud el-Ensârî’nin yanına vardım. Bir kısım cariyeler şarkı söylüyorlardı. Dayanamayıp:

‘Sizler Resulullah’ın Bedir ashabından olun da, yanınızda şu işler yapılsın, olacak şey değil’ dedim.

Bunun üzerine, onlar:

‘Dilersen otur bizimle dinle, dilersen git. Bize düğünde eğlenme izni verildi’ dediler.” (3)

Düğünlerde def çalarak eğlenme geleneği Dört Halife döneminde de devam etti. Hz. Ömer’in, kulağına gelen bir şarkı ve def sesinin evlenme veya sünnet merasimine ait olduğunu öğrenince, bunu yasaklamadığı biliniyor. (4)

Müzikli düğün merasimi

Hadis-i şerifte Peygamberimiz (a.s.m.), “Haram beraberlikle helal beraberlik arasındaki fark; evlenmek, def çalmak ve duyurmaktır” (5) buyurarak esas itibariyle belli bir çizgide kalmak kaydıyla müzikli düğün merasimi düzenlemenin mubahlığına işaret eder.

Hatta bunun içindir ki, sırf nikâhı ilan etmek maksadıyla davul, zurna ve boru gibi musiki âletlerinin düğünlerde çalınabileceğine cevaz verilir.

Davul ve zurna bazı yerlerde olduğu gibi kahramanlık türküleri ve mehter marşlarının söylenmesine eşlik edince meşru çerçevede kalmış olur. İnsanın nefis ve heveslerine hitap etmediği için mubah sayılır. Fakat bugünkü düğünlerde davul-zurnanın eşliğinde yapılan merasimlerde gayr-ı meşru unsurlar karıştığından, davul-zurna çalınmasına ruhsat verilmiyor.

Düğünlerde ve diğer zamanlarda müzik eşliğinde oynanan oyunlara gelince, bunun da birtakım şartları vardır. Bir kere çalınan âlet ve söylenen parçalar belli çerçevede kalmalıdır.

Oyun tutan kimseler yalan ve kötü sözler söylememeli, başkalarının bakması caiz olmayan avret yerlerini açmamalı, kadınlar kendilerine namahrem olan erkeklerin yanında oynamamalıdır.

İmam Gazalî, düğün, bayram ve şenlik günlerinde erkeklerin kendi aralarında oyun tertip etmelerinde, oynamalarında bir sakıncanın olmadığını kaydeder, ancak kadınların erkekler karşısında oynadığı oyunun caiz olmadığını söyler.

Düğünlerde oynama

İmam Gazalî, oyunun meşruluğuna delil olarak da Peygamberimizin (a.s.m.), Mescid-i Nebevi’de Habeşliler’in kılıç kalkan oyununu Hz. Âişe ile birlikte seyretmelerini zikreder. Bu durumu Hz. Âişe şöyle anlatır:
“Bir bayram günü Habeşliler kalkan ve mızrak oyunu oynuyorlardı. Ben bakmak için Resulullah’tan (a.s.m.) izin istedim, o da razı oldu.” (6)

Bunun için düğünlerde kadınlar kendi aralarında, yabancı bir erkek olmadan oynayıp eğlenebilirler. Aynı şekilde erkekler de yukarıdaki şartlar ve meşru ölçüler çerçevesinde eğlenip oynayabilirler. Bu şekilde oynamak mubah olduğu gibi, onları seyretmek de mubahtır.

Düğünler, sünnetteki tavsiyelere uyularak, İslam’ın nezahet ve temizliği çerçevesinde yapılırsa aynı zamanda güzel bir örnek olur. Unutulmamalıdır ki, güzel örneklerin artması nispetinde şikâyetçi olduğumuz kötülüklerin önü alınacaktır. Yoksa hem şikâyetçi olup, hem de nefsimizi tesirinden kurtaramazsak, yanlışlıkların önü alınmaz.

Sünnette var olan eğlence sınırı nedir?

Peygamberimizin (a.s.m.) sünnetine baktığımızda, meşru oyun ve eğlencenin belli başlı üç kısımda anlatıldığını görüyoruz:
Birincisi: Bir gayeye, bir faydaya ve bir ihtiyaca yönelik eğlencelerdir.
İkincisi: Örf, âdet ve gelenekte var olan tören ve merasim türünden eğlencelerdir.
Üçüncüsü: Yorulan, usanan, bıkkınlık duyan insan duygularının meşru dairede tatmin edilmesi, dinlendirilmesi ve keyiflendirilmesidir.

Birinci kısım olan, bir gayeye yönelik oyun ve eğlence türüne, sünnetten şu örnekler verilebilir:

• Peygamberimiz (a.s.m.) özel olarak yarış için hazırlanan atlar ve yük beygirleri arasında ayrı ayrı yarışlar düzenler ve kazananları ödüllendirirdi.
• Develer arasında yapılan yarışlara zaman zaman Peygamberimizin (a.s.m.) devesi de katılır ve çoğu zaman birinci gelirdi.
• Ok atma ve mızrak kullanma müsabakaları, Medine devrinin önemli yarışlarındandı. Bir hadiste bildirildiğine göre, atış müsabakaları ile at yarışları meleklerin de hazır bulunduğu bir eğlence türüdür.
• Koşu ve yarış yapmak ve güreş tutmak gibi eğlenceler bizzat Peygamberimizin (a.s.m.) özel hayatında da yer alıyordu.
• Yüzme de Peygamberimizin (a.s.m.) teşvik ettiği bir spor ve eğlence şeklidir.
• Avcılık ve savaşa hazırlanma bakımından atıcılık faydalı eğlencelerdendir. Av köpeği, doğan, ok, mızrak gibi av âletleriyle avlanmak meşru görülmüştür.

Bu alanda daha başka örnekler vermek de mümkündür.
Sünnetin çizdiği sınırlar içinde ve meşru çerçevede örf, âdet ve gelenekte var olan tören ve merasimlere örnek olarak ise, şunlar verilebilir:
• İslâm öncesi Medineliler Nevruz ve Mihrican günlerinde eğlence düzenlerlerdi. Hicretten sonra bunların yerini Ramazan ve Kurban Bayramları aldı.
Ayrıca, sünnette düğünlerde şeker, hurma gibi şeylerin halkın üzerine serpilmesi ve bunun kapışılması şeklinde uygulanan başka bir eğlence türüne de rastlanmaktadır. (7)
Abdullah bin Abbas, sünnet ettirdiği oğlu için eğlence düzenlemiş ve bunun için ücretle erkek oyuncular tutmuştur. (8)

Eğlencede “beşte bir” ölçüsü

Günümüz şartlarını iyi bilen ve gözlemleyen, özellikle iletişim teknolojilerinin yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı yüzyılın ilk yarılarında radyo aracılığıyla eğlence türlerinin etkisiyle insanların bu cazibeye kapıldığını gören Bediüzzaman, geniş kitleleri rahatlatan bir açıklama getirir:

“İnsanlık hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli heveslere de ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa hava unsurunun (radyo dalgalarının) yaratılış hikmetine ve sırrına aykırı düşer. Ayrıca beşerin tembelleşmesine, sefahate düşmesine ve önemli görevlerin eksik bırakılmasına sebep olarak insanlık için büyük bir nimet olması gerekirken büyük bir azap olur, insana lazım olan çalışma şevkini kırar.” (9)

Bir başka mektubunda, meşru dairede eğlence için ‘beşte bir’ ölçüsünü getirerek; insanlığın faydasına kullanılması gereken bazı iletişim araçlarının “onda iki”sinin meşru dairede eğlenceye ayrılması gerekirken, “onda sekiz”inin keyif, oyun, eğlence yolunda kullanıldığı için insanları tembelliğe ittiğinden söz eder. (10)

Burada sözü edilen keyifli hevesler, meşru ve mubah anlamdaki eğlence türleridir. Bu ifadeleri maksadını aşacak bir biçimde anlayıp sünnete aykırı olan eğlencelere kapı açmak ise, yanlış bir değerlendirme olarak bilinmelidir.

Çünkü “Meşru daire keyfe kâfidir, harama girmeye lüzum yoktur.” İstifade edilecek eğlencelerin de helal, meşru ve mubah çerçevede kalması gerekir. Yoksa kaş yapayım derken göz çıkarmak olur ki, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma gibi kayıplar yaşanır.

Son olarak bu meselede genel bir ölçüyü hatırlamakta fayda vardır:

“Yetimane hüzünleri, nefsanî hevesatı tahrik eden sesler haramdır.” Bunun yanında “ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları iras edip” hatırlatan sesler; hikmet, ibret dolu ifadeleri içinde bulunduran çiçek, gül, yeşillik, renk, su ve buna benzer güzelliklerle, bir fitne uyandırmayan ve belli olmayan bir kadının güzelliğini dile getiren sözlerle şarkı ve türkü söylemek mubahtır. (11)

Kaynaklar:
el-Mezâhibü’l-Erbaa; et-Tâc, 2:301.
2 İbni Mâce, Nikâh: 21
3 Nesâi, Nikâh: 80
4 Abdürrezzak es-San’anî, el-Musannef, 11:5
5 İbni Mace, Nikâh: 20.
6 el-Mezâhibü’l-Erbaa, 2:42-43.
7 Üsdü’l-Gâbe, 3:488
8 DİA, “Eğlence” maddesi
9 RNK, Emirdağ Lâhikası, s. 1837
10 RNK, Emirdağ Lâhikası, s. 1851
11 el-Mezâhibü’l-Erbaa, 2:41-42-43.

Mehmed Paksu / Moral Haber

Yoga mı Namaz mı?

Namaz hakkıyla kılındığında –ki, bunun için de namazı devamlı kılarak mükemmeli yakalamaya gayret etmekten başka çare ve yol yoktur- o, insana ahlak eğitimi verir; kişiyi kötülük, günah, çirkinlik ve suçtan alıkoyar.

Türkiye´de emsalinin eksik olmadığını sandığım –yurt dışında yaşayan ve neredeyse dilini bile unutmuş olan- bir doktor, medya sayesinde her yıl birkaç gün gündeme oturuyor; her gün gazetelerde okuduğumuz “sağlıklı yaşama” kurallarını, kendi buluşları gibi sunuyor, sonra bırakıp gidiyor.

Hayır, yaptıklarına itirazım yok, belki faydalı da oluyor, ama abartılacak bir tarafı da yok.

Bir yazıya konu edinmemin sebebi ise “sağlıklı yaşama kuralları arasında” yer verdiği “her sabah on dakika yoga”dır.

Yoga bizim dinimize ve kültürümüze yabancı olan, Hindistan ve Uzak Doğu kültürüne ait olup son yıllarda bir moda gibi dünyaya yayılan bir rahatlama ve stres atma aracı, bir eksersizdir; üstelik masum da değil, birçok yerde bir dinin misyonerlik aracı olarak kullanılıyor.

Yoga yapan zihninin boşaltıyor, eğer bunda muvaffak olabilirse –ki, oldukça zordur- yoga sonrasında hayata girince, olayların ve eşyanın izdihamı içinde bunalan insan ruhuna bir şey sunmuyor, bir rehberlik misyonu yok.

Buna karşı Müslümanların namazı var. Namaza duran Müslümanın ellerini kaldırması iki önemli faaliyetin sembolü:

1. Allah´tan başka her ne varsa onları arkaya atıyor, zihnini ve kalbini onlardan (mâ-sivâdan) boşaltıyor.

2. Mümin gaflete düştüğü için farkında olamadığı “her yerde hazır ve nazır olan Allah” ile beraber oluyor, gaflet gidiyor, zikir (O´nu anma, hatırlama, manevi beraberliği yaşama) şuuru geliyor. Yogada boşalma var, boşluk var; ama insan için güç, güven, huzur ve sevgi kaynağı olan Allah yok. Namazda hem mâsivadan boşalma, onun ağır yükünden kurtulma var, hem de tekrar normal dünya hayatına dönüldüğünde – muhtemelen bir sonraki namaza kadar- müminle beraber olacak, onu yalnız bırakmayacak, bunalımlarında, çaresizliklerinde, şaşırmışlıklarında O´na rehber, güven ve huzur kaynağı olacak bir şuur var.

Namazın maddi hareketleri de hem yogadan daha anlamlı, hem daha zengindir.

Namaz süresince adım adım Allah´a yakınlaşan mümin bir noktadan itibaren miracı yaşamaya başlıyor ve oturarak okuduğu “tahiyyât” bölümünde âdeta Rabbi ile söyleşiyor; selam alıp veriyor, Hz. Peygamber´e nasip olan en büyük miracın hatırlarını anıyor, namazı sayesinde kendisine de nasip olan miracın mutluluğuna ve eğitici tesirine mazhar oluyor.

Namaz hakkıyla kılındığında –ki, bunun için de namazı devamlı kılarak mükemmeli yakalamaya gayret etmekten başka çare ve yol yoktur- o, insana ahlak eğitimi verir; kişiyi kötülük, günah, çirkinlik ve suçtan alıkoyar.

Bizim imanımızda ve kültürümüzde namaz gibi bir imkan var iken, onun yerini tutması mümkün olmayan yogayı –üstelik Müslümanlara- niçin tavsiye edelim?

Bu vesile ile Peygamberimizin (s.a.), sağlıklı yaşama ile yakından ilgili bulunan bazı tavsiyelerine yer verelim:

Acıkmadan yemeyin, acele yemeyin, midenizi doldurmayın (yaklaşık üçte birini boş bırakın; yani dört birimle doyacaksanız bunun üçünü yiyin), haram yiyecek ve içeceklerden uzak durun, imkan bulursanız gün ortasından sonra bir süre (bir saat civarında) uyuyun, yine imkan buldukça oruç tutun. Dünya hayatının geçici, amaç değil, araç olduğunu unutmayın.

Hayrettin Karaman / Yeni Şafak

A’raf sûresinde geçen a’raf ehli kimlerdir?

Araf’la ilgili izaha geçmeden önce, Araf Suresinde geçen “Araf” ve “Araf ehli” hakkındaki ayet meallerini verelim. Cennetliklerle Cehennemliklerin durumu ve aralarındaki konuşmaların zikredildiği ayetlerden sonra “Araf”la ilgili şu ayetler yer almaktadır:

Cennet ile Cehennemin arasında bir sur vardır. Orada bulunan A’raf ehli kimseler, Cennet ve Cehennem ehlinin hepsini yüzlerinden tanır. Onlar Cennet ehline, ‘Size selam olsun’ diye seslenirler. Kendileri Cennete girmemiş, fakat girme iştiyakı içindedirler.

Gözleri Cehennem ehline çevrildiğinde ise, ‘Ey Rabbimiz!’ derler. ‘Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma.

A’raf ehli, yüzlerinden tanıdıkları Cehennemliklere seslenirler ve derler ki: ‘Ne dünyadaki taraftarlarınızın çokluğu, ne servetiniz, ne de büyüklük taslamanız size bir fayda vermedi.’ Allah onları rahmetine eriştirmez diye yemin ederek küçümsediğiniz kimseler şu Cennet ehli olan zayıf ve fakir mü’minler miydi? Siz de ey mü’minler girin Cennete. Size ne bir korku vardır, ne de mahzun olursunuz.” (1)

“Araf”, “arf” kelimesinin cem’idir. Tefsirlerimizde Araf hakkında pek çok izahlar bulunmaktadır. Ancak bunların içinde müfessirlerin çoğunun ittifak ettiği görüş, “Araf”ın Cennetle Cehennem arasında bir perde, yüksek bir sur ve tepeler manasına geldiğidir. İbni Abbas ise, “Sırat Köprüsü üzerinde bulunan şerefelerdir” demektedir.

Hasan-ı Basri Hazretleri ise şöyle demektedir:

Bu kimseler, Allah’ın, Cennet ve Cehennem ehlini birbirinden ayırmak için tayin ettiği insanlardır. Vallahi, bilmem, ama bunlardan bazıları şimdi beraberimizdedir” (2)

Araftakilere, “Araf” denmesinin sebebi ise, onların, insanları amellerine göre tanımalarıdır. Yine tefsirlerimizde izah edildiğine göre, Cenab-ı Hak, Mizanda sevap ve günahları tartıp, Cennetlik ve Cehennemlikleri ayırd ettiği zaman, sevap ve günahı eşit gelenleri bir müddet bekletecektir. Sırat Köprüsünün yanında bulunan bu kimseler, Cennetlik ve Cehennemlikleri tanıyacaklar, Cennet ehlini gördükleri zaman, “Allah’ın selamı sizin üzerinize olsun” diyecekler, sol taraflarına baktıkları zaman da Cehennem ehlini görecekler, bulundukları yerde Allah’a sığınarak, “Ya Rabbi, bizi bu zalim topluluktan kılma” diye dua edecekler. Cennetlikler ve Cehennemlikler gittikten sonra Cenab-ı Hak onları rahmetiyle bağışlayıp Cennete koyacaktır. (3)

Nitekim, Peygamberimize Araf ehlinin kimler olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur:

Cenab-ı Hak kullarını ayırıp bitirdikten sonra en son kalan kullarına da, ‘Sevaplarınız sizi Cehennemden kurtardı, fakat Cenneti hak edemediniz. Sizi ben rahmetimle Cehennemden azad ediyorum. İstediğiniz Cennete giriniz’ buyuracak.” (4)

Ayrıca, Araf ehlinin bazı rivayetlerde insan olmayıp meleklerden bir sınıf olduğu da bildirilmektedir.Bütün bu izahlar ve açıklamalar, ayetlerin mefhum ve mealine uygundur.

Fakat İbrahim Hakkı Hazretleri, Marifetname’sinde, dini mükellefiyetlerden muaf tutulan delilerin ve kafir çocuklarının Araf ehli olduğunu, Cennetlikleri gördükleri zaman, o nimetlere kavuşamadıkları için mahzun olduklarını, Cehennemliklere baktıkları zaman da kendi hallerine şükrettiklerini ve bu halde ebedi olarak orada kalacaklarını bildirmektedir.

Bununla beraber, “Araf” ve Araf ehli hakkında yapılan bütün bu izahlar ayetin bir tefsiri mesabesindedir. Esas mahiyetini ancak Allahü Teala bilir.

Mehmet Paksu

Kaynaklar

1. A’raf Suresi, 47-49.
2. et-Tefsirul-Kebir, 14:87.
3- (Taberi Tefsiri) 8:136-139.
4. A. g. e.

Allah’ı bu dünyada niçin göremiyoruz?

Allah’ın bir ismi Nur’dur. Nuranî varlıklar olan meleklerden, güneş ışığına ve kâinatı doldurmuş bütün ışınlara kadar her şey bu ismin değişik tecellilerini taşımaktadır. İnsan gözü, bu dünyada, sadece madde alemini görür. Ne kendi ruhunu, ne amellerini yazan melekleri görebilir, ne de ışınlar âlemini.

İnsan gözünün kainatta mevcut ışınların ancak % 2.5 kadarını görebildiği tespit edilmiştir. Bu göz ile bu alemde bütün nuranî varlıkları yaratan Allah’ın görülmesini beklemek, en azından, fizik kanunlarına zıt bir anlayış olur. Konunun bir başka yönü de insanların bu dünyada imtihan olmalarıdır. Allah’ın görünmesi bu imtihan sırrına da ters düşer. Bu dünyaya gönderilişimizin gayesi Allah’ı tanımak ve ibadet etmek olduğuna göre ve insanlarda inanıp inanmamak arasında bırakıldıklarına göre, eğer göz ile görme olsaydı o zaman herkes ister istemez inanmak zorunda kalacak ve imtihan sırrı ortadan kalkacaktı. Bediüzzaman’ın ifadesine göre Ebu Cehil gibi kömür ruhlular ile Hz. Ebu Bekir gibi elmas ruhlular aynı seviyede kalacaktı.

Allah’ı gözümüzle görmememizin nedeni, kudret ve ilmiyle her şeyi kapsamasından ve zıddının yokluğundandır.

Mesela, atmosferin yer küreyi her yandan kuşatması gibi, güneşin de bütün feza âlemini kuşattığını farz etsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Her yer güneşin ışığıyla kaplandığından güneş görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığından güneş görülmez ve mahiyeti anlaşılmaz. Bununla beraber, ışığıyla her yerde bulunan ve her yeri kapsayan güneşin varlığını inkâr etmek de cehalet olur.

Aynı mantık perspektifi içerisinde, isim ve sıfatlarıyla her şeyi kuşatan ve her yerde hazır olan ve zıddı olmayan Allah’ın da göz ile görülmemesini anlayabiliriz.

Ahirette ise durum tamamen farklıdır. Cennet ehlinin ruhları bedenlerine galip gelecektir. Burada gölge hükmünde olan varlıklarının aslı orada yaratılacaktır. İnsan her yönüyle cennete layık ve ondaki her türlü ihsanlardan faydalanabilecek bir varlık olarak cennete girecektir. Cennette bile rü’yet hadisesinin sürekli olmayışı üzerinde düşünmek gerekir.

Demek oluyor ki, cennet ehli, rü’yete mazhar olacakları zaman ayrı bir hale girecekler ve bu İlâhî ikram kendine mahsus ayrı bir ortamda gerçekleşecektir. Nitekim, rü’yetten döndüklerinde ailelerinin onları tanıyamayacakları yolundaki haberler de bunu göstermektedir.

Mehmet Kırkıncı

Dünyada ne kadar misafiriz?

Dünyada kendini misafir ve yolcu gibi kabul et” hadisini okuyunca üç kelime dikkatimi çekti.

Dünya”, “misafir” ve “yolcu”.

Dünya bir misafirhane, insan ise bir yolcu ve misafir.

Yolcu, devamlı hareket halindedir ve gittiği her yerde misafirdir.

Her uğradığı menzilde ve durakta kalış süresi bellidir ve geçicidir.

İster otelde kalsın, isterse tanıdığı bir dostunun evinde kalsın, durum değişmez.

Demek ki, misafirin kaldığı ev kendine ait değildir, bir başkasına aittir.

İnsan dünyada misafir olduğuna göre, dünyanın kendisi bir misafirhane, bir han ve bir kervansaraydır

Her gün dolar boşalır. Bir kafile gelir, öbür kafile gider. Geçicidir, kalıcı olamaz.

Misafir, serbest hareket edemez, rast gele davranamaz.

Ev sahibinin izni ve müsaadesi ölçüsünde yer, içer, yatar, kalkar ve iş görür.

Dünya misafirhanesine gelen her yolcu da, bu âlemin Sahibinin izni ve müsaadesi ölçüsünde hayatını düzene ve nizama sokar.

***
Dünya bir kışla, bir mektep ve bir okul.

Burası bir eğitim bir yeri. Yetişme, gelişme, olgunlaşma ve seviye kazanma mekânı.

Kışlada, okulda ve eğitim kurumunda verilen emir çerçevesinde hareket edilir.

Kimse orada istediği gibi davranamaz. Aklına estiği gibi, kafasına geldiği gezip tozamaz.

Her şey bir sisteme, bir plana ve bir programa göre düzenlenmiştir.

Orada rahat etmenin tek yolu, kurallara uymak, uyarılara dikkat etmek, uymayanları uyarmaktır.

Bir tek kişinin başına buyruk hareket etmesi, herkesini huzurunu ve rahatını kaçırmaya yeter de artar bile.

Mevcut kurallara uyanlar, oranın nimetlerinden, imkânlarından ve varlığından istifade eder.

Üstelik devamlı izzet, ikram görür, iltifat ve takdir görür. Aksine davrananlar ise sürekli tenkit ve tekdirle karşılaşır, azar işitir, cezaya çarpılır, kendi eliyle kendi hayatını zehir eder.

Dünya misafirhanesini yaratan, yapan, içine bin bir çeşit nimetler yerleştiren, bahar ve yaz aylarında ve bütün bir yıl boyunca misafirlerini sürekli besleyen, büyüten ve yaşatan “Misafirhane Sahibi” onlardan sadece Kendisini tanımalarını, emirlerine uymalarını, kural ve kaidelere riayet etmelerini istiyor.

Böylece insanın hem kendisi rahat eder, hem başkalarının rahatını sağlar, hem de makbul bir kul, sevimli bir misafir olur.

Mektubat’ta denildiği gibi, “Madem her yer misafirhanedir, eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar. Eğer yâr değilse, her yer kalbe dardır ve herkes düşmandır.

***

Dünya bir misafirhane olduğu gibi, bir ticaret yeri ve gelen geçenlerin alışverişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar.

O uzun ve sonsuz yolculukta lazım olacak her şey burada kazanılacak, buradan temin edilecek ve buradan oraya gönderilecek.

Yolculuğa çıkan kimse, gideceği yere göre hazırlık yapar, çantasını, bavulunu ona göre hazırlar.

Bir aylık kalınacak yer için ne kadar hazırlık yapılacaksa, sürekli, devamlı ve sonsuza kadar kalınacak olan ebed memleketi için o kadar hazırlık yapmak lazım. Yoksa yarı yolda aç-bîilaç kalma gibi bir yokluk ve yoksullukla karşılaşma ihtimali vardır.

***

Gerçekten yolculuk uzun ve sonsuz. Buranın başı ve sonu belli ama buradan ayrıldıktan sonra zamansız bir âlem, kalıcı bir memleket ve sonsuz bir diyar bekliyor bizi.

Mesnevî’de ifade edildiği gibi: “İnsan bir yolcudur. Çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşir meydanına, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.

Her iki hayata lazım olanlar mülk Sahibi tarafından verilmiştir. Fakat insan cehaletinden dolayı onları tamamen bu fani hayata sarf ediyor. Oysa onun en azından onda birini dünya hayatına, onda dokuzunu bakî-sonsuz hayata sarf etmek gerekiyor.

Cenab-ı Hak her iki hayata lazım olanları elde etmek için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmi üç saatini kısa ve fani dünya hayatına, hiç olmazsa bir saatini de beş vakit namaza, bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarf etmek lazımdır ki, dünyada paşa, âhirette gedâ (dilenci-yoksul) olmasın.

Mehmet Paksu / Moral Haber